Kurtarıcı ve Mavi

By Castherian

688K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... More

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43

- 7

17.2K 994 23
By Castherian

İyi okumalar...

-

Kennis gelip hafifçe omzumu sarsana ve beni kendime getirene kadar orada hareketsizce bekledim. Adeta bilincim yok olmuştu ve bu ufak sarsıntı kendimi toparlamamı sağlamıştı. Dönüp anlamsızca Kennis'in yüzüne baktım.

"Gel Euphie, eve gidelim. Lord sadece sana karşı değil, herkese karşı serttir," dedi eliyle kolumu sıvazlarken.

İyi de... Sert değildi ki. Yani genele vurursak öyleydi, evet, ama son yaptığı hareket sert değildi; aksine nazik ve bir o kadar koruyucuydu... Kollarınının arasında hissettiğim tarif edilemez duygu her saniye başımı döndürüyordu ve yerin sabit durmadığı hissine kapılmama neden oluyordu. Adeta her yer ve her şey hareket ediyordu...

Kalbim daha önce hiç olmadığı kadar hızlı atmıştı ve bütün düşüncelerim tek seferde başka tarafa itilmişti.

Gözlerimi kolumdaki eline indirdim ve duyulmayacak kadar az bir sesle konuştum, "Sadece teşekkür etmek istemiştim, Kennis,"

"Evet, biliyorum. Ama o öyle biri, insanlara karşı hep soğuk ve serttir. Alışman gerek."

Ağır ağır başımı kaldırdım ve gözlerine baktım. Bal rengi göz bebekleri teselli edercesine bakıyordu. Cesaret vermek istercesine gülümsedi ve koluma girdi.

"Haydi, gidelim."

***

Eve geldiğimizde Kennis'in annesi Lyonet akşam yemeği için hazırlıklara başlamıştı ve biz de ona yardım etmiştik. Yemek yaparken Kennis ve annesi Lyonet'in küçük şakalarını ve esprili konuşmalarını dinlemek keyfimi yerine getirmişti. Ayrıca yeni bir yemek tarifi öğrenme ve onu uygulamaya dökmeye çalışmanın verdiği meşgullükle Bruce da aklıma hemen hemen hiç gelmemişti.

Zaten neden gelsindi ki? Hakkında sığındığım kalenin kontunun oğlu olduğu bilgisi dışında hiçbir şey bilmiyordum. Belki de nişanlıydı, sevdiği bir kadın vardı. Veya evli bile olabilirdi. Her iki düşünce de göğüs kafesimi eritircesine bir ağrı yayarken, kendimi birkaç kez Kennis'e Bruce hakkında soru sorup sormamak arasında bir iç çatışma yaşarken bulmuştum. Ama soramazdım, bu uygun olmazdı. Ayrıca neden soruyorsun denildiğinde ne cevap verecektim? Sadece merak, diyerek savuşturamazdım ve bir de onun evli veya nişanlı olduğunu duymaya henüz hazır hissetmiyordum kendimi. Yine de en kısa zamanda bunu bir şekilde öğrenebileceğimi tahmin ediyordum.

Akşam yemeği oldukça güzel geçmişti. Lyonet öyle lezzetli bir sebze yemeği yapmıştı ki sebze yemeyi hiç sevmeyen ben bile tabağımı silip süpürmüştüm.

Yemeği beğendiğimizi görünce Lyonet de çok mutlu olmuştu.

Lyonet, buğday tenli, koyu kahve gözlere ve omuzlarına ancak gelen siyah saçlara sahip kısa boylu bir kadındı. Biraz balık etli olduğu da söylenebilirdi.

Onu da en az Kennis kadar sevmiştim. Pek konuşmazdı ama eve ilk geldiğimde bana sıkıca sarılırken gülen gözleri onlarla yaşayacağım için ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu. Şimdiye kadar tanıdığım en cana yakın ve misafirperver bu kadının, kocasını kaybettikten sonra tek yakını kızı kalmıştı. Şimdi aralarına bir de ben eklenince ailesinin bir kişi daha büyüdüğünü söyleyip mutluluğunu her fırsatta dile getiriyordu.

Yemekten sonra Kennis ve ben masayı toplarken o da bir kaba öğlen pişirdiği ekmeklerden koyuyordu. Ardından ağzına kadar doldurduğu kabı yanımıza getirdi ve masaya bıraktı.

"Masayı topladıktan sonra bunu Seyis Harailt'e götürün, uzun zamandır yanına uğramıyorsun Kennis. Hem belki Euphie de senle gelmek ister, ona atları göstermiş olursun."

Kennis'in gözleri kocaman açıldı ve bir çocuk gibi ellerini çırptı. "Evet evet! Benimle gelmelisin Euphie, orası kalenin kuzey kesiminin en büyük ahırı ve onlarca at var. Üstelik bu vakitlerde hep boş olur ve Harailt bize atları sevmemiz için izin verebilir," dedi heyecanla hızlı hızlı konuşarak.

"Ben... Bilmem ki," dedim Lyonet ve Kennis arasında bakışlarımı gezdirerek, "Sorun olmaz mı?"

Küçüklüğümden beri atlardan çekinirdim. Tam olarak bir korku boyutunda değil ama bana hep tehlikeli gelirlerdi. Gerçi Eilinior'dayken babam tarafından on beşinci yaş günümde bana hediye edilen safkan İngiliz atına defalarca kez binmişliğim vardı. Catriona sorun çıkarınca babam da onu geçen sene oldukça düşük fiyata bir tacire satmıştı. Ben de o zamandan beri hiçbir ata binmemiştim. Ahıra dahi gitmemiştim. Şimdi Kennis birden bire ısrar edince bu, kararsız kalmama sebep olmuştu.

"Olmaz Euphie, merak etme ben hep gidiyorum. Hadi lütfen, lütfen, lütfen..." dedi ellerini bir araya getirip çenesinin altında birleştirirken.

Aslında çok büyütülecek bir şey de yoktu. Sadece seyise ekmekleri verip birkaç dakika Kennis'in atları sevmesini bekleyecektim. Üstelik şu an karşımda öyle masum bakışlar atıyordu ki onu kırmak içimden gelmemişti.

"Tamam, gidelim öyleyse." dedim.

Kennis "Yaşasın!" diye bağırdı ve "Ben hemen gidip üzerime düzgün bir şeyler giyip geliyorum. Çok kısa sürer," diyerek mutfaktan fırladı.

Onun bu mutlu haline Lyonet ile beraber güldük. Ardından Lyonet elini anaç bir tavırla omzuma attı ve duygulu bir sesle konuştu.

"İyi ki geldin Euphemia. Onu ne zamandır bu kadar mutlu görmemiştim. İyi ki geldin de bize neşe kattın."

Gözlerinin dolduğunu görünce uzandım ve boynuna sarıldım. Aynı şekilde karşılık verince ben de gözlerimin dolmasına mani olamadım. Ne zamandır unuttuğum anne sıcaklığını şimdi bu kollarda yeniden bulmak öyle özlem dolu olmuştu ki ben de ağlamamak için kendimi tutmak zorunda kalmıştım.

Bir dakika sessiz bir şekilde sadece sarıldıktan sonra Kennis'in sesiyle ayrıldık. İkimizin de yüzünde büyük bir gülümseme vardı.

"Euphie! Ben hazırım, ekmekleri al ve gel," diye bağırıyordu içeriden.

"Tamam," dedim ve masadaki kabı alarak mutfaktan çıktım. Çıkış kapısının önünde oldukça sabırsız bir biçimde beni bekleyen Kennis'in yanına gittim ve evden çıktık.

Dışarıda hava kararmıştı ama dolunay etrafı iyiden iyiye aydınlatıyordu. Ayrıca sokakların çok ıssız olduğu da söylenemezdi. Her yerde kale halkından biri veya güvenliği sağlamakla görevli askerler dolaşıyordu.

Ben genellikle askerlerle karşılaştığımız yerde onları görmezlikten geliyordum. Bunun oldukça ayıp olduğunu biliyordum ama asıl korktuğum Bruce ile karşılaşmaktı. Her köşeyi döndüğümüzde karşımıza çıkan askerlerden birinin o olmaması için dua ediyordum. Onun sert bakışları altında ezilmek, en son istediğim şey bile değildi. Hele de bu sabah olanlardan sonra en azından bir süre karşılaşmasak iyi olurdu.

Kennis bana yol boyunca ahırdaki atlardan bahsedip durdu. Yarı onu dinliyor yarı da sürekli aklımı işgal eden Bruce MacFarlane'i aklımdan atmaya çalışıyordum. Bu sabah dere kenarında yanımıza geldiği anı tekrar düşünmeye başladım. Ama sonra aklımdan hemen ona dair tüm düşünceleri attım. Bana neler oluyordu böyle? Onun bu kadar çok aklıma gelmesi mantıksızlıktı. Gelmemeliydi.

"İşte geldik," dedi Kennis eliyle ilerideki büyük, ahşap ahırı gösterirken. İçerideki at kişnemelerini buradan duyabiliyordum. Ahır beklediğimden daha büyüktü, Eilinior'daki ahırımızın ise neredeyse iki katıydı. Adımlarımızı biraz daha hızlandırıp büyük kapıdan içeri girdik.

İçerisi dışarıdan daha sıcaktı. Ama o bilindik ahır kokusunun o kadar da ağır olmadığını fark ettim, demek ki içerisi iyi temizleniyordu.

Büyük meşalelerin aydınlattığı geniş ahıra göz gezdirdim. Gerçekten bir sürü at vardı. Uzun koridor boyunca dizilmiş iki karşılıklı sıra boyunca kendilerine ayrılmış özel bölümden boyunlarını uzatmışlardı. Bazıları kafalarını sağa sola oynatıyor, bazıları da öylece duruyordu.

"Şunlara bak Euphie, üstelik bunlar sadece bir kısmı," dedi Kennis hayranlık dolu bir sesle etrafa bakarken. Atları çok sevdiği her halinden belliydi.

"Gerçekten güzeller," diye tasdikledim onu. Geniş ve samanla kaplı koridordan yürümeye başladık, bu sırada Kennis de hala hayran hayran atlara bakıyordu.

İçeride bizden ve atlardan başka kimse yoktu. Ahırın içi de oldukça karanlıktı, sadece yol boyunca dizilmiş meşalelerle aydınlatılıyordu. Bu meşalelerden birinin yere düşse tüm ahırın alev alacağını düşünürken her meşalenin altına koyulmuş geniş su kaplarını gördüm. Tam meşalenin olası bir durumda içine düşeceği bir şekilde konumlandırılmışlardı.

"Harailt!" diye seslendi Kennis yürümeye devam ederken, "Neredesin?"

Koridorun diğer ucundan bir erkek silueti göründü. Yaklaştıkça netleşen bu görüntünün seyise ait olduğunu tahmin ettim. Saçlarının ön tarafı dökülmeye başlamış, oldukça kilolu ve bizden ancak birkaç parmak uzun bir adam gülümseyerek bize doğru geliyordu.

"Kennis, nerelerdeydin evlat?" dedi. Kennis gülerek koştu ve adama sarıldı.

"Üzgünüm Harailt, şifahanede işler biraz yoğundu. Hem bak, sana ekmek getirdik," dedi elindeki kabı adama uzatırken. Adamın yüzü mutlulukla aydınlandı ve teşekkür ettikten sonra bana döndü.

"Aradaşın da kim Kennis? Onu buralarda daha önce gördüğümü sanmıyorum," dedi ve kaptaki ekmeklerden bir parça alıp ağzına attı.

"Bu Euphie, Balfour'dan geldi. Artık burada yaşayacak," diye kısaca açıkladı Kennis ve sonra uzanıp elimi tuttu.

"Merhaba," dedim zayıf bir sesle.

"Merhaba," diye karşılık verdi adam gülümseyerek, "Buralı olmadığın belli evlat, bu kalede çok fazla mavi gözlü insana rastlayamazsın,"

"Doğru, burası kahverengi ve yeşil gözlü insanların bol olduğu bir klan," dedi Kennis.

"Ben içeriye bu enfes ekmekleri yemeye gidiyorum," dedi Harailt eliyle biraz ilerideki geniş bölmeyi işaret ederek, "Benimle mi gelirsiniz yoksa burada atları mı sevmek istersiniz?" diye sordu.

"Hayır Harailt, sen keyfine bak. Biz biraz atlarla vakit geçireceğiz, gitmeden yanına yeniden uğrarız," dedi Kennis ve tuttuğu elimi çekiştirerek beni atlardan birinin yanına doğru sürüklemeye başladı.

Harailt "Pekâlâ, dikkatli olun." dedikten sonra konakladığını tahmin ettiğim köşedeki bölmeye doğru gitti.

"Şuna bak Euphie, ne kadar güzel, değil mi?" dedi Kennis karşısına geçtiğimiz kahverengi bir atın burnunu okşarken. Elbette ki ben bir iki adım geride duruyordum.

"Evet," diye mırıldandım kollarımı birbirine bağlayarak.

Sonra onu bıraktı ve tam yanında duran atı sevmeye başladı. Peşinden gittim ve onu da sevmeyi bitirmesini bekledim.

Bu şekilde beni peşinden koşturarak birbirlerine zıt yönlerdeki on tane atı daha sevmişti. Koridorun bir o ucuna bir bu ucuna gidiyorduk. Sonunda peşinden gitmeyi bıraktım ve sabit bir noktada beklemeye başladım. Böylesi daha az yorucuydu.

O az ilerideki beyaz atı severken ben de amaçsızca etrafa bakınıyordum. Tam o sırada benden az ileride duran simsiyah bir at gözüme çarptı.

Asil bir şekilde dik tuttuğu boynundan dökülen kendi gibi siyah yeleleri meşalelerden yayılan ateşle parlıyordu. Öyle güzeldi ki bütün atların arasında siyah bir inci gibi kendini belli ediyordu.

Ona doğru bir adım attım. Hala aramızda birkaç metre mesafe vardı ama yine de yaklaşmaktan çekiniyordum. Tedirgin bir ikinci adım attığımda başını oynatmadan gözlerini bana çevirdi. Hareketsizce bana bakıyordu.

"O ata çok fazla yaklaşma Euphie, Lord Bruce'a ait ve yanına ondan başkasını yaklaştırmıyor. Biraz tehlikelidir." diye seslendi Kennis. Bruce'a mı aitti? Adını duymak bile nefesimin kesilmesine neden olmuştu.

Döndüm ve Kennis'e baktım. Koridorun karşı tarafında duran başka bir kahverengi atı seviyordu. Sonra onu bırakıp benden uzağa doğru yürümeye başladı. Bu sırada geçtiği atların burnunu okşuyor, onlara ne kadar güzel olduklarını söylüyordu. Benden oldukça uzaklaştığına emin olunca yeniden siyah ata doğru döndüm.

Hala soğuk bir şekilde bana bakıyordu. Bir süre bu şekilde bakıştık.

"Aynı sahibin gibisin," diye mırıldandım sonunda, "Sen de onun gibi soğuk ve sert bakıyorsun," dedikten sonra ona doğru yeni bir adım attım. Buna karşılık olarak kulaklarından birini oynattı.

Bu yaptığını olumlu bir tepki olarak değerlendirerek biraz daha yaklaştım. Artık tam karşısındaydım;elimi uzatsam dokunabilirdim. Ama bir yandan da korkuyordum, Kennis'in dediği kadar tehlikeli bir ata benziyordu.

"Neden bu kadar anlaşılmazsınız?" dedim gözlerini yeniden bana sabitlediğinde, "O da sen de. İkiniz de soğuksunuz ve ikiniz de..." birkaç saniye durakladım, doğru kelimeyi bulmaya çalışıyordum, "büyüleyicisiniz..."

At başını biraz daha havaya kaldırarak homurdandı ve geri eski yerine getirdi. Anlık bir cesaretle elimi uzattım ve burnuna dokundum.

Hiçbir tepki vermedi. Alışması için birkaç saniye bekledim, bir yandan da kalbim deli gibi atıyordu. Korkuyordum.

Ardından hafif ve düzenli hareketlerle burnunu okşamaya başladım, bundan hoşlanmışa benziyordu. Yani hiçbir tepki vermemişti ama hoşlandığını tahmin ediyordum.

"Çok güzelsin," diye fısıldadım biraz daha yaklaşırken, "Ama keşke onun kadar sert bakmasan."

Tepkisiz bir şekilde bana bakmaya devam ediyordu at. Sıcak nefesi ise elime çarpıyordu.

"Biliyor musun, küçükken hep senin kadar güzel bir kanatlı atım olsun istemiştim," başını ağır hareketlerle sallayınca yeleleri alevin altında dalgalandı, "Senin de kanatların var mı?" diye sordum sanki cevap alabilecekmiş gibi.

"Gerçek hayatta atların kanatları yoktur, hayalperest."

Atın olduğu taraftan gelen ve zor duyulan sesle neye uğradığımı şaşırdım. Çünkü ses Bruce'a aitti.

Elim tereddütlü bir şekilde atın burnunda dururken olduğum yerde donup kaldım. Orada ne işi vardı, sesi atın kapatıldığı önü açık bölmeden geliyordu. Ve daha da önemlisi ne zamandan beri oradaydı?

"Muhtemelen en başından beri." diye cevapladım sorumu kendi kendime. Bunun üzerine yanaklarımın utançla yandığını hissettim. Lanet olsun, her söylediğimi duymuştu ve ben de arka taraftaki kapalı bölme karanlık olduğu için onu hiç görmemiştim.

Samanlardan yayılan bir hışırtı duydum. Ardından birkaç saniye sonra Bruce önümde belirdi. Koyu sarı saçları meşalelerden yayılan alevin ışığıyla kuzguni tonlara bürünmüştü. Yeşil gözleri ise aynı ışığın altında sanki alev almış gibi duruyordu.

Şimdi hiç görmediğim kadar güzeldi işte.

Continue Reading

You'll Also Like

162K 11.4K 42
Arkeolojik çalışma yaptığı sırada geçmişe giden bir kadın tarihi değiştirebilir miydi? [Tamamen hayal ürünüdür.] #Tarihi 1
110K 9.6K 37
Bedenim tir tir titremeye başlamıştı. Gözlerim dolmuş neredeyse ağlayacaktım. Etrafta yeni yeni fark ettiğim geçmişe ait şeyler vardı. Tabelalar, ara...
FATİH'İN MÜNECCİMİ By Su

Historical Fiction

23.1K 1.5K 21
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa... Ya sonra ? Fatih hayranı genç bir tarih öğrencisi kendini 2. Mehmet'in devrin...
1.4M 61.1K 41
Gavina MacDougal güzelliği ve asiliği ile efsaneleşmiş asil bir İskoç leydisiydi. Tehlikeliydi, cesurdu ve en önemlisi mücadele etmekten asla vazgeçm...