Kurtarıcı ve Mavi

By Castherian

688K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... More

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 32
- 33
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43

- 31

18.3K 924 176
By Castherian

Geldim! :d

Bölüm tnkid81'e... Beni mükemmel yorumlarıyla çok mutlu etti. <3 Fazla konuşmuycam, hepiniz bölüm bekliyorsunuz. Sabrınız için kocaman teşekkürler... :)

İyi okumalar...

-

Hırsla atan kalbim, kurtuluşun verdiği rahatlama ile hafifletici bir serinliğin altına diz çöktü. Sesin sahibini hemen tanımıştım ve kesinlikle gelmesini beklemiyordum ama inanılmaz bir şekilde burada, yanıbaşımdaydı işte.

Steenie...

Şaşkınlık ve endişe bir araya gelerek şu an benim kalbimdeki minnettarlığın ondaki karşılığı gibi hemen önümdeki Artair'in gözlerine saplandı. Kendimi, boynumu bile çeviremeyecek kadar güçsüz hissediyordum.

Çakıl taşlarının, Steenie'nin sert adımları altında birbirine sürtünme sesleri kulağıma geldi. Üç veya dört adımın sonunda hemen omzumun yanından uzattığı eliyle yakaladı Artair'in yakasını ve büyük bir güçle, diz çöktüğü yerden ayağa kaldırdıktan sonra sert bir yumrukla tekrar yere indirdi.

İkisi de hiçbir şey söylememişlerdi ama Artair'in suratında şu an arkadaşına karşı öyle büyük bir utanç vardı ki görmemek imkansızdı. Artair yerden kalkmadan elini, darbe yediği yanağına götürürken Steenie dişlerinin arasından homurdanarak üzerine eğildi ve yüzüne tekrar tekrar yumruk atmaya başladı. Steenie'nin bedeni acı ile kasılırken yüzümde hissettiğim ince parmaklar ile diğer tarafıma döndüm.

Kennis...

Benim ona dönmemle zaten endişe dolu olan yüzüne bir de korku ve şaşkınlık yayıldı. "Euphie..."

Sesi inanamıyormuş gibi çıkmıştı. Ağlamaya yakın, o kararsız kalmış titreklikle...

Yüzüm o kadar kötü mü görünüyordu?

Yüzümdeki elinin üzerine ellerimi koydum ve güven vermeye çalışarak konuştum. "İyiyim." Sesim sandığımdan daha güçlü çıkınca devam ettim. "Bir şeyim yok. Endişelenme."

Ben bunları söylerken gözleri çoktan yara bere içindeki kollarım üzerinde gezinmeye başlamıştı bile. Gözünden bir damla süzülürken çok daha titrek bir şekilde soludu. "Tanrım..." Yüzündeki endişe yerini hızla sinire bıraktı. "Sana ne yaptı?"

Öldürücü bakışları az ilerideki Artair'e kilitlenirken konustum. "Önemli bir şey değil, sadece ufak sıyrık-"

Ama sözümü bitirmemi bile beklemeden hızla ayağa kalktı ve yerde, ayakta duran sinirli haldeki Steenie'nin dizinin dibinde oturan, bir kaşı ciddi bir şekilde açılmış Artair'in yanına yürüdü. Durdurmak istedim ama kendimde engel olabilecek gücü bulamıyordum.

"Kennis..." dediysem de beni dinlemedi ve Artair'in yanına gitmesi ile yüzünün kanamayan kısmına okkalı bir tokat atması bir oldu.

Artair'in yüzü benim olduğum tarafa doğru sarsılırken ifadesinde en ufak bir değişiklik olmamıştı, bunu beklediği belliydi. Kennis yeniden saldırmak için hamle yaparken Steenie onu belinden yakaladı ve Artair'den uzağa çekti. Ama Kennis hala saldırmaya çalışıyor, "Aşağılık!" diye bağırarak ellerini uzatıyordu.

Gözlerimi onlardan başka tarafa çevirdim ve daha az yaralı olan kolumdan destek alarak zor da olsa ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla birlikte dizlerimdeki sıyrılıklar da hemen büyük bir sızı eşliğinde varlıklarını belli ettiler. Birkaç saniye olduğum yerde kalıp dengemi kurmaya çalıştım. Bu sırada Kennis de biraz olsun sakinleşmiş, bana doğru geliyordu. Hızlı bir hareketle, bana göstermemeye çalışarak yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ve yanıma gelip destek olmaya çalışarak koluma girdi.

"Onu bunu ödeteceğim." dedi kararlılık dolu gözleri eteğimin kan bulaşmış, yırtık diz bölgelerinde gezinirken. "Şimdi gidelim."

Ağırlığımın bir kısmını ona vererek bir adım attım. Oldukça acılıydı ama oturup sızlanacak değildim, yürüdükçe geçerdi.

Steenie de yerdeki arkadaşını, yüzüne dahi bakmadan kaldırırken Artair bir eliyle açılan kaşının altına dokundu. Yüzünün neredeyse yarısı kan olmuştu.

"Euphemia, yürüyebilir misin yoksa bir at arabası bulayım mı?" diye sordu Steenie zor maskelediği sinirli sesiyle.

"Gerek yok-" diye kafamı olumsuz anlamda sallıyordum ki ayağım bir taşa takıldı ve düşmekten son anda Kennis sayesinde kurtuldum. Belime destek verdiği elini daha da sağlam bir şekilde tutarken "Kesinlikle var." dedi.

"Pekâlâ." diye karşılık verdi Steenie ve "Birazdan burada olurum." diyerek arkasındaki Artair'e ölümcül bir bakış atıp sokağın çıkışına doğru yürümeye koyuldu. Artair de usul usul onun arkasından gidiyordu.

Kennis hemen meraklı ve endişeli gözlerini yüzüme çevirdi. "Euphie, ne oldu?"

Hafifçe sekerek öne doğru bir adım atarken konuştum. "Clarine'i öğrenmiş..."

Kennis bir elini korkuyla ağzına götürdükten sonra teyit etme amacıyla tekrarladı. "Yani gerçek kimliğini?"

"Evet."

"Şu bahsettiğin demirci söylemiştir, değil mi?"

Ona demircinin beni tanıdığı günü de anlatmıştım. "Evet, tabi ki de o söylemiştir."

Kennis ne diyeceğini bilemeyerek bir süre etrafı izledi. "Senden ne istedi?"

"Lord Henson ile görüşmememi, artık sözünü dinlemem gerektiğini ve bunun gibi zırvalar." dedim konuşurken sızlayan dudağımı belli etmemeye çalışarak.

Ama Kennis anlamıştı. Gözleri dudağım ve çenem çevresinde gezinirken sokağın başında bir at arabası belirdi.

"Eve gidince konuşalım Euphie."

**

**

**

"Yani o benden öndeydi, ne kadarını duydu bilmiyorum."

Kennis suya batırdığı temiz ve serin bezi yeniden diz kapaklarıma bastırırken artık hafifleyen sızımı yok sayarak söylediklerini tartmaya çalıştım. Anlattığına göre beni kurtardıkları sırada yanıma koşarlarken Artair'in söylediği bazı şeyleri duymuşlardı. Yani kaleden, babamdan söz ettiği o son kısımları...

Sorun Steenie'nin duyduklarını hatırlayıp hatırlamamasıydı. Beni kurtarırken acayip derecede kızgın görünüyordu, belki de o sinir anında hiçbir şey duymamıştı... Böyle olmasını ümit ettim. Beni yalancı olarak bilmemesini...

Steenie kalesine bağlı bir askerdi ve onu kendi yalanımın ortağı edip ikilemde bırakmak istemiyordum. İkimiz için de en iyisi onun hiç bilmemesiydi...

"Kennis..." dedim dikkatini, canımı acıtmamaya çalışarak dizimdeki yarayı temizlemeye vermiş Kennis'in bakışlarını üzerime çekerek. "Ya sana neler döndüğünü sorarsa?"

Bir süre boş ve ifadesiz gözlerle bana baktı. Ne cevap vereceğini düşünüyor gibiydi. Ardından kesin bir dille konuştu. "Ona anlatmam."

Elbette anlatmazdı. Bunu biliyordum zaten. Ama yine de sormak istemiştim.

"Teşekkür ederim." uzanıp bir elimi minnetle onun elinin üzerine koydum.

"Teşekkür etmene gerek yok." dedi elindeki bezi kenardaki küçük kovanın içine atarken. Ardından yattığım yataktan destek alarak ayağa kalktı ve yatağın alt kısmına gidip üzerine çıktı.

Gülümseyerek ne yaptığını izliyordum. Emekleyerek geldi ve yanıma, yatağın duvara bitiştirilmiş kısmına sıkışarak yattı. Yatak tek kişilik olduğundan zor sığmıştık ama sorun yoktu, sığması için biraz daha kenara çekildim.

Ardından bir süre sessizce o şekilde sırt üstü, yan yana yatarak tavanı izledik... Sanırım konuşmadan anlaşmak dedikleri şey buydu, çünkü Kennis yaşadığım travmalar ne olursa olsun hep olabilecek en etkili şekilde yanımda durmuştu. Yokluğunu bir an bile hissetmemiştim. Onun her zaman kendine has iyileştirme taktikleri vardı. Sadece fiziksel anlamda bir şifacı değildi, yanına olduğu insanları varlığı ve sevgisiyle bile iyileştirebiliyordu.

Bu da o anlardan biriydi.

Dakikalar dakikaları kovalarken tahtadan döşemeli tavanda yine onlarca düşüncem dönmüştü ve sonunda o bâki kalan sanrı, yine zihnimin her bir noktasını hâkimiyeti altına almıştı. Lord Bruce...

O bronz ve ipeksi, güneşin harelerini çalmış saçlarının içinde ellerimi gezdirmenin nasıl bir duygu olduğunu merak ediyordum... Hatta buna büyük bir ihtiyaç duyduğum bile söylenebilirdi ama yapamazdım. Yine asla olamayacak şeyleri düşünmek yüzünden hayalleri sudan başka bir yere gitmeyen biri olmuştum.

Sonra kokusunu hatırladım, ormanların, yaprakların kokusu vardı üzerinde... Bu öyle yoğun bir andı ki, karnımın üzerinde olan ellerimi istemsizce sıktım. Kokusunu hatırlamak her zaman kalbimi sıkıştırıyor, hüzne boğuyordu.

Bu kadar güzel olan bir şeyin nasıl acısı da bu kadar ağır olabiliyordu?

Kalbimin üzerindeki ağırlık ömrüm boyunca kalkmayacak gibi hissediyordum. Derin bir soluk aldım ve gözlerimi tavandan, hayalimdeki yeşillerden çekmeden mırıldandım. "Kennis..."

Kennis dinlediğini belirtir bir şekilde kafasını hafifçe bana doğru çevirdi ve bekledi. İçimdeki yoğun sancı sanki dışarı çıkmak için kelimelere ihtiyaç duyuyordu. Gözlerimi kapattım. Ama ne yazık ki sadece karanlığa gömülemiyordum, o mükemmel yüz asla gözlerimin önünden gitmiyordu. Tekrardan derin biri soluk daha alıp ağır ağır verdikten sonra, birbirine bastırdığım dudaklarımı araladım.

"Ben Lord Bruce'a aşık oldum."

**

**

**

Elimdeki son patatesi de soyduktan sonra önümdeki on ikinci tenekenin içine attım ve kendime biraz mola vererek bileğimi alnıma dayayarak mutfaktaki çalışanları izlemeye koyuldum. Şu an bu büyük mutfağın en köşesinde ve biraz yüksek bir bölmesinde yer aldığımdan herkesi görebiliyordum. Tüm çalışanlar büyük bir özveriyle işlerine yoğunlaşmış, ortadaki baş aşçıdan azar yememek için verileni en güzel haliyle yapmaya çabalıyordu.

Arada bir dilimlenmiş domateslerden gizlice ağzına atan Sandy; fazla kiloları yüzünden yürümekte zorlanan ama buna rağmen hiç durmayan yaşlı, sevecen Roona; kazanın başındaki, saçlarını yine her zamanki gibi iki yanından örgü yapıp gelmiş, on beş yaşındaki neşeli Karse; az evvel soğan doğradığı için gözleri kıpkırmızı olan, şu anda da durmadan gözlerini silmekle meşgul Anna ve diğer herkes... Hepsine tek tek göz gezdirdim hiç ayrıntı atlamak istemezcesine. Arada bir de baş aşçıya kontrol amaçlı bakışlar atıyordum, çünkü her ne kadar beni yaralı gördüğü için fazla ayak altında olmamamı sağlayan bir iş vermiş olsa da işinden kaytaranlardan nefret ederdi.

Tam ortalığı izlemeyi kesmiş, yeni bir soyulmalık patates almaya uzanırken mutfağın bahçeye açılan kapısından Kennis girdi. Yüzünde büyükçe bir gülümseme vardı. Gözleriyle kısa süre mutfağı taradı ama beni görmedi.

Üzerindeki kahverengi şifacı giysisi baş aşçının dikkatini çekmiş olacak ki hemen Kennis'in yanına gitti. O, baş aşçıyla konuşmaya başlarken arkasında duran asker dikkatimi çekti. Steenie değildi, ama kim olduğunu bilmiyordum. Yeniden yüzünde büyük bir gülümseme ile baş aşçıya bir şeyler anlatan Kennis'e döndüm.

Bir dakika sonra konuşması bitince baş aşçı ellerini arkasında birleştirdi ve mutfağa bakınmaya başladı. Sonra kazanın başında, büyük kepçeyle yemeği karıştırmaya çalışan Karse'yi yanına çağırdı. Büyük kepçeyi yanındakine bırakan Karse minik ve hızlı adımlarla baş aşçının yanına giderken baş aşçı bir de Hailey'e seslendi. Havuç doğrama işini bir kenara bırakan Hailey merakla yanlarına yürürken Kennis'in gözleri beni buldu. Yüzüne yine o güzel gülümsemesi yayılmıştı. Baş aşçıya bir şeyler söyleyerek beni işaret etti. Dönüp bana keskin bir bakış atan baş aşçıdan hemen gözlerimi kaçırdım. Birkaç saniye sonra, elindeki bir çanak dolusu biber ile yanımdan geçen Roona seslendi.

"Patatesçi," başımı kaldırıp baktığımda gülümsedi, "Baş aşçı sana sesleniyor."

Elimdeki bıçağı soyulmuş patateslerin içine atarken ayağa kalktım. "Tamam Roona, teşekkürler." Kırmızı ve dolgun yanakları daha da belli olacak şekilde gülümsedi ve işinin başına doğru yürümeye devam etti.

Kalkarken dizlerimde ve bacaklarımda hissettiğim, o geceden kalma yaralar yüzünden yine biraz zorlandım. Artair'e lanet ediyordum ama neyse ki Kennis gibi muhteşem biriyle de aynı evi paylaşıyordum. Çoğu yara günden güne hızla iyileşmişti. Tabi dudağımın altındaki, büyük ve oldukça ağır iyileşen yarayı saymazsak...

Gözlerimi kapının girişine, Kennis ve baş aşçıya çevirdim. İkisi de bana bakıyordu. Yanlarına yürümeye başladığımda içimi bir merak ve biraz olsun korku sararken tezgahların birinin üzerinde bulunan temiz bezi ellerimi silmek için aldım. Kennis'in yüzünde güven verici bir gülümseme vardı, tedirgin olmamaya çalışmak için o gülümsemeye odaklanmam yeterliydi.

Yanlarına gelip durduğumda baş aşçı konuştu.

"Euphemia, bu şifacı ve birkaç arkadaşı ormana, bitki toplamaya gitmekle görevlendirilmiş. Leydi Larena yanlarına üç kişi de mutfaktan çalışan almalarını söylemiş. Sen de onlarla gideceksin, fazla yorucu bir iş değil."

Buradan birkaç saatliğine de olsa kurtulduğuma sevinerek ve sevinçli olduğumu çok belli etmemeye çalışarak düz bir ifadeyle başımı salladım. "Peki, efendim."

**

**

**

Bembeyaz çiçeklerin olduğu fundalıklardan yerdeki sarı çiçeklere yöneldim. Aradığım ot genellikle bu sarı çiçeklerin arasında kendine yer buluyordu, uzun ve kadifemsi yaprakları güneşin altında açık bir yeşil tonlarına bürünen bir rengi vardı.

Arver otu.

Genellikle yanık tedavisinde kullanılan ottan birkaç tanesini daha gözüme kestirip oraya doğru yürümeye koyuldum. Arada bir de benden biraz uzaktaki şifacı grubuna bakıyor, onları kaybetmemeye çalışıyordum bu sık ormanda. Tabi bir de kaleden çıktığımızdan beri delicesine göz hapsine almış erkek şifacıdan kaçmak için biraz uzaklarda otu aradığım söylenebilirdi.  Tek istediğim başıma yeni bir bela almadan, gözlerden uzak şekilde yaşamaktı. Bu şifacı benden ne istiyordu?

Şifacılar arasında erkekler çok olmazdı ama böyle bir kural yoktu elbette. Özellikle kale içindeki şifahanelerde yer alıyorlardı. Şatodakinde de birkaç tane vardı.

Son arver otunu da elimdeki sepete atıp Leydi Larena'nın bizi koruması için görevlendirdiği üç askerin olduğu yere kısa bir bakış attım. Genellikle yanlarında olan şifacı bu kez onların yanında değildi. Nerde olduğunu çok da merak etmedim ve eteğimi hafifçe toplayarak kızların yanına doğru yürümeye koyuldum. Elimdeki arverleri onlara verip diğerlerini toplamaya devam edecektim.

Yanlarına gelince Kennis bodur bir ağaçtan topladığı minik, kırmızı meyvelerden başını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi. "Topladın mı Euphie?"

"Evet," dedim elimdeki sepeti hafifçe kaldırırken. "Şimdi size yardım etmemi ister misin?"

Burada toplayıcı göreviyle bulunan herkes şu an bu minik meyvelerden topluyordu. Ben hariç. Kennis hemen yanındaki Christie'ye bir bakış attı. Christie topladığı minik meyvelerden birkaçını ağzına atarken konuştu. "Bence yardım etsin. Leydi Larena bunlardan çok toplayın dedi."

Kennis oturduğu yerden kalkmadan döndü ve ellerini bana doğru uzattı, tüm parmakları meyvenin rengine bürünüp kızıllaşmıştı. "Ellerin böyle olacak ama."

Omuz silktim. "Olsun. Sorun değil."

"Peki öyleyse, eve gidince anneme elimizi kana buladığımızla ilgili espirileri beraber yaparız." Ben gülerken parmağıyla ilerideki büyük ağacın altını gösterdi. "Sepeti ilerideki ağacın altına bırak da gel."

"Tamam." içi arverle dolu minik sepeti iki elimle kulpundan tuttum ve gösterdiği yere doğru yürümeye koyuldum. Birkaç adım atmıştım ki gelen nal sesleriyle duraksayıp etrafıma bakındım. Artair'in saldırısına uğradığım o günden beri en ufak sese bile korku ve tedirginlikle tepki veriyordum.

Sesin sahibi kale tarafından gelen bir atlıydı ve yaklaştıkça gelenin Lord Henson olduğunu anladım. Onu görünce içime büyük bir mutluluk yayılmıştı. Fazla hızlı olmayan atının adımlarını yavaşlatıp yularını kendine çekerek durdurdu ve şifacıların olduğu yere yaklaşıp selam verdi.

"Merhaba. Burada ne yapıyorsunuz?" Hepsi yaptığı işi bırakıp ayağa kalktı.

Christie sorusunu cevapladı. "Birkaç bitki ve yaban meyvesi topluyoruz, lordum."

Lord Henson başını salladıktan sonra yaklaşıp onlara topladıkları şeylerle ilgili bir şeyler daha sormaya başlamıştı ki ağaçların arasında gördüğüm siyahlık, gerçeklikle tüm bağlantılarımı kesip attı. Emin olmak için gözlerimi biraz daha kıstım ama son ağaç dalını da ardında bırakıp tamamen bizim bulunduğumuz açıklığa adım attığında elimdeki minik sepete daha da sıkı sarıldım. Lord Bruce, yine o şiddetli bir kasırgayı andıran, gece kadar siyah atının üzerinde buraya doğru geliyordu.

Kalbim deli gibi çarparken ayaklarım yine bir klasiği gerçekleştirerek hissizleşti.

Gözleri yerlerdeydi, sanki etrafındaki hiçbir şey ilgisini çekmiyormuş gibi nerede olduğuna bile bakmıyordu. Sanırım ormanın her noktasını avucunun içi gibi bilmek böyle bir şeydi. Birden dudağımın altındaki, çeneme uzanan çirkin yara aklıma gelince bir elimi istemsizce oraya götürdüm. Hafifçe kabuk tutmaya başlamıştı ve yer yer morluklar da vardı ama öyle çirkin görünüyordu ki hemen buradan yok olmayı, gözden uzak bir yere gitmeyi diledim. Lord Bruce'un beni aslında çoktan gördüğünü biliyordum, ondan gizlenemezdiniz. Ama yine de şu an her ne kadar benden tarafa bakmıyor olsa da kafasını kaldırıp bana ve bu çirkin halime bakmasını istemiyordum.

Zorlukla ayaklarıma hükmedip hemen arkamı döndüm ve dönmemle birlikte birine çarpmam bir oldu. Bunun üzerine iki adım geriye sendelerken elimdeki sepet yere düştü ve dengemi güçlükle kurdum. Neredeyse sırt üstü yere düşüyordum. Yine de çarptığım şifacı hızlı bir hareketle kolumu yakalayıp bana doğru yaklaştı ve sonra hızlıca konuştu.

"Özür dilerim. İyi misin?"

Fazla yakınlığımızdan dolayı saçlarımda hissettiğim nefesi ile irkildim ve kendimi bir adım geriye çekmeye çalışırken cevap verdim.

"İyiyim. Önemli değil."

Kolumu kavrayan eli gitmeme izin vermeyince hemen diğer elimi götürüp onun elini kenara çektim ve kendimi ondan bir iki adım kadar uzaklaştırdım. Bu beni göz hapsine aldığını hissettiğim o şifacıydı tabi ki.

Arkaya bakmaya kesinlikle cesaret edemeyerek eğildim ve yerdeki arverleri toplamaya başladım. Her ne kadar normal davranmaya çalışsam da titreyen ellerim bana müsade etmiyordu. Yine çok heyecanlanmıştım, öyle ki uzakta da olsam onunla aynı ortamda bulunmak beni böyle yapıyordu. Başımda dikilen şifacının yanıma diz çöktüğünü fark ettiğimde hafifçe kafamı kaldırıp yüzüne baktım.

"Sana yardım edeyim." dedi kibarca. Başka zaman bunda kesinlikle bir sakınca görmezdim ama şimdi çok tedirgin hissediyordum. Düşüncelerim kilitlenmiş gibiydi.

Sanki ortalık tamamen sessizliğe gömülmüştü. Herkes susmuş muydu? Bir an önce bu otları toplayıp buradan, bu durumdan uzaklaşmak istiyordum. Biraz ilerideki bir arvere uzandığımda o da benimle aynı şeyi yaptı ve ellerimiz çarpıştı. Hemen geri çektiğimde şifacı gülümseyerek "Pardon." diye mırıldandı.

Bense tüm kabalığımla hiçbir şey söylemedim. Dilim tutulmuş gibiydi. Tanrı aşkına bu şifacı nereden çıkmıştı böyle? Sadece şu durumun son bulmasını istiyordum.

Önümdeki dökülmüş otların bittiğini fark ettiğimde arkamı döndüm ama döner dönmez benden yaklaşık on adım uzakta duran Lord Bruce ile göz göze gelmem bir oldu. Bana öyle sert bakıyordu ki parmak uçlarıma kadar üşüdüğümü hissettim. Dudakları sımsıkı bastırılmış ve çenesi kasılmıştı. Yeşil gözleri ağaçların altında onların yapraklarıyla aynı tona bürünmüştü ve hayatımda gördüğüm, görebileceğim en delici bakış ile üzerime sabitlenmişti.

Hemen önümdeki arvere uzanan elim öylece kalmıştı. Az sonra bakışları yanımdaki adama dönünce şifacı tedirgince ayağa kalktı. Bruce şifacıya, birazdan o gece parçasından inecek ve yanına gelip bulduğu ilk ağaç gövdesine dayayarak suratını dağıtacak gibi bakıyordu. Şifacı kalkınca arverleri toplamayı bırakıp ben de tedirgin bir şekilde ayağa kalktım.

Gözlerini üzerimden ayırmadan atının dizginlerini kendine çekerek onu sol taraftaki ağaç sıklığına çevirdi. Bakışları bulunduğum yeri terk ettiğinde atı hızlı bir şekilde o ormanlığın içine sürmeye başlamıştı bile.

Sonra kısa sürede gözden kayboldu.

Beynimdeki o bilindik sarhoşluk etkisini kaybedene kadar bekledim... Yine gözleri benimkini bulduğunda o yalnızca ikimizin bulunduğu dünyada bulmuştum kendimi. Üzerinde sadece ikimizin bulunduğu, diğer her şeyin birer "hiçliğe" dönüştüğü o dünya... Oradan kendi basit dünyama dönmem zaman alıyordu. Sanırım ne o dünyaya ne de bu dünyaya ait oluşumdan kaynaklanıyordu bu arada kalmışlık hissi. Asla bir yere tam olarak ait olamıyordum...

Ayaklarımı hissetmeye başlayınca gözlerimi de etrafta gezdirdim. Herkes işine dönmüştü. Yanımdaki şifacı bile gitmişti, ben hiç farkına varmadan. Önce elimdeki arverlere baktım bir süre. Sonra da Lord Bruce'un gittiği o ağaç sıklığına... Hayal meyal Lord Henson'ın da peşinden gittiğini hatırlıyordum.

Ağır ağır, sanki tüm gücüm tükenmiş gibi yeniden eğilip sepetteki arver otlarından birini elime aldım. Otsu yüzeyi yumuşak ve pürüzsüzdü.

Sonra bu uzun, ince biçimli arver yaprağının üzerinden bir damla kaydı, usulca yere yuvarlandı... Yanaklarımdaki ıslaklığı hissetmesem damlanın kaynağını merak ederdim ama bana aitti. Yaprakta hiç iz bırakmadan süzülen gözyaşı damlasını bir diğeri takip edince kolumla hemen gözlerimi sildim. Damla yaprakta öyle kusursuz ve bozulmadan kayıp yere düşüyordu ki görüntü gerçekten de inanılmazdı. Yaprak damladan zerre almıyordu kendine, hiç gelmemiş gibi gitmesini sağlıyordu.

Bütün hüzünlerin de beni böyle geldikleri gibi zararsızca terk etmesi mümkün müydü?

Şu an ne için üzüldüğümü ben de bilmiyordum ama içimde kocaman bir boşluk vardı. Asla kapanmayacak gibi olması bir yana, giderek daha da büyüyen bir boşluk.

Hiçbir dünyaya tam olarak ait olamamanın boşluğu...

**

**

**

Minik kızıl meyveleri topladıktan sonra iki asker onları kaleye götürdü. Bu sırada biz de bulunduğumuz yerde oyalandık ve Christie'nin şifahanedeyken başına gelen komik şeyleri dinledik. Gerçekten de neşeli bir kızdı ve anlattıkları beni bile o durgun ruh halimden çıkarmış, güldürmüştü.

Kaleye giden askerler geri döndüğünde ise ormanın daha iç kısımlarına yürümeye koyulduk. Şimdi de büyük, kara ladinlerin altında yetişen bir bitki kökü toplamamız gerekiyordu. Bu işlemden sonra on kişilik grup ikiye ayrılacak, birincisi kaleye geri dönecek ikincisi ise yakınlardaki bir köye gidecekti. Orada yaşayan yaşlı ve bilge şifacının yanına uğrayıp toplanılan malzemelerden bir kısımını ona götürecek, zor yapılan bir ilacın tarifini alıp geri geleceklerdi.

Yaklaşık on beş dakika yürüdükten sonra o köklerin olduğu yere geldik. Herkes küçük bir alana dağılmış zaten bol miktarda olan köklerden bir sepet dolacak kadar kısa sürede toplamıştı. Bir sepet dolunca da dört şifacıdan, içinde Christie'nin de bulunduğu ikisi ve bir asker kenara çekildi. Onlar yaşlı şifacının yanına gidecekti, biz de kaleye dönecektik.

Christie tam yola çıkmak üzere olduklarında bana dönüp "Sen de gelmek ister misin Euphemia, biraz solgun görünüyorsun. Hem belki biraz daha yürüyüş iyi gelir?" diye sordu.

Kararsız bir şekilde bir süre bekledikten sonra gözlerimi, sepetteki kökleri düzenleyen Kennis'e çevirdim. Sen bilirsin anlamında omuz silkti ve gülümsedi.

Hala kararsız olsam da karşımda bekleyen Christie'ye "Teşekkür ederim, eve gitsem daha iyi olur." dedim ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek.

Christie tamam anlamında kafasını salladıktan sonra getirilen kahverengi ata atladı. Diğer şifacı ve asker de atladığında hepimize "Görüşmek üzere." deyip yavaş yavaş, bahsedilen köye doğru ilerlemeye koyuldular.

Biz de kaleye doğru yürümeye başlamıştık. Ama henüz bir dakika bile olmamıştı ki kararımı değiştirdiğimi fark ettim. Kaleye dönüp mutfakta patates soymaya devam etmek hiç de cazip gelmemişti. Baş aşçıya önemli bir iş olduğunu, gitmem gerektiğini söylerdim, sorarsa.

"Kennis," sorarcasına yüzüme baktığında devam ettim, "Ben de onlarla gidebilir miyim?" baş parmağımla omzumun arkasını, ormanı işaret ettim, "Hem fazla uzaklaşmamışlardır."

"Tabi." dedi Kennis "Ama acele et, umarım buradan çıktıkları hızda gitmişlerdir."

"Tamam," diye karşılık verdim gülümseyerek, "Hemen gideyim öyleyse. Görüşürüz."

Hızlı adımlarla diğer gruba yetişmek için geldiğimiz yolu yeniden geri dönmeye başlarken Kennis arkamdan bağırdı. "Eğer yetişemezsen bu yolu takip ederek kaleye dön."

"Tamam," diye bağırdım arkamı dönerek. Ama yürümeyi kesmemiştim.

Yol ayrımını belli eden kızıl çamın yanından dönüp Kennisleri tamamen arkamda bıraktığımda kafamı gökyüzüne çevirdim. Biraz bulutlanmıştı, sanırım yağmur gelecekti.

Bunu fark edince daha da hızlı yürümeye koyuldum. Her tarafı birbirine benzeyen ormanda yolumu bulmaya çalışıyordum ve benim yön bulma duyum kesinlikle berbattı. Yine de telaş yapmamaya çalıştım. Tek yapmam gereken kök topladığımız yeri bulup oradan Christielerin gittiği yolu takip etmekti. Hem Christie'nin atı güçlü görünüyordu, onun arkasında kendime yer bulduğumda bu bastırmak üzere olan yağmurda yürümek zorunda da kalmazdım.

Köklerin olduğu yerde sık bir ağaç topluluğu vardı, etrafı bodur çalılarla sarılmış. Orayı aramaya koyuldum. Ama gittikçe orman sıklaşıyor, her yerde aradığım şekle uygun ağaç toplulukları karşıma çıkıyordu.

Ve sonunda kaybolduğumu fark ettim.

Kaç dakika olmuştu Kennis ve beraberindeki gruptan ayrılalı, onu bile bilmiyordum. Birkaç dakika önce, köye giden grubu aramayı bırakıp kaleye giden yolu aramaya koyulmuştum. Ve berbat yön bulma duyum bana hiç yardımcı olmuyordu. Neredeyse her yer birbirinin aynıydı. Üstelik hafiften bir yağmur yağmaya başlamıştı, ağaç yaprakları düşen damlalarla ağır ağır sarsılıyordu.

Sonra koşmaya başladım. Akşamın olmasına henüz çok varken bulutların kaybettiği güneş yüzünden daha da karanlık görünen orman artık çok ürkütücü geliyordu. Üstelik vahşi hayvanlar da etrafta olabilirdi. Geçenki kurt olayı aklıma gelince kalbim sertçe attı. O olayı hatırlarken hiçbir zaman sakin kalmayı başaramıyordu zaten...

Acaba kurtlar yağmur yağarken dışarı çıkarlar mıydı?

Bunları düşünmemeye çalıştım. Tek yapmam gereken koşmak, kaleye giden yola dair bir şeyler bulmak olmalıydı.

Ardından dakikalarca koştum.

Nereye gittiğimi bilemeyerek... Ama durmayı reddediyordum. Korkunun kalbimi tamamen ele geçirmesini engellemem için bu, gerekliydi. Gittikçe daha da şiddetlenen yağmurda neredeyse her yerim sırılsıklam olduğunda ve toprak, artık kaygan bir hal aldığında koşmayı bıraktım. Nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu.

Biraz soluklanmak için bulduğum ilk ağacın gövdesine sırtımı dayadım. Zaten her yanım ağaç olduğundan çok da fazla bir seçeneğim yoktu.

O kadar saçma bir durumdaydım ki... Christie beni kaleye döndüm olarak biliyor; Kennis ve diğer şifacılar ise köye gidiyorum olarak biliyordu. İki taraf da böyle aptal gibi kaybolacağımı tahmin edemezdi tabi.

Yağmur şiddetini biraz daha düşürüp normal bir şekilde yağmaya ama asla azalmamaya devam ederken etrafa baktım. Nefesim de bu sırada düzene girmişti. Acaba Steenie beni buralarda bulabilir miydi? Geçen gün eğitim yaptıkları kampın kalenin dışında, ormanda olduğunu söylemişti. Belki de buralarda bir yerlerdelerdi?

Umudum bana büyük bir pozitiflikle kapı açmaya çalışıyordu ama gerçekçi olmak gerekti. Çok büyük bir ihtimalle kaleye dönüş yolunu bulamayacak, geceyi bu soğuk ormanda üşüyerek geçirecektim. Ancak akşam Christie ve grubu dönünce benim onlarla olmadığımı anlayacaklar, bir arama ekibi ormana çıkacaktı. Tek kurtuluş umudum buydu, üstelik gerçekçiydi de...

Bir türlü dinmeyen yağmurun altında feci halde üşüyordum. Kollarımı omuzlarıma sarıp kendimi ısıtmaya çalıştım ama ne yazık ki hiçbir şey olmuyor, çenemin titremesini dahi durduramıyordum.

Korkunun kalbimi ele geçirmesine izin vermemek için sürekli etrafı kolaçan ediyordum. Sonunda bunu da bırakıp çaresizce olduğum yere çöktüm. Yerdeki çamurlu toprak yüzünden oturmam bile mümkün değildi, bu yüzden bacaklarımı dinlendirmek için yapabileceğim tek şey buydu. Orada öylece bekledim, bekledim...

Kaç dakika geçti bilmiyorum ama kafamı umutsuzca kaldırdığımda karşımda gördüğüm manzara ile tüm bedenimi yoğun bir duygu seli ele geçirdi. Lord Bruce...

Yaklaşık yirmi metre ileride, koyu bir kızıl çamın az ilerisinde duruyordu. Her yanına çarpıp ardından kayıtsızca aşağı süzülen yağmur damlaları saçlarını dağıtmıştı, ıslanan birkaç tutam da alnına düşmüştü.

Doğrudan bana bakıyordu, içinde bir ormanı barındıran yeşilleri, net olarak görmesem de üzerime sabitlenmişti, hissedebiliyordum. Sonra bacakları hareketlendi ve doğrudan benim olduğum yere doğru yürümeye başladı. Kesinlikle aceleci değildi, adımları yavaş ve her seferinde büyük bir asaletle birbirini takip ediyordu. Üzerindeki gri av giysisi geçen akşam şato bahçesinde mutfaktakilerle gördüğümüzde giydiğine benziyordu ama bunun pelerini yoktu. Ondan daha farklı, sert bir havası vardı.

Aramızda beş metreden biraz fazla mesafe kalmışken güçlükle ayağa kalktım, hala ağacın gövdesinden ayırmamıştım sırtımı. Kendimi düşecek gibi hissettiğimden de yapıyordum bunu.

Bir elini yavaşça kaldırıp saçlarına götürdü ve alnına düşen tutamları usulca arkaya atarken birkaç damla yağmur dirseğinden süzüldü. O an düşündüğüm tek şey ise kalbimin her an durabileceğiydi. Sert bakışları gözlerimden başka bir yere ayrılmadı.

Yanıma gelip çok yakınımda durduğunda "Mavi..." dedi sanki çok uzun zamandır görmüyormuş gibi bir tonlama ile. Başımı, yüzünü daha net görebilmek için kaldırdım, çenesinden süzülen bir damla saçlarımın arasında kayboldu ve bu anın içinde ruhumun en derinlerine kadar titredim.

Altında durduğum ağacın dalları pek de geniş olmadığından o ısrarcı yağmur damlaları hala üzerimizdeydi; o bakılası yüzünden düşen her damla kalbimde feci sancılara sebep oluyordu. Elimi uzatıp dokunma içgüdümle mücadele ederken bakışlarının altında biraz daha yok olma isteğiyle doldum.

"Burada ne işin var?"

Sorusu yalındı. Gözlerimi kaçırdım ve mantıklı bir cevap bulabilme umuduyla etrafta gezdirdim. Beni yine aptal durumuna düşürmeyecek bir cevap...

Elini yaslandığım ağaca, boynumun hemen yanına dayadıktan sonra hafifçe üzerime eğildi. Sanki varlığını yeterince güçlü bir şekilde hissetmiyormuşum gibi...

Gözleri ciddi bir ifadeyle yüzümde gezerken ellerimi, titremelerinin son bulması için arkamda birleştirip sertçe ağaca yasladım. İçinde bulunduğumuz an, onun yanlışlıkla odasına girdiğim günkü ana öyle çok benziyordu ki eğer yağmur damlaları üzerimizde geziyor olmasaydı hala o anın içinde olduğumu düşünebilirdim. Ama o, o geceden hiçbir şey hatırlamıyordu.

Dudaklarını araladı ve sözü yeniden devraldı. "Kayboldun."

Kendi sorusunu yine kendi cevaplamıştı ve içinde bulunduğum durumu tek kelimede özetlemişti. Çaresizce yüzüne bakmakla yetindim. Söyleyecek bir şeyim yoktu.

"Neden diğerlerinden ayrıldın?" diye sordu bu kez. Artık bir cevap beklediği aşikardı.

"Aslında onlar... Yani bir kısmı... Yakında bir köy varmış..." saçmalamayı keserek normal bir cümle kurmaya çabaladım. "Ben onlarla gidecektim. Ama yetişemedim."

Sonra yine ormanda kayboldum ve siz yine beni kurtardınız, diye tamamladı iç sesim cümlemi. Başımı eğdiğimde boştaki eli hareketlendi ve parmaklarını çenemin altına yerleştirip yüzümü yeniden yukarı kaldırdı. Böyle yaptığında kalbim sökülüp gidecekmiş gibi oluyordu, bunu hissedemiyor muydu? Ama bunu bir defadan çok yapmıştı, anladığım oydu ki gözlerimi kaçırmamdan hoşlanmıyordu.

Yüzüne baktığımda kaşları çatılmıştı ve ciddi ifadesi biraz daha sertleşmişti. Gözleri dudağımın sağ alt tarafındaki yarada sabitlenirken kendimi hemen bir şeyler söylemek, dikkatini oradan çekmek zorunda hissettim.

"Kaleye gitmeme yardım edersiniz, değil mi?" sevecen çıkması için uğraştığım sesim günlerce susuz kalmışım gibi çıkmıştı.

Sorumu hiç duymamış gibi gözlerini yaradan ayırmadan baş parmağını hafif, öyle belli belirsiz bir hareketle üzerinde gezdirdi ki kalbim resmen midemdeki tüm kasılmaları tetikledi. "Bunu kim yaptı?"

Sesi tehditkârdı, hafifçe ürperdiğimi hissettim. Ama yaranın oluşmasına asıl sebep olan kişiyi asla söyleyemeyeceğimi biliyordum. Bu hem kendimi ele vermek olurdu, hem de ne olursa olsun Artair'in ceza almasını istemiyordum. Ben asla intikamla dolup taşan biri olamamıştım.

"Hiç kimse." diye yalan söyledim. "Yanlışlıkla düştüm."

Hala söylediklerimi duymuyor gibiydi, yüzünde en ufak bir ifade değişikliği olmamıştı bile.

Sonra yüzü, yavaş yavaş benim yüzüme yaklaşmaya başladı. Bu beklenmedik hareket karşısında kalbim yerinden fırlayacak gibi atmaya koyuldu. Her saniye aramızdaki mesafe biraz daha kapandığında tek yaptığım öylece donakalmaktı.

Sıcak dudakları, dudağımın hemen altındaki yaraya değdiğinde gözlerimi kapattım ve yere düşmemek için kendimi biraz daha ağaca bastırdım.

Yumuşak, pürüzsüz dudakları öyle şefkatliydi ki ben dokunduğumda bile sızlayan yara, onun dudakları karşında hiçbir acı hissetmemişti. Nefesi yüzüme değdiğinde titredim. Dudakları ne biraz yukarı çıkıyor ne de aşağı iniyordu, sanki bir acıyı dindirir gibi öylece yaranın üzerinde duruyorlardı. Sonra dudaklarını tenimden yine hiç kaldırmadan yaraya usulca bir öpücük kondurdu ve ben alev aldım... İçinde bulunduğumuz orman ve her şey yanıp kül oldu, öyle ki benden ve bizden bile eser kalmamıştı.

Öpücük acelesizdi. Hatta tüm zaman kavramlarını ortadan kaldıracak türdendi... Ardından dudakları tenimden ayrıldığında büyük bir açlıkla olduğum yerde kalakaldım. Ne kıpırdıyor ne de gözlerimi açabiliyordum. Yüzü hala çok yakındı, bunu hissedebiliyordum.

İlk öpücüğüm müydü bu benim? Burada, bu ormanda, yağan yağmurun altında. Lord Bruce'tan...

Telaşı hala üzerimdeydi ama ilk sayılmazdı ki. Dudaklarıma değmemişti... Ama ne fark ederdi? Kalbim şu an deli gibi depar atmıyor muydu?

Acaba ne düşünmüştü öperken? Yaramı neden öpmüştü? Tüm sorular kafamda dönerken cesaret edip gözlerimi araladım. Yüzü yine yakındı ama benim için yakın kavramının çıtasını az önceki yakınlık, olabildiğince yükseltmişti. Güçlükle nefes aldım.

Öyle güzel bakıyordu ki... Sanki gözleri az önceki sinirli yoğunluktan kurtulmuş, büyük bir şefkatle sarmalanmıştı. Ama bu çok belirgin değildi, hatta hala o sert bakışları genel olarak hakimdi. Dudakları belli belirsizce yukarı kıvrıldığında, ıslandığı için bronz renge dönüşmüş saçından bir tutam, yağmurun etkisiyle alnına düştü ve kalbim sanki olabilecekmiş gibi daha da güçlü bir biçimde tekledi.

Beni gafil avlamıştı; ama ona ne zaman hazırlıklıydım ki? Ardından dudakları yeniden aralandı.

"Kaleye gideriz." ipeksi sesi yaprakları döven yağmurun senfonisine karışırken uzanıp yanağımdan süzülen bir yağmur damlasını sildi ve ekledi. "Ama yağmur dindiğinde..."

Continue Reading

You'll Also Like

FATİH'İN MÜNECCİMİ By Su

Historical Fiction

23.1K 1.5K 21
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa... Ya sonra ? Fatih hayranı genç bir tarih öğrencisi kendini 2. Mehmet'in devrin...
162K 11.4K 42
Arkeolojik çalışma yaptığı sırada geçmişe giden bir kadın tarihi değiştirebilir miydi? [Tamamen hayal ürünüdür.] #Tarihi 1
8.8K 877 28
Seyit, kız kardeşini zorla evlendirmek isteyen güçlü Tosun Paşa'ya karşı mücadele ederken, Paşa'nın ona olan gizli ilgisiyle yüzleşir. İlk başta nefr...
10.9K 781 8
"Sana iki seçenek sunacağım" dedi kısık ve boğuk sesiyle. Bir yandan da elindeki kadehi hafifçe sağa sola sallayarak içindeki alkolle oynuyordu. Gözl...