Kurtarıcı ve Mavi

Door Castherian

687K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... Meer

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43

- 27

14.5K 815 141
Door Castherian

İyi okumalar...

-

İkimiz de ne hızlı ne de yavaş olan adımlarla aşağı inmeye başladığımız sırada adımız, merdivenlerin sonunda bulunan balo görevlisi tarafından yüksek sesle kalabalığa takdim edildi.

"İskoçya Kalesi Choilleich'ın lordları Bruce MacFarlane ve Gavyn Henson MacFarlane."

Bunun üzerine kalabalığın içinden mırıltılar yükselmeye başladı. Kimi tekin olmayan bakışlar atıyor kimi de hayran bakışlarla süzüyordu ikimizi birden. Hayran bakışların büyük çoğunluğu kadınlara aitti, bu gururumun okşanmasına neden olmuştu ve yüzüme minik bir gülümseme yerleştirdim. Öte yandan, diğer bakışların sahipleri ise genel olarak erkekti. Hala İskoçları aralarında istemeyen kibirli İngilizlerle kaynıyordu burası. Onlar asla değişmezlerdi. Ama sorun değildi; biz de burada, onların içinde olmaya can atmıyorduk. Onlara herhangi bir minnetimizin olmaması bana iyi hissettiriyordu...

Merdivenin son basamağına geldiğimizde sağ tarafımdaki Bruce'a bir bakış attım. Daha şimdiden yüzünde, saatlerdir buradaymış gibi bir ifade vardı ve yine o boş bakışlarını takınmıştı. Yine de onunla, şu an, burada olmak güzel hissettiriyordu.

Bize doğru gelen Edward'a yöneldik. Gerçekten çok şık giyinmişti. Gerçek bir İngiliz beyefendisi gibi görünüyordu. Onun bu oldukça özenli görüntüsüyle dalga geçmeyi başka bir zamana erteleyip konuştum. "Vay canına Ed, siz Nelsonlar aynı zamanda iyi bir de balo düzenleyicisiymişsiniz."

Güldü ve bizimle kenardaki boş bir masaya yürürken davetlilerin duymayacağı şekilde eğilip, "Sen balodan ne anlarsın ki, orman adamı." dedi.

Minik bir kahkaha attım. "Çok şakacısın dostum, Choilleich'ın bahar şenliklerine defalarca katıldın."

"O ve ikisi aynı şey değil tabi." dedi ve bulduğumuz boş masanın kenarında yerini alıp dirseklerini dayadı. "Ama ne yalan söyleyeyim kesinlikle sizin kale şenliklerinizi buna tercih ederdim."

"Evet," güldüm, "O da bizim balomuz."

"Kelt Balosu." diye onayladı.

Bu sırada yanımıza gelen uşak önümüze üç içki bardağı koyup uzaklaşmıştı. İçkisinden bir yudum alan Edward, Bruce'a bir bakış attı.

"Baloyu beğendin mi Bruce?" diye sordu gülerek.

Bruce tüm soğukluğuyla yanıt verdi. "Berbat."

İkimiz de aynı anda güldük. "Birazdan danslar edilmeye başlanacak." dedi Edward, "Sen de birkaç leydi ile şansını denersen balo daha da güzel geçebilir."

"Sanmıyorum." diye mırıldandı etrafa umarsız bir bakış atarken.

"Salondaki çoğu leydi böyle düşünmüyor ama."

Etrafa çaktırmadan bir bakış attığımda kendimi gerçekten de diken üstünde hissettim çünkü çoğu göz hala kaçamak bakışlarla bizim olduğumuz masayı süzüyordu.

Bruce duruşunu dikleştirip hafifçe güldü. "Sana bakıyorlardır."

"Eh, ne yazık ki büyük çoğunluğu öyle." dedi Edward küstah bir şekilde saçını düzeltirken. Buna karşılık olarak ikimiz de güldük. "Ama hala şansınız var, kendinizi üzmeyin."

"Ona haksız olduğunu göstermek ister misin Bruce?" dedim içkimden bir yudum alırken.

"Oyun oynamak istemiyorum. Şu bahsettiğiniz dans merasimi başlasın, bir kenara tüymeyi planlıyorum."

"Hayır." dedim kaşlarımı çatarak, "Gitmeyeceğim demiştin."

"Ben salon dansı etmeyi bilmiyorum Henson. Bu aptal İngilizler benimle Kelt dansı yapsın."

"Yalan söyleme, biliyorsun." dedim tereddütle.

"Emin misin?" dedi kaşlarını kaldırarak.

Sessizce kalakaldım. Ne yani, Larena halam benim sürekli başımın etini yerken ona hiçbir dans öğretmemiş miydi?

"Hmm," diye mırıldandı Edward, "Öyleyse dans başlayınca biraz kalabalığa karışsa fena olmaz."

O an Bruce'un gözlerindeki minik kurnazlık parıltılarını gördüğüme yemin edebilirdim. Ama yine de fazla üstelemedim.

Bruce'un arkasından gelen kadın sesiyle üçümüz de o tarafa döndük.

"İyi akşamlar, beyler."

Sesin sahibi bizim yaşlarımızda, sarı saçlı, beyaz tenli, ela gözlü bir leydiydi. Kendinden emin bir duruşu vardı ve aynı duruşu hiç bozmadan gelip, Bruce ve Edward arasında bir yerde durdu.

"Ah, Leydi Cassandra. Sizi burada görmek ne kadar da güzel!" dedi Edward kızın bir elini dudaklarına götürüp nazikçe öperken.

Kız mütevazı bir tavırla boynunu hafifçe eğerek gülümsedi, "Teşekkürler Lord Edward. Bu güzel baloda davetli olarak bulunmak büyük bir şeref."

Edward da onun gülümsemesine aynı şekilde  karşılık vermişti. "Bizi onurlandırdınız..."

Ardından kızın gözleri bizim üzerimizde dolaştı. Bunun üzerine "Cassandra," dedi Edward bizi gösterirken, "Seni kadim dostlarım Bruce ve Henson MacFarlane ile tanıştırmama izin ver. Kendileri İskoçya, Choilleich'tan geldiler." Ardından bize döndü ve devam etti, "Leydi Cassandra Burblack ise Guilford dükünün kızkardeşi."

Bu takdimin üzerine Cassandra nazikçe başını sallayarak "Memnun oldum." dedi.

Bruce sadece sessiz bir baş hareketiyle karşılık verirken ben, "Biz de." diye atılma ihtiyacı hissettim.

"Demek şu ünlü orman kalesinin pek bilinmeyen o lordları sizsiniz." dedi Leydi Cassandra. Soruyu sorarken ondan tarafa bakmayan Bruce'a kısacık bir bakış atmıştı.

"Evet." dedim hafifçe gülerek, "Sanırım onlar biziz."

"Topraklarınızı çok merak ediyorum. Oraların dilden dile dolaşan bir güzelliği olduğunu duymuştum. Ama hiç gelme fırsatım olmadı."

"Demek öyle." dedim gülümseyerek, "Bir gün sizi misafir etmek ister-"

"İsterdik..." diye sözümü kesti Bruce ve dirseklerini masaya dayayarak kıza bakmadan konuşmaya devam etti, "Ama ne yazık ki kaleye dışarıdan misafirler almıyoruz."

Bu ürkütücü bir sakinlik barındıran ses tonu Edward ve beni pek şaşırtmamıştı ama Cassandra bu ani giriş üzerine şaşkınca gözlerini kırpıştırdı. Birkaç saniye gözleri benim ve Bruce'un üzerinde gezdikten sonra konuştu. "Zaten gelebileceğimi de sanmıyorum, lordum. Abim Dük Anthony topraklarınızın güvenlikten oldukça uzak yerler olduğunu defalarca söylemişti zira."

Bruce'un dudakları alayla kıvrıldı ve gözlerini yavaşça kızın yüzüne çevirdi. Kız bu bakış üzerine bir kez yutkundu ve ela gözleri Bruce'un gözleri ve dudakları arasında belirgin bir şekilde gidip geldi.

Ondan etkilenmişti... Üstelik bunu kızaran yanakları ile de oldukça belli etmişti.

"Abiniz çok doğru söylemiş, Leydi Cassandra." dedi Bruce. "Topraklarımız bir İngiliz için asla güvenli olmadı."

Cassandra hafifçe çenesini kaldırdı. "Ne-neden böyle barıştan uzak bir tavır sergiliyorsunuz?" dedi kararlı tutmak için çabaladığı sesiyle.

"Barıştan uzak bir tavır sergilemiyoruz. Sadece sizin barış aldatmacası arkasında çevirdiğiniz işlerden uzak duruyoruz."

Cassandra'nın ince kaşları çatılmıştı. "Bu da ne demek?"

Bruce kafasını başka tarafa çevirdi ve davetlilerle dolu kalabalığı ifadesiz gözlerle süzmeye devam ederken cevap verdi. "Ne anladıysanız o demek, leydim."

Leydi Cassandra elindeki yelpazeyle hafifçe yüzünü ferahlattıktan sonra kapadı ve masanın üzerine bıraktı. "Son zamanlarda birçok İskoç kalesi İngiliz kaleleri ile barış imzalıyor. Artık İskoçya bizim bir müttefikimiz sayılır. Bu söylediğiniz çok yakında geçerliliğini kaybedecektir."

"Sanmıyorum. Her ne kadar bu tür siyasi ilişkiler hakkında bilgili olmanız beni şaşırtmış olsa da ben az evvel tüm İskoçya'dan bahsetmedim. Choilleich ve daima özüne bağlı kalmaya yemin etmiş tüm İskoç kalelerin topraklarından bahsettim."

Cassandra kibirli bir şekilde gülümsedi. "Bunu sonsuza kadar sürdüreceğinizi sanmıyorum lordum. Ama her neyse... İleride bir müttefike ihtiyaç duyacak olursanız Abim Anthony Burblack yanınızda olmayı kabul edecektir. Bunu düşünün derim."

Bruce'un dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı ve gözlerine keskin bir ifade yerleşti. "Eğer günün birinde siz de bir müttefike ihtiyaç duyarsanız biz tam karşınızda olacağız, Leydi Cassandra."

Bu sözün üzerine hafifçe güldüm ve Leydi Cassandra bozulduğunu belli eden kaçamak bir bakışla bana bakıp gözlerini geri çekti. İçkimden bir yudum daha aldım. Leydi Cassandra'ya kanım ısınmamıştı. Konuşmalarından anladığım kadarıyla Bruce'un da öyleydi. Gerçi o hiçbir zaman yeni tanıştığı insanlarla sıcak bir şekilde konuşmazdı ama bu kızda garip bir şekilde iticilik vardı. Güzelliğinin ardında dizginleyemediği bir kibire sahipti. Bu da ne benim ne Bruce'un hoşuna gitmişti.

Cassandra Bruce'a az öncekilere benzer cevaplar verirken Edward hafifçe kolumu dürtüp kulağıma eğildi. "Hazır ikisi de konuşmaya dalmışken buradan tüyelim. Hem birazdan dans başlayacak ve bir partner bulmalıyız."

Sırıtmamı gizlemeye çalışırken, "Ya Bruce?" diye sordum.

"Yanındakiyle başının çaresine baksın."

Onların olduğu tarafa bir bakış attım. Leydi Cassandra abisinin topraklarından bahsetmeye başlamıştı ve Bruce da nezaketen mi olduğunu tam olarak anlayamadığım bir ilgiyle onu dinliyordu. Bizden tarafa bakmıyordu.

"Tamam." diye mırıldanmamla Edward'ın büyük bir sevinç nidası eşliğinde arkamızdan geçen saçları beyazlamış ve elbisesinden anladığım kadarıyla rütbeli bir asker olan adamla "Albay Whittmore!" diyerek el sıkışması bir oldu. Ben de onun yanında ilerlemiştim ve bu arada masadan birkaç adım uzaklaşmıştık.

"Ah! Merhaba evlat, ne kadar da büyümüşsün," dedi Albay Whittmore yaşlılığın verdiği tarazlı sesiyle.

"Sizi gördüğüme çok sevindim," dedi Edward göz bebekleri kaybolana kadar gülerek. "Nasılsınız?"

"İyiyim evlat iyiyim. Buraya gelip gençlerden bir farkım olmadığını göstermek istedim." Güldük.

"Çok yerinde bir düşünce Albay."

"Teşekkürler evlat. Salon çok kalabalık. Babanı göremedim, o nerede?"

Edward etrafına bakındı ve kontu görünce gözleri sabitlendi. Salonun batı kanadındaki kirişlerin yanındaki masada, birkaç davetli ile sohbet ediyordu.

"İşte orada Albay," dedi Edward eliyle hafifçe işaret ederken. "İsterseniz size eşlik edelim."

"İyi olur evlat, iyi olur." dedi yaşlı albay gülümseyerek.

Kont Nelson'ın bulunduğu masaya yürürken Edward, albay ve beni tanıştırdı. Ardından onu kontun yanına bıraktıktan ve oradaki davetlilerle beni tanıştırdıktan sonra masadan ayrıldık. İnsanlar benimle tanışırken ayrı bir heves gösteriyorlardı. Sebebini bilmiyordum ama Edward bu balonun gözde davetlilerinin Bruce ve ben olduğunu, bu gece bayağı dikkat çektiğimizi söylüyordu. Ona aldırış etmedim. Çünkü bu İngilizlerin ilgisinin ne kadar geçici olduğu bilinen bir şeydi. Biz onların heves ettiği ve elde etmek için birbirleriyle yarıştıkları mücevherler değildik; olamazdık.

Biz onlardan tamamen farklı bir dünyadan gelmiştik.

**

**

**

İlk dansımı Carmen adında esmer, uzun ve siyah saçlı bir leydi ile yapmıştım. Bizi Edward tanıştırmıştı ve Carmen'e kanım ısındığı için ona dans teklifi etmiştim. Fazla konuşmayan ama çok güzel gülümsemeye sahip bir kızdı. Benimle dans etmenin beklediğinden de uyum içinde olduğunu söylemişti.

İkinci dansımı ise bir vikontun kızı ile yapmıştım. İsmi Nelia'ydı. Bu leydi, Carmen'e göre biraz daha konuşkan, bana sorular soran bir kızdı. Ülkemi ve geldiğim toprakları merak ediyordu. Bunu oldukça normal karşılayıp sorularının hepsini cevaplamıştım çünkü hak vermem gerek ki buradaki insanların balosuna her gün bir İskoç lord katılmıyordu. Üstelik Nelia'nın soruları rahatsız edici şeyler de değildi. Her insanın merak edeceğini türden şeylerdi. O eğlenceli bir kızdı.

İkinci dansın sonunda Kont Nelson balonun düzenleniş amacını belirten ve gelen tüm davetlilere teşekkür eden bir konuşma yapmıştı. Balonun amacı Nelson ailesinin İskoç sınırındaki uzak kaledeki görevden artık kesin dönüş yaptığını Londra halkına bildirmekti. Ama görev yaptığı zamanlardan söz ederken bizden o kadar güzel bir şekilde bahsetmişti ki ona minnettar kalmıştım. İskoç halkı hakkında atıp tutan bir sürü İngiliz ile dolu bir baloda bu yaptığı gerçekten güzel bir şeydi. Ona sevgim ve saygım bir kat daha artmıştı...

Konuşmanın ardından herkes yine birbirleriyle yaptıkları saçma, sosyete usulü sohbetlere dönmüştü. Etrafta hafif bir keman sesi hakimdi. Bense salonun bir köşesinde içkimi yudumlamayı tercih etmiştim. Bir yandan da gözlerimle Bruce'u arıyordum.

Muhtemelen onu bir masada yalnız bıraktığımız için o da boş bulduğu bir anda tüymüştü. Kısmen haklıydı; ama baloyu terk etmemiş olduğunu umdum.

Üst kata çıkan merdivenlere doğru yöneldim. Oradan bütün salon daha iyi görünüyordu ve aşağıya göre daha az davetli vardı. Balkon biçimindeki üst kat, salonun bir kısmını çevreliyordu, üstelik oldukça da genişti.

Bana başıyla selam veren birkaç İngiliz asilinin selamına karşılık vererek ve geri kalanının hiç de kibar olmayan, hatta kimi zaman düşmanca olan bakışlarına cüretkar bakışlarımı hiç çekinmeden yönelterek yolu tamamladıktan sonra merdivenin ilk basamağına adım atmamla birlikte birkaç dakika önce susmuş olan keman, ince bir nağme ile giriş yaptı. Garip bir şekilde oldukça dikkat çekici olan ses, sanırım sadece bende aynı etkiyi bırakmamıştı ki salonda da belirgin bir sessizlik olmuştu.

Yavaşça arkamı döndüm ve dansların yapıldığı geniş açıklığa baktım. Gördüğüm ilk şey açıklığın ortasındaki çiftti. Açıklıkta onlardan başka kimse yoktu ve neredeyse herkes onlara bakıyordu.

Ortada, dans etmeye hazır bir pozisyonda öylece duruyor ve birbirlerine bakıyorlardı. Ama benim için hepsinden merak uyandırıcı şey o çiftin kuzenim Bruce ve Leydi Cassandra'dan oluşuyor olmasıydı.

Gördüğüm gerçek mi diye birkaç kez gözümü kırpıştırdığım sırada büyüleyici keman sesinin yanı sıra diğer yaylılar da girdi ve Bruce, yıllardır salon dansı yapıyormuşçasına mükemmel bir şekilde Leydi Cassandra'nın belini kavrayıp kendi etraflarında bir kez dönmelerini sağladı. Ardından gayet ustaca adımlarla, aşina olunandan bile güzel bir vals yapmaya başladılar. Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışarak önce salona, sonra çıkmakta olduğum merdivenlerin üst katına bir bakış attım.

Edward oradaydı, üst kattaki yüksek masalardan birinin yanında durmuş, tırabzanlara dirseklerini dayayarak aşağıdaki şaşırtıcı derecede mükemmel dansı ve o dansın baş rol oyuncularını izliyordu. Hızlı adımlarla merdivenleri çıkmayı bitirip gözlerimi Bruce ve Leydi Cassandra'dan çekmeden tırabzanlardan tutunarak Edward'ın yanına ilerledim.

Hemen yanında yerimi aldığımda Edward bana kısa bir bakış atıp gözlerini hemen yeniden aşağıya çevirdi. Dansın bir saniyesini bile kaçırmak istemiyor gibiydi.

"Dostum, az önce dans etmekten zerre anlamadığından söz eden adam bu muydu?" dedi Edward o şaşkın ses tonuyla, gözlerini bir kez bile onlardan ayırmadan. Bruce'un, elini zarifçe kavradığı Leydi Cassandra'yı kendi etrafında bir kez çevirişini ve kızın döndükçe kabaran göz alıcı elbisesini izlerken cevap verdim.

"Kabul edelim, güzel yalan söylüyor."

"Ya," diye mırıldandı Edward kendi kendine, "Hayatımda böyle güzel yalan görmedim."

Kinayesi karşısında hafifçe güldüm. Bunu amcama ve Larena halama anlattığımda ne tepki vereceklerini delicesine merak ediyordum. İkisi de benden bile daha fazla şaşıracaktı, buna emindim. Bu harika bir gelişmeydi.

Sabahtan akşama kadar avdan veya talimden gelmeyen, eline kılıç veya yaydan başka bir şey almayan, kalabalık ortamlardan nefret eden, buraya bile bizim zorlamalarımızla gelen kuzenim Bruce, şu an bir salon dolusu İngiliz'in ortasında, yeni tanıştığı bir leydi ile herkesin ağzını açık bırakacak kadar mükemmel bir vals yapıyordu. Onun şaşırtıcı bir insan olduğuna çok önceleri karar vermiştim ama bu, benim için de sürpriz olmuştu.

Bruce kollarındaki kızı her ritmik adımında kendiyle getirip götürüyor, dansa adeta yön veriyordu. Müziğin her notasında danslarının ayrı bir figürü hayat buluyordu. Büyülenmemek elde değildi, Leydi Cassandra şu an bu salondaki birçok genç kızın hayal ettiği yerdeydi.

Ama şaşılacak asıl şey, Bruce neden o kız ile dans ediyordu? Onu masada bıraktığımızda kızla aralarının çok iyi olduğu söylenemezdi. Ne olmuştu da kıza ısınmıştı böyle?

Belki de ısındığı falan yoktu. Hatta uzak da olsam gözlerindeki, Leydi Cassandra'ya olan bakışın anlamını çıkarabiliyordum; Ondan zerre etkilenmemişti. Ama aynı şey karşısındaki kız için geçerli değildi. O, hayran ifadesini asla gizleyemiyor ve etkisi altında kaldığı gözlerden gözlerini bir saniye bile ayırmıyordu.

Ama biliyordum, Bruce'un karanlığını aşmak o kadar da kolay değildi. Bu, o kibirli ve güçlü görünme çabasındaki leydinin harcı değildi. Bunun için çok daha özel biri gerekiyordu. En engin karanlıklardan bile korkmayıp diplerdeki minik umuda koşabilecek kadar aykırı ve cesur...

Zihnimin derinlerinde bir yer "Euphemia..." diye fısıldadı. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamadığımı fark ettim. Nedenini tam olarak bilmiyordum ama içimde bir şeyler bana o kızın Bruce'un umut ışığı olduğunu söylüyordu. Kardeşimden öte tuttuğum o insanın kilitli bütün kapılarını açabileceğini, kalbine dokunabileceğini...

Ona baktığım her an, içimde bir umut filizlendiğini itiraf etmeliydim.

Hafif bir geçişle değişmeye başlayan müziğin etkisiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Bruce ve Leydi Cassandra'nın dansı bitmişti, geniş dans açıklığında yeni çiftler yerini alırken Bruce ondan beklenmeyecek kadar zarif bir hareketle Leydi Cassandra'nın elini tutmuştu ve açıklığın kenarına kadar ona eşlik ediyordu. Cassandra ona gülümseyerek bir şeyler söylerken Bruce döndü ve bizim olduğumuz tarafa kısa bir bakış attı.

Ardından kızla birkaç kısa şey daha konuştuktan sonra birbirlerine küçük bir reverans yaptılar ve Bruce merdivenlere doğru yöneldi. Yüzünde tatminkar ve kendinden emin bir gülümseme vardı. Leydi Cassandra'nın yüzündeki o hayran gülümsemeden oldukça uzaktı.

Tam merdivenleri çıkmaya başlamıştı ki Kent Nelson onu yanına çağırdı ve Bruce onun olduğu tarafa gitti. Sanırım Kont onu dostlarına takdim edecekti. Zira kontun olduğu masa oldukça kalabalıktı. Çoğu orta yaşlı insanlardı, hepsi Bruce'u beğeni ve takdir ile süzüyorlardı.

"Vay canına," dedi hala az önceki dansın etkisinde olan Edward, "Annemin zoruyla da olsa buraya geldiğimden beri on iki tane baloya katıldım ama hala bu kadar mükemmel dans edemiyorum. Bu haksızlık."

Güldüm. "Ben de aylardır Larena Hala'mdan ders alıyorum ama bahse varım bunun yarısı kadar bile iyi değilimdir."

"Bruce böyle dans etmeyi nereden öğrendi?"

İyi soruydu, şu an benim kafamı da bundan daha fazla meşgul eden bir şey yoktu. "Hiçbir fikrim yok." dedim. "Kalede orman ve talim alanından öte bir yerde kendini göstermez. Geldiğinde onu sorguya çekelim. Bizden daha iyi dans ediyor olması bu şartlar altında gerçekten de haksızlık."

"Bence de," dedi Edward ve elindeki bardağı önümüzdeki masaya bırakırken babası ve Bruce'un olduğu kalabalık masaya baktı, "Hatta şu an oraya gidip Bruce'u soru yağmuruna tutmamak için kendimi zor idare ediyorum. Ama o bunaklarla dolu masaya yaklaşmaya pek cesaretim yok. Onlar beni daha büyük bir soru yağmuruna tutarlar."

Gülerek bardağımdan bir yudum aldım ve acaba Ronin gelmiş midir diye salona göz gezdirdim, bugün yetişebilirse gelme ihtimali vardı. Geldiğimden beri çaktırmasam da gözlerim onu arıyordu.

Ama onun yerine gördüğüm tek şey birçok kaçamak gözün beni keskin bakışlarla süzdüğüydü. Buradakiler için Bruce da ben de bir merak unsuruyduk, bunu fark etmek zor değildi. Ama rahatsız oluyordum, bakışlarının ağırlığı her yerdeydi.

"Şu an durduğumuz seyirlik yerden biraz çekilsek mi acaba, bu lanet İngilizlerin bakışları beni rahatsız ediyor."

Edward dediğimi çok da önemsemeyen bir tavırla hafifçe gömleğinin yakasını çekti ve biraz olsun daha bol durmasını sağladı. Bunalmaya başladığı belliydi.

Biz zaten böyle davetlere ve kalabalığa alışkın değildik; biz sınırda büyümüş çocuklardık. Buradaki kırılgan sosyeteye hemen uyum sağlamamız beklenemezdi.

"Pekâlâ," dedi masadaki içki bardağını yeniden eline alırken. "Bu lanet İngiliz'in seni nereye götürmesini istersin?"

Güldüm. Alınmadığını biliyordum, bu yüzden herhangi bir düzeltme girişimine girmeme gerek yoktu.

"Biraz daha gözlerden uzak bir yere." diye cevap verdim salonu bilmem kaçıncı kez taramaktan yorulmuş gözlerimi ona çevirirken.

"Şu hale bak," dedi ve içki bardağını kafasına dikti, "Millet balolarda, bulduğu güzel bir leydiyi gözlerden uzak bir yere götürür, seni de ben."

"Hey," dedim yüzümü ekşitirken. "Hiç tipim değilsin."

Yüzüme şaşkınlıkla bakan Edward'ın ifadesine kahkaha attım. "Dostum," diye mırıldandı kafasını sağa sola sallarken, "Kadınsızlık senin başına vurmuş."

"Benim mi?" dedim gülmemi hafifletirken, "Az önceki imayı sen yapıyordun."

"O bir şakaydı." dedi sırıtarak. Ardından yüzü belirgin bir şekilde kederlendi, bu haliyle çok komik görünüyordu. "Ama öte yandan hiçbir baloda bir leydiyi gözlerden uzak bir yere götürememenin hüznünü yaşamıyor değilim."

Güldüm. "Senin derdin birileriyle oynaşmak mı? Kont Nelson bunları duysa seni Londra'nın en çirkin leydisi ile evlendirir ve ömür boyu bu hayata mahkum eder." Onunla alay etmek hoşuma gidiyordu.

"Biliyorum biliyorum." dedi sıkılgan bir nefes verirken. "Her neyse. Gözlerden uzak, bildiğim bir yer var. Hadi gidelim."

Yeniden gülmeme engel olamadım ve babasının olduğu masayı süzerek yürüyen Edward'ın peşine takıldım.

**

**

**

"Bu da Sir Landson'ın bir portresi. Kendisine geçen yıl kraliçe tarafından ünvanı verildi." dedi Edward hemen karşımızda duran, gerçek olduğunu düşünmeme sebep olacak kadar mükemmel bir şekilde çizilmiş portredeki adamın kim olduğunu tanıtırken.

Geldiğimiz yer yine üst katta yer alan, bir tür sergiye çevrilmiş geniş bir koridordu. Edward'ın anlattığına göre 5 yıl önce şehre gelen bir ressamın elinden çıkmaydı buradaki tüm resimler. Ressam oldukça yetenekliydi ve birçok asil ona portrelerini çizdirmek ve yaptığı resimlerden almak için birbiriyle yarışa giriyordu. Ama o, asıl önemli olanın sanat olduğunu düşünen bir ressam olduğundan gerçekten sanat sevdalılarına tablolar yapıp, portreler çiziyordu.

Söylediğine göre bu ressamın Kont Nelson ile de arası iyiydi. O yüzden Kont, balolarını verdiği geniş salonun bir kısmının onun resimlerine ait olmasını istemişti, ressam da müsade etmişti.

Koridorda bizden başka birkaç davetli daha vardı ve hepsi, hayran olunmayacak gibi olmayan resimleri inceliyordu. Aşağıda tüm hareketliliğiyle süren balodan, buraya gelen tek şey dans muziklerinin sesiydi.

Sir Landson'ın resminin yanındaki sonbaharın mükemmel bir tasviri olan büyük tabloya baktım. Ağaçların dallarından düşen, kızıllaşmış yapraklar, kurumaya yüz tutmuş meşe gövdeleri, ortadan süzülen minik, gümüşî ırmak ve diğer her şey öyle gerçekçiydi ki birazdan bir rüzgâr esse tablodaki tüm yapraklar koridora dolacak gibi görünüyordu. Bunun gerçekten de tanrı vergisi bir yetenek olduğu ortadaydı.

"Bu da eski bir İskoç saray hizmetkarı. Uzun yıllar kralın ulaklığını yapmış." dedi Edward. Gözlerimi sonbaharın ta kendisi olan tablodan çekip koridorun diğer tarafındaki Edward'ın yanına yürüdüm. Önünde durduğu tablo ellili yaşlarının sonlarında, gri sakallara sahip, göbekli bi adama aitti. Altında mükemmel bir el yazısı ile Allwie James Pherson yazıyordu.

"Gerçekten hepsi muazzam tablolar," dedim gözlerimi etrafta gezdirirken. "Baban bunları toparlamak için bayağı emek harcamış olsa gerek."

"Evet. Babamın Ressam Raphael Salvino'nun hayranı olduğunu ve tablolarına gerçekten iyi para saydığını öğrenen birçok kişi ondan normal fiyata aldıkları tabloları bize getirdi. Ayrıca bu ilgiyi karşılıksız bırakmak istemeyen Ressam Salvino da birkaç tane doğa tasvirli tablo yapıp babama hediye etti. Gerçekten de para meraklısı olmayan, iyi bir adam."

"Anladım." diye mırıldandım ellerimi arkama bağlayarak ağır adımlarla tabloları incelerken. Genelde doğa tasvirleri ve portreler vardı ama araya birkaç tane de kedi, köpek, vazo ve benzeri resimler konuşlandırılmıştı.

Birden daha önceden görmediğim, kenarda kalmış bir portre gözüme çarptı. Resimde benim yaşlarımda, hafifçe kızıla çalan kahverengi saçları açık bırakılmış, beyaz elbiseli bir kız vardı ve garip bir şekilde aşırı tanıdık geliyordu.

Durduğum yerdeki perspektif yüzünden bir benzerlik kurduğumu düşünerek birkaç adım geri gittim ve emin olmak için resmi daha da net bir açı ile karşıma aldım. Ama bu kez, bu akıl almaz benzerlik daha da büyük bir şok etkisi yaratarak yüzüme vurdu.

Resimdeki kız, kalemize yaklaşık iki ay önce aldığımız Balfourlu Euphemia'nın neredeyse ta kendisiydi.

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. Belki de gerçekten oydu, çünkü bu kadar benzerlik fazlaydı ama Euphemia genellikle soyluların portresini çizen bir ressama nasıl kendi portresini çizdirmiş olabilirdi ki? Üstelik üzerindeki işlemeli, son moda ve pahalı olduğu her halinden belli olan o beyaz elbisesi ile... O basit bir köylü değil miydi?

İçimde garip bir kuşkunun baş gösterdiğini hissettim.

"Ed," diye seslendim gözlerimi, portredeki kızın mavi gözlerinden çekmeden.

"Evet?" dedi Edward ve yeni olduğundan bahsettiği bahçe tablosunu incelemeyi bırakıp yanıma geldi.

"Bu kızı tanıyor musun?" diye sordum çenemle portreyi işaret ederken.

"Ne o? Çok mu beğendin?" dedi alayla.

Kızgın bir bakış attım, şu an şakanın sırası değildi. "Sana tanıyor musun dedim."

"Tamam tamam. Tanıyorum. Ama eğer hoşuna gittiyse peşin bir şekilde söylemem gerek ki o Leydi iki ay önce öldü."

"Ne?" dedim şaşkınlıkla yükselen sesime mani olamayarak, "Öldü mü?"

"Evet. Yoksa sen de daha evvelden tanıyor muydun?"

Edward'ın sorusuna cevap vermeden gözlerimi yeniden portredeki kızın hüzünlü yüzüne çevirdim. Zihnimde iki kelime yankı yapıp duruyordu: "Öldü" ve "Leydi"

Ortada ne dönüyordu yine? Nedense aklıma yine Janneth'inkine benzer onlarca felaket senaryosu dolarken büyük bir merakla sorularımı sormaya başladım Edward'a.

"Kim bu? Ne zaman ölmüş? Sen nereden tanıyorsun?"

Edward etraftaki davetlilere bir bakış attıktan sonra kısık bir sesle "Sakin ol Henson, herkes bize bakıyor. Neler oluyor?" dedi.

Etraftaki davetliler umrumda değildi. Yine de sesimi kontrollü tutmaya çalıştım. "Sorularımı cevapla."

"O Eilinior Kalesi'nin lordunun kızı Leydi Clarine. Babası babamın arkadaşı ve bizim kale müttefiklerinden biridir. Clarine'i oradan tanıyorum. Ama iki ay önce bir saldırıda yanarak hayatını kaybettiği haberini aldık. Babası onu her gün görmeye dayanamadığı için lordun eşi, olayın üzerinden birkaç ay geçene kadar kızın tablosunu bizim sergimize bıraktı."

Anlattıkları üzerine kaskatı olduğumu hissettim. Bahsettiği saldırı olayı, bizim Euphemia'yı kaleye alışımızla aynı zamana denk geliyordu. Üstelik onu da biz saldırıdan kurtarıp getirmiştik.

Ne yani herkesin iki ay önce öldüğünü sandığı Leydi şu an bizim kalemizde hizmetçilik mi yapıyordu?

Veya çok daha başka şeyler vardı bu işin içinde... Onun Bruce ile yakınlaşmaları, çalışan olarak kaleye girişi, öncelikle Bruce ile değil, çalışanlarla ve benimle iyi ilişki kuruşu...

Bu kez kalemize aldığımız yılan diğerinden daha da tecrübeliydi anlaşılan; öncelikle etrafın güvenini kazanıyordu.

Kesinlikle işin içinde Lord Alasdair'in parmağı vardı. Ne de olsa o Balfour Köyü'ne Lord Alasdair'in nişanlısını kaçırmaya gitmiştik. Ama nişanlısının kimliği ve hangi kaleden olduğu çok iyi gizlendiği için kim olduğunu bilmiyorduk ve yanlış kafilenin peşine düştüğümüzü düşünüp köyden sağ kurtulan ve o köyün yerlisi olduğunu düşündüğümüz tek kızı alıp kalemize dönmüştük. Onu evimize almış, iyileşmesini sağlamış, ekmeğimizi paylaşmıştık. Ama o bize yalan söylemişti.

Her şey o aşağılık lordun oyunuydu.

"Henson?" dedi Edward merakla, "Ne oldu dostum cevap ver, neden sinirlendin?"

Cevap vermeden hızla portrenin yanına yürüdüm ve önüne koyulmuş masanın üzerindeki vazonun çiçeklerini kenara çekip, tüm portrelerde, çizilen kişinin isminin yazılı olduğu yeri okudum.

"Clarine Euphemia Moncreiffe"

Kafamın içindeki taşlar daha da yerine otururken yumruklarımı sertçe sıktım. Bu kez o yılanı kendi ellerimle öldürecektim. Kaleye döndüğüm zaman yapacağım ilk iş bu olacaktı ve Bruce'un haberi bile olmayacaktı. Kardeşimin yeniden eskiyi anımsatan bir olay yaşamasına izin vermeyecektim.

"Demek buradaydınız."

Bruce'un koridorun başından gelen sesiyle ikimiz de o tarafa döndük. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle bize doğru yürürken gözlerim birkaç kez portre ve onun arasında gidip geldi. Hızlıca hemen yanımdaki Edward'a, "Bundan Bruce'a bahsetme. Sana sonra anlatırım." diye fısıldadım. O da tatmin olmamış bir sesle "Pekâlâ." diye karşılık verdi ama ona güvenirdim, bir şey söylemezdi. Bunun üzerine Bruce'un geldiği yöne doğru yürüdük.

"Sen gelmeyince biz de biraz burada vakit geçirelim dedik." dedi Edward.

"Evet," diye onayladım. "Ayrıca sana soracaklarımız var. Hadi, aşağı inelim." Onu portreyi görmeden buradan indirmek istiyordum.

Bruce alayla kaşlarını kaldırdı, "Neymiş onlar?"

"Mesela bir salon dolusu insanın karşında yaptığın mükemmel vals'in öğretmeni." diye atıldı Edward.

Bruce gözlerini kaçırdı ve yüz hatları biraz sertleşti ama çok sürmeden kollarını birbirine dolayıp alayla cevap verdi. "Herkes sizin gibi berbat dans edecek diye bir kural yok."

"Hadi oradan," dedi Edward, "Neden bize dans edemediğini söyledin?"

"Canım öyle istedi."

"Peki Leydi Cassandra?" diye sordum az önce öğrendiğim bilgilerin zihnimde yarattığı dağınıklığı bir kenara itip sohbete katılmaya çalışarak.

"Ondan hiç haz etmedim. Sadece yüksek sandığı duvarlarının ne kadar alçak olduğunu göstermek istedim. Hepsi bu."

Ardından gözlerini etrafata gezdirdi. "Burası ne Ed? Bir sergi mi?"

"Evet, öyle sayılır." dedi Edward bana kuşkulu bir bakış atarken.

"Hadi aşağı inip birer kadeh şarap içelim, burada gerçekten de sıkıldık. İlgi çekici bir şey yok." dedim Bruce'un omuzundan tutarak. Gözlerini benim de hayran kaldığım o büyük, sonbahar tablosundan çekip omuz silkti.

"Bana fark etmez."

İçime derin bir rahatlama hissi yayılırken Edward ile dönüp, aşağı inen merdivenlere doğru yürümeye koyuldular. Aralarında hala dansla ilgili konuşuyorlardı. Ben de arkalarından bir iki adım attıktan sonra istemsizce durakladım ve omzumun üzerinden, o kızıl kahve saçlı kızın portresine bir kez daha baktım.

Garip bir şekilde, yüzündeki hüzün resme mükemmel bir şekilde aksettirilmişti. Neden üzgündü? Bir insanın bu kadar kederli bakışlara sahip olması mümkün müydü?

Kalbimde bir yerin sızladığını hissettim ve o yere lanet ettim. İşin aslı bu kız Janneth'e hiç benzemiyordu... Bunun iki açıklaması olabilirdi: Ya ondan bile usta bir şeytandı ki, içimizde zerre şüphe uyandırmamıştı; ya da gerçekten masumdu...

Bunu öğrenmenin tek yolu vardı o da kaleye döndüğümde onu infaz etmeden önce savunmasını dinlememdi. Evet, böyle yapacaktım. Yargısız infaz yapmak bir MacFarlane'e göre değidi.

Ama en ufak şüphe duyduğum yerde, canını kendi ellerimle alacaktım.

-

Yorumlarınızı esirgememeniz ümidiyle... :)

Ga verder met lezen

Dit interesseert je vast

4.6K 236 38
Bir tekfur kızı ve Beyoğlu
26.6K 1.6K 20
Mucizevi bir şekilde geçmişe giden bir kadın, ardı sıra getireceği hadiseler ile tarihi değiştirmeye başlar. Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Bey'in a...
255K 5.8K 126
İmparatorluğun 17. İmparatoru bir kadındı. Roark Dükü sayesinde kardeşlerine karşı tahta geçebildi. "Majesteleri, isteğinizi yerine getirmeye hazır...
577K 64.7K 63
Bir cariyenin intikamı nelere yol açabilir? İHANET SEVDİĞİ ADAMDAN GELDİ Ayana, İmparatorluğa cariye olarak gelmesinin bir nedeni vardı. Sevdiği adam...