28. bölüm

950 405 171
                                    

Günler sonra…

Asırlardır kimsenin uğramadığı eski, tarihi bir ev gibiydi yalnızlık. İçinde birbirinden değerli eşyaların olduğu, ama kimsenin uğramadığı bir yerdi. Yalnızlık tam da böyle bir şeydi. Kimsesizlik, çaresizlik ağır bir yüktü. Ağlamak, yalvarmak hiçbir şeye çare değildi. Bunu artık Hicran da biliyordu. Elleri bir sandalyeye bağlı, yüzünde yediği tokatların izleri ve dudağındaki kurumuş kanının verdiği rahatsızlıkla öylece boşluğa bakarken, içinde biriken ölüm özlemi onu kemiriyordu. Keşke şu an ellerini çözebilme imkânı olsaydı. Ölmeye bile imkânı yokken kendini nasıl da aciz hissediyordu. Böyle çekilmez bir hayatın içinde yaşamak zorunda kalmak zoruna gidiyordu. “Ah! Ah!” diyordu. Kardeşi ölerek belki de kurtulmuştu, ama yine de ona ölümü yakıştıramıyordu. Hele de duyduğu sözlerden sonra…

Kara denilen adam ona kardeşinin ölümüne Erganilinin sebep olduğunu söylemişti. Daha yeni yeni Erganiliye ısınmaya başlamış, onun kendisine olan aşkına inanmıştı. Kardeşinin katili olarak bildiği adama, üstelik bu halde olmasına Erganili sebep olmuşken nasıl güvenebilir, hayatına nasıl devam edebilirdi. Çaresizliği iliklerine kadar hissederken bile hâlâ kurtulup Erganiliye, ‘Nasıl kıydın kardeşime!’ diye hesap sormak istiyordu. Bir anda aklında sayısız soru belirdi. Kardeşi ne yapmıştı da Erganili onu öldürmek istemişti? Ya da kardeşi ne biliyordu da ölümle susturulmuştu?

Aklı karma karışıktı. Canı öyle çok acıyordu ki kim bilir kardeşi neler yaşamıştı. Neler yaşamıştı ki bir kez olsun ablasını hapiste ziyarete gelmemiş, en ufak bir haber bile göndermemişti. Sonra birden daha derin düşünmeye başladı. Kardeşi bu adamları nereden tanıyordu? Bu adamlar nasıl bir anda hayatlarına girmiş ve sanki hep varmışçasına hayatlarına müdahale edebiliyorlardı? Sorularına cevap bulması zor olacaktı bunu biliyordu, ama imkânsız değildi. Tam da böyle düşünürken birden ayak sesleri duymaya başladı. Sesler gittikçe yaklaşıyordu. Çok geçmeden gözlerinin önünde bir siluet belirdi. Bulanık görüyordu. Gözlerini kısarak bu kişiye daha dikkatle baktı. Bir süre sonra yüzü netleşen kişi Kara’nın ta kendisiydi. Kara ona soğuk soğuk baktı. Ardından, “Şimdi daha iyi anlıyorum,” dedi. O an aklından neler geçtiğini Hicran’ın anlaması ve bilmesi imkânsızdı, ama Kara’nın aklından, ‘Erganili, Zehra’yı bu tarifi imkânsız güzellik uğruna feda etmişti,’ diye geçiyordu.

Kara bile Erganiliye hak veriyordu, çünkü Hicran’ın insanı içine çeken derin mi derin gözleri, duru, saf bir güzelliği vardı. Bu güzellik uğruna neler verilmezdi? Zehra bu güzelliğin yanında neydi ki? Bir an böyle düşünceler içinde olduğunu anımsayan Kara, düşüncelerinden dolayı kendinden ve hâlâ duygular beslediği eski aşkı Zehra’dan utandı. Gözlerini hemen Hicran’ın büyüleyen bakışlarından aldı ve kaşlarını çatıp, “Hâlâ neden yaşadığına bir anlam veremiyorum biliyor musun? Hâlâ seni neden öldürmediğime ben bile şaşıyorum!” dedi.

Kara, Hicran’ın arkasına geçip ellerini çözmeye başladı. Çözerken Hicran’ın saçlarına dokunup onu rahatsız etmeyi de ihmal etmiyordu. Tamamen çözünce Hicran’ın kolundan tutup kaldırdı. Kaç gündür burada bağlı oturduğunu anımsayamadı, çünkü sürekli baygın haldeydi. Kara’nın az önce sorduğu soru havada kalmışken bir de “Nereye götürüyorsun beni? Ne istiyorsun benden?” diye peş peşe sordu. Hicran duymasa da Kara kendisinin duyacağı bir şekilde, “Yatağıma!” diye cevap vermişti. Hicran sersem ve bitkin bir halde zoraki de olsa küçük adımlarla Kara’nın ardından yürüdü. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Etrafta insan sesleri olsa da hiç kimse görünmüyordu. Birden aklına bağırmak, yardım istemek geldi ve hemen “İmdat! İmdat! Kimse yok mu? Yardım edin!” diye var gücüyle bağırdı, ama ne yazık ki sesi bu boş deponun dışına çıkamayacak kadar zayıf ve bitkindi. Onu ancak Kara’nın kapının hemen dışındaki adamları duyabilmişti, ama ne yazık ki onların da Hicran’a hiçbir faydası dokunmayacaktı. Duymuş ve kendi aralarında gülüşmüşlerdi.

FEDA-İ "DELİKANLI KIZ"  | Kitap OlduTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon