Kurtarıcı ve Mavi

بواسطة Castherian

687K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... المزيد

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43

- 14

15.3K 901 27
بواسطة Castherian

Biraz uzun yazmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz.

İyi okumalar...

-

Kalenin geniş ve ferah sokaklarında yavaş yavaş yürümeye koyulduk. Ağaçlar çiçek açmıştı. Ve tüm sokaklar aynı muhteşem manzaradan nasibini almıştı çünkü ağacın az olduğu yer diye bir şey yoktu burada. Her yer ağaç, çiçek doluydu. Sokakların zeminine döşenen taşların arasından yemyeşil çimenler kendini gösteriyor, yeşilin yere de hakim olmasını sağlıyordu. Bazen sokakların daraldığı yerlerde uzun ağaç dalları tepede birleşiyor ve dallardan oluşmuş doğal bir tünel izlenimi veriyorlardı. Buna renkli çiçekler de dahil olunca oradan hiç gitmek istemiyordunuz. Üstelik her geçtiğim yerde farklı ve mis gibi çiçek kokuları burnuma doluyordu.

Her yer doğayla muhteşem bir uyum ve nizam içindeydi. Çoğunluğu ahşaptan evler birbirine ne çok yakın ne de çok uzaktı. Her evin orta büyüklükte bir bahçesi vardı. Bazı evlerin arka bahçesinde büyük veya küçük ağıllar vardı. Tabi bu evler kalenin ayrı bir bölümünde, bir aradaydı.

Geçtiğim yerlerdeki insanlar bana güleryüz gösteriyor ve gülümsemeleriyle selam veriyorlardı. Birbirine karşı herkes böyleydi. İlk başta garip gelse de sonradan çok hoşuma gitmişti. Tabi bu aralar çoğu insan meşgul görünüyordu. Sanırım Kennis'in bu sabah bahsettiği şenlik ile alakalıydı. Ona hazırlık yapıyorlardı.

Askerler ise genellikle sert duruşlu ve ciddiydiler. Ama yine de içlerinden bazıları güleryüz gösterip selam veriyordu. Bir de hepsi fark edilir derecede yapılı bir vücuda sahip ve genelde uzun boyluydular. Sürekli çalıştırıldıkları belirgin kaslarından belliydi. Buradaki tüm savaşçılar böyle görünüyor ve korkusuz bakıyordu... Hemen hemen her köşebaşında bir tane varlardı.

Geçtiğim yerlerde bazen çocuklar bizi durduruyor ve Rory'yi seviyorlardı. Rory herkese karşı sıcakkanlı bir köpekti ve hemen çocuklarla oynamaya koyuluyordu. Bu şekilde dura dura ne kadar yürüdük bilmiyorum, kafamı kaldırdığımda karşımda büyük bir şato vardı.

İlk tepkim gözlerimi kırpıştırmak ve gerçek olup olmadığını test etmek oldu.

Gerçekti.

Öyle ihtişamlı, güzel ve doğayla uyum içinde görünüyordu ki bir süre gözlerimi alamadım. Şato, bizim Eilinior'daki şatomuz kadardı. Ama kesinlikle ondan daha güzel ve göz alıcıydı. Bir şatodan ziyade saray gibi duruyor, yukarı uzanan yüksek kuleleri bir tacı andırıyordu. Kulelerin altında kalan asıl yapı ise dört katlı gibiydi ama asma bahçeler ve ara katlarla asıl kat sayısının kaç olduğunu tahmin edemiyordunuz. Elips şeklinde biçimlendirilmiş her balkonda renkli çiçekler ve sarmaşıklar vardı. Sanki balkonları sarmaşıklar oluşturmuş izlenimi veriyorlar, aşağı doğru uzanıyorlardı. Asma bahçeler ise genellikle kırmızı çiçeklerle doluydu ve beyazın hakim olduğu şato duvarlarına muhteşem bir tezatlık katıyordu.

Şatonun önünde kalan büyük açıklığı ise yine şatonun zemin katının uzun kemerleri ve sütunları çevreliyordu. Zemin kat, üst katlara göre daha yüksekti. Küçük, kırmızı çiçeklere sahip güzel sarmaşıkların dolandığı uzun sütunların tepe kısmını oluşturan görkemli kemerin son bulduğu yerde ise ağaçlar başlıyordu. Ağaçların arkasında kalan kısım ise yine gözalıcı bir bahçeydi. Hayran bir şekilde şatoya doğru yürümeye başladım. Ortada kalan yuvarlak biçimli açıklık öyle genişti ki Eilinior'un meydanı bile bu kadar değildi. Bu kale kesinlikle, gördüğüm en büyük ve en geniş kaleydi...

Açıklık çevresinde sırayla konumlandırılmış onlarca asker nizam içinde nöbet tutuyordu. Kemerlerin oluşturduğu avlu içindeki askerler ise her sütun önüne dizilmişlerdi. Sonunda gözlerimi etraftan çekmeyi başardığımda şatonun büyük giriş kapısına baktım. Kapının üzerinde aynı kale kapısında da olduğu gibi baykuş ve yonca motifi vardı. Tepeye işlenmiş yazıyı okudum.

Bize ait olan için savaşırız.

Kaşlarımı kaldırdım. Oldukça etkileyici bir cümleydi ve hoşuma gitmişti. Kendilerine ait olan için mücadele edeceklerini açık açık dile getirmişlerdi. Aklıma Lord Alasdair'ın çaldığı mühür geldi. Onun için de sonuna kadar savaşacaklardı. Buna emindim. Bu kaledeki herkes korkusuzdu. Hiçbir şey için çekinmiyorlardı... Buna içten içe bir hayranlık besliyordum.

Geniş avluya girdiğimde askerler şüpheli gözlerini bana dikmişti. Tabi ki öyle her geleni almazlardı. Buna ben de dahil oluyordum. Bir anda kafama dank eden düşünceyle durakladım. Sahi, benim burada ne işim vardı ki?

Öylesine buradan geçiyormuş ifadesi takınarak başka tarafa doğru yürümeye başladım. Olabildiğince masum görünmeye çalışıyordum. Merakla etrafı izleyerek yanımda yürüyen Rory'ye göz attım. Onun da buraya ilk defa geldiği belliydi.

"Hey!"

Duyduğum kalın sesle arkamı dönüp baktım ve karşımda dikilen askerle gözgöze geldim. Dev gibiydi. Üzerindeki resmi görünümlü zırhından anladığım kadarıyla diğer askerlerden biraz üst bir rütbeye sahipti. Yüzünde beklediğimin aksine sert değil, yumuşak bir ifade vardı.

"Evet?" dedim masumca.

"Size yardımcı olabilir miyim?"

"Eh, şey," ne diyeceğimi bilmiyordum. Buraya ne için gelmiştim ki cidden?

"Buralı değil misiniz?" dedi komutan. Buralı olmadığımın kolayca anlaşılmasına da alışmıştım artık.

"Değilim, ama burada yaşıyorum,"

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Tam asker, "Burada gezinmenizin yasak olduğunu-" diye söze girerken, büyük giriş kapısından gelen ses ile ikimiz de o tarafa döndük. Seslerden anladığım kadarıyla iki kişi birbiriyle biraz yüksek sesli bir şekilde tartışıyordu ama ne dedikleri anlaşılmıyordu. İki üç saniye boyunca sessizce, gelen sesleri dinledik.

Sonunda büyük kapıda uzun boylu, benim yaşlarımda bir genç belirdi. Hızlı hızlı yürüyordu. Yüzünde sinirli ve bıkkın bir ifade vardı. Bizim olduğumuz tarafa yöneldi ama gözü hiçbir şeyi görmüyor gibiydi. Ardından arkasında yeşil elbiseli bir kadın geldi, otuzlu yaşlarında vardı. İkisinin de giyiminden anladığım bir şey varsa bunlar bu kalenin sakinleri değil, sahiplerindendi.

"Buraya gel Henson!" diye bağırdı kadın, kaçarcasına giden genç adamın peşinden. Elbisesinin kabarık eteklerini toplayarak koşuyordu.

Sonunda Henson hışımla durdu ve arkasını döndü.

"Anlamıyor musun, oraya gitmek istemiyorum Larena Hala. Beni neden zorluyorsunuz?" diye yüksek tonda sitemkar bir sesle konuştu. Sesinde kızgınlık değil, daha çok şikayet vardı. Anlaşılan o ki öfkesi bu kadına değildi.

"Ama gitmen gerekiyor Henson. Başka gidecek kimse yok, bizi zora sokma. Lütfen." dedi kadın, tam karşısında durarak. Uzun, siyah saçları omuzlarından dökülüyordu. Onun da sesinde kızgınlık değil, fark edilir bir tonda yakarış hakimdi.

"Bruce gitsin. O neden gitmiyor? Neden ikimizden herhangi birinin yapabileceği tüm işler bana yıkılıyor?" dedi ve ellerini sıkıntıyla saçlarının arasında gezdirdi. Bruce'un isminin geçmiş olması beni yine heyecanlandırmıştı.

"Onu biliyorsun. Bu tür şeylerden hiç haz etmez. Senin gitmen gerek." dedi kadın ellerini çaresizce iki yana açarak.

"Ben de istemiyorum. Bunu daha nasıl ifade edebilirim? Ayrıca bugün bir arkadaşımla buluşacağımı söylemiştim. O yüzden şu saçma nezaket derslerini ertelemeniz gerek," dedi Henson. Sesi bu kez daha kontrol altında çıkmıştı.

"Hangi arkadaşmış o?" dedi kadın hesap sorar bir biçimde.

Henson bıkkın bir şekilde iç geçirirken sanki medet umarcasına etrafına bakındı. Kafası benim olduğum tarafa yönelince de gözleri bir anda büyüdü.

"İşte o!" diye bağırdı beni gösterirken.

İkisi birden bana dönerken şaşkınlıkla olduğum yerde kalakaldım. Ben mi?

"Ah, hoşgeldin. Umarım bekletmemişimdir." diyerek yanıma doğru yürüdü Henson. Bir yandan da bana göz kırpmıştı.

"Bir kız arkadaşın mı var?" dedi kadın mutlulukla. Yeniden eteklerini toplayarak Henson'ın peşinden geldi.

"Evet. Bir kız arkadaş, hala." dedi Henson, arkadaş kelimesinin altını çizerek. Gelip yanıma geçti ve yüzünü Larena'ya döndü. Bu sırada beni sorgulayan komutan da selam verip uzaklaşmıştı. Acaba beni de götürmesi için arkasından bağırsa mıydım?

"Bizi tanıştırmayacak mısın?" dedi Larena. Gözlerinin içi gülüyordu. Az önceki tartışmalarını çoktan unutmuş, baştan ayağa beni süzüyordu.

"Elbette," dedi Henson ve ellerini ikimiz arasında gezdirerek, "Hala, bu arkadaşım. Arkadaşım, bu halam."

Larena kafasını kaldırıp ona şaşkın bir bakış attıktan sonra yeniden bana dönüp elini uzattı, "Memnun oldum tatlım," dedi, ışıltılı gülümsemesi yeniden kendini göstermişti. Zümrüt yeşili gözleri elbisesiyle aynı tondaydı. Ve tüm her şeyiyle kadın o kadar güzeldi ki...

Şaşkınlığımı henüz atamadan, karşılık olarak elimi uzattım ve o anda kadın beni kendine çekip sarıldı. Ağzım açık, ne yapacağını bilmez halde öylece kalakalmıştım. Böyle işleri hiç inandırıcı biçimde kıvıramazdım. Neyse ki çok geçmeden Henson'ın elleri araya girdi ve bizi ayırdıktan sonra beni bileğimden tutarak sürüklemeye başladı. Bir yandan da, "Sonra görüşürüz hala, zaten arkadaşımı fazlasıyla beklettim. Gitmemiz gerek." diye bağırdı.

Kadın ise arkamızdan buraya yine gelmemle ilgili bir şeyler söyledi ama öyle hızlı yürüyorduk ki hiçbir şey anlayamadım. Uzun kemeri koşarcasına geçtiğimiz sırada hiçbir şey soramamıştım. Sadece onun hızlı adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordum. Bu arada Rory de ortalıktan kaybolmuştu ama onu düşünecek halde değildim. Sonunda köşeyi dönüp arka bahçeye yöneldiğimizde Henson konuştu.

"Özür dilerim, seni bu işe bulaştırmak zorunda kaldım." dedi mahcup bir sesle. Hala hızlı hızlı yürüyorduk, "Ama beni biraz idare etmen gerekecek."

Bu emrivaki dolu sözle kaşlarımı kaldırdım, "İyi de siz kimsiniz?"

Bir anda durdu ve hızımı alamadığım için omzuna çarptım. İnleyerek burnumu tuttuğum sırada şaşkın bir tonda konuştu "Ben kim miyim?"

Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Sesindeki şaşkınlık yüzünde de vardı.

"Evet, siz kimsiniz? Ve sanırım bana bir açıklama borçlusunuz." dedim cüretkar bir şekilde.

Beni dikkatle süzdü, "Sen buralı değil misin?"

"Değilim." dedim sıkıntıyla.

"Anlaşılıyor," dedi kinayeli bir sesle ve devam etti, "Ben buranın kontu Ranald MacFarlane'in yeğeni Lord Henson MacFarlane."

Kendini takdim ederken sesinde en ufak bir büyüklenme yoktu. Genelde cemiyetin tüm ahmak soyluları unvanlarını bastırarak söyler ve kendini takdim ederdi. O garip bir şekilde onlardan farklıydı.

"Ah..." dedim şaşkınca. Hala eliyle bileğimi tutuyordu. Onun buranın lordlarından biri ve aynı zamanda da Bruce'un kuzeni olmasıyla ilgili ne söyleyeceğimi tartarken beni sürükleyerek yürümeye devam etti. Ama bu kez çok hızlı değildi. Sessizlik içinde yemyeşil bahçede bir süre ilerledik. Bahçe öyle güzeldi ki yine gözlerimi alamıyordum. Her yerde renk renk çiçekler ve ağaçlar vardı. Kalenin içinde gezdiğim her yerden daha güzeldi.

Sonunda sarmaşık güllerin her yanına dolandığı bir çardağa geldiğimizde bileğimi bıraktı ve oturmam için eliyle içeriyi işaret etti. Bir süre sessizce yüzüne baktıktan sonra, "Neler oluyor? Bana açıklamayacak mısınız?" dedim.

"Önemli bir şey değil," dedi ortadaki büyük, kare masanın iki yanına uzunlamasına koyulmuş tahta banklardan birine otururken, "Sadece başımdan atmaya çalıştığım bir balo saçmalığı. Kurtulmak için arkadaşımla buluşacağım yalanını kullanmak zorunda kaldım." dedi kafasını iki yana sallayarak.

"Balo mu?" dedim.

"Evet. Lütfen oturur musun artık." derken eliyle karşısını işaret ediyordu, "Orada öylece dikilme. Hem fazla tutmayacağım seni, sadece biraz burada otur ve yalanıma ortak ol."

Biraz duraksadıktan sonra eteklerimi topladım ve karşısına oturdum.

"Teşekkür ederim." dedi.

"Ben... Tamam, önemli değil. Yani sanırım. Ama fazla duramam. Ailem merak edebilir." dedim kararsızlık içinde. Ailem kelimesini kullanmak içimde garip bir mutluluk oluşturmuştu ama bir yandan da Lyonet ve Kennis'i düşünüyordum. Onlardan önce evde olmazsam yine endişelenebilirlerdi.

"Anladım, merak etme. Şu an Larena Halamın bizi balkonların birinden izlediğine eminim. Bir süre sonra sıkılıp gittiğinde sen de gidebilirsin. Tabi ben de o sırada başka bir yere tüyerim." dedi gülerek.

"Tamam, pekala..." dedim ellerimi masaya koyarak.

Sonrası sessizlikti. Olabildiğince ondan tarafa bakmıyordum. Bahçede bizden başka kimse yoktu ve bir yanlış anlaşılmaya kurban gitmem an meselesi gibi hissediyordum. Acaba Bruce da buralarda mıydı? Eğer buraya gelirse yine normal bir karşılaşma olmayacağına emindim. Ben onun evine gelmiş arka bahçesinde kuzeni ile birlikte başbaşa oturuyordum.

Yine istemeden bir saçmalığın içine dahil olmuştum. Nedense Leydi Larena'nın bu işin peşini bırakmayacağına dair bir his vardı içimde. Bazen cidden belaların beni çektiğini düşünmeye başlıyordum.

Karşımda oturan adamın Bruce olduğunu hayal ettim sonra. Acaba o olsa ne derdi? Bana yine Mavi diye hitap eder miydi?

Aslında Henson da görünüş olarak Bruce'a yer yer benziyordu. Teni onunki kadar açıktı. Saçları da onun saçlarının rengine benziyordu ama Henson'ın saçları daha koyuya çalıyordu. Gözleri avluda ela renkliydi ama ağaçların altında yeşil ile ela arası bir renge dönmüştü. Yüz hatları Bruce'unkinden daha belirgin, özellikle elmacık kemikleri daha çıkıktı. Yüzünde çok fazla belli olmayan bir kirli sakal vardı.

Etrafta kimse var mı diye çaktırmadan bakmaya çalışıyordum. Ama az ileride duran büyük söğüt ağacından pek bir şey görünmüyordu.

"Adın ne?" dedi Henson birkaç dakikanın sonunda. Meraktan değil de daha çok can sıkıntısından sorulmuş bir soruydu.

"Euphemia." dedim.

Ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Nerelisin?"

"Ben... Balfourluyum. Ama köyüm saldırıya uğradı. Ben de buraya getirildim. Artık burada yaşıyorum." dedim köydeki saldırının olduğu günü tekrardan hatırlayarak.

"Hatırlıyorum o saldırı olayını. Üzerinden fazla geçmedi. Ailenden kimse yok mu?" Sesi bu kez biraz üzgün çıkmıştı.

"Yok. Ama burada kendime yeni bir aile buldum," dedim gülümsemeye çalışarak.

Dudaklarını üzgün bir biçimde birbirine bastırdı ve kafasını salladı. Konuyu değiştirmek isteyerek sordum, "Bağışlarsanız, Leydi Larena'dan neden kaçıyordunuz?"

Sorum karşısında sesli bir şekilde güldükten sonra cevapladı, "Kaçıyor gibi mi görünüyordum?"

"Hayır, öyle demek istemedim." diye toparlamaya çalışırken elini sorun değil anlamında salladı.

"Saçma balo işleri. Geçenlerde bir balo daveti geldi. Londra'dan. Ona da beni göndermeye çalışıyorlar. Ama gitmeyi hiç istemiyorum, özellikle de o saçma nezaket derslerine girmeyi ise hiç mi hiç istemiyorum." dedi.

"Ama sizden başka gidecek kimse yoksa elbette ki sizin gitmeniz gerekmiyor mu?" dedim konuyu Bruce'a getirmeye çalışarak.

"Gerekmiyor çünkü öyle birisi var. Aptal bir kuzenim var ama bu tür işleri bana yıkma konusunda çok hevesli." diye cevapladı. Bruce'tan böyle bahsedilince istemsizce kaşlarımı kaldırdığımı hissettim. Acaba obunla birbirlerinden hazzetmiyorlar mıydı?

"Neden?" diye sordum dizginlemeye çalıştığım merakımla.

"Çünkü o bu balo saçmalıklarından ve oradaki yapmacık insanlardan benim nefret ettiğimden daha fazla nefret ediyormuş. Sanki ben çok hevesliyim." derken gözlerini devirdi ve devam etti, "Eskiden olsa uça uça giderdi." bu kez gözleri hafifçe uzağa dalmıştı.

"Eskiden mi?" dedim. Merak tüm bedenimi sararken masanın altında tuttuğum ellerimi istemsizce sıkmıştım.

"Evet. Bruce eskiden bir kıza aşık olmuştu. Onunla bu saçma balo ve davetlere gitme konusunda da çok hevesliydi." ses tonu oldukça ilgisizdi. Sanki çok sıradan bir şeyden bahsediyordu.

"Sonra ne oldu?" dedim.

"Sonrası hüsran... Kızın gerçek kimliğini öğrendi ve ondan nefret etti. Kalemize gelen bir casusmuş." diye açıkladı kısaca.

Merakım daha da dizginlenemez bir hal almıştı. Durmadan sorular sormak, olayın tüm ayrıntılarını dinlemek istiyordum. Ama yapamazdım. Yine de, belki Lord Henson ile karşılaşmamız benim için bir fırsattı. Bu yüzden öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmeye çalışacaktım.

"Onunla karşılaşmamak için mi hiçbir baloya gitmiyormuş?" diye sordum.

Sorum karşısında yüzünden hafif bir gülümseme geçti ve anında soldu. "Hayır, sorun karşılaşabilme ihtimalleri değil. O sürtüğün bir daha insanların karşısına çıkabileceğini sanmıyorum."

Bu söylediğiyle tam olarak ne kast ettiğini anlamasam da, "Ah, demek öyle." diye mırıldandım belli belirsiz bir sesle. Çünkü ben onu ölmüş olarak biliyordum, en azından Kennis'ten öyle duymuştum. Galiba o da öyle biliyordu... Ama bir gerçek zihnimde netliğe kavuşmuştu ki; o yaşıyordu.

Bunun üzerine bir süre sessizlik oldu. Biz de susunca etrafta kuş seslerinden başka hiçbir ses olmuyordu. Ardından yine konuşan lord oldu.

"Yine de onun değişmemesini isterdim," dedi gözlerini masaya dikerek. Gözünde hatıralar canlandırdığı, ifadesiz bakışlarından belliydi. "Hep eskisi gibi kalmasını isterdim. Çünkü o benim kardeşim Euphemia... Ve o ucuz kadının, kalbini ne kadar kırdığı umrumda değil. Onun yüzünden hepimizden uzaklaştı." Son cümleyi de söyledikten sonra derin ve sıkıntılı bir nefes verdi. Gözleri hala masadaydı. Benden tarafa bakmamasını fırsat bilerek düşünceli yüzünü inceledim. Kaşları hafifçe çatılmış, bronz saç tellerinden birkaçı alnına düşmüştü. Sonra hafifçe güldü ama gözlerindeki acıyı silmemişti. "Şu hale bak, seni burada alıkoymamış gibi bir de dertlerimi anlatmaya başladım."

"Hayır," diye karşı çıktım. "Lütfen böyle düşünmeyin, üzgünsünüz ve konuşmak size iyi geliyor olabilir. Böyle iken anlatmanın ne zararı olabilir?"

Gerçekten de üzgündü... Ve en önemlisi, üzgünlüğü samimiydi. Sözlerimi dinleyince bakışlarını kaldırıp ne derece dürüstüm ölçmeye çalışır gibi baktı ve yüzündeki buruk gülümseme yayılırken bakışlarını ilerideki gür çalılıklara çevirerek başını olumlu anlamda ağır ağır salladı. Teşekkür eder gibiydi.

Az önceki konuşmamıza tekrar döndü zihnim. Bruce'un hepsinden uzaklaştığını söylüyordu ve muhtemelen aileden bahsediyordu. Ama söz etmediği bir şey vardı; Bruce herkesten uzaklaşmıştı. Eski halini bilmiyordum. Ama şu an bir kalpsiz gibi davrandığı kesindi.

Ne yani, o kadın Bruce'un kalbindeki tüm iyi duyguları beraberinde mi götürmüştü? Eğer öyleyse bu acı vericiydi... Garip bir şekilde kalbimin bir köşesinin sızladığını hissettim.

Aklıma şifahanedeki ilk karşılaşmamız geldi. Kont ile geldiği gün... Bana fazlasıyla soğuk ve sert davranmıştı, hatta burada kalmama bile itiraz etmişti. O zaman anlamlandıramadığım öfkesinin nedenini şimdi daha iyi biliyordum.

Sonrasında talim yaptığı gün geldi gözümün önüne. Karşısındaki askere yaptığı her hamlede öfke vardı. Sanki onu ayakta tutan şey sek öfkesiydi... Sonra Steenie'ye bağırması, bana karşı daimi soğuk hareketleri, şifahanedeki şifacıların ondan çekinmesi, Steenie'nin bahsettiğine göre hemen hemen her talimde birilerini yaralıyor oluşu... Hepsi birer birer canlandı gözümde. Son olarak da beni kurt saldırısından kurtardıktan sonraki bakışı... İşte bu en kötüsüydü. Peki tüm bunlar öfkesini kontrol edemediğinin göstergesi değil miydi?

O, kalp kırıklığını öfkeye dönüştürmüştü. Bunun sonunda da sert biri olup çıkmıştı. Hakkında yapabildiğim en doğru çıkarım buydu...

Sessizliği yine Lord Henson bozarak, "Hangi bölgede yaşıyorsun?" diye sordu.

"Kuzey bölgesi," diye cevapladım. Burası kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüştü ama bu sadece harita üzerinde bir bölünüştü. Kale oldukça büyük olduğundan yönetimle ilgili sorunları daha kolay halletmek için böyle yapmışlardı. Yoksa burada yaşayan herkes bir bütündü.

"Seni sevdim Euphemia. İyi birine benziyorsun." dedi gülümseyerek.

Beklemediğim bir anda gelen güzel sözlerine karşılık, "Ah, teşekkür ederim," dedim mahcup bir şekilde gülerken. Bir lordun karşısında leydi olmadan sohbet ettiğim ilk deneyimimdi...

O sırada yanımızdan geçen bir askere Henson, Leydi Larena'nın hala burayı gözetliyor olup olmadığını sordu. Ne yazık ki hala gözetliyor olduğunu öğrendik.

"Seni bir süre daha alıkoyacağım ne yazık ki." dedi.

Gülümsedim. "Sanırım hala biraz zamanım var." dedim ve birkaç saniye bekledikten sonra yine dayanamayarak sordum, "Lord Bruce ile iyi anlaşamıyor musunuz?"

Konuyu yeniden ona getirerek Lord Henson'ın ağzından laf almaya çalışmak kendimi kötü hissetmeme neden olmuştu. Ama bu hissi hemen def ettim.

"Ah, hayır. Tabi ki iyi anlaşıyoruz." dedi ve dirseklerini masaya dayadı. "Biz onunla küçüklüğümüzden beri kardeş gibi büyüdük. Her şeyimizi paylaştık. Gerekirse birbirimizin peşinden ölüme bile gideriz," dedikten sonra kısa süre durdu, sesi yine buğulanmıştı, "Ama şu... Janneth meselesi."

Yüzü yeniden ciddi bir hal almıştı. Merakla anlatacaklarını beklerken derin ve sıkıntılı bir nefes daha alarak devam etti, "O kızın ilk başlarda ona iyi geldiğini düşünmüştüm. Hatta en büyük destekçileri bendim. Ama sonra gelişen olaylar, o sürtüğün bitmeyen yalanları, hepimizi bir yanlışa sürükleyişi..." Başını hafifçe sağa sola sallarken parmaklarıyla şakaklarını ovuşturdu.

Sessizce orada oturmuş devam etmesini diliyordum. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Hiçbir kelime dökülemiyordu dilimden...

Ellerini alnından çekerek devam etti, "Tabi en büyük yarayı Bruce aldı. O zamandan beri de aramıza mesafe koydu. Oysa bana her şeyini anlatırdı, onun en iyi arkadaşı bendim. Biz kardeştik..." dedi. Gözleri elindeki viski bardağında sabitlenmişti.

"Tabi hala öyleyiz. Ama bu soğukluk hiç olmamış olsun isterdim," bardağı kafasına dikti ve gözleri benim gözlerimi buldu, "Onunla konuşmayı denedim. Çok kez... Ama o aptalın lanet duvarları öyle kalın ki," sesi gittikçe yükselmişti ve cümlesini yarıda keserek gözlerini kapattı. Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.

"Üzgünüm," diye fısıldadı birkaç saniyenin sonunda.

"Be-ben... Sorun değil," diye kekeledim. Nedense büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum.

Gözlerimi masanın ayrıntılarında gezdirerek, düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. En yakınındaki insan bile ona bu kadar uzaktı. Dünyanın geri kalanına tavır almış gibi davranıyordu. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri gibi...

Ruhumun üşüdüğünü, toprak altına gömdüğüm tüm hüzünlerin beni bulduğunu hissettim.

Bruce'un duvarları düşündüğümden yüksek, karanlığı tahmin ettiğimden de koyuydu demek...

واصل القراءة

ستعجبك أيضاً

266K 36.2K 50
Geçmiş hayatınızı yaşama şansınız olsaydı ne yapardınız? On yıllık ilişkisi büyük bir ihanet ile son bulduğunda Eda artık bir gerçeği kabul etmek zor...
148K 6.2K 40
Sesiz bir ağıt yaktı genç kız yaşamına ve yaşayacaklarına. Onun adı olmuştu zaten uğursuz ama kızın bir suçu yoktu ki onun kaderi böyleydi. Adam içi...
8.2K 1.5K 6
Dediğiyle bir lahza beklemeden defterini alarak gitmişti bey oğlu. Ardında dolu dolu olmuş gök gözler bıraktığını bilmeden öylece gitmişti. Genç kız...
9.3K 717 14
Biraz daha yasasaydi Hazreti Fatih Ne Venedik kalacakti, ne Floransa... Ya sonra ? Fatih hayranı genç bir tarih öğrencisi kendini 2. Mehmet'in devrin...