KONSEY

由 Mehmet-Yildiz-63

11.5K 2.7K 6.1K

Türk'ün 'Devlet-i Ebed Müddet' fikri, evvelde var olduğu gibi ahirde de var ve payidar olacaktır. Bozkurt tör... 更多

(Birinci Bölüm)
(İkinci Bölüm)
(Üçüncü Bölüm)
(Dördüncü Bölüm)
(Beşinci Bölüm)
(Altıncı Bölüm)
(Yedinci Bölüm)
(Sekizinci Bölüm)
(Dokuzuncu Bölüm)
(Onuncu Bölüm)
©11. BÖLÜM®
©12. BÖLÜM®
©13. BÖLÜM®
▶▶14. BÖLÜM◀◀
××15. BÖLÜM××
→16. BÖLÜM←
▶17. BÖLÜM◀
^-^18. BÖLÜM^-^
《KARAKTERLER》
《19. BÖLÜM》
《20. Bölüm》
"Adil Sarıyer" Siparişi
kaostan sonra
'Her gün dirhem dirhem ölüyorum'
Herkesin fikri ayrı, zikri ayrı
TANITIM VİDEOSU DESEM?
-Allah'ın dediği olacak-
/Asım'ın Nesline Gebe\
Benden Sana Rabîa 🆕
Dostum Benim 🆕
Gülüşün Diyorum, Pır Fena 🆕
Kıssadan Hisse 🆕
Uzun İnce Bir Yoldayım 🆕
Sulh'un Adağı Kabul Olsun 🆕
33.Bölüm " Sezon Finali"
[Yeni Türkiye'ye Doğru]
[Menderes'in Evlatları]
[Cansız Bir Canlı]
|İntikama Susamış|
[Çatışmanın Ortasında]
"Yıllar Sonra"
"Ülkenin Sulh ve Selameti İçin..."
Sevap İşlemek Lazım
'Her Yeni Eskir'
"Bizden Değildir"
'Şansımız Yaver Gitmedi'
'Kader Katyuşa Kader...'
KIZINI ONDAN AYIRIN
'Allah Bizim Vekilimizdir'
*Asım Çavdarlı Vazgeçilmezdir*
"Babalar Babalara Geldi"
-İşte Bu Olacak-
"Oyun Bozup Oyun Kurmanın Zamanı Geldi"
Asım'a Karşılık En Büyük Sırrınız
< Her Son Yeni Bir Başlangıçtır >
{Çemberimde Gül Oya}
Seçimden Sonra
Çatışma Üstüne Çatışma
Restine Rest
Vicdanınla Baş Başasın
Fetih Yakındır
Karga Avına Çıkan Kaplan
Sulh'ta Hayır Vardır
Onu Öldür Hayatını Yaşa
Türk İslam Mücahitleri Adına
Kuralına Göre Bir Oyun
İhanet Resimleri
66. Bölüm 👉 Sezon Finali 👈
Duyuru & Fragman
3. Sezonun Tanıtımı
YENİDÜNYA DÜZENİ
ÇİLEKEŞ
SÖZ
MEVZU VATAN OLUNCA
AŞKA SIKILAN KURŞUNLAR
PANZEHİRİM SEN OL
ASIM'LAR BİTMEZ
BAŞBUĞLARIN HÜKMÜ
AYRILIK KÖTÜ AYRILIK
AH BU ÇIKMAZLAR
PEÇELİ OLARAK
SADECE SURİYE
KİRLİ İŞLER YUMAĞI
FIRTINA KOPMAK ÜZERE
KIRIK BİR EFSANE
YARIN BAYRAM
KURBAN'DA KURBAN OLANLAR
MÜZİSYEN AVLAMAYA
LAV STORİ
TİM SUR'DA
ASIM İÇİN
TANRILARA ADAK
-GERMENCE OPERASYONU-
VE GERÇEKLER
İNGİLİZ OYUNU
TİK TAK TİK TAK
ASIM'LARIN MAHARETİ
YENİGÜN
EVET DE
HER DAİM
TEMİZLİK İMANDANDIR
KİM KİME DUM DUMA
AT İZİ İT İZİ
ALİCENGİZ OYUNU
^-^ 100. BÖLÜM ^-^ ~ÖZEL~
101. Bölüm 👉Sezon Finali👈
KONSEY 4 yaşında... (kolaj bölüm)
4. Sezon Tanıtım
Yeni Karakterler
102. Bölüm: "Yine Yeni Yeniden"
103. Bölüm: "Bir Baba Meselesi"
104. Bölüm: "Sudan Sebepler"
105. Bölüm: "DEM'ini Tutmuş Bir Asım"
106. Bölüm: "Devrim Yazsın"
107. Bölüm: "Allah Rahmet Eylesin"
108. Bölüm: "Aşkımızın Özeti"
109. Bölüm: "Asım'ın Nesline Zeval"
110. Bölüm: "Her Nefeste Özledim"
111. Bölüm: "Cellat'ın Künyesi"
112. Bölüm: "Bafralı Adem"
113. Bölüm: "Kırmızı Çizgimiz"
115. Bölüm: "Asla"
116. Bölüm: "Öyle Görev Yok"
117. Bölüm: "Aynı Karede"
118. Bölüm: "Şekil Şimal"
119. Bölüm: "Protokoller"
120. Bölüm: "Düğümün Odak Noktası"
121. Bölüm: "Asım Kokuyorsun"
122. Bölüm: "Ölüme Fısıldayanlar"
123. Bölüm: "Yeşil Mühür"
124. Bölüm: "Öl(ü)me Arzu"
125. Bölüm: "Ademler Ölür"
126. Bölüm: "Bir Ateşböceği"
127. Bölüm: "Bir Avuç İnsan"
128. Bölüm: "Oyuna Oyun"
129. Bölüm: "Temmuz Yakın"
130. Bölüm: "Çıkar Koalisyonu"
131. Bölüm: "Gerçek Bir Şaka"
132. Bölüm: "Sen Hatem Değilsin"
133. Bölüm: "İade-i Ziyaret"
134. Bölüm: "Güneşin Kaynağı"
135. Bölüm: "Gömmetaş Cehennemi"
136. Bölüm: "Akıbet Muttakiler İçindir"
137. Bölüm: "İnna Fetehna"
138. Bölüm: "Dağ Gülüm Gitme"
139. Bölüm: "Vicdan Ateşi"
140. Bölüm: "Timin Görevi Bitmez"
141. Bölüm: "Son Rötuş"
🔎15 Temmuz Özel Bölüm🔍

114. Bölüm: "Sıra Hatem'de"

35 8 5
由 Mehmet-Yildiz-63

Marmara’nın suratını karaya çaldı kapkara gece; bulutların göğü kuşattığı, aya ve yıldızlara rest çektiği bir Nisan akşamıydı. Rüzgârın şiddeti artmış ve denizdeki gelgitlerin şaha kalktığı bir akşam yaşanırken fokurdayan denizin dalgaları, kıyıya inen kırbaç darbeleri şak gibi sesler çıkararak ilkbaharın yazla temasının şiddetini gözler önüne sürüyordu.

Taksim…

Otelin lobisinde oturan Çetin, kulağına taktığı kulaklığa:

“Pavlu yemekhaneye indi. Etrafında adamlar var. Burası kalabalık!” derken Hatem, bir müşteriymiş gibi rezervasyon bölümünde durmuş ve etrafına bakınıyordu.

Mutfaktan çıkan Kağan, üstündeki garson kıyafetiyle elinde tuttuğu tepsiyi düşürmemeye gayret ederek adımlarını yavaşça atarken gülümseyerek etrafına bakındı.

Delal ve Rojda da müşteri gibi Pavlu’nun hemen iki masa arkasına oturmuş ve yemeklerini yiyordu.

“Bu akşam çok güzelsin!” diyen Delal, kulaklıktan onu dinleyenleri umursamadan gülümserken Rojda, dudakları kıvrılmış bir şekilde:

“Sadece bu akşam mı?” diye sordu. Kağan araya girdi.

“Bana kalsa her akşam güzelsin abla! Elin oğlu işte, sadece bir akşam güzelsin der, öbür akşam güzelliğini unutur.”

Kıkırdayan Hatem’in sesi, hepsini gülümsetmişti.

“Kadınlar her zaman güzeldir, erkekler her zaman odun…”

Çetin de muhabbete dahil oldu.

“Biz ne yaptık şimdi ya? Benim Çınar’ım her zaman güzel!”

Dışarıdaki minibüsün içinde oturan ve kamera görüntülerinden onları izlemekte olan Çınar,

“Sağ ol Çetin, sen de her zaman odunsun!” deyince Hatem, karşısında duran resepsiyonisti görmezden gelerek güldü. Uzun boylu ve esmer resepsiyonist, karşısındaki kadının ona mı güldüğünü ve neden güldüğünü anlamamış bir halde:

“Buyurun!” deyince Hatem, irkilerek kendine geldi.

“Şey, ben bir arkadaşı bekliyorum da, o gelsin öyle yer ayıracağım!”

Çetin’in sesi, onun kulaklarında yankılanırken resepsiyondaki adama çaktırmadan baktı.

“Abla katil mi edeceksin bizi? O ne biçim laf?”

“Kız…” diyen Hatem, adamın çatılan kaşlarını görünce gülümsedi.

“Yani gelecek arkadaşım kız, bayan yani! Sivas’tan gelecek, kalacak yeri yok! Ondan…”

“Ulan Çetin!” diye duyulan ses, Hatem’i ifadesiz bir şekilde bırakırken Delal’ın kızan sesi, Hatem’in yüreğine su serpiştirmişti.

“Yatacak yerin yok oğlum! İşine odaklan şimdi!”

Pavlu’nun önüne siparişleri bırakan Kağan, gülümseyerek çekilirken adamlar, gelen siparişleri kontrol ediyordu. Bir tabakta suşi, diğerinde salata ve yanında kolalarla Pavlu, ellerini ovarak yemeye başladı.

“Arkadaşlar! Adam tuvalete gidecek, yanında en fazla iki kişi gidebilir. Diğerleri koridorlarda dağılır. Tuvaletteki Pavlu bende! Çetin ve Hatem, koridordaki adamlar sizde! Ve Kağan, sen de ablanla birlikte dışarıdaki adamları hallet!”

“Ben de kameraları donduruyorum abi!” diye duyulan Çınar’ın sesi,

“Zahmet olmasın?” diyen Delal’ın sesiyle duruldu. Herkesin aynı anda suratlarına yayılan tebessüm, Delal’ın nüktesinin yerini bulduğunu gösteriyordu.

Öksürmeye başlayan Pavlu’nun arkasındaki masalarda oturan Delal, onun öksürüklerinin giderek şiddetlendiğini görünce: gülümseyerek Rojda’ya baktı ve göz kırptı. Pavlu’nun öksürükleri kesilmek yerine daha da şiddetlendi. Masadaki mendili alıp ağzına dayadı ve hızla ayağa fırladı. Lavabo ne tarafta dercesine Kağan’a eliyle işaret edince Kağan,

“Koridorun sonundan sağa sapın!” diyerek eliyle gösterdi. Pavlu ve yanında iki adamı lavabo tarafına doğru giderken diğer adamlar, takriben dört kişiydi, koridorları tutmaya başladılar. Delal, kolundaki saate bakıp saniye tutarken Kağan, ablasıyla göz teması kurdu.

Pavlu lavaboya girerken iki adamı, tuvaletin kapısında bekledi. Koridoru ve dışarıyı görebiliyorlardı ama dışarıdan onlar pek görünmüyordu, hafif gölgeye kaçıyorlardı.

Delal de ayağa kalkıp adamların duyacağı bir şekilde:

“Karıcığım, ben bir elimi yıkayayım, çıkarız!” derken Kağan’ın cılız sesi,

“Sorarım bunun hesabını!” diye duyulunca Delal, elleri arkasında bağlı ve nispet eder gibi ona bakan Kağan’ın yanından geçerken gülümsedi.

Hatem, resepsiyonda bekleyen adama:

“Lavabo ne tarafta?” diye sorarken Çetin, sözde telefonuyla konuşuyor gibi yapıp ayağa kalkıyordu. Resepsiyondaki adamın gösterdiği yöne doğru yürüyen Hatem, gelip Çetin’in yanından geçerken Çetin de sözde telefonunu kapatmış ve onun arkasından yürüyerek ona yetişmeye çalıştı.

Rojda, kolundaki saate baktı ve Kağan’la gizliden bakıştı.

Lavaboya girecekken adamların onun önünü kesmesiyle durdu. Anlamaya çalışırcasına bakarak:

“Ne oluyor?” diye sordu.

“Burası dolu, başka yere git!” diyen adam, Delal’ın kaşlarını çatarak:

“İyi de, oteldeki tek lavabo bu! Başka lavabolar, odalarda! Bizim de odamız yok, sadece yemek yiyip gideceğiz!” demesiyle aynı adam:

“Bizi ilgilendirmez, burası dolu!” diye çıkıştı.

“Ya ne dolusu kardeşim? Toplam dört kabini var tuvaletin! Biri dolu olur, ikisi dolu olur. Dördü de dolu olacak hali yok ya! Hem dolu olsun, ben kabinlerden birinin müsait olmasını beklerim. Lütfen izin verin de geçeyim, çok sıkıştım!”

Adamlar birbirlerine baktı, Delal’e baktı ve hafifçe kenara çekildiler.

“Geç haydi!”

Delal içeri girerken teşekkür mahiyetinde başını salladı. İçeri girerken kapının yarım açık olmasını isteyen adama inat kapıyı hızla kapattı. Adam bunu umursamadı ve yerlerini korudular.

Yandaki lavabonun önünde duran Delal, elini yüzünü yıkayan ve ağzını çalkalayıp balgamını tüküren Pavlu’yu izledikten sonra musluğu açtı.

“İyice elini yüzünü yıka Pavlu!” diyen Delal’ın sesiyle Pavlu, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde ona döndü.

“Sen de kimsin? Beni nereden tanıyorsun?”

“Elini iyice yıka! Filistin’in kutsal kanı, o pis elinden süzülsün gitsin!” diyerek Pavlu’ya dönen ve musluğunu kapatıp ona doğru bir adım atan Delal:

“Bu sular, sizin o pis elinizi temizleyemez! Kanı kan temizler ancak!” deyince Pavlu, burnundan soluyarak:

“Sana kimsin dedim?” diye çıkışırcasına sordu.

“Filistin aşkıyla, Kudüs aşkıyla ve Mescid-i Aksa aşkıyla yanıp tutuşan bir Müslüman…”

“Benden ne istiyorsun?”

“Senden değil, İsrail denen uyduruk devletten istiyorum.”

“Neyi?”

“Her şeyi konuşacağız Pavlu! Ama önce…” diyen Delal, peçete kutusundan bir tomar peçete çıkarıp ona uzattı.

“Al bunu, burnun kanıyor!”

Aynadan kendisine bakan Pavlu, herhangi bir kan görmeyince:

“Yok kanamıyor!” dedi ama aniden suratına inen yumrukla sendeledi. Burnundan akan kanlar, dudaklarına doğru giderken Delal:

“Şimdi kanıyor işte!” dedi. Pavlu hücum ederken Delal, kendini geriye çekti ve boşluğa düşen Pavlu’nun arkadan ensesine vurup onu bayılttı.

Hatem ve Çetin yemekhaneye girdiklerinde, adamların septik bakışlarıyla karşılaştı. Çetin, aniden sanki sarhoşmuş gibi sendeledi ve ağzı yüzü yamuk bir şekilde adamlardan birine çarptı.

“Pardon!” diyerek tekrar adama çarpınca adam, onun kolundan tuttuğu gibi itekledi ve Hatem’e çarpmasını sağladı. Hatem, sert bir şekilde:

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye çıkışarak Çetin’i tekrar adama doğru itince adam, üstüne düşen Çetin’le sersemleşti. Diğer arkadaşı, Çetin’i ondan uzak tutmak istese de Hatem, etrafına bakınıp bağırdı.

“Taciz var, beni taciz ediyorlar. İmdat!”

Yemekhanedeki birkaç müşteri, durumu anlamak için onlara doğru gelirken Pavlu’nun adamlarından biri, silahını sıyırdı. Müşteriler korkup geri çekilirken Hatem, birden adamın üstüne yürüyerek:

“Sen bana silah mı çekiyorsun be adam?” diye çıkıştı. Adam, silahını tekrar beline takarken Hatem durmadı ve adamın üstüne yürüdü. Diğer adamlardan biri:

“Tamam hanımefendi, özür dileriz!” dese de Hatem, onun koluna dokunan adamı iterek:

“Dokunma bana!” diye bağırdı. Çetin de ayağa kalkmış ve bir masanın üstündeki sürahiyi alıp arkası dönük adamın kafasına indirdi. Adamın kafasında parçalanan sürahi, adamı yere yığarken diğer üç adam, hemen Çetin’e yoğunlaştı ama Hatem, bir adama çelme takıp onu düşürdükten sonra sandalyeyle sırtına sert bir darbe indirdi. Çetin’i tutan adamlardan biri, Hatem’in yaptığını görünce silahını sıyırdı ama Hatem, masadaki bardaklardan birini kaptığı gibi ona fırlattı ve alnının çatısına vurdu. Adam dengesi sallanmış bir şekilde sallanırken Çetin, kendisini tutan adamın ayağına sertçe basıp kasıklarına sert bir darbe indirdi. O sırada güvenlikçiler içeri girerken Kağan’la Rojda, çaktırmadan koridora girip lavabo tarafına doğru hızlandı.

Adamın elinden kurtulan Çetin, yere düşen adama sert bir tekme geçirirken güvenlikçiler, onu kıskıvrak yakalayınca sarhoş numarasını bırakıp kimliğini gizliden gösterdi. Güvenlikçiler, irkilerek geri çekildi. Hatem, dengesi bozuk adamın ensesine bir darbe indirip onu bayılttı.

Lavabonun önünde duran adamlar, Rojda’yla Kağan’ın gelmesiyle şaşırıp bakıştılar. Rojda:

“Sizin arkadaşlarınızı dövüyorlar, koşun!” deyince adamlardan biri, içerdeki patronuna bakmak için kapının kolunu çevirdi ama kapı açılmayınca ikisi, hızla silahlarını çektiler. Rojda ve Kağan, aynı anda onların üzerlerine atıldı. İkisinin ani ve çevik bir şekilde onların üstüne atılmasıyla neye uğradıklarını şaşıran adamlardan sağda olanı, silahını düşürüp Rojda’ya tekmeyle karşılık verdi. Gelen tekmeyle geri giden Rojda, kardeşine yönelen adama arkadan sert bir tekme geçirip onu kendisine doğru çekti. Kağan da bu sırada diğeriyle boğuşuyor ve elindeki silahı almaya çalışıyordu. Silahın emniyetini kapalı tutan ve açılmasına müsaade etmeyen Kağan, adamın suratının orta yerine kafasını indirip dirseğiyle yüzüne vurunca adam, gözlerinde ve beyninde çakan şimşeklerle sarsıldı. Rojda’nın gırtlağını sıkmakta olan adam, onun nefesini zorluyordu. Gözleri irileşen, nefesi giderek tükenen ve bilinci karıncalanan Rojda,arka cebinden çıkardığı kelepçeyi hızla salladı ve adamın kafasına sert bir darbe indirip adamın ellerinin yumuşamasını sağladı. Sonra diziyle adamın kasığına vurunca adam, duyduğu sancıyla böğürdü. Elindeki kelepçeyle adamın suratına bir darbe daha indiren Rojda, hızla adamın boynunu tutup çevirdi. Duyulan çıt sesiyle adam, gözleri açık bir şekilde yere düştü. Kağan da elindeki adamı yere düşürmüş ve kapıya dayanmıştı.

“Tamam Delal, çıkabilirsiniz!”

Kapının kilidi açılırken Delal, önce Rojda’nın sararmış yüzüne sonra da Kağan’ın nefes nefese kalışına bakıp gülümsedi.

“Güzel iş çıkardınız çocuklar!”

İsrail Konsolosluğu…

“Armin’in öldürülmesi, İsrail için büyük bir utanç kaynağı!”

Viskisinden bir yudum alarak bitkin bir sesle konuşmuştu. Hafif uzun sarı saçları, kızıla yakın kumral sakalları ve yüzünde minik benlerle gözlere hitap eden adam, üstündeki ceketin omuz kısımlarını düzeltip tekrar viskisinden bir yudum almıştı. Karşısındaki koltukta oturan ve onunla aynı yaştaymış gibi imajı olan hafif kır saçlı ve kirli sakallı adam, onun suratını ve giderek sarhoş olmaya başlayan göz ifadesini süzdü.

“Hasam! Armin Efron, Türkler tarafından öldürüldü. Bunu bilemeyecek kadar saf değilim!”

“Sayın Şimon! Siz bir konsolossunuz, aynı zamanda Sayın Başbakan’ın uzaktan akrabası olmanız, sizi güvenli ve tedbirli kılıyor. Ama bizler, meydanda olanlar, canımız hiç umurunuzda değil! Armin Efron, İsrail için büyük bir insandı. Onun nice hizmetleri ve başarıları vardı. Hemen de unutmamak gerek!”

“Böyle konuşmaktan seni men ederim Hasam! Biz de hizmetkârız, İsrail’e ve yüce davasına hizmet ederiz! Söylediklerini, üzüntüne veriyorum. Aksi takdirde sen, bunları söyleyecek konumda değilsin! Şimdi git ve dinlen! Yarın, bizim için yorucu bir gün olacak! Armin Efron defni için, İsrail’e gitmemiz gerek!”

Ayağa kalkarken sendeledi Hasam, düşecek gibi olsa da kendisini toparladı. Kapıya doğru yürürken tısladı.

“Canın cehenneme!”

Bindiği siyah araba, şoförü ve bir adamıyla birlikte yola çıkarken konsolosluğun avlu kapısı, nöbetçinin kumandanın düğmesine basmasıyla gıcırdanarak açıldı. Arabanın hızla avludan çıkması, nöbetçileri de şaşırtmıştı.

Ara caddeden çıkan motosikletin hızı, arabanın hızına paralel olurken gecenin soğukluğuna rağmen motoru süren şahıs, üşümek nedir bilmiyor, aksine hızına hız katıyordu. Kafasındaki siyah kask, onun kim olduğunu muamma kılıyordu. Motorun yan aynalarından arkasını kolaçan eden şahıs, gidonu hafif sağa kırıp arabanın tam arka kısmına denk gelecek şekilde takibe devam etti.

Dört yola yaklaştıklarında, kırmızı ışığın yanmasıyla araba yavaşladı; aynı şekilde arkadan gelen motor da yavaşladı ve sağa hafif yaklaşıp aracın tam dibine düşecek şekilde yandan hafif yakın durdu. Camlarda film olmaması, motordaki şahsın işine yaramış olacak ki kafasını çevirip aracın içine baktı. Hasam da ona baktı, bakıştılar ve Hasam, viskinin etkisiyle hıçkırıp bakışlarını ondan kaçırdı. Göz ucuyla kırmızı ışığın süresine bakan motordaki şahıs, başını sallarken tekrar ona bakan Hasam’a dönüp bakarak başını sallamaya devam etti. Hasam, ne diyorsun dercesine sorar gibi kafasını sallarken motordaki şahıs, yeşilin yanmasıyla hızla gaza bastı. Bu sefer de motor önde, onların arabası arkada takibin şekli değişmişti.

Tenha bir yola saptıklarında motordaki şahıs, omzunun üstünden arkadan gelen arabaya bakıp gidondaki fren kısmını ovdu ve hızını giderek düşürdü ama araba, normal hızında geldiği için arkadan hafifçe çarpınca motor sallandı ve motordaki şahıs, dengesini yitirerek yandan yere düştü. Yere düşmesiyle aracın etkisiyle biraz sürüklendi. Aracın şoförü, motoru ezerken sürücünün ezilmemesi için hızla frene asıldı.

“Ne oluyor?” diye inleyerek soran Hasam, koltuğa tutunarak dik durmaya çalıştı.

“Efendim, motosiklete çarptık!” diyen şoför, yandaki arkadaşına bakıp:

“İn bir kontrol et, ölmüş falan olmasın!” deyince arkadaşı, kapıyı açıp aşağı indi. Şoför, dikiz aynasından Hasam’ın meraklı yüzüne baktıktan sonra yerdeki motorun sürücüsüne tepeden bakan ve kontrol eden arkadaşına odaklandı.

“İyi misin hey?” diyerek yerdeki şahsı dürten adam, aniden dönerek adamın boynunu tuttuğu gibi çeviren ve onu üstüne düşüren motorun sürücüsüyle ne olduğunu anlayamadan hayatından oldu. Arabanın şoförü, aracı geri vitese takıp geri gitmek istedi ama yerdeki şahıs, hızla silahını doğrultup ateş etti. Silahta susturucu olduğu için şoförün alnına saplanan merminin pek sesi çıkmamıştı. Hasam, kendini dışarı atıp kurtulacağını sandı. Kapıyı açtığı gibi aşağı indi.

“Dur!” diye duyulan ses, Hasam’ı koşma fikrinden vazgeçirmişti. Olduğu yerde kalıp ellerini havaya kaldırdı.

“Lütfen öldürme beni!”

Motorun sürücüsü, kafasındaki kaskı çıkarıp kimliğini ayan etti. Eraser’di bu; elinde silahı, suratında öfkeli ifadesi ve sert görünümüyle Hasam’a doğru yürüdü.

“Seni öldürecek olsam, kırmızı ışıktayken vurur, yoluma devam ederdim.”

Hasam, usulca ona döndü.

“Benden ne istiyorsun?”

“Bunu sana özel anlatacağım, çok özel hem de!” diyerek gülümseyen Eraser, silahın namlusunu sallayarak göz kırptı. Hasam bunu anlamamış ama içten içe de korkuyordu.

Beykoz’un şaşalı bir restoranının teras katında bir masa kurulmuştu. Bulutlu ve serin gecenin her an yağmur hediye etmesi ihtimali varken böyle bir sofra kurulması, aslında yağmurdan korkulmadığı anlamına geliyordu. Terasın her tarafını adamlar sarmıştı. Takım elbiseli, kulağında kulaklıkları olan ve iri vücut hatlarına sahip bu adamlar, belli ki korumaydılar ve masaya kurulmuş olan hafif şişman adamı koruyorlardı. Göbeği öne düşmüş yarı kel kafalı bu adamın fiyakalı siyah ceketi, pürüzsüz beyaz gömleği ve siyah kravatıyla gözlere hitap etmesi, ensesinin ve cebinin ne denli kalın olduğunu gösteriyordu. Teras kapısında beliren Devrim’in önünü kesen adam, tebessüm ederek ceketinin her iki ucunu kaldıran Devrim’in suratına anlamsız bir ifadeyle baktı. Silah falan yoktu. Elini uzatan adam, kalın sesiyle:

“Telefon…” deyince Devrim, ceketin yan cebinden telefonunu çıkarıp adama uzattı.

“Önce bir hoş geldin deseydin!” diyen Devrim, buyur dercesine yol gösteren adama göz devirip adımlarını masadaki adama yöneltti.

“Adamlarınızın çok kaba olduğu söylenmiş miydi daha önce size?” diye sorarak masadaki göbekli adamın karşısında duran Devrim, sırtını koltuğa yaslayan adamın ağzını şapırdatarak:

“Söylediler ama ben pek kulak asmadım!” deyince Devrim, davet beklemeden sandalyeyi kendine doğru çekti ve etraftaki adamları hızla tarayan bir bakışla sandalyeye kuruldu.

“Size afiyet olsun Sayın vekilim!” diyerek elini masaya yerleştiren Devrim, mendille dudaklarını temizleyen adamın:

“Teşekkür ederim, ne ikram edeyim size?” demesiyle:

“Ben almayayım, perhizim çünkü!” diyerek gülümsedi.

“Perhiz güzel şey, kendini korumak kadar güzel bir şey! Sizi burada görmemi, bu görüşme talebinizi, acaba neye borçluyum Sayın Özer?”

“İstifa ettiniz, kamuoyu günlerce peşinizden koştu ve sizin neden istifa ettiğinizi sordu. Bir cevap vermediniz ya da vermek istemediniz, olabilir. Bugün bir yola çıkarsınız, yola revan olursunuz ama yoldaş bildikleriniz, sizin mensubu olduğunuz yolun hakkını veremez ve siz, ister istemez bir tedbir düşünürsünüz, bu bir kural! Ya o yolda devam edip yoldaşınızın kahrını çekersiniz yahut yoldan sapıp kendinize farklı bir güzergâh çizersiniz! Bu da farklı bir kural!”

Devrim, masadaki sürahiden boş bir bardağa su doldururken tebessüm etti. Adamın ona baktığını ve onu dikkatle dinlediğini görüyordu. Bardağa doldurduğu suyun baloncuklarını işaret ederek:

“Köpüren su damlacıkları, bir müddet sonra duruluyor. Neden köpürdü, neden duruldu? Sorulması gereken soru bu! İzahı var. Yerçekimine maruz kalan su, sürahinin ağzından bardağın sert dibine düşerken kırılma meydana getirmiş ve bu kırılma, onun sıvı halinden ötürü köpürme olarak gözlere aks olmuştu. Peki neden duruldu? Çünkü kırılmalar, bardağa dolan suyun artık dolacak yeri olmadığını fark ettiği an kabın şeklini almış ve giderek durulmuştu. Zira hareketsizlik, köpürmeyi durgunlaştırır. Hareket berekettir derler vekilim!” derken sudan kocaman bir yudum aldı. Milletvekili, ondan gözlerini alamıyordu. Bu adamın lafını nereye bağlayacağını merakla beklerken Devrim, boş bardağı tekrar masaya bıraktı. Katılaşan gözlerini adamın suratına dikerek:

“Sayın Karadut! Mensubu olduğunuz partide, haftadan haftaya konuşan ve köpüren sizdiniz; sonra ne oldu da, partiden istifa edip durulmaya karar verdiniz? Kafa karıştıran mesele bu!” dedi. Gülümsedi Alparslan Karadut, bardağı işaret ederek:

“Kabın şeklini aldım, ondan Sayın Özer!” deyince Devrim, biraz daha masaya yakın durdu.

“Hangi kabın?”

Kaşları çatıldı Alparslan’ın, göz bebekleri hafif oynadı ve bakışlarını Devrim’den kaçırarak derin bir soluk aldı.

“Kendi kabımın…”

Bu sefer gülümseyen Devrim, sırtını sandalyeye yasladı. Ellerini göğsünde bağlayıp manidar bir ifadeyle:

“Kabınızın pek şeklini aldığınız söylenemez Beyefendi, taşmış gibi bir haliniz var!” deyince Alparslan, tokat yemiş gibi yerinden sıçradı. İrileşen göz bebekleri, Devrim’in üstünde gezinirken Devrim, yavaşça yerinde doğruldu.

“Hangi kabın şeklini, kimin kabının şeklini aldığınızı pek bilmiyorum ama Beyefendi, bu şeklini aldığınız kap, size hiç yakışmamış, bunu bilin istedim.”

Alparslan’ın morali gerildi. Kaşlarını çatarak dişleriyle ezdiği laflarını tısladı.

“Siz benimle ne biçim konuşuyorsunuz? Hangi hakla, hangi cüretle bunları söyleme gereği duyuyorsunuz?”

Devrim, burnundan derin bir soluk alırken genzindeki tıkanıklıkla hafif bir tıkırtı çıktı meydana ama o, bunun üstünde durmayıp lafını masanın ortasına serdi.

“Siz bir milletvekilisiniz, ben de o milletten biriyim! Vekilimi ikaz ediyor, uyarıyorum.”

Alparslan, ayağa kalkan Devrim’den gözlerini alamadı. Onun heybetli bir şekilde ceketini düzeltmesini izlerken Devrim, hafif sert çıkan sesine mani olamadı.

“Şeklini aldığınız kap, sizde ödem yaratmış, ödeminizi atın!” diyerek adımlarını kapıya doğru sürdü. Arkasında öfkeli bir çift göz, burnundan soluyan bir adam ve meraklı gözlerle bakan birkaç adam bırakmıştı. Demin telefonunu alan adamın önünde durup:

“Eğer sevdiysen, sende kalabilir!” deyince adam, istifini ve duruşunu bozmadan telefonu ona uzattı. Gülümseyen Devrim, telefonu aynı cebine koyarak kapıdan çıktı. Alparslan, onun çıktığı kapıdan bakarak öfkeyle derin bir nefes çekti ve aldığı o nefesi, yine öfkeyle dışarı saldı.

***

ALMANYA/BERLİN/Mitte…

Bir otelin beşinci katının doğu tarafına bakan bir odasında, beyaz tül perdenin önünde durmuş ve araladığı perdeden şehrin kalabalık şehrine bakıyordu Amos Brown. Ellerini arkadan belinde bağlamış ve sanki kırk köyün tek ağası oymuş gibi bir havayla omuzları dik, bakışları sert ve duruşu içi boş bir heybet kokuyordu. Her ne kadar yaşlanmış olsa da, ayaklarının üstünde durması, onun düşmanlarının gözünü korkutuyor ve onunla ters düşmek istemedikleri için bu huysuz ihtiyarın dişine dokunmuyorlardı. Arkasında hissettiği hareketlilikle, yüzünde alaylı bir ifade belirdi.

“Beyefendi aradı.”

Duyulan ses, onun yüzünde mütebessim bir ifade var etti. Arkasındaki şahsa dönmeden:

“Ne diyor?” diye sordu.

“Devrim Özer’in, her şeyin farkında olduğunu söylüyor.”

Amos, yavaşça arkasındaki adama döndü. Servet Yalçın’dı arkasında duran ve aradan geçen onca zaman, onun suratına yorgun bir izlenim bırakmıştı. Saçlarını geriye doğru tararken birkaç teli bırakmış ve suratına inen o teller, geniş alnında minik çizgiler gibi duruyordu.

“Atilla ve Ekrem, Türkiye’de gerekli koşulları yaratmak için beraber hareket ediyor. Beyefendi, partiden istifa ederek bizim bazı planlarımızı sekteye uğrattı. Biz, onun o partide kalmasını istiyorduk ama o, yeni parti hayaliyle bizi es geçti. Bunu unutmadık, unutmayacak ve unutturmayacağız Servet!”

“Beyefendi’nin bazı hamleleri oldu. Siz de takdir edersiniz ki bu hamleler, ufak bir fiskeyle dağıldı.”

“Her şeyden haberim var. Sizin Türkiye üzerindeki başarısız girişimleriniz, onların gözlerini baya açmış durumda! Ama dur diyeceğiz, Servet! Atilla ve Ekrem’in büyük hamleleri olacak yakında!”

Servet derin bir nefes alırken Amos, başka bir şey demeden tekrar perdenin aralık kısmına döndü ve dışarıdaki kalabalığı izlemeye koyuldu.

***

İNGİLTERE/LONDRA

“Amos’un teklifini kabul edecek miyiz Alton?” diye soran Juliana, oturduğu salonda gergin bir atmosfer oluşturdu. Wolf Wirman ve Onion da hazırdı. Alton, kadının sorusuna derin bir nefes alarak cevap verme hazırlığını yaparken Wolf Wirman, ondan evvel davrandı.

“Bize de anlatır mısınız acaba, Amos Brown ne teklif etti?”

Juliana’nın kıkırtısı, Alton’u kızdırsa da sakin olmaya çalışarak Wolf Wirman’a döndü.

“Bizi de yanında görmek istedi. Türkiye’yle ilgili büyük planları varmış ve Amos, bu planlarda bizi de ortak görmek istedi.”

Onion gülümsedi.

“Bu gerginliğin sebebi bu muydu?”

Juliana burnundan solurken cevap verdi.

“Başka ne olabilir Bay Onion?”

Wolf Wirman, Onion’dan evvel kadına cevap sundu.

“Bakın leydim! Şöyle bir şey var. Eğer düşmanını takip etmek ve düşürmek için fırsat kollamak istiyorsan, ona yakın olacaksın! Bizim dahiyane fikrimiz bu!”

Kadının aldığı derin nefes, Alton’un sırıtan çehresiyle yine sinire bulandı.

“Amos Brown ve tanrısı Kamarun, benim sinirlerimi bozuyor.”

“Tanrı Lort Vira bile Kamarun’la barışıp aynı masaya oturmuşken leydi Juliana, biz neden aynı masada oturmayalım ki? Başka bir izahı yok bunun!” diyerek ortamdaki gerginliği yok etmeye çalışan Wolf Wirman, kadının devrilen gözlerine bir anlam veremedi.

“Sen de öyle mi düşünüyorsun Alton?” diye soran Juliana, Alton’un derin bir nefes alıp:

“Öyle düşünüyorum Juli! Tanrılar bile yan yana, onlar bile anlaştı. Biz de anlaşalım, mecburuz!” deyince Juliana, her iki elini havaya kaldırdı.

“Pekâlâ Alton, sen kazandın! Eğer bir sorun çıkarsa, ben sorumlu değilim!”

Alton bir şey demezken Onion’la Wolf Wirman, tebessüm ederek bakıştı. Juliana da öfkeyle ortamdaki havadan soluyup duruyordu.

***

TÜRKİYE

DİYARBAKIR

Diclekent/Nevruz’un Evi…

Nazdar’ın yorgun argın bir şekilde yemeğe inmesi, Nevruz’un canını daha çok sıkmıştı. Ne zamandır yataktaydı ve baya hırpalanmıştı bu kadın; yüzü solmuş, haline bir solgunluk çökmüştü.

“İyi misin?” diye soran Nevruz, Nazdar’ın düşüncelerden sıyrılıp ona bakmasıyla:

“Rengin soluk senin!” deyince Nazdar, yanağına elini bastırıp:

“Ateşim var gibi! Geçer birazdan! Başım da ağrıyor. İyi olurum, merak etme!” dedi.

“İyi değilsen, ilaç falan aldırtayım! Doktora gidemeyiz, biliyorsun!”

“Biliyorum, sıkıntı yapma! Birkaç güne geçer.”

Onun bu cevabıyla Nevruz, kadının ne sıkıntısı olduğunu anlamıştı. Yemeğine odaklanırken Nazdar’ın:

“Ona ne oldu?” diye sormasıyla Nevruz, başını yemeğinden kaldırıp:

“Vaha mı? Bilmiyorum! En son başkanla konuşmuştu. Artık bir ayar çekmiştir. Zaten yarın başkanla görüşeceğim, sorarım. Merak etme!” dedi. Başını salladı Nazdar.

Hastanede, bir an olsun Emine ayrılmıştı yanından. Kader, bir nevi onunla vakit geçiriyor ve canı sıkılmıyordu. Doktor bu akşam da gelmiş, onu muayene etmiş ve yarın taburcu olabileceğini söylemişti. Kader, Yılçay’ı arayıp haber vermek istememişti. Yılçay arasa da çaktırmamış, haberlere düşmedikleri için konuyu ondan saklamıştı. Gerçi bu yaptığı pek doğru sayılmazdı ama Kader, mecbur kalmıştı. Eğer söylerse, Yılçay Ankara’daki işlerini bırakır ve hemen buraya dönerdi. İşleri yarım kalsın istemezdi. Daha bir hafta falan kalacaktı Yılçay, basım işleri, dağıtım işleri ve internet satış işleri derken ancak bir haftaya kadar dönecekti. O zamana kadar Kader, Emine’yle bir olup ofisi baştan dizayn edecek ve eski haline çevirmeye çalışacaktı. Emine de ona yardımcı olacağını söylemiş, bu şekilde sözleşmişlerdi.

Çalan telefon, Kader’i uykusundan ve Emine’yi de kitabından ayırmıştı. Komodinin üstündeki telefonun çalışını duyan Kader, yorgun argın bir şekilde telefonu aldı ve ekrana baktı. Yılçay’ın aradığını görünce kendisini toparlamaya çalıştı. Bir gözü Emine’deyken telefonu açtı.

“Efendim abla!”

“Kaderim nasılsın? Nasıl gidiyor?”

“Ay iyiyim be abla! Bir Koca Diliyorum’u yazıyordum. Sen ne yaptın bugün, nasıl geçti?”

Baskı işlerini, dağıtım işlerini ve internet satış işlerini rayına oturtmak için koşturduğunu anlatan Yılçay, kendisini yorgun bir şekilde otele attığını ve dinlenmekte olduğunu söyledikten sonra:

“Sen de fazla yorma kendini! Refik geliyor mu Refik?” diye sordu. Duyduğu Refik ismiyle Kader, burnundan derin bir soluk aldı.

“Gelmiyor abla, sanırım umudunu kesti!”

“İyi olmuş iyi! Onu az biraz araştırdım. Geçmişte, lise yıllarında darptan içeri girmiş, sabıkası var ya! Aman bizden uzak dursun!”

“Dursun be abla!” diyen Kader, duyduklarıyla irileşen gözleriyle Emine’ye baktı. Emine, gözlerini kısmış ve merakla Kader’i dinliyordu.

“Tamam canım, ben geldiğimde konuşuruz çok yorgunum!” diyen Yılçay’a,

“Tamam abla! Görüşmek üzere!” dedi Kader.

“Görüşürüz!” diyen Yılçay’ın sesini duyduktan sonra telefonu kapattı.

“Ne dedi Yılçay Hanım?”

“Emine! Bunları anlatamayacak kadar yorgunum desem?”

Gülümseyen Emine,

“Peki, yarın anlatırsınız!” diyerek kitabına yoğunlaşınca Kader, bir müddet ona baktı ve:

“Sen neden gitmiyorsun? Neden buradasın?” diyerek sordu. Emine, kitabın kapağını kapatırken:

“Ben olsaydım yerinizde, siz beni bırakıp gider miydiniz? Diyarbakır’da kiminiz kimseniz yok, Adana uzak yer, yakınlarınıza da haber vermediniz! Sizi bırakır mıyım hiç?” deyince Kader, minnet dolu bir tebessüm yolladı.

“Sağ ol Emine, teşekkür ederim!”

“Önemli değil!” diyen Emine, tekrar kitabına yoğunlaştı. Kader de gözlerini yumarak kendini uykuya teslim etti.

Şehitlik/Elhamd-Der…

“Keko nereye gitti?” diye soran Kamuran Ağa, odasında Fesih’i göremeyince Sait’e sormuştu. Sait, bilmiyorum dercesine kaşlarını oynattıktan sonra:

“Bilmiyorum, öğleden sonra çıktı ama hâlâ dönmedi. Nereye gittiğinden haberim yok!” dedi. Kamuran Ağa bir şey demeden odadan çıkarken mutfak kapısında bekleyen İsrafil, Sait’in durgun bakışları arasında tekrar mutfağa girdi.

İl Emniyet Müdürlüğü…

Ceketini düzeltip ayağa kalktığında pantolonunu da düzelten Veli Zafer, kapıya doğru yürürken çalan kapıyla bir noktada durdu ve:

“Gel!” diye seslendi. İçeri giren Erhan, elinde bir robot resimle geldi ve Veli Zafer’in karşısında durdu.

“Efendim, zanlının çizdiği robot resim! İsrafil denen adam bu!” diyerek resmi ona uzattı. Veli Zafer, robot resme bakarken gözlerini kıstı.

“Bunu bir yerde gördüm, gördüğüme eminim!” diyen Veli Zafer, derin bir nefes alıp:

“Ama nerde?” diye sorunca Erhan, durgun bir şekilde:

“Dernek’te…” der demez Veli Zafer, başını sallayarak ona döndü.

“Hatırladım, evet hatırladım! Oradan gördüm. Bu İsrafil denen kişi, aynı zamanda Çarıklı camisinde meydana gelen patlamanın da faili oluyor. Önce Çarıklı sonra da bu yayınevi… Bu işte bir terslik var. Fesih denen adam, derneğin başkanı, ya bu İsrafil’den haberi yok ya o da bu işin içinde!”

“Bunu nasıl anlayacağız efendim? İsrafil’i kaldıralım mı?”

“Sur’u beklesin şimdi! Ben bir şeyler düşüneceğim, siz de bu sırada onu teknik ve uzak takibe alın! GBT’sine baktınız mı?”

Başını salladı Erhan.

“Baktık efendim, temizdi!”

“Anlaşıldı Erhan! Bu işin kokusu, giderek mide bulandırmaya başlıyor.”

“Emriniz nedir?”

“Derneği ve İsrafil denen herifi izleyin! Ama sakın kendinizi ifşa etmeyin!”

“Anlaşıldı efendim!” diyen Erhan, kapıyı açıp kenara çekilince Veli Zafer, başıyla selam verip kapıdan çıktı. Erhan da onun peşinden yürüdü.

Yenişehir’deki Lüks Restoran…

“Adamın konuşmuş mudur?” diye soran Saniya, Mikail’in sıkkınlıkla:

“Bilmiyorum ama eğer konuşursa, benim değil, İsrafil’in adını verir. Onun adını verir yani!” deyince Saniya göz devirdi.

“Umarım bir sıkıntı olmaz!”

“Pek sanmıyorum!” diyen Mikail, içkisinden bir yudum alırken Saniya, katı gözlerle ona bakıyordu.

“Ne yapacağız?”

Başka bir odada ve yalnız olduklarından, serbestçe ve rahatça konuşuyorlardı.

“Neyi ne yapacağız?” diye sorarak kadının çekingen bakışlarına bakan Mikail,

“Bizim durumumuz ne olacak?” diye soran kadına, yutkunmaktan başka verecek cevabı yoktu. Bakışlarını ondan kaçırdı.

“Biz bilerek bu yola girdik Saniya, ikimiz de bu kurallardan haberdardık ve bunları bilerek…” diyen Mikail, zor bela ona bakıp:

“Bu işe bulaştık!” diye lafını bitirdi.

“Farkındayım! Kurtulacak ve aşkımızı yaşayacak bir yol yok mu?”

“Asla yok! Ya aşkımızdan vazgeçeceğiz ya da hayatımızdan olacağız! Başka çıkar yolu yok!” diyen Mikail, sıkıntıyla derin bir nefes aldığında Saniya, içinde biriken sıkıntıyla başını öne eğdi.

“Biliyorsun Saniya!” diyerek lafa giren Mikail’in sesiyle, öne eğdiği başını kaldırıp ona baktı. Mikail, nemlenen bakışlarını ondan kaçırırken:

“Asala’ya girenin hayatı yoktur artık! Onun hayatı, Asala’nın hayatıdır. Girişi var, çıkışı yok! Kendi yoldaşına aşık olma, onunla ilişki kurma yasak! Eğer böyle bir yanlışa düşersen, ya o yanlıştan dönersin ya da o yanlışla birlikte yok olursun! Kanun bu!” deyince Saniya yutkundu ve Mikail’in yüzünü inceledi.

“Ama ben seni sevmiştim. Seni çok sevdim Mikail! Benim yaralarımı sardın, bana kol kanat gerdin ve hayatımı kurtardın! Hem minnet borcum hem de gönül borcum var. Senden nasıl vazgeçeyim? Söyler misin, seni sevmekten nasıl vazgeçeyim Mikail?”

“Buna mecburuz!” diyen Mikail ayağa kalktığında Saniya, gözleri dolu bir şekilde onun yüzüne baktı.

“Hayır değiliz! Kaçalım!”

Aniden irkildi Mikail, kadın ne diyordu öyle? Kaçmak mı? Dudakları kıvrıldı ve alaylı bir şekilde:

“Ne kaçmasından söz ediyorsun sen? Nereye kaçacaksın? Her ülkede, her şehirde ve her yerde Asala var. Nereye kaçtığını zannediyorsun? Kaçtığın gün, yakalandığın gündür Saniya!” deyince Saniya, gözyaşlarını saldı. Yavaşça ayağa kalkarken:

“O zaman öldür beni, senden vazgeçemem!” diye sayıkladı.

“Sen ölürsen, ben de ölürüm!” diye fısıldayan Mikail, gözleri yaşlı kadını ardında bırakarak kendini dışarı attı. Saniya onun ardından ağlarken Mikail, kendini zor tutarak ve gözyaşlarını içine akıtarak koridorda adımlarını atıyordu.

***

İSTANBUL

Şile…

Maksut gelmişti ve Ayfer’le birlikte salonda oturuyorlardı. İkisi de düşünceli bir halde beklerken içeri giren adam,

“Bir araba geliyor!” deyince Ayfer, irkilerek ayağa kalktı. Maksut, silahını belinden sıyırıp adama:

“Hazırda bekleyin lan!” diye tısladı. Adam başını sallayıp dışarı çıkarken Maksut, pencereye doğru yaklaştı. Uzaktan beliren arabanın rengi ve nasıl bir araba olduğu belli değildi. Uzun farları yanık araba, normal bir hızla oraya doğru gelmekteydi. Adamların her biri bir yere dağılmış ve siper tutmuşlardı. Herkesin silahı elinde, parmakları tetikte beklerken Maksut, yanında Ayfer’le birlikte balkona çıktı. Araç karanlıktan sıyrılırken kapıdaki adamlar da silahlarıyla beklemeye geçmişti. Araba geldi ve kapıda durdu. Maksut, ışıklara meze olan arabanın rengini ve şeklini görünce gülümsedi. Ayfer ona baktı.

“Ne oluyor Maksut? Kim bu?”

“Alp… Devletin polislerinden biri!” dedikten sonra bahçede, yakınlarda olan adama el sallayıp arabayı içeri alın dercesine işaret verdi.

Kapı açılmış ve araba içeri girmişti. Gelip bir noktada duran arabadan inen Alp, elinde siyah bir tabletle arabadan inerek eve doğru yürürken adamlardan biri, arabayı alarak köşeye çekti.

“Az kalsın kendini vurdurtacaktın Alp!” diyen Maksut, onun elini sıkıp koltuğu işaret etti. Alp, göz ucuyla Ayfer’e bakıp başıyla selam verdi ve gösterilen yere geçip oturdu. Maksut bir koltuğa otururken Ayfer de hemen onun yan tarafındaki koltuğa oturmuştu.

“Seni dinliyorum Alp! Bize ne haberler getirdin?” diye soran Maksut, onun konuşması için laf açmıştı. Yerinde doğrulan Alp, bir gözü Ayfer’deyken:

“Gereken kişilerle görüştüm. Anlayışla karşıladılar ve seninle konuşmak istiyorlar, Maksut!” deyince Maksut, suratında ince bir tebessümle:

“Güzel! Konuşalım, kim onlar?” diye sordu.

“Senin deyiminle… Abiler…” diyen Alp, göz devirip Maksut’a bakan kadının bu tavrına bir anlam veremedi. Ayfer, katı bir sesle:

“Derin abiler… Onlar tabi, onlar… Her şeyin sahibi… Türkiye’nin, ülkenin, devletin ve milletin… Türkün, Kürt’ün, Laz ve Çerkez’in… Kısacası herkesin ve her şeyin…” deyince Alp, kadının yüzünü inceledi. Suratındaki alay, dalga geçme ve iğneleme dolu ifadeler, Alp’ın kaşlarının çatılmasına neden oldu. Maksut, yanındaki kadının koluna elini dokunup susmasını sağlarken Alp, kadının dediklerini umursamadan:

“Seninle görüntülü konuşmak istiyorlar, bu tabletten!” diyerek elindeki tableti işaret etti. Maksut, çenesini sıvazlayarak:

“Tamam, konuşalım! Ama yanımda Ayfer de olacak!” deyince Alp, bana uyar dercesine kafasını sağa hafifçe eğdi. Ayfer gülümseyerek Maksut’a bakarken Alp, tabletten gerekli ayarlamaları yapmaya başladı.

Bozcaada…

Karşısındaki LED ekranlı televizyonun ekranındaki karıncalanmalar, birden bir telefon ekranı gibi birinin aradığını gösterince Atilla, oturduğu koltuğun sağındaki sehpada duran siyah kumandayı alıp bir düğmeye bastı. Televizyonun ekranında, Ayfer ve Maksut yan yana görününce Atilla, hafifçe yerinde doğruldu.

“Merhaba! Ayfer Katran ve Maksut!”

Ayfer’in gözleri, Atilla’yı süzerken Maksut, kaşları çatık bir şekilde:

“Siz de kimsiniz?” diye sordu.

“Abi…”

Gülümsedi Ayfer, göz ucuyla Maksut’a baktıktan sonra:

“Söyler misiniz Abi, bizden ne istiyorsunuz? Neden bizimle görüşmek istediniz?” diyerek sordu. Maksut, kadının doğru sorularına başını sallayarak cevap ver dercesine işaret verdi.

“Ben değil, siz benden bir şey istiyorsunuz ve bu yüzden görüşmeyi kabul ettiniz! İkincisi, elimdeki şeyleri alabilmeniz, hiç de kolay görünmüyor.”

Maksut:

“Neden?”

“Çünkü öyle bir özveri, bir çaba görmüyorum sizde! Daha çok hesap soran, kendini beğenen birileri gibi duruyorsunuz! Her an görüşmeyi sonlandırabilirim. Kendinize çekidüzen vermeniz gerek!”

Ayfer, sıkkınlıkla derin bir nefes alırken Maksut, çenesini sıvazladıktan sonra:

“Pekala Abi! İstediklerimizi verecek misiniz?” diye sordu.

“Elbette vereceğim! Ama benim için, ufak bir şey yapmanız lazım!”

“Nedir o?” diye soran Ayfer, kaşları çatık bir şekilde ekranı süslerken Atilla, suratında mütebessim bir ifadeyle:

“Benim için çok büyük bir tehlike arz eden biri var. Onu ortadan kaldırın, size istediğinizi vereyim!” deyince Maksut, kadının durgun bakışlarını umursamadan:

“Kim?” diye sordu.

“Alparslan Karadut…”

Birden tokat yemiş gibi irkildi Ayfer, aynı şekilde yerinde sıçrayan Maksut’la bakışırken Atilla, onların şaşırmalarını es geçerek lafına devam etti.

“Onu öldürün, istediğinizi alın!”

Kumandayı kaldırdı ve televizyondaki aramayı sonlandırdı. Sehpaya bıraktığı kumandanın yanında duran viski bardağını alarak bir yudum aldı.

Hafif inleyen sesi, odanın dört duvarında çınlıyordu. Üstünde battaniye vardı, koluna takılmış serum hortumunun içindeki sıvı, kolundaki damarlara yerleşirken alıp verdiği nefesi, onun yaşadığını gösteriyordu. Yüzündeki yaralar, onu tanınmaz bir hale getirmişti. Kaşı gözü patlamış, yanakları kana bulanmış ve dudakları çatlamış bir halde Ferhat Hizanlı, yarı bir ölü gibi inleyip duruyordu. Tepesinde duran doktor, belli ki Atilla’nın adamıydı ve arada bir onu kontrol ederek yaşayıp yaşamadığını belirlemeye çalışıyordu.

Pavlu ve Hasam’ı, merkeze getirmek yerine boş ve artık kullanılmayan bir depoya getirmişlerdi. Deponun temizlenmiş bir bölmesinde, karşılıklı sandalyelere bağlayarak onları bekletmeye almışlardı. İkisi de birbirlerine bakıp hallerine acırken etraftaki adamlar, onları korumak ve onlara göz kulak olmakla ilgileniyordu.

Adalar…

Alparslan’la yaptıkları görüşmeyi anlatan Devrim,

“Sanırım açık verdim efendim!” diyerek lafını bitirince Asaf, tebessüm ederek:

“İyi yaptın Devrim!” dedikten sonra:

“Bizim neyi bildiğimizi, neyi bilmediğimizi bilip ona göre kendine çekidüzen versin! Bakarsın yanlıştan döner ve aklını başına alır, ne dersin?” diye ekledi.

“Efendim, bence kendi hesabına bakmaya devam eder. Böyleleri kolayca akıllanmaz, kendi hesaplarına göre hareket eder.”

“Farkındayım Devrim, biliyorum! Ama onu alırsak, kamuoyuna yanlış malzemeler vermiş oluruz! Sonra da diyecekler ki; istifa etti diye hemen gözaltına alındı, hükümet istifa eden vekilini gözaltına aldı gibi saçma sapan söylemlerde bulunacaklar.”

“Doğru, büyük bir algı operasyonu başlar ve medya, gerçeklerin üstünü kapatır.”

“Onun için onun açık vermesini bekleyeceğiz!”

“Anladım efendim!” diyen Devrim, Delal ve ekibinin yaptıkları operasyonu ve Eraser’in yaptığı operasyonu dile getirdi. Asaf tebessüm ederken Devrim, lafını bağladı.

“Şu an Pavlu ve Hasam, karşılıklı bağlanmış durumda!”

“Cellat nerde?”

Devrim, bilmiyorum dercesine omzunu silkince Asaf, derin bir nefes alarak bakışlarını ondan aldı ve ileriye dikerek hafifçe başını salladı.

Maltepe…

Evin kapısını açan Hatem, koyu bir karanlıkla karşılaştı. Işıklar açılmamış, evin içi zifiri olmuştu. Kapının sağındaki duvara monte edilmiş olan düğmeye basıp ışıkları açtığında, bıraktığı yerde hâlen yatmakta olan bir beden gördü. Üstündeki örtüyü düşürmüş bir şekilde kendinde olmayan Adem’in göğsü inip kalkıyor ve Hatem, onun bu durumundan yaşadığını anlıyordu. Çantasını askıya asarken anahtarı da kapının solundaki anahtarlığa bıraktı. Sırtını döndüğü adamın aldığı derin nefesin sesiyle, ister istemez yüzüne bir tebessüm indi.

Salon kapısına yaklaşıp sırtını duvara dayadı ve derin bir uykuda olup kendinde olmayan Adem’in alıp verdiği derin nefeslere baktı. Yüzündeki tebessüm genişlemiş ve onun yüzüne, kaç zamandan sonra ilk defa sıcak bir tebessüm konmuştu. Kollarını göğsünün altında bağlayıp Adem’i izlerken onun kıpırdanmasıyla kendine geldi. Sağına dönmek isteyen Adem’in zorlandığı, hafif çıkan iniltili sesiyle anlaşılıyordu. Yavaşça dönerken yere düşen şey, Hatem’in irkilerek sırtını duvara çarpmasına neden oldu. Asaf’ın Asım’ın mezarına sakladığı, Hatem’in bulup da uğruna çocuğunu düşürdüğü o muska şeklindeki şey (künye), Adem’in pantolonunun cebinden yere düşmüştü. Hatem’in eli gerdanının üstünde, gözleri iri bir hal almış ve boğazına bir yumruk oturmuş bir şekilde Adem’e doğru bir adım attı. Bir adım daha attı, Adem hâlâ uykudayken Hatem, bir adım daha atıp onun tepesinde durdu. Eğildi Hatem, bir gözü de Adem’in üstündeydi. Eğildi ve yerden muska şeklindeki o şeyi aldı. Gözlerine yaklaştırdı. Bu oydu, kapkaççının çaldığı çantasında olan şeydi işte! Evirip çevirip baktı, alttan üstten baktı, yandan ve çevreden baktı ve iyice emin oldu. Gözleri doldu, boğazına inen yumruğun tesiriyle gözlerinden yaşlar süzülürken bir eli boğazına gitti ve diğer elinin gevşemesiyle künye, yani o muska şeklindeki şey, kayarak yere düştü. Gözleri yaşlarla dolmuş bir halde Adem’e bakarken Adem, hâlâ derin bir uykudaydı. İstemsizce eli belindeki silaha gitti. Kavradı ve yavaşça çekti.

Yerdeki künyenin ekranında beliren parlak ışık, zemini aydınlatırken Hatem, o ışığı görmüyor ve belinden çektiği silahın sürgüsünü çekerek namluyu Adem’e doğrultuyordu. Künyenin ekranında bir yazı belirdi. “Sıra Hatem’de!”

~BÖLÜM SONU~

继续阅读

You'll Also Like

1.6K 198 21
Eyşan adlı bir kızın ailesi mafya tarafından öldürülüyor ve Eyşan'ın hayatı tamamen değişiyor. Bakıcısı tarafından YEŞİL YURT 'a yerleştirilen Eyşa...
273K 16.5K 20
"Abi mi?" "Abi-ler." 16 yıl sonra tüm hayatınızın yalan olduğunu en yakın hissettiğiniz insanın aslında bir yabancı olduğunu öğrenseydiniz napardınız?
7.6K 1K 31
#2 - söz / 8 Mayıs 2023 SADECE KURGUDUR, GERÇEK DEĞİLDİR! Binbaşı Özgür Özçelik, Firuze Aladağ'ın gözünden...
287K 11.5K 68
(Tamamlandı) 26 yıl önce karışan hayatlar. Ailesinin göz bebeği Naz ve ailesini kabul etmeyen Almiranın hikayesi. Arslanların prenses kızı Naz aslı...