Kurtarıcı ve Mavi

Od Castherian

687K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... Více

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43

- 33

19.7K 996 162
Od Castherian


İyi okumalar.

-

Lord Ronin...

Bu isim buraya geldiğim günden beri kaç kez çalınmıştı kulağıma? Omuzlarım büyük bir umutsuzluğun eşliğinde düşerken hafızamı taradım. Bir ya da iki kez... Evet, en fazla bu kadar duymuştum bu ismi. Kalenin üç lordundan en büyük olanıydı o. Adı çok fazla geçmeyen, ama kalenin dış dünya ile bağlantıda olmasını sağlamada çok büyük rol oynayan lord... Hakkında en az bilgiye, en az fikre sahip olduğum, Londra'daki lord...

Beni tanıma ihtimali yüksekti...

İşte bu içimde bıçak kesikleri gibi korkudan sızılar açıyordu. Buraya geldiğimden beri neden hiç düşünmemiştim ki onu? Halbuki en fazla zihnimi meşgul etmesi gereken oydu.

Onunla herhangi bir baloda karşılaşmış olma ihtimalimiz de yüksekti...

Özellikle bu gibi diplomatlar hafızaları güçlü insanlar olurlardı. Bir gördükleri yüzü bir daha unutmayacak cinsten. Bu benim de aslında sahip olduğum bir özellikti. Ama balo gibi yerlerde öyle sıkılırdım ki çıktığımda içeride gördüğüm çoğu yüz çoktan zihnimin derinlerindeki yokluk dolu mezarlığa gömülmüş olurlardı...

Lord Ronin'in nasıl biri olduğunu kafamda canlandırmaya çalıştım. Lord Henson gibi sıcak ve samimi miydi? Gözleri onun gibi içinde neşe parıltılarını barındırır mıydı?

Veya sert miydi Lord Bruce gibi... İnsanın içine işler miydi tek bakışı? Korkup kaçma isteğiyle doldurur muydu tüm hislerini o bakışlar?

Telaş... Tedirginlik... Kararsızlık... En çok da merak vardı karşımda durmuş ifadelerimi süzgeçten geçiren Lord Henson'ın yüzünde. Benim yüzümde nasıl bir ifade vardı hiçbir fikrim yoktu ama yine de uzun zamandır nefes almıyormuşum gibi hissettiğim ciğerlerime derin bir solukla hava doldurduktan sonra konuştum.

"O... Beni tanırsa..."

Karşımdaki lord kıvırcık olmaya büyük bir yatkınlık barındıran dalgalı saçlarında gezdirdi elini. "Bilmiyorum. Tanıyıp tanımayacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Sen hiç hatırlamıyor musun, onunla daha önce aynı ortamda bulundun mu? Önemli olan bu."

"Bilmiyorum..." dedim kararsızca. "Katıldığım balolar genelde kalabalık olurdu. Hem o da onlarcasına katılmıştır değil mi? Beni hatırlamaz..."

"Umalım..." düşünceli gözleri etrafta gezindi. "Umalım da öyle olsun."

Onun bu umut dolu olmayan konuşmalarına öyle alışkın değildim ki içimde kabarıp duran endişe her saniye daha da su yüzüne çıkıyordu.

Sıkıntı dolu bir nefes verdikten sonra hafifçe başını eğdi ve yüzünü yüz hizama getirmeye çalıştı. "Endişelenme..." Dudağının bir kenarına buruk bir umut gizlendiğinde yine aynı derece buruk bir gülümsemeye hayat verdi. "Seni saklamak için ne gerekiyorsa yapacağım."

Sesindeki fedakâr ton tüm kalbimi minnetle sardığında gözlerimi gözlerinde gezdirdim ve sözüne devam etti.

"Sanırım Ronin bu gelişinde bir iki hafta kadar durur. O zamana kadar şatoda çalışmayacaksın. Bir bahanesini bulur izin almanı sağlarım. Bunun dışında o süre boyunca kale içinde de pek gezinmezsin ve olur biter."

İşte yine o umut dolu cümleleri sıralamaya başlamıştı. Büyük bir mutlulukla ellerimi göğsümde birleştirdim. "Gerçekten mi Lord Henson?"

Sesimdeki heyecan onu güldürdü ve boğuk, fazla yüksek sesli olmayan bir kahkaha attı. Bu gerçek bir gülüştü... Tam ona yakışan, içinde umutsuzluk kırıntısı bulundurmayan bir gülüş...

"Gerçekten, Euphemia. Sadece biraz dikkatli olman yeterli. Abimin nasıl bir tepki vereceğini bilmiyorum. Yani... Eğer seni tanırsa..."

Dudaklarımı endişeyle hafifçe dişledim. Aklıma hiç iyi şeyler gelmiyordu bu ihtimal karşısında... Olur da beni tanırsa bundan sonraki olaylar silsilesi hiç iç açıcı şeylerden oluşmazdı. Kafamı olumlu anlamda sallayarak Lord Henson'a minik bir gülümseme gönderdim. "Anlıyorum lordum. Ne olursa olsun dikkatli olacağım. Her şey için size teşekkür ederim."

Ellerini arkasında birleştirirken küçük bir reverans yaptı. "Ne demek leydim, size yardımcı olmak bir şeref..."

Ellerimi hayır anlamında aceleyle salladım. "Lütfen Lord Henson, bunu hiçbir yerde söylemeyin. Belki duyan biri olur." Ama bir yandan da onun muzip gülüşüne gülümsemeden edemiyordum.

"Telaş yapma." Başını olumsuz anlamda sallarken güldü. "Etrafta şu an kimse yok. Seni temin ederim. Benim bir yeni yetme olduğumu düşünmen arada bir kırıcı oluyor, ben alansal stratejilerde iyi bir askerim."

"Hayır, öyle demek istemedim." dedim hızlıca.

Yeniden erkeksi bir biçimde gülerken bir elini öne doğru uzattı ve hayır anlamında salladı. "Şaka yaptım telaşlı."

Mahcup bir şekilde omuzlarımı düşürürken gülümsedim. O da bu sırada gözlerini yeniden etrafta gezdirdi ve yeniden ciddileşti.

"Artık gitmem gerek Euphemia, buraya babam ve amcamın yanından tüyerek geldim. Yokluğum fazla fark edilmeden dönmeliyim."

Başımla onayladım. "Tamam lordum. Her şey için tekrardan teşekkür ederim."

"Önemli değil." derken geriye doğru bir adım attı.

"Ayrıntıları konuşmak için seni yeniden bulurum. Dikkatli ol."

Ardından arkasını döndü ve hızlı adımlarla şatonun arka girişine doğru yürümeye koyuldu.

**

**

**

Ertesi gün şatonun sol kanadını mutfak girişine bağlayan uzun koridorda yürürken birden birisinin seslendiğini duydum.

"Euphemia."

Elimdeki ahşap tepsiyi kolumun altına aldım ve ana koridorun şifahaneye giden girişine doğru baktım. Ses Kennis'e aitti. Birkaç saniye sonra da kendisi görüş alanıma girince gülümsedim.

Koridor boyunca duvara sabitlenmiş küçük meşalelerden dolayı etraf oldukça aydınlanıyordu ve yüzüne düşen kızıl ışıklar onu çok güzel gösteriyordu. Karamel rengi saçlarını eliyle hafifçe omzunun arkasına arttı. Aramızdaki son birkaç adımlık mesafeyi de kapatırken konuştu.

"Nereden geliyorsun?"

"Bugün mutfakta değilim, hizmetçilerin arasındayım." Omuz silktim. "Birkaç getir-götür işi işte. Sen ne yapıyorsun?"

Yüzündeki manasız ve kocaman gülümsemeye hafifçe gözlerimi kısarak sırıttım. Bunun üzerine ellerini tedirgince önünde sabitledikten sonra etrafına bakındı. Ana koridorda pek fazla kişi yoktu.

"Daha sakin bir yere gidelim Euphie, konuşmamız gerek." Ardından sağ avcunu açıp içinde duran yüzüğü gösterdi.

Merak ve şaşkınlıkla hafifçe güldüm. "Bu da ne?" Gözlerim onunla avcundaki yüzüğün arasında gidip geliyordu.

Parmaklarını kapatıp avcunu yeniden yanında indirdikten sonra diğer eliyle elimi tuttu. "Hadi, gidelim."

Beni koridorun dış kapıya çıkan koluna sürüklerken hem gülüyor hem de ona ayak uydurmaya çalışıyordum. Arada gezinen muhafızlar olmasa onu durdurup avcundaki yüzüğün neyin nesi olduğunu sorardım ama anlaşılan etrafta kimse olmadan konuşmak istiyordu. Sabrederek peşinden gitmeyi sürdürdüm.

Sonunda bahçeye çıkan bir kapı bulduğumuzda kendimizi dışarı attık. Gökyüzü açık, bulutsuz bir şekildeydi ve yıldızlar harika görünüyordu. Hala beni hızlı adımlarla ağaçların arasına sürükleyen Kennis'e artık dayanamayarak sordum. "Neler oluyor? Yüzüğün kimden olduğunu söyle."

Aklıma gelen Steenie ihtimaliyle kocaman sırıtmadan da edemiyordum.

Sonunda Kennis bizi yakınlarda pek kimsenin olmadığı bir çimenliğe getirdi ve durdu. Konuşmaya başlamadan önce son kez etrafa baktıktan sonra bal rengi gözlerini gözlerime kenetledi. "Bunu bana Steenie verdi."

Minik bir çığlık atarken heyecandan elimdeki tepsiyi yere düşürüp ellerimi yanaklarıma sabitledim. "Aman tanrım, biliyordum!" Ardından kollarımı boynuna doladım, sıkıca sarıldım.

Tatlı kıkırtısı kulaklarıma dolarken geri çekildim ama bu kez gözlerinde o mükemmel mutluluğu gölgeleyen belirgin kararsızlığı görmemek imkansızdı. Sanki az evvelki o heyecanlı pırıltılarının tamamına uğursuz bir sis gibi yayılmıştı. Benim de yüzümdeki gülümseme ona eşlik ederek solarken derin bir nefes verip tekrar elindeki yüzüğe baktı. Bir sorun vardı, anlamamak imkansızdı.

Uzanıp bir elini tuttum. "Sorun nedir? Bu harika bir şey değil mi?" Az evvel solduğunu hissettiğim gülümsememe yeniden hayat vermeye çalıştım.

Omuzlarını düşürürken gözlerini dalgın bir biçimde bahçede gezdirdi. "Bana beni sevdiğini söyledi ve bunu verdi."

Ellerimi heyecanla omuzlarına sabitledim. "Tamam işte!" sesimi istemsizce yükseltmiştim hafifçe gülerken, "Bunun neresi kötü?"

"Bu kısım harika zaten," dedi elindeki yüzüğü havaya kaldırıp bir iki kez gözümün önünde salladıktan sonra. "Ama buna sevinemiyorum bile çünkü annesi Steenie'ye evlenmesi için birisini bulmuş."

Sonlara doğru kısılan sesi kalbimde büyük bir acı hissetmeme sebep olmuştu. Ama o an ne diyebileceğimden çok bunun neden bu kadar büyük bir şey olduğunu düşünüyordum. Şaşkınca açılmış ağzımı kapadığımda yeniden, biraz daha güçlü bir sesle konuştu.

"Şimdi ne yapacağız?"

"Ne demek ne yapacağız?" dedim hayret ve sinirle. "Tabi ki de Steenie annesine sevdiği, hatta bir yüzük vermeyi bile seçtiği başka bir kadın olduğunu söyleyecek. Böylece her şey hallolacak."

"O kadar kolay değil." diye karşı çıktı.

"Anlamıyorum," başımı iki yana salladım. "Birbirinizi seviyorsunuz."

Kennis bir ara onu biraz sıkıştırdığımda Steenie'yi aslında sevdiğini itiraf eder gibi olmuştu. Steenie'nin de onu sevdiğini anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Ellerimi iki yana düşürürken sordum. "Sorun ne?"

"Euphie..." diye mırıldandı elindeki yüzükle oynarken. "Bir borcumuz olduğunu duymuştun, hatırlıyor musun? Uzun süredir ödemeye çalıştığımız..."

"Evet?" Merakla başımı eğmiştim. Sonunu nasıl bağlayacağı hakkında fikir yürütmemeye çalışıyordum.

Başını kaldırıp her noktasına hüzün yerleşmiş yüzünü yüzüme çevirdi. "İşte biz o borcu Steenie'nin annesinden almıştık."

İkinci bir şok dalgası zihnimi sararken belli etmemeye çalışarak alt dudağımı ısırdım. Yine ne söyleyeceğim hakkında bir fikrim yoktu ama bana göre bu da düşündüğüm kadar büyük bir engel değildi. Birbirlerini seviyorlardı, bundan daha önemli ne olabilirdi? Haberin verdiği şaşkınlığı, sonradan enine boyuna düşünmek üzere ikinci plana alıp konuşmaya başladım. "Eğer sorun buysa zaten borcu ödemeye çalışıyorsunuz. Bunun neresi size engel?"

"Borç çok fazla Euphie," ellerini çaresizce iki yana açmıştı. "Bitmesi yıllar alır. Evet, annesi bize müsamaha gösteriyor ama şimdi gidip oğluyla bir evliliğe kalkışırsam annesi dahil etraftaki herkes borcun karşılığı için onunla evlendiğimi düşünecek..."

"Ne?" dedim sesimin şaşkınlıktan yükselmesini önleyemeyerek. "Bunun kadar saçma şey duymadım!"

"Euphie!" diye uyardı Kennis etrafa bakarken. "Sessiz ol."

"Umrumda değil!" dedim pek de sessiz olamayarak. "Büyüttüğün ve kendini üzdüğün bu durum çok saçma."

"Değil." başını olumsuz anlamda sallarken kesin bir dille konuştu. "Bunu en iyi sen bilirsin. Geldiğin yerde,  cemiyette de bu tür evlilikler olmuyor mu? Zamanında alınıp ödenemeyen borçların bir evlilik yemini karşılığında silinmesi..."

Birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra yine ne diyeceğimi bilmiyordum. Zihnimde sırayla önce Lord Alasdair, sonra babamın yüzü canlandı. Ben de buna benzer bir evliliğe mahkum edilmiştim. Haklı oluşu zihnimdeki tüm cevapları, engel yıkmaya adapte tüm fonksiyonlarımı saf dışı bırakmıştı. İster istemez çözüm arayışlarımın birer birer yenilgiye uğradığını hissettim.

Yine de ben, en büyük çözümsüzlüklerin bile bir şekilde çözüme kavuşacabileceğinin en büyük kanıtı değil miydim?

Kaşlarımı şaşkınca kaldırırken alayla gülmeye çabaladım. "Evet, o tür evlilikler oluyor. Ama bu kendini onlara benzeteceğin anlamına gelmez. Onlarınkinde aşk diye bir şey yok."

"Aşk..." diye mırıldanırken hüzünlü bir şekilde gülümsedi. "Bizdekinin de aşk olduğunu mu düşünüyorsun? Aşk değil..."

"İlk başlarda deli gibi inkar ediliyor bu şey zaten." Lord Bruce'u ilk gördüğüm andan bu zamana kadar süren o bitmek tükenmek bilmeyen reddedişlerim aklıma dizilirken buruk ve yine özlemle iç geçirdim. "Kendimden biliyorum..."

Cevapsız ve yoğunca düşünceli bir şekilde yüzüme baktı. Bu kez de o ne diyeceğini bilmiyordu demek ki... Farkındaydım, bir şeyler yapmak istiyordu ama borçlu oldukları kadının oğluyla evlenmesi onların evliliklerini insanlara "borç karşılığı" gibi gösterecekti... O gerçekten aşkla bağlı olduğu biriyle yaptığı evliliğin herkesçe böyle bilinmesindense hiç evliliğin olmamasını tercih ediyordu.

"Hadi ama..." dedim omuzlarımı düşürürken, "Hayatında sadece bir kez aşık olabilirsin. Benimki gibi birine aşık olmamış olman bir ödül."

Başını eğerken güldü. "Ne saçmalıyorsun? Size baktığımda bir bütünün çok uzakta kalmış iki yarısını görüyorum."

"Çok uzakta kalmış olduğumuz doğru gibi." Elimle etrafı göstererek devam ettim "Ama aynı bütüne ait olduğumuz tartışılır. Her neyse. Konumuz bu değil." Uzanıp yüzüğü tutan elini avucumun içine aldım. Parmakları yavaşça açıldığında gözlerini yeniden avcunda duran yüzüğü çevirdi. Taze bir hüzün bulutu parlak gözlerini istila ederken aradaki mutluluk kırıntılarına tutunmaya çalışarak parmağımla yüzüğü işaret ettim. "İşte konumuz bu."

Hafif bir rüzgâr saçlarındaki dalgaları oynattığında alt dudağını ısırdı. Bir süre sanki yüzükle aralarındaki bağı ölçüyor gibi bakmıştı yine. Ardından güçsüzce fısıldadı. "Öyle bir ikilemdeyim ki..."

"Seni anlıyorum." Umutla baktığında devam ettim. "Gerçekten..."

"Öyleyse ne yapmalıyım?"

Sesindeki o çaresiz tona hiç dayanamadığımdan ellerini sıkıca sardım. "Şimdi eve git." Gülümsemeye, ona güven vermeye çalışıyordum.

"Ne yapacağımızı yarın konuşacağız. Ben gelince."

Başını onaylarcasına salladı.

"Gitmem gerek." dedim elimi şatoya doğru kaldırırken. "Bugün nöbete kalacağım."

Hafifçe iç geçirdi. "Tamam." Ellerini bırakırken dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım ve gülümsedim. Nasıl yolunu bulacağımız hakkında şimdilik hiçbir fikrim yoktu ama nöbette bol bol düşünecek vaktim olacaktı nasılsa. Gecenin tüm vakti bana aitti.

Yeniden sarılıp kendini iyi hissetmesini sağlayacak birkaç söz daha söyledikten sonra ön bahçeye yol alan patikada gidişini izledim bir süre. Gözden kaybolduğunda ise başımı kaldırıp gökyüzünde bizi gözetleyen aya baktım. Cidden, benim hayatımda hiçbir şey tam olarak yolunda gitmiyordu, bari etrafımdakilerin gidemez miydi? Kennis'in mutsuz olmasını istemiyordum. Benim en büyük destekçilerimden biriydi. Onun gözlerinde heyecan ve mutluluk dışında başka bir şey görmek bana çok yabancıydı...

Adımlarımı şatoya çevirdim.

Ne olursa olsun bugün kesinlikle bu düğüme bir çözüm bulmalıydım. Şu borç meselesini bir şekilde ortadan kaldırabilirsek gerisi zaten kolay olurdu. Önemli olan insanlara, yanlış sözler söylemeleri için fırsat vermemekti.

Dalgın bir şekilde merdivenleri çıkmaya koyuldum. İlk katın merdivenleri sona erdiğinde ikinci katınkilere doğru ilerledim. Büyük ihtimal Leydi Larena'nın kapısındaki nöbetçilerden olacaktım. Henüz yerler kararlaştırılmamıştı. Dalgın dalgın yürümeye devam ederken nöbetçi olacak arkadaşlarımdan birkaçının sesini duydum. Görünürde değillerdi ama kendi aralarında konuşup gülüşme sesleri hafifçe koridorlarda yankılanıyordu.

Eteklerimi toplayarak daha hızlı bir şekilde yürümeye koyulmuştum ki askerlerden birinin uyarı manalı öksürdüğünü duydum. Kızlar hemen susarken asker tok sesiyle uyardı.

"Bayanlar, biraz daha sessiz olmaya özen gösterin."

Sonra koridorun sonundaki meşalelerden askerin gölgesi duvara yansıdı. Buraya doğru geliyordu. Duraksamış olduğumu fark ettiğimde yere baktım ve yeniden bir adım attım. İşte tam o sırada biri kolumu tuttu ve beni, yürüdüğüm koridorun ışığın hakimiyetinin ulaşamadığı bir köşesine hızla çekti.

Korkuyla bağırmak için ağzımı açtığımda ise güçlü ellerden biri ağzıma kapanıp diğeri omuzlarıma dolandı ve beni kendine bastırdı. Sırtımda sert bir erkek göğsü hissettiğimde çırpınmaya çalıştım. Çırpınışım hiç fayda etmemişti, yerinden bile kıpırdamamıştı her kimse. Artair olma ihtimali aklıma gelince zaten korkuyla atan kalbim şimdi iyiden iyiye telaşın yoğun etkisine girmişti bile.

Tam bu sırada az evvelki askerin koridorun sonundan geçtiğini gördüm. Bizim olduğumuz tarafa bakmıyordu ve yaklaşık on metre uzaktaydı. Bastırılmış çığlığımın hiç değilse zerrelerini ona ulaştırmak için bağırmaya başlayacaktım ki kulağımda hissettiğim fısıltı ile ürperdim. "Çırpınma, Mavi."

Kalbim korku ve huzur arasında gidip gelirken şaşkınca olduğum yerde kaldım. İşte bu iki kelimeden ulaşan uyarı dolu ses, sahibini zihnimde kimliğe bürümeye yetmişti... Bu o'ydu.

Tüm bedenim donmuştu, bana bu kadar yakınken artık istesem de hareket edemezdim. Omuzlarımı sarıp beni kendine bastıran kolu gevşediğinde bacaklarım hissizleşti. Kafamı çevirmeden yan gözle yine koridorun sonuna baktım. Artık ne asker vardı ne de kızların sesi duyuluyordu... Etraftaki herkes beni onunla yalnız başıma bırakıp gitmişti. Şikayetçi olduğum söylenemezdi ama kalbim durmanın eşiğinde atarken her şey daha da zor oluyordu.

Arkamdan çekilip bir adımda önüme geçti. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Karanlıktan dolayı hiçbir şey seçilemiyordu ama şu an yüzünde nasıl bir ifade olduğunu tahmin etmek zor değildi.

"Sanırım seni korkuttum." diye fısıldadı hiçbir pişmanlık belirtisi barındırmayan sesiyle. Konuşmak için birkaç saniye bekledim ve kekelememeyi umarak yutkundum.

"Hayır. Sadece..."

İşte... Devamı neydi bunun? Sadece ne?

Yoktu devamı. Korkmuştum. Onun duymak istediği de buydu. Ormanda dediği gibi, kendisinden korkmamdan zevk alıyordu ama umrumda değildi. Korku, kaçıp gitmem için yeterli bir sebep de değildi. Benim tek sorunum onun gibi kendinden emin bir şekilde konuşamıyor oluşumdu, şu an burada işleri berbat eden tek şey buydu.

Neyse ki devam etmem için ısrar etmeden başka bir konuya geçiş yaptı. "Nereye gidiyordun?"

"Ben..." bir parmağımla omzumun üzerinden koridorun sonunu işaret ettim. "Nöbetçiyim bugün, onun için gidiyordum. Kapı nöbetçisi."

Birkaç saniye sessizce bekledi. Sonunda derin bir nefes alıp ellerini ağır ağır ardında birleştirdi. "Aslına bakarsan... Uzun zamandır bir kapı nöbetçisi almıyordum. Sanırım bugün bir tanesini denemekten zarar gelmez."

Sert ve otoriter bir tonda çıkan sesi eşliğinde söylediği cümleye şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. "Ne?"

"Ne demek ne?" diye cevap verdi alayla. "Bugün kapı hizmetçim olmana karar verdim."

Şu an her ne kadar netçe görünmese de yüzünde hafif bir gülümseme olduğuna yemin edebilirdim. Çünkü söyledikleri beynimde defalarca kez yankı yaparken gözlerimin önünde beliren tek şey de yine o çarpık, belli belirsiz gülümseme olmuştu.

"Ama..." dememe kalmadan beni bileğimden tutup sürüklemeye başladı. Direnmek çok sonuçsuz olacağından adımlarına uyum sağlamaya çalışırken en azından yeniden konuşmaya çabaladım. "Lordum, nereye gidiyoruz?"

Hiçbir şey söylemedi. Hızlı ve büyük adımları arka kanada yönelmişti. Odasına gidiyorduk... Kalbim korkuyla ve bilemediğim onlarca duygunun eşliğinde deli gibi çarparken bileğimi tutan eli de koluma yoğun bir sıcaklık veriyordu. Cevapsız bir şekilde tüm merdivenleri ve koridorları peşinden sürüklenerek gittim. Bir veya iki dakikanın sonunda kapısının önüne geldiğimizde ben nefes nefese kalmıştım onda ise en ufak bir değişim yoktu. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken "Kimseye haber vermedim ama." dedim.

Bileğimi bıraktı ve cebinden çıkardığı gri anahtarı kapının kilidine yerleştirdi. "Sorun olmaz. Ben de genelde bir yerlere giderken kimseye haber vermem."

Kapı açıldığında eliyle itti, sonra da bana döndü. Gözlerimi hemen ondan kaçırıp sadece ay ışığının aydınlattığı, karanlığın yoğun bir hakimiyette olduğu odanın içine çevirdim. İçimden "Sen ile ben bir miyiz?" demek geliyordu ama sesimi çıkarmadım. O ve ben asla denk olamazdık zaten...

"İçeri gir." dedi çenesiyle odayı işaret ederek. Terlemeye başlamış ellerimi önümde birleştirdim ve öne doğru tedirgince bir adım attım. O adımı yine ilki kadar tedirginlik barındıran dört-beş adım daha takip ettikten sonra artık odanın içindeydim. Arkamdan kapının kapanma sesi gelince hafifçe sıçradım.

Lord Bruce köze dönmüş şöminenin olduğu yere doğru ağır ağır yürürken "Sadece bir şey deneyeceğim. Bir gecelik." dedi ve eline aldığı küçük odun parçasını eğilip şöminede tutuşturdu.

Aklıma her ne kadar kötü şeyler getirmemeye çalışsam da yine de korkuma hakim olamadım. Diz çöktüğü şömine önünden kalktığında kaçamak bakışlarla onu izliyordum. Duvara sabitlenmiş mumlardan şöminenin az ilerisinde konumlandırılmış olanını yaktı. Mum etrafa loş bir aydınlık vererek ucunda aleviyle parlarken arkamdaki kapıya kararsız bir bakış attım.

"Kaçmayı düşünme." dedi arkası dönük bir şekilde. Elindeki odun parçasını yeniden şöminenin içine attı ve minik alevlerin onu yutmasını sağladı. "Sen kapının ardında daha beş adım bile atamadan seni yakalayacağımı biliyorsun."

Biliyordum... Kalbim bu uyarısı ile yine tekledi. Ama yine de kaçmayacaktım çünkü içten içe asıl istediği şeyin zaten kaçmam olduğunun farkındaydım.

Boğazımı temizledim. "Buraya beni neden getirdiniz?"

Sesim istediğim etkiyi verebilecek güçte çıkmasa da idare ederdi. Bakışlarını şömineden çekip omzunun üzerinden bana baktı. Üşüdüğümü hissettim... O bana bakınca ya üşüyor ya da yakıcı bir sıcaklıkta kavruluyordum zaten.

"Uyumam gerek." dedi belindeki kılıcı kınıyla birlikte çıkarıp şöminenin kenarına yasladıktan sonra. "Uzun zamandır doğru düzgün uyuyamıyorum."

Zihnim hemen merakla yüzlerce olası sonuç üretti neden uyuyamadığıyla ilgili. Ama onları doğru düzgün düşünemeden direkt olarak asıl sormam gereken soruyla ilgilenmeye çalıştım. Hâlâ "Burada ne işim var?" diye yankılanıyordu soru beynimde.

Doğrudan böyle sormaktan vazgeçip "Peki, size nasıl yardımcı olabilirim?" dedim sevecen olmasını umduğum bir sesle. Yatağını falan yaptırıp gönderirdi herhalde. Büyük ihtimalle canı sıkılmış ve kendine eğlenecek bir şeyler arıyordu. Geçen günkü öpücüğü yeniden anılarımın arasından sıyrılıp geldi. Beni önce öpmüş şimdi de eğleniyor muydu?

Kalbimin kırıldığını hissettim. Üzerindeki göğüslük benzeri siyah, sert görünümlü koruyucuyu çıkarırken yine bana bakmadan konuştu. "Uyumamı sağlayarak yardımcı olabilirsin."

Sesi, her yanı alay dolu, iğneleyici bir tonda çıkmıştı. Ne karşılık vereceğimi birkaç uzun saniye boyunca düşünmem gerekmişti. Yanaklarımın kızardığını hissettim. Tanrım, bana ne yapacaktı? Kalbim şiddetli bir şekilde attı. Yoksa metresi olmamı mı isteyecekti? Düşüncenin verdiği dehşetle Bruce'a baktım. Kusursuz yüzünün bir tarafı ay ışığıyla aydınlanıyordu.

Aklıma gelen ihtimali en azından sadece fikrimde kalması için def etmeye çalışarak yeniden sordum. Bu kez gözlerim tamamen yerdeydi. "Ne istediğinizi anlamadım."

Uzun geçen birkaç saniye boyunca sessizce durdu. Hiçbir şey söylemiyor, neredeyse varlığından şüpheye düşmeme sebep olacak kadar yokmuş gibi bekliyordu. Öylece... Bakışlarının tüm ağırlığını üzerimde hissettim.

Sonra bir adım sesi duyuldu tamamıyla sessiz odada. Ardından bir tane daha ve bir tane daha... Benim olduğum yere doğru geliyordu. Geri geri gidip duvara sinme isteğiyle dolmama sebep olacak gibi hissettirmişti bu adım sesleri. Acaba onu reddedersem bana ne derdi? Bir daha yüzüme bakmak ister miydi? Nasıl reddedecektim peki? Ne diyebileceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Evet, ona aşıktım. Ama metresi olmayı asla kabul etmezdim. Beni her bakışında titretiyor, her zerreme kadar işliyor, cennet ve cehennem arasındaki sert rüzgarların arasında bırakıyor olsa da bunu kabul edemezdim...

Gözlerim dolarken başımı biraz daha eğme isteğiyle doldum ve o, gelip tam önümde durdu. Artık rüzgarlar en cehennem tarafından esiyor gibiydi şu an.

"En son ne zaman doğru düzgün uyuduğumu bilmek ister misin?"

Gözlerimi hızlı hızlı kırparak akma eğiliminde olan yaşları yok ettim. Neden bahsediyordu? Beni odasına çağırmış sürekli uyumaktan bahsediyordu ama bir yandan da kafamı karıştırıyordu. Soran gözlerle başımı kaldırdım. O da kafasını bana doğru eğmişti ve işte yine yakındık. Yeşil gözleri cehennem rüzgarlarını yok edercesine bakıyordu. İçinde bir miktar şefkat mi görüyordum? İçim içimi yerken dudaklarını araladı ve erkeksi sesiyle fısıldadı.

"Ambarda kilitli kaldığımız gün..."

Şaşkın bir şekilde kaşlarımı kaldırdım. Ambarda kilitli kaldığımız gün mü? Gerçekten şu an ne derse desin bu cevap kadar şaşırtıcı olmazdı benim için. Kesinlikle ne söyleyeceğimi, ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Ben kendi içimde şaşkınlığımla boğuşurken üzerindeki son giysi parçasını da çıkararak üst kısmını tamamen çıplak bıraktı.

Hemen önümdeki pürüzsüz ve yapılı vücuduna bakmamak için mücadele ederek gözlerimi başka yöne çevirdim. Ama kalbim deli gibi atıyor, ellerim terliyordu.

Bir elini kaldırıp çenemdeki yara izine koydu diğeriyle de yüzümü kendine çevirdi. Kararsızca baktım gözlerine. Ama neyse ki onun gözleri benim gözlerimde değil, dokunuyor olduğu yara izindeydi. Bir şifacı edasıyla gözlerini hafifçe kısmış yarayı kontrol ediyordu. Hareketleri öyle sakin ve sıradandı ki şu an bulunduğumuz yer ve birbirimize olan konumumuz, olabilecek en sıradan şeylermiş gibi bir izlenim veriyordu. Sanırım burada gerilen ve kalbinde dört nala atlar koşan tek kişi bendim.

"İyi..." dedi yüzümü son kez yana doğru çevirip bıraktıktan sonra. "İyileşmeye başlamış."

Parmaklarımı sıkıca birbirine kenetledim. Dokunuşu beni öldürüyordu...

Bir adım geri gitti. Ay ışığı sol tarafını tamamıyla aydınlatıyordu şimdi. "Hadi... Uyku vakti."

Tanrım... Hala ne yapmam gerektiğini anlamamıştım. Beni buraya getirmesinin anlamı neydi? Tamam, en azından metresi olmamı istememişti ama istediği neydi? Uyumak?

Sanmıyordum.

Uyumama yardım et derken neyden bahsediyordu? Böyle yarı çıplak karşımda bekliyor oluşunun anlamı neydi? Sonunda dayanamayarak sordum.

"Lord Bruce..." gözlerimi cesaretle gözlerine çevirdim. Ama o cesaretin alaylı bakan yeşiller karşısında uzun ömürlü olması imkansızdı... Gözlerim hafifçe kıvrılmış dudağında, gözlerindeki alayın yansıması olarak birkaç milim kalkmış kaşlarında gezindi kısa bir süre. Ardından buna bir son verip boğazımı temizleyerek devam ettim. "Burada ne işim olduğunu veya size nasıl yardımcı olabileceğimi anlamadım. Ayrıca gitmem gerek çünkü eminim Bayan Khiera beni görmeyince çok sinirlenmiştir ve-"

"Benimle uyuyacaksın."

Devamı olarak söylemeyi umduğum tüm kelimeler dilimin ucuna geldi ve şaşkınlığımın eşliğinde "söylenemeyenler"e karışmak üzere oradan birer birer uçtular. Gözlerimi kırpıştırarak Bruce'un keskin hatlara sahip yüzüne baktım. "Ama..."

Kollarını, omuzlarının daha da belirginleşmesini sağlayacak şekilde önünde bağladı. "Nasıl yardımcı olabileceğini anlamadığını söyledin, ben de açıkladım." Omuz silkti, "Bayan Khiera beni ilgilendirmiyor."

Yeniden, "Ama..." dedim. Karşı çıkmak için bir neden arıyordum fakat karşımda böyle kararlı bir şekilde dururken konuşma yetimin büyük oranda kayba uğradığı bir gerçekti. Yine de söze girdim. "Bu... Bu uygun değil."

Aklıma başka bir şey gelmiyordu.

"Tıpkı umrumda olmadığı gibi." dedi tek kaşını kaldırıp başını eğerken. Ardından kollarını çözdü ve uzanıp hemen yanımızdaki yatağın örtüsünü kaldırdı.

Kalbim endişeyle çarparken telaşla "Lord Bruce..." dedim. Yüzünü bana doğru çevirdi. Yine kelimeler boğazıma dizilecek gibi olduğunda buna müsaade etmeden devam ettim. "Bu olmaz... Yani..."

Örtüyü bıraktı ve doğruldu. Sonra aramızdaki mesafeyi bir adımla kapatıp nefesi saçlarıma değecek kadar yakınıma gelerek konuştu. "Sen itiraz edebilme hakkını o gün, o kulübede bana teslim ettin Mavi."

Dudaklarımı ısırırken ellerimi eteklerime bastırdım.

"Senden uzakta kalma gücümün son raddesini çaldın ve ne yazık ki buna katlanmak zorundasın. Seni uyarmıştım."

Söyleyebileceğim her şey, o kulübeden bahsettiği anda yok olmuş, zihnimden kanat çırparak uçumuştu... Evet, beni uyarmış ve hep uzak kalmaya çalışmıştı ama ben de hiç bilerek düşmemiştim ki peşine. Aklım her an umutsuzca peşinde olmuş olsa da bu fiziksel gerçeklik için geçerli değildi... Ben sürekli olarak onun karşısına çıkmış veya çıkarılmıştım. Doğru, kaçmayı veya uzak kalmayı hiçbir zaman istememiştim ama neden bana inanmak istemiyordu? Yalnızlığına dahil olmam bu kadar mı istenmeyen veya rahatsız edici bir şeydi?

Parmaklarını saçlarımın arasında hissettiğimde gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Alnımın biraz üstünden başlayan dokunuşu ağır ağır, bedenimi titreterek enseme kadar yol çizdi. Öyle yumuşak ve belli belirsizdi ki parmaklarının izi, karşımda onun olduğuna inanmamı güçleştiriyordu.

Çizdiği yol enseme gelince son buldu. Neden durduğunu bilmiyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda parmaklarının yerini eli aldı. Artık kalbim içeride teklemelerden ibaret bir şekilde göğsümü dövüyordu. Sonra ensemdeki eli beni usulca kendine çekti ve takatsiz kalmış bedenim bu çekişe tepkisizce uyum sağladığında yüzümü, ay ışığının düştüğü boynuna gömdü. Sol tarafına...

Yine hazırlıksız bir şekilde kollarındaydım... Sanırım ona ve getirilerine asla hazır olamayacaktım. Buraya kadarki hayatımın hiçbir gününde bu denli boşluğa savrulurken fırtınanın ta kendisi tarafından boşluktan çekilmemiştim. Böyle hislerin varlığından bile haberdar değildim. Beni ürkütüyor, sonra kollarının arasında sakinleştiriyordu. Fark ettim ki onun tezatlıklarını bile seviyordum...

Baş parmağı hala ensem üzerindeki saçları okşuyordu. Diğer eli boştaydı, sadece bir eliyle çekmişti beni kendine ve diğeri tıpkı benim iki elimin de olduğu gibi yanında sabit duruyordu.

Bense gözlerimi bile açmadan orada öylece duruyordum. Yağmur sonrası topraktan farksızdı kokusu... Sıcak göğsü benim için sığınılacak en güvenli liman hissi veriyordu. Belki de bu zamana kadar hiçbir erkekte böyle bir şey hissetmediğimdendi. O ilkti ve tekti...

Az önceki gitmeyi isteyişlerimin tamamını, bu hareketi kadar hiçbir şey tek kalemde silemezdi...

Derince bir nefes aldığında gözlerimi araladım. "Çok şanssızsın Mavi..." Fısıltısı saç diplerime değip tenimi ürperterek odaya yayıldı.

Şanssız mıydım? Şu an şans kelimesinin anlamını bile unutmuş gibiydim. Zihnimdeki çarklar dönmeye başlayınca bir şeyleri ağır ağır idrak etmeye başlar gibi oldum.

Neden kollarında tuttuğu kadını şanssız sayıyordu?

Sanki zihnimdeki soruyu duymuş gibi devam etti konuşmasına. "Çünkü benimle karşılaşma talihsizliğini yaşadın."

Ardından indirdi elini başımın arkasından. Sıcaklığı tenimden ayrılınca kutup soğukları beni bulur gibi oluyordu. Biraz daha göğsüne gömülme isteği sardı her yanımı. Ama büyük bir güçlükle de olsa çektim başımı.

"Bu... şanssızlık değil." dedim başımı eğerken.

"Gözlerime bak." diye emir verdiğinde başımı ağır ağır kaldırdım.

Gözleri benim gözlerime milyonlarca duygu içeren bir şekilde baktı. "Şanssızlık Mavi. Ambarda, aylardır çekebildiğim en iyi uykunun senin yanında olmuş olması gibi. Veya ahırda atları sevdiğin gün benden habersizce Paleon'la konuşman, çok uzun süredir ilk defa gülümsememe sebep olmuş olman gibi. Nehirde giysilerinin kaybolmasının ardından yine bana denk gelmiş olman gibi..."

Midemdeki kelebekler kuş sürüsüne dönüşürken titrek bir nefes verdim. Öyle sık kanat çırpıyorlardı ki her ne kadar yapmasam da ellerimi sıkı sıkıya mideme bastırma ihtiyacı duymuştum içimden.

Karşımda duran bu kusursuz heykelden farksız adam bana bunları mı söylemişti? Tüm duyduklarım inanılır gibi değildi... Ona garip bir şekilde iyi geldiğimden bahsediyordu...

Usulca eğilip beni bir hamlede kucağına aldığında düşüncelerim birer toz bulutu halinde yok oldu ve nefesimi tuttum. Yerden kesilen ayaklarım ruhumda da aynı etkiyi yaratmıştı. Sırtımdaki elini biraz daha kaldırıp yüzümü yüzüne yaklaştırdıktan sonra alnını alnıma dayadı. Hareket dahi edemiyordum, tüm bedenim etkisinin altına girmişti.

"Korkma..." diye fısıldadı ve nefesi yüzümü yalarken gözlerimi kapadım. "Geçen seferki gibi seni tehlikenin içine atmayacağım."

Nefesimi ürkekçe bırakırken kaybolmanın kıyısındaki sesimle konuştum. "Korkmuyorum..."

Güldüğünü duydum. Kısa ve sessiz bir gülüştü ama kesinlikle benim çöldeki vahamdan bir esinti getirmişti ruhuma. Kavurucu sıcağın ortasında bir anda yağan yağmur gibiydi... Görmeyi çok istesem de gözlerimi açana kadar son bulacağından, hayaliyle yetindim. Hem eğer gözlerimi açarsam terk edilmiş topraklara düşen yağmur damlalarını nasıl görebilirdim ki? Nefesinin esintisi zaten kulaklarımdaydı.

Yavaş yavaş eğildi ve beni serin yatağın üzerine yatırıp ellerini çekti. Yoğun temâsı yok olunca yağmurlar dinmeye başlamıştı. Yine de gözlerimi açmayı reddettim. Pür dikkat olunmadığı sürece asla duyulmayacak olan adım sesleri yatağın çevresini dolanıp boş kalan kısım olan sağ tarafa geçince durdu. Gözlerini üzerimde hissetsem de açmadım kendiminkilerini. Yatağın yan tarafında hissettiğim o hafif çökme, artık yanıma uzandığını gösteriyordu. Yağmur bulutları ona hasret toprakların üzerinden yavaş yavaş çekiliyor gibiydi. Aslında huzursuz bir an değildi bu. Hatta huzurun ta kendisiydi. Çekilen yağmur bulutları ne olursa olsun o vahada, beklenilen olumsuz etkiyi yapmamıştı.

Nefes alış verişini duyabiliyordum... Bu, öyle mükemmel hissettiriyordu ki, midemdeki kuş sürüsü hafif bir meltemin etkisinde ağır ağır kanat çırpıyor gibiydi.

Gözlerimi yavaşça araladım. Ellerini başının arkasına almış, sırt üstü uzanmıştı. Bakışları tavana sabitlenmişti, bir şey düşünüyor gibiydi. Benimse aklımda sadece üzerine boylu boyunca düşen ay ışığının altında ne kadar göz alıcı göründüğü vardı. Başının arkasına aldığı elleri sayesinde kollarındaki adeleler daha da belirginleşmişti. Koyu, bronza dönük saçları ay ışığıyla birleşince içimde onlara dokunma isteği uyandıran bir hâl almıştı. Belki de o kuru toprakların sadece onun gülüşünde gizli yağmurlara değil, nefesinde sarılı rüzgarlara da ihtiyacı vardı...

Rüzgârları düşününce zaten serin olan yatakta hafifçe titredim. Dizlerimi biraz daha kendime çekiyordum ki Bruce, başının altına aldığı ellerinden benim tarafımda olanını oradan ayırdı ve kolunu yavaşça omuzlarıma sarıp beni göğsüne doğru çekti.

Huzur dolu kokusu aynı anda boynuma dolarken yüzümü usulca sıcak omzuna yasladım. Kalbim deli gibi atıyordu. Sanki bunun bir rüya olmasından korkuyor, kokusuna tutunarak gerçeklikten kopmamasını umut ediyordu. Kalbime söyleyebilecek bir şeyim yoktu. Bruce, zaten onu gördüğüm ilk andan beri bir rüyadan farksızdı...

"Uyu..." diye mırıldandı ben sabit bir hızla atan kalbini dinlemeye dalmışken.

"Siz..." Devam edemeden sözümü kesti.

"Senden sonra." Yine ifadesizlikle dolu buz gibi sesi devralmıştı tüm duygularının yerini.

Aldırmamaya çalışarak alt dudağımı ısırdım. Neden benden sonra uyuyacaktı?

"O gün ambarda öyle olmuştu." dedi soracağımı bu kez tahmin etmiş olacak ki. "Önce sen uyumuştun. Şimdi de öyle olacak."

Birkaç saniye sessizce durduktan sonra kafamı hafifçe kaldırdım ve sert yüz hatlarına baktım. Başını oynatmadan gözlerini bana çevirdi. Bakışlarında bir uyu emri vardı. Hemen geri indirdim başımı ve kapattım gözlerimi.

Sonrasında hiç konuşmadık...

Uyku beni bu hiç bilmediğim mükemmel diyardan alıp kendi bilinmezliğine çekene kadar omuzlarıma dolanmış kolunun kavisli hatlarını, yüzüme değen çıplak göğsünün sıcaklığını hissetmeye devam ettim. Öyle bir yerdeydim ki sanki uçsuz bucaksız bir uçurumun ucunda, kollarımı iki yana açmış, toprak kokusu taşıyan rüzgarlara karşı duruyordum. Saçlarım uçuşuyor, dengem bozuluyor, ama hiç düşmüyordum...

Rüzgarlar ben farkına varmadan dinerken kendi küçük, eşsiz vahamda adımlamayı umut ettim. Yağmurlarının hiç dinmemesini de öyle. Sonsuza kadar burada kalmayı umut ettim. Hatta hiç uyanmamayı...

Bilincim, son kırıntılarını da uykuya teslim ederken merak ettiğim tek şey uçurumun dibiydi. Toprak kokusundan rüzgarlara kapılıp bu sonsuzluğa yol alabilecek kadar cesur muydum? Belki de kulaklarımdaki o diyarsız meleğin fısıltısının yarattığı bir sanrıdan ibaretti tüm her şey. Artık hiçbir olasılığı ayıramıyordum.

"İyi geceler, Mavi..."

Pokračovat ve čtení

Mohlo by se ti líbit

AŞK-I DERUN Od 👑

Historická literatura

7.7K 604 18
Büyük bir sevda ile bir araya gelen iki gönlün büyük imtihanları. Kuruluş Osman karakterlerinden alınmıştır. Algon sevdasını birde kendi hikayelerimi...
8.2K 1.5K 6
Dediğiyle bir lahza beklemeden defterini alarak gitmişti bey oğlu. Ardında dolu dolu olmuş gök gözler bıraktığını bilmeden öylece gitmişti. Genç kız...
4.9K 388 4
Kitap kapağı; oxxxll1y' a aittir teşekkürler🎀✨ "Sence ben sevilmeyecek birimiyim bora?" Yağmurun altında dolu gözlerim ile ona bakıyordum. Kafasını...
Algon Od cicek8899

Historická literatura

33.7K 1.5K 31
iki düşman ailenin arasında filizlenen bir sevda meselesi🌼