27. BÖLÜM: KİLİT

En başından başla
                                    

Yağmur, tıpkı bir kurşunun bir kalbi deldiği gibi tenimi delmek için tenime saplanırken, olduğum yerde hafifçe sallanıyor olduğumu fark etmem çok da uzun sürmedi. Saatlerdir bu hâldeymişim gibi hissediyordum. Kollarımı birbirine bağlamış, avuçlarımı da kollarımın üstüne yerleştirmiş, tırnaklarımı çıplak ve ıslak kollarıma batırarak, olduğum yerde hafifçe sallanıyordum.

Küçük bir erkek çocuğunun hıçkırık sesini duydum.

Kafamı yavaşça kaldırdım, saçlarım yüzümün önünü örttüğü için etrafı göremiyordum, yine de saçlarımın yarattığı ıslak parmaklıklar bana karşımda ne olduğunu göstermeye yetiyordu. Poseidon birilerine kızmış olmalıydı, yükselen dalgalar bunun işaretçisiydi. Yükselen dalgalar o kadar griydi ki, yağan yağmurun neredeyse yere kadar indirdiği koyu gri bulutlar ile birbirlerine dokunup, çok da ayırt edilemeyecek kadar küçük bir renk farklılığıyla birbirine karışıyorlardı. Hıçkırık sesinin gitgide daha da şiddetlendiğini fark ettim.

Zeus, göğün kırılan camının arkasından öyle bir çığlık attı ki, kükreyen gök başıma yıkılacak sandım.

"Anneciğim," dedi hıçkırık sesinin sahibi, henüz çok küçük olduğu sesinin tınısına yansımıştı. Küçük bir erkek çocuğuna ait olan bu sesin nereden geldiğini merak ediyordum ama kafamı sesin geldiği yöne çevirmeye, o manzarayı görmeye hazır hissetmiyordum kendimi. "Anneciğim, neredesin?"

Sesi, kimsesiz bir kuşun bir çalılık bulup içine saklanarak diğer yırtıcılardan kendini nasıl koruyacağını düşünürken, gözlerinin annesini aramasını hatırlatmıştı bana. Küçük, kırgın ve öksüz yüreği korkular tarafından sarılmıştı. Yutkunsa, yuttuğu şey acı ve korku olacaktı.

"Anneciğim, hiç üzmeyeceğim seni, geri gel, ne olursun anneciğim."

Tırnaklarımı sapladığım etimden çıkarıp yüzümü örten ıslak saçları kulağımın arkasına sıkıştırdım. Kendimi hâlsiz hissediyordum. Sanki bir mezarın içinden kendi tırnaklarımla toprağı kazıyarak çıkmıştım. Canlı bir cenazeydim; tabutu yakılmış bir ceset, toprağı kazımış bir ölüydüm. Gök bir kez daha gürledi; dalgalar sertçe kıyıya çarpıyordu, dalgalardan sıçrayan tuzlu su damlaları yüzüme uçuyor, zaten ıslak olan ve yağmurun altında ıslanmaya devam eden tenimi hedefi hâline getiriyordu.

Gözlerim küçük çocuğun sesinin geldiği yöne doğru hareket etti. Başımı çevirecek hâlim yoktu ama onu orada, o kumların arasında, dizlerini karnına çekerek oturmuş şekilde gördüğümde bedenim tüm gücünü kuvvetini bir anda toparlayıvermiş gibi hissettim.

Siyah saçları yağmurun altında sırılsıklam olmuştu, dizlerini göğsüne doğru çekmiş, kollarını bacaklarına bağlayarak yüzünü dizlerine gömmüştü. Ağlıyordu. Ağladığını inip kalkan sırtından, titreyen bedeninden ve ondan yükselen hıçkırık seslerinden anlayabilmiştim. Oturduğum yerden yavaşça kalktım. Dalgalar artık daha ileriye gelebiliyor, çıplak ve çamura bulanmış ayaklarımı durulayıp geri çekiliyordu.

Önünde durduğumda yavaşça eğildim, benim varlığımı fark etti ve varlığım onu ürküttü. Geri çekilecekti ki, onu tutarak çekilmesine engel oldum. Kafasını kaldırdı. Henüz yaşça çok küçük olmasına rağmen öylesine tılsımlı, öylesine güzeldi ki... Uzun, siyah ve gür kirpikleri, çocukluğunun getirisi olan iri gözlerinin üstüne ve altına dikilmiş alev alev yanan siyah mumlar gibiydi. Gözünün duru beyazını örten kırmızı damarlar, saatlerdir ağladığının görsel bir kanıtı olmuştu.

Alt kirpikleri bir örümceğin bacaklarına benziyordu.

Gözünden akan yaş, alt kirpiğinde asılı kaldı. Burnunu çekti. "Annemi gördün mü?" diye sordu, sesi titriyordu. Sesi, çok fazla ağladığı için pürüzlü geliyordu. Bana, son umudu benmişim gibi baktı.

ASİ ÇAKILTAŞIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin