Bölüm 17 - İkiz Vukuat

78 13 49
                                    

Okurken keyif almanız dileğiyle^-^/

ww

Gariplik yalnızca umulan şeylerin hiç beklenmedik durumlarda gerçekleşmesinde miydi, yoksa hiç beklenmeyen durumların aniden vuku bulması mıydı? Netice değişmiyordu ancak gariplik kartının konacağı yer, daha doğrusu yapılacak olan seçimler hayatın manasını taşımaktaydı. Fulya ise bu manayı arıyordu. İnsanken aşkı aramak mı, örekken aşkı bulmak mı? İzahatı zor bir tümcenin ortasında yapayalnızdı.
Öte yandan Narin'in zihni, sorularla dopdoluydu. Elde etmek istediği bilgiler, açığa çıkarmak için yanıp tutuştuğu gizemler vardı. Yar-Sub tam olarak neydi? Oraya ölen kişilerin gittiğini az çok kavramıştı ancak onlar döndüğüne göre, yeryüzünde Yar-Sub’a giriş çıkış yapılan bir yer muhakkak olmalıydı. Bu yer neresiydi? Yaşayanlar da oraya adım atabilir miydi? Aklındaki sorular bir yapbozun parçaları gibi birikirken arkadaşına güneşten rahatsız olduğu halde bugün nasıl dışarı çıkabildiğini sormak istedi. Ne var ki, Fulya'nın daha fazlasını anlatacak durumda olmadığını seziyordu. Örekler de bitkin düşebiliyormuş, diye düşündü onun darmaduman olmuş hâline bakarak. Derin bir iç hesaplaşmanın pençesinde gibi görünüyordu. Fulya'nın bir süreliğine yalnız kalmaya ve ferahlamaya ihtiyacı vardı anlaşılan.

Narin, konuşmaya yarın devam etmek istediğini söyleyince kendisine tarif edilen odaya geçti. Daha evvel kaldığı odanın yanında yer alan bu yer de diğeri gibiydi. Sadece penceresi evin ön bahçesine değil de yan tarafına bakıyordu. Yayını ve oklarını koyduğu çantayı, üzerinde siyah bir abajur bulunan komodinin yanına bıraktı. Bir yükseltinin kıyısında yer aldığından dolayı burada toprak daha yakındı. Karanlık olduğu için buza dönüşen karları göremiyordu ancak odasından yayılan ışık, iki meşe ağacının karla kaplı dallarını ortaya çıkarmıştı. Giderek yükseklere çıkan toprakta bir yerden sonra evler, villalar son buluyor; daha çok ağaç yer almaya başlıyordu. İşte en tepede, dondurucu soğuğun yer aldığı zirvede iki ubır bulunmaktaydı. İlkin kanını içerek tükettikleri yaşlı bir adamın şimdi de etlerini ısırıyor ve büyük bir iştahla midelerine indiriyorlardı. Tokluk nedir, hissetmiyorlardı. Doyumsuzlukları had safhadaydı. Sanki ısırdıkları her parça etle birlikte daha da acıkıyor, yemeğin o en derin lezzetine varıyorlardı. Yüzlerine bulaşan kan, onlara yemeklerinden daha çok tat verir gibiydi. Dikkatsizce tüketiyorlar, askılı tişörtlerini ve kapri pantolonlarını kan içinde bırakıyorlardı.

“Burası esiyor sanki.” dedi ikiz ubırlardan sarı saçı kısa olanı. Mavi irisleri hiç görünmüyordu. Gözlerine koyu karanlık ve kızılca bir ölüm hâkimdi.

“Ye gitsin işte, Binnaz.” Öfkelenmişti. Tıpkı ismi gibi nazlı olan kız kardeşinin abartılı isteklerinden bıkmıştı. Adamı avlarken yaşlı olduğu ve iyi tat vermeyeceği için şikâyetçiydi. Kan içmeyi, yemekten sonraya bırakmak istemesi ayrı dertti. Şimdi de soğuktan dem vuruyordu. Onun üşümediğinden adı gibi emindi. Sıcak yemeğine ara vermek, canını sıktı. “Bu şehirde her yere, her dağa, tepeye ev yapmışlar. Avcılara yakalanmadan yiyebileceğimiz bu yeri bulduğumuza sevineceğine soğuktan şikâyet ediyorsun.”

“Arzu?” diye seslendi Binnaz ürkekçe. İkizi, sözlerini tamamlar tamamlamaz yemeye devam etmişti. “Sen de dedin. Burada herkesten gizli yemek yiyebileceğimiz bir dağ neredeyse yok. Olanda da başka ubırlar var. Acaba diyorum-"

“Ne?”

“Acaba-"

“Yeter be Binnaz! Amma uzattın. Ne diyeceksen çabuk de!”

Ürkek kardeş, ağzındaki baklayı bir çırpıda çıkarıverdi. “Yarın başka bir şehre mi gitsek? Buraya gelmeden önce daha küçük yerlerden geçmiştik. Mesela Iğdır.” Bu şehrin ismini heyecanla söylemişti. Gözlerindeki kızıllık ve karanlık derinleşti. “Oradaki dağlar bomboştu.”
Arzu'nun sabrı taştı. İştahını bile kaybetmişti. Ağzından kanlar ve et parçaları saçarak konuştu. “Sen salak mısın? Hayır yani, salak olduğunu biliyordum da Yertinç'e gelmek seni daha mı çok salaklaştırdı, anlamıyorum ki! Bak, canım kardeşim! Sana geçtiğimiz her şehirde anlattığımı burada da anlatacağım. Dikkatli dinle ve bir daha da tepemin tasını attırma, tamam mı?”

“Ne kızıyorsun ya?” Sesi ağlamaklı bir tonda çıksa dahi gözleri hiç yaşarmamıştı.

“Neden kızmayayım? Ben kızmayayım da kimler kızsın? Benim yanımda bir de sen doğduğun için annemle babamdan aldığım yaşam sürem ikiye bölündü. On yedi yaşıma kadar idare ettim. Kim bilir geriye kaç kısa yılım kalmıştır.”

“Ay bile olabilir.” dedi Binnaz sakince.

Arzu neredeyse öfke değil, ateş püskürüyordu. Kardeşinin sükûneti onu yangın yerine çeviriyordu. “Ah evet, ay bile olabilir, salak kardeşim! Zaten şu hâlimize bir çözüm bulamadık, bari ölene dek rahat rahat yiyip içelim, değil mi? Yahu, daha dün ben sana demedim mi küçük şehirlerde insan sayısı az, biri kayboldu mu hemen fark ediliyor diye? Oralarda herkes birbirini tanıyor, yabancı olduğumuz apaçık ortada diye tek tek anlatmadım mı? Hemen bizden şüpheleneceklerini de söyledim. Daha neyin tartışmasını yapıyoruz, güzel kardeşim benim.”

“Bana neden güzel dediğini biliyorum.” Binnaz, yaşlı adamın artık soğumuş göğüs etini usulca kemiriyordu.

Arzu kalakaldı. Birlikte on yedi yıllık bir ömür sürmüşlerdi ama hâlâ ona alışamıyordu. “Söylediğim bunca laf arasında aklında kalan tek şey, bu mu? Söyle bakalım. Nedenmiş?”
Binnaz heyecan içinde, bilgece bir laf edermişçesine açıkladı. “Çünkü biz ikiziz. Birbirimizin tıpatıp aynısıyız. Sen bana güzel diyerek aslında kendinin güzel olduğunu söylüyorsun.”

Zıvanadan büsbütün çıkan Arzu’nun sol kolundaki deriden kanlar çıktı. Kristalimsi şekil alarak bir tabanca karidesinin kıskacına dönüştü. Bacakları ve sağ eli, kanla pürüzsüz bir şekilde kaplanmıştı. Kontrolü dışında gücünü kullanan Arzu, henüz bacak etleri yenmemiş cesedi aldı ve kardeşinin kafasında parçaladı. O kadar sinirliydi ki, oburluğuna rağmen eti ziyan ettiğinin farkına varamamıştı. Cesetle de yetinmedi. Kardeşini kıskacıyla yakalayıp havaya kaldırdı ve var gücüyle yere çarptı. Gürültülü bir çat sesiyle omurgası kırılan Binnaz'ın canı yanmıştı. O da kırıkları kaynayınca gücünü devreye soktu ve sağ kolu, kardeşininkinden daha büyük bir kıskaca dönüştü. Kıskacını açıp kapatırken avazı çıktığı kadar bağırdı. İşte bu hareket, Yar-Sub çatladığından beri meydana gelen en tehlikeli olaydı. Bir dönüm noktası, insanları ciddi bir tehdidin varlığına dair uyaran çandı.

İki kardeş, o bölgeden kaçmaya hazırlandı. Yalnız onlar değil, Fulya da kaçmayı düşündü. “Narin!” dedi hızla onun yattığı odaya vararak. Hızı yüzünden gücünü kontrol edememiş, açtığı kapı elinde kalmıştı. Bunun dahi farkında değildi. Ellerini kalbinin üzerine koymuş olan Narin, kapalı pencerenin önünde yere çökmüştü. Tir tir titriyordu.

Fulya, kapıyı kenara attı. Arkadaşının yanında eğildi. “Ne oldu?” diye sordu. “Korkuyorsun.”

“B-ben..." Öylesine titriyordu ki konuşamıyordu. “Ben...” Sözlerinin daha da ötesi yoktu. Şu anda hissettiği korku, kelimelerine mâni olacak kadar tazeydi.

Fulya ona sarıldı. Bedeninin soğuk oluşu, arkadaşının titremesine fayda sağlamayacağı aklına gelince hemen polar bir hırka giyip geldi ve ona tekrar sarıldı. “Ben buradayım.” dedi teselli eder umuduyla. “Korkma! Ben ubırlardan da güçlüyüm. Sana hiçbir şey yapamazlar.”

O gece oraya yalnızca avcılar toplanmadı. Polisler de gitti. Zirveye yakın olan birkaç eve ambulans dahi çağrılmıştı. Kalp krizi geçiren yaşlılar, kulak zarı patlayan bebekler vardı. Hepsinden önce Anadolu Kavağı'na varan, bir ubır oldu. Vaktizamanında Narin'in arabasını hurdaya çeviren ve gücünü bir gorilin güçlü uzuvlarından alan Cahit, bu defa tek gücü paylaşan ikizlerin peşindeydi. O gece oraya daha karanlık varlıklar da gitti.

Albanlar!

Albısların köleleri!

Yar-Sub’un azametli kapı bekçileri!

SAKLI SOYLAR ¤ Yar-Sub ÇatlıyorWhere stories live. Discover now