11.bölüm

111K 2.5K 92
                                    

Multimedia: Yağız

Keyifli okumalar :) 

Arabaya bindiğimizden beri kimseden ses çıkmıyordu. Saat neredeyse sekize geliyordu ve ortalama bir hızla İstanbul'dan ayrılıyorduk. Güzel bir şehirdi aslında. Ve bir o kadar da karışıktı elbette. Bir sokağında çaresizliği ve hüznü görürken başka bir sokağında eğlencenin ve yaşamanın sınırları keşfediliyordu. Hem korkuyor hem de seviyordum bu şehri. Küçükken bana böyle bir kargaşanın aslında mutluluk getirdiğini ve gerçekte buraya ait olduğumu bilmiyordum. Önce Ankara'ya sonra da Bursa'ya taşınırken bambaşka biriydim ben. Şu an her şeye itiraz eden ya da haklı bulsa da sırf inatçılık olsun diye bir şeyi ilk seferde kabul etmeyen Armin Soner, asıl benden çok uzaktı. Ailemin isteklerine uyup, uslu bir çocuk olmak beni mutlu ediyordu bir zamanlar. Başkalarının takdirini kazanmak yetiyordu. Hiçbir zaman girdiği her ortama uyum sağlayan ve çevresi geniş insanlardan biri olamamıştım ama kendime yetecek bir çevrem vardı. Arkadaşlarım ve beni seven insanlar her zaman olurdu. Birkaç samimi arkadaş edinip hayatımın sonuna kadar onlarla olduğumu ve mutlu aile tablomun hiç bozulmadığını hayal ederdim mesela ama büyüdükçe bir şeyleri fark etmeye başladım. Ne o düşündüğüm samimi arkadaşlıkları edinebilmiştim ne de mutlu bir aile tablosu. Benim çevreme sırıtarak anlattığım mutlu ailem yalandan ibaretti aslında. Sürekli gülümseyen annem ve tek sorununun benim geleceğim olduğunu sanan babam... Hepsi yalandı. Bir kere biz eksiktik. Tablomuz eksikti. Her zaman hasretini çektiğim ve çevreme baktığımda özendiğim bir ağabey, bir zamanlar hayatımda varmış ama ben hatırlayamıyordum işte. Zorluyordum kendimi. Bir insan ağabeyini nasıl unutur diyordum ama yoktu işte zihnimde, unutmuştum. Ve o aklıma geldiğinde hâlâ kalbimde bir daralma oluyordu. Biri kalbimi avuçlayıp sıkıyordu sanki. Nefes alamıyordum. Şimdi ise ağabeyimin varlığını öğrendiğim yere tekrar dönüyordum: Bursa'ya. Bu sefer beni oradan koparan ve aslında hem iyilik hem de kötülük yapan adamla birlikte dönüyordum. Kısa süreliğine de olsa kendi evime gidiyordum ve kim bilir belki küçük bir çocuk gibi yine anne ve babama sarılıp, uyurdum. Bu düşüncenin mutluluğuyla başımı arabanın camına yasladım. İstanbul dışına çıktıkça Baran arabanın hızını daha da arttırıyordu. Hızdan korkan biri değildim ama yine de yolculuk sırasında uyumak isterdim ve bu hızla pek mümkün olmuyordu. 

"Bursa kaçmıyor. Yavaş sür biraz." diye homurdandım. 

"Ah! Bunu şu öndeki arabanın sahibine söyleyeceksin canım. Ona yetişmek için bu kadar hızlıyım." diye cevap verdi gözünü yoldan ayırmadan. Haklıydı. Babam Yağız ile birlikte gidiyordu ve gerçekten Yağız arabayı çok hızlı sürüyordu. Daha önce bu kadar hızlı kullandığına şahit olmamıştım. Kafamı biraz çevirerek arkada oturan Ege'ye baktım. Gözlerini cama dikmiş öylece yolu izliyordu. Donuk bir güzelliği vardı. Koyu renk saçlarıyla tezat oluşturan beyaz bir teni vardı. Beni kendimi ortamdan soyutlamakla suçluyordu ama aynısını o da yapıyordu aslında. Sadece o mükemmel arkadaşlara sahipti. Buğra ve Nehir gerçekten mükemmeldiler. Ege ve Buğra'nın ne kadar büyük sorunları da olsa asla birbirlerinden ayrılmıyorlardı. İşte bahsettiğim samimi arkadaşlık buydu. Ege sorunlarının içinde boğuşurken bile, dostlarının mükemmelliği ile batmaktan kurtuluyordu. Daima, ona uzatılacak bir el vardı hayatında. 

"Armin, şu Yağız'ı ara!" diye seslendi Baran. 

"Neden?" diye sordum önüme dönerken. 

"Çok hızlı gidiyor ve asıl takip edilmesi gereken arabanın, onunki olmadığını söyle." dedi bir nefeste.

"Ne saçmalıyorsun?" dedim anlamayarak. Bir yandan da telefonumu çıkarıyordum cebimden. "Sen sadece dediklerimi söyle, o anlar." Sinirlendiğimi belli edecek şekilde nefesimi dışarı verirken telefonu kulağıma götürdüm. Birkaç çalıştan sonra Yağız telefonunu açtı. 

Güven Bana*Yeniden Yayımda*1-2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin