46. bölüm

146 28 7
                                    

LÜKS VİLLA

Hanımefendinin şehirden uzak villasının önünde polis ve gazeteciler vardı. Muhabir haberi şöyle sunuyordu.

“Dün sabah erken saatlerde evinde ölü olarak bulunan şair ve genelev işletmecisi Rezzan Karahan bugün defnedildi. Yaşadığı sağlık sorunlarından dolayı yıllardır ortalıkta görünmeyen Rezzan Karahan’ın ilk tespitlere göre intihar ettiği söyleniyor. Otopsi raporunun yarın çıkacağı söylense de ünlü genelev sahibinin bir cinayete kurban gittiği iddiaları da gündemde. İnfaz mı, yoksa intihar mı? Herkes bu sorunun peşinde! Rezzan Karahan’ın kimsesiz çocukları fuhşa zorladığı, küçük yaştaki kızlara yasal olmayan yollarla genelevde çalıştırdığı, para karşılığı kız çocuklarını sattığı gibi birçok suçlara bulaştığı da iddialar arasında.”
Polis, “Komiserim maktulün el yazısı ile yazdığı notlar, buyurun.”

“Hepsini incelemek üzere toplayın.”

Polis memuru uzaklaşırken elinde olan birçok kâğıt ve kitapların arasından bir zarf düştü. Komiser Arif eğilip düşen zarfı yerden aldı. Zarfın üzerinde “Hicran’a” yazıyordu. Komiser kimseye fark ettirmeden zarfı montunun cebine koydu ve villadan çıktı. Kalabalık bir şekilde bekleyen gazeteciler komiserin önünü keserek soru yağmuruna tuttu. Komiser Arif Arıkan çevresini kuşatan gazeteciler arasında durmak zorunda kaldı. Sorulan birçok soruya aynı cevabı verdi. “Şu an için intihar şüphesi üzerinde duruyoruz. Aksini gösteren hiçbir delil yok. Lütfen otopsi raporunu bekleyin.”

Komiser oradan büyük bir heyecanla uzaklaştı, çünkü hanımefendinin Hicran’a yazdığı mektubu okumak için can atıyordu. Yeterince uzaklaştığından emin olunca mektubu açtı. İnci gibi bir el yazısı ile yazılan satırları okudukça hayretler içerisinde kalıyordu. Hiç kimsenin aydınlatamayacağı bir gerçeği haykırmıştı hanımefendi. Bu gerçeklerle ölmek istememişti ve artık bu sırları Komiser Arif Arıkan da biliyordu.

***

MEVLÜT BEY’İN EVİ

Tam bukre vaktiydi. Bukre, gecenin gündüzden ayrılmaya hazırlanan anıydı. Camiden ezan sesi yükseldi “Allahu ekber, Allahu ekber…” Mevlüt Bey gözlerini araladı. “Aziz Allah,” dedi. Abdest almak için banyoya yöneldi. Abdest aldıktan sonra seccadesini yere serip niyet etti ve namazına başladı. Namazını bitirirken önce sağa doğru sonra sola doğru yönelerek, “Es selamünaleyküm ve Rahmetullah,” dedi. Ellerini semaya yönelterek, “Rabbim, sen hayrın ve şerrin yaratıcısısın. Şüphesiz ki hayır da şer de senden gelir. Ben günah işledim, yanlış yaptım. Senden af diliyorum ve o sonsuz merhametine sığınıyorum. Beni affeyle Allah’ım. Âmin,” diye dua etti. Kur’an-ı Kerim’i alıp seccadesine diz çöktü. Ardından tövbe suresini okudu. Sureyi okuyup bitirince, “Sadakallahül azim,” dedi gözleri yaşla doluydu. İçinde işlediği günahın vebali ve vicdan azabı vardı. Derdini kimseye anlatamıyordu. Rabbinden başka kimsesi yoktu. Her zaman yaptığı gibi bugün de işlediği suçun olay mahallini ziyarete gidecekti. Kapıyı açtı. Tam karşısındaki dairede eskiden iki kızıyla birlikte Sait Kama yaşardı. Eski dostu Sait Kama’nın evine baktı. Cebinden anahtarını çıkartıp kapıyı açtı. Unutamadığı o günü ve Feda’nın çığlıklarını hatırladı.

“Ben ne yaptım Allah’ım!” diye hayıflandı. Gözlerinin önünden bir türlü gitmeyen o iğrenç manzara vardı. Kapıyı kapattıktan sonra diz çöktü. Güneş yeni yeni, adeta yeni sırları açığa çıkartmak için doğuyordu. Eliyle yüzünü kapatıp dakikalarca ağladı. Allah’a yalvardı. Hangi dua onu aklayabilirdi, bilmiyordu. Ama Allah’ın onu duyduğunu çok iyi biliyordu. Feda’yı hatırladıkça, “Affet be yavrum, geç kaldım,” diyordu. Her şey bir kez daha gözlerinin önünde canlanıyordu. Oysa o gün birazcık daha erken gelseydi, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Salonun hemen girişinde, tam da şuradaydı. Şu iki koltuğun dibinde yerdeydi.  Feda perişan haldeydi. Yarı baygındı ve yüzünde kanlar vardı. Yediği dayakların izleri hâlâ üzerindeydi sanki. Üstü başı yırtık, üzerinde hayvan gibi tepinen bir cani vardı. Mevlüt Bey, “Geç kaldım! Geç kaldım!” diyordu. İşte şuradaydı, adamın arkası dönüktü.  O gün de eve yedek anahtarları alıp girmişti. Feda onu fark etmiş ve utanarak gözlerini kapatmıştı. Başını utançla göğsüne doğru eğmişti. Mevlüt Bey, o caniyi bıçaklarken hiç tereddüt etmemişti. İçi soğumadan bıçağı defalarca adamın bel boşluğuna saplamıştı. Neye uğradığını şaşıran adam yığılıp kalmıştı. Ardında ne yaralar bıraktığını bilmeden gebermişti. Feda toparlanamamıştı bile. Mevlüt Bey üzerindeki kıyafetleri düzeltmiş ceketini indirip Feda’nın çıplak vücudunu örtmüştü. Tir tir titriyordu.

Mevlüt Bey, “Seni artık yaşatmazlar kızım. Kaç kurtar canını!” demişti, ama Feda o gün bu işin peşini bırakmayacağının yeminini etmişti. Aralarında bir anlaşma yapmışlardı. Feda cinayeti Mevlüt Bey’in işlediğini kimselere söylemeyecek ve onu ifşa etmeyecekti. Ablası o gün eve erken geldiği için cesedi ortadan kaldıramamışlardı. Ablasının suçu üstlenmesi beklediği bir şey değildi. Mevlüt Bey de küçük kızın mağduriyetini anlayarak onu insanlar içinde küçük düşürmemek için susmuştu. Sonuçta bir kızdı. Annesiz ve babasız büyüyordu. İstismara uğraması herkesin dilinde ayrı bir hikâyeye dönüşecekti. Birçok kişi onu ayıplayacak hatta suçlayacaktı. Bu bizim toplumun bir gerçeği değil miydi? Bu yüzden de susmuştu. Kimselere küçük kızın tecavüze uğradığını anlatamamıştı. Olayın yanlış bir anlaşma sonucunda gelişmiş olma ihtimali kamuoyunu susturacaktı.

“Hâlâ vicdan azabı çekiyorsun değil mi?”
Mevlüt Bey’i korkutan ses Feda’ya aitti. Mevlüt Bey bir an için hayal gördüğünü sandı. Feda ona bakmadan kendi odasına açılan kapıya yaslanmıştı.
“Nasıl çekmeyeyim? Vicdanımın sesini duymazdan nasıl gelebilirim ki?”
“O gün beni duymazdan gelmiştiniz!” dedi Feda yine göz göze gelmeden.
“Affet, affet beni yavrum. Bilemezdim, bilseydim hiç gider miydim?”
“Ben size kızgın değilim,” dedi Feda başını eğip gözlerini kaçırarak.
“Madem kızgın değilsin neden gözlerimin içine bakmadan konuşuyorsun be yavrum?”
“Bakamam! Beni öyle hatırlamanızı istemezdim.”

Mevlüt Bey ayağa kalktı ve Feda’ya doğru yürüdü. Feda yeniden başını öne eğdi. Mevlüt Bey, Feda’nın çenesinden tutarak başını kaldırdı ve gözlerinin içine bakarak, “Utanma! Sen utanılacak hiçbir şey yapmadın. Bırak da ben ve benim gibiler utansın, sorumsuzlukları yüzünden hayâ etsin!”

O gün Feda birileri tarafından izlendiğini hissetmiş ve Mevlüt Bey’e bundan bahsetmişti. Mevlüt Bey önemsemeyip, “Sana öyle gelmiştir,” diyerek on üç yaşındaki kızı tek başına eve yollama gafletine düşmüştü. Çok geçmeden durumu anlayan Mevlüt Bey hızla eve gelmeye çalışsa da ne yazık ki geç kalmıştı. O günden sonra da ölene kadar çekeceği bir vicdan azabına mahkûm etmişti kendini. Mevlüt Bey tatlı bir ses tonuyla, “Vazgeç be kızım, vazgeç! Sen şeytanla işbirliği yapamazsın. Ona bel bağlama. Gel vazgeç bu oyundan,” diye konuştu.

Feda’nın davasından vazgeçmesini ima ediyordu Mevlüt Bey. Feda yıllar sonra ilk kez Mevlüt Bey’in gözlerinin içine baktı ve öfkeyle haykırdı. “Vazgeçersem geç kalırım! Ya geç kalırsam ya yetişemezsem ya küçük bir çocuk daha benim vazgeçişim yüzünden hayatından, hayallerinden, geleceğinden olursa? O zaman vicdanım beni rahat bırakır mı?”

Bu kez gözlerini kaçırma sırası Mevlüt Bey’de idi. Feda, Mevlüt Bey’i kahredecek bir gerçeği daha haykırdı. “Siz can dediğiniz kızınızdan vazgeçerken geç kaldınız! Onu reddedip kovarken neler yaşayabileceğini umursamadınız bile!”
Mevlüt Bey yaptığı hataları hatırlayıp ağlamaya başladı. Bu sözler ona çok ağır gelmişti. Aslında tüm gerçekleri biliyordu, ama yüzüne bu şekilde vurulmasına dayanamıyordu.

“Ben rezil bir insanım. Kördüm, sağırdım. Yanlış yaptım. Günahkâr yaşlı bir adamım!” dedi. Mevlüt Bey ağlarken geçmişi ve kızı Zehra’yı hatırladı. Daha on yedisinde onu karnında bir bebekle sokağa atmıştı. İstismara uğradığına inanmamış ve kızını evlatlıktan reddetmişti. Zehra’ya da bebeğine de Zelal Hanım sahip çıkmıştı. Ne yazık ki Zehra doğurur doğurmaz bebeğini ve ona zulmeden herkesi terk edip Erganiliye sığınmıştı. Ölümüne sevmişti Erganiliyi, ama Kara bir kez daha hayatını mahvetmiş, hayallerini başına yıkmıştı. Erganili, Zehra’nın aşkına karşılık veremese de Zehra’yı sahiplenmiş, onu Kara’ya karşı her zaman korumuştu. Zehra yorulmuş, umutsuz aşkını da yanına alarak bu dünyadan çekip gitmeyi yeğlemişti. Şimdi vicdan azabı çekenler Zehra’yı iyi anlıyordu, ama ne yazık ki geçti. Zehra artık yoktu ve çok geç kalınmış bir pişmanlıktı.

“Sen geç kaldın! Sen, Zehra’dan vazgeçtin!”
“Sen benim kendimi affedebilmem için bir fırsattın, ama ben sana da geç kaldım, yetişemedim,” dedi Mevlüt Bey büyük bir pişmanlık içinde.

Feda, Mevlüt Bey’in gözlerinin içine bakarak, “Belki ben geç kalmam, belki yetişebilirim. Ben vazgeçmezsem o zaman birçok Zehra’nın, Feda’nın hayatını kurtarabilirim,” dedi. Mevlüt Bey, Feda’nın gözlerindeki inancı, korkusuzluğu ve en önemlisi adanmışlığı gördü. Omuzlarına dokunarak, “Dualarım seninle beraberdir çocuk,” dedi.

***

FEDA-İ "DELİKANLI KIZ"  (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin