♾️ 51. Bölüm "Giz Perdesi"

4.8K 216 53
                                    

Geçen bölümde, Hakan ve Ilgaz'ı okuduğunuz sırada Hazar'ın nelerle meşgul olduğunu bu bölüm okuyacağız.

~Hazar BULUT~ 22.52



Yekta, çekirdek çitlemeyi bırakıp kalanını ceketimin cebine koyduktan sonra ellerindeki tuz kalıntılarını çırptı. "Dönüp dolaşıp aynı şeyi söylüyorsun" dedi, bıkkınlıkla. Ardından ellerini kollarına sardı.

"Kıçım da dondu, kalk gidelim artık."

Sonbaharın rüzgârı, bulunduğumuz tepede buz kesmemize neden oluyordu ama benim zerre kadar umrumda değildi.

Daha önce babamla bu tepede yan yana duran kayaların üzerine oturduğumuzu hatırlıyordum. Şimdi ise aynı kayaların üzerine Yekta'yla oturuyorduk ve dünün analizini yapıyorduk. Burnum sızlıyordu hafiften. Geçen hafta tamponu çıkarttırmıştım. Etrafı mordan, yeşile bürünmüştü. Burnuma masaj yapıyorum, hep dengesiz, yakışklı ama şerefsiz haysiyetsiz yüzünden acı çekiyordum. Kolumdaki alçıyı da dün akşam karakola ifade verdikten sonra hastanede çıkartmıştım. Ağrısı vardı ama hareketlerimi kısıtlayacak kadar çok değildi.

Dalgınca gökyüzünün karanlığında parıldayan yıldızlara bakıyordum. Yerimde horon teper gibi bir anda titremeye başlamamla Yekta koluma vurup sesini yükseltti ve sesi havada yankılanarak kulağıma doldu:

"Gerçekten anlıyorum ben seni, tamam!"

Beni anlayamazdı.

"Ona karşı birtakım duygular var, bu konuda hemfikiriz değil mi?"

Düz bir ifadeyle yüzüne baktım. O ise devam etti. "Ama canım kardeşim benim, ona karşı olan duyguların Selin'e neden ihanet olsun? Kusura bakma da sana kazığı atmıştı zaten. Hâla onu düşünüyorsun-"

Kaşlarım kendiliğinden çatılırken ifadem değişti.

"Çünkü dün, Selin öldü Yekta!" deyip ellerimi iki yana doğru açtım. "Bu yüzden onu düşünmem kadar doğal bir şey göremiyorum ben ortada!"

Çocukların ona nasıl katlandığına anlam veremiyordum. Pedagog olması, gerçekten dertleşirken hiçbir işe yaramıyordu. Çocukları dinledikten sonra onlara ne tavsiyesi veriyordu? Bir çocuk, sevmediği bir arkadaşının ölümüne üzülmez miydi?

İnsan sevmediği bir arkadaşının ölümüne niye üzülsün

"Bazı duygular bizim ellerimizden çıkmıyor dememiş miydin? Tabi o zaman öfke hakkında konuşuyorduk seninle de... ne oldu şimdi?"

Zihnimin bir ucunda canlanan bu sözü, yıllar önce söylediğimi ben de hatırlıyordum. Yekta'nın da hafızası kuvvetliydi maşallah.

"Yanılmışım Yekta." dedim, sıkıntıyla iç çekerek. "Gerçekliğinden o kadar emin oluyorsun ama aslında sahte duygular olduğunu çok geç anlıyorsun. Ilgaz'ı düşünmeden edemiyorum ama sanki Selin'e..."

Bir an durup başımı diğer tarafa çevirdim. "ihanet ediyormuş gibi hissediyorum." Bu sefer gözlerimi, yıldızların aydınlattığı gözlerine kilitleyip tekrardan derin nefes aldım.

"O ölünce bi' boşluk oluştu sanki. Yani, bu boşluk da Selin'in fazlalık olması mıydı, yoksa yerinde olmaması gerektiği için mi, kestiremiyorum."

Durdum birkaç saniye. Ardından devam ettim. "Ama bu sefer de Ilgaz'ı içimde nereye oturttuğumu bilmiyorum Yekta. Sen kuzenim değil misin? Beni teselli etmen gerekiyor. Hem, çocuk psikoloğusun, beni de çocuk olarak gör şimdilik, hastanım senin. Öyle düşün."

"Aynen minik horozum, herkes bana hastadır." Dediklerimi alaya vurmasına gözlerimi devirmeye çalıştım.

"Hatırlatırım, yenilen kişi minik horozdur." dedim, küçükken oynadığımız parmak yarıştırmadan bahsediyordu.

"Ben kazanıyordum normalde, sen ağlama diye son anda yenilmiş gibi yapıyordum." Birkaç defa dışında hiç yenememişti beni.

Sağ elimin dört parmağını içe doğru kapatıp, baş parmağımı dik tuttum ve Yekta'ya doğru uzattım.

"Var mısın bir el oynayalım?"

Dört parmağını, uzattığım parmaklarıma kenetledi.

"Varım ulan! Üç defa yenen, kazanır."

24 dakika sonra... (23.23)

"Hile yaptın, yine!"

Kaşlarımı havalandırdım. "Ne hile yapmışım?"

"Parmakların, amma büyük. Dünya listesinde yer edinebilirsin."

Ellerime baktım. Ki abarttığı kadar da değildi. Çok mu büyüktü sahiden? Allah Allah...

Bir dakika! Ulan, ulan!

"Kafamı dağıtmaya çalıştın!"

Yekta'yı küçük görüyordum ama değildi. Çocukken oynadığımız oyun, beynimi bulandıran sorulardan bir müddet uzak tutmuş, içimi rahatlatmıştı.

"Bu konuda mütevâzı olamayacağım."

Elleriyle kollarını sıvazlarken, telefonum ceketimin iç cebinde titreşirken çıkarıp kimin aradığına baktım.

Alper Komiser arıyordu.Yekta'nın da merak edeceğini düşündüğümden, aramayı yanıtlayıp hoparlöre aldım.

"Merhaba Hazar Bey," dediğini duydum. "Ben Komiser Alper."

O sırada, Yekta'nın da telefonunun çaldığını duyunca ona döndüm. Dudaklarını kıpırdatarak "Yeşim..." dediğinde anlayışla başımı salladım, oturduğu kayanın üzerinden kalkıp yanımdan uzaklaştı. Ben de hoparlörü kapatıp telefonu kulağıma dayadım.

"Gelişme mi var?" dedim, huzursuzlukla Alper Komiser'e.

"Selin'in otopsisi yapılırken, birkaç bulguya rastladık. Mümkünse, karakola uğrar mısınız?"

"Tabii, gelirim." dedikten sonra arama sonlandı.



00.12

Gece olmasına rağmen bir koşuşturmaca, fazlaca hareketlilik vardı. Yarım saatten fazla süren yolculuğumun ardından zorlanmadan gelebilmiştim. Şimdi önümde kaçamak bakışlarını saymazsak sadece bilgisayarın ekranına gömülen polis memuru beyin ısrarıyla çay içiyordum. Hayır yani, zehir mi vardı içinde? Ne diye ısrar ediyordu?

"Çok havasız bir yer burası, nasıl çalışabiliyorsunuz?"

"Alışkanlık." Çayımdan höpürdeterek bir yudum aldım.

"İşinizi severek yaptığınız belli."

"Öyledir."

"Sizin işiniz de zor tabi. Her gün suçlu yakala, nezarethaneye tık, geri bırak. Hep aynı döngü! Yanlış anlamayın beni lütfen, sadece biraz zor ve sıkıcı olmalı. Ondan diyorum. Yoksa başka bir niyetim olduğundan değil."

Karşımda, ketum bakışlı polis memuru bey, yüzüme bakmayınca derin bir iç çekip konuştum.

"Bakın Memur Bey, kaç dakikadan beri burada üçüncü çayınızı içiyorum. Alper Komiser nerede diyorum, gelir birazdan diyorsunuz! Siz de yorgunsunuz belli, kafanızı şişirmek istemem ama beni de anlayın! Beklemek sıkıntı değil benim için. Gecenin köründe beklemek sıkıntı!" dedim tek nefeste.

Bir de bu koca alanda o kadar çok polis memuru çalışma masası vardı ki oturta oturta beni en tenha, en köşe bucak kısımda oturtmuşlardı. Polisler, gece olduğu için evlerine mi gitmişler ne, yarısı boştu buranın.

"Eğer beni bilgilendirecekseniz bilgilendirin, yoksa-"

"Yoksa ne?" diye biri seslendi arkamdan. Kafamı çevirdim ve gözlerine baktım. .

"Yoksa," deyip boynumu büktüm. "Bir bardak daha çayınızı içerim, diyecektim, komiserim." dedim, sertçe yutkunarak. Üstten baksam da, Alper Komiser'in her türlü yapılı bir vücudu vardı, ister istemez bir baskı oluşmuştu üstümde.

Adamın bi' yumruğu beni devirir.

"Odama geçip orada içelim istersen Hazar." deyip aradaki mevkî mesafesini indirgediği için sevinmiştim. Çünkü sizli-bizli konuşmak bazen yorucu olabiliyordu.

Ayaklandığımda beni dakikalarca kısa cevaplarla geçiştiren polis memuru beyin meraklı bakışlarla Alper Komiser'e baktığını yakaladım. Ona baktığımı fark ettiğinde karşısındaki ekrana dikti gözlerini. Bu durumu garipsesem de üstelemedim çünkü sorarsam eğer, kısa cevap alacağımı iyi öğrenmiştim.

Alper Komiser odasına ilerlerken başka bir polis memuru beyden iki bardak çay istedi. Odasına girdiğimizde burasının daha havasız olduğunu fark ettim.

"Pencereyi açsak olur mu?" diye sorduğumda ilk başta evet diyecek sandım ama başını iki yana doğru salladığında, "Dışarısı kalabalık, daha fazla gürültü girmesin içeri." dedikten sonra karşılıklı iki koltuktan birine oturdu. Ben de karşısındaki koltuğa iyice yaylanarak oturdum. O da kollarını koltuğuna iki yanına sarkıtmış ve başını geriye yaslamış bir şekilde tavana bakıyordu.

"Sizi dinliyorum komiserim." diyerek konuşmasını beklediğimde, yorgun yüzünü yüzüme sabitledi. Gözleriyle yüzümü incelemeye başladığını fark edince rahatsız hissettim.

"Alıcı gibi incelemeyi bıraksanız mı komiserim?" diyerek kaşlarımı çattığımda, yaslandığı koltuktan bana doğru eğildi.

"Eşin, uyuşturucu komasına girdiği için ölmüş." dediğinde kaşlarımı kaldırdım.

"Selin, uyuşturucu kullanmış?" Gülermiş gibi bir ses çıkardım. "Selin, canını, bedenini, her şeyini severdi. Uyuşturucu kullanmak onun hayat felsefesine aykırı bir kere. Kullandığını görsem, yine inanmam. Kendi isteğiyle aldığını sanmıyorum." diye açıklama yaptığımda doğrudan düz ifadeyle yüzüme bakıyordu. Ciddi olmaktan ziyâde, yorgunluğu yüzünü yumuşatıyordu.

Selin'in, uyuşturucuyu kendi isteğiyle kullandığına kadar zerre kadar da inanmıyorum.

"Bir dakika," deyip o günü aklıma getirmeye çalıştım. "Ben ve Ilgaz, Zafer'le Selin'i ayaküstü üslûpları yanlış bir vaziyette gördüğümüzde Selin, Zafer'in cebine küçük bir poşet koymuştu. İçindeki şeyin uyuşturucu madde olduğunu aradaki mesafeden anlamak zor değildi. Bununla bir âlâkası olabilir."

"Bunları anlatmana gerek yok, Hazar," diye dediklerimin hepsini bir kenara atınca kaşlarım çatıldı. "Uyuşturucunun merkezini bulduk ve az önce ekiple birlikte çökerttik. Tek bir kişi kaldı, onu da halledelim de bir-"

Konuşma tamamlanmadan kapı, haşince tıklatıldı ve bir polis memuru hanımefendi nefes nefese içeri girdi. "Komiserim, acil gelmeniz gerekiyor!" diyerek yüzüne savrulan saçlarını geriye itti.

Polis memuru hanımefendinin neden nefes nefese kaldığını merak etmedim değil.

"Ne oldu?" diye sordu Alper Komiser, çatık kaşlarla.

Polis memuru hanımefendi göz ucuyla bana baktı ve tekrar komisere döndü. "Tartışma var komiserim."

Umursamazca önüne döndü Alper Komiser ve dudaklarını araladı. "Her zamanki erkek kavganızı çekecek durumda değilim Evşa. Çıkabilirsin."

Komiserin bu dediğine polis memuru hanımefendinin -adı Evşa'ymış- gözlerini devirdiğini gördüm.

"Siz bilirsiniz, başkomiserimiz ve müdürümüz vurdulu kırdılı kavgalarına devam edecek belli ki Komiserim."

"Ne?" diyerek hışımla ayağa kalktı komiser. "Baştan söylesene kızım! Ne dolandırıyorsun lafı?"

Kapı eşiğinde duran polis memuru -Evşa- hanımefendiye "Çekil şuradan!" deyip hızla odayı terk ederken ben hâlâ oturuyordum. Evşa hanımefendi, komiserin arkasından gözlerini devirdikten sonra odadan çıkmam için eliyle yol gösterdi.

"Size kapıya kadar eşlik etmemi ister misiniz?" diye sorunca gözlerimi devirmemek için zor tuttum kendimi. Kaşlarımı çatıp yüzüme ciddi bir ifade kondurdum.

"Cemre'ciğim neden kavga ediyormuş? Kim sinirlendirmiş onu?" diye sorduğumda, kaşlarını havalandırdı.

"Yakınınız mı?"

"Tabii ki," diyerek omuz silktim. Yalandan ölünürse lütfen haber veriniz.

"Aynı üniversitedeydik. Çok çok yakınımdır."

Kız inanmamışa benziyordu. Oturduğum yerden ayaklanıp kapıya doğru yürüdüm. "Onu görebilme şansım var mı peki? Belki ben sakinleştirebilirim," dediğimde başını iki yana salladı.

"Kat'iyyen olmaz. İçsel meseleler bunlar." deyip yüzüme baktı.

Bir müddet durduktan sonra, "Sizi gözüm bir yerden ısırıyor ama nereden?" diye düşündüğünde odadan çıkmış floresanlı lambalardan ötürü gözlerimi kısmıştım. O da yanımda ilerlemeye başlamıştı.

"Dedim ya, Cemre çok çok yakınımdır."

Üst kata çıkan merdivenlerin yanından geçerken yukarıdan gelen sesleri duyabiliyordum. Üst katta ediyorlardı kavgalarını, sanırım. Biraz daha ilerlediğimde, polis memurlarının doldurduğu kocaman alanda şimdi bir-iki polis memurundan başka hiç kimse yoktu. Kavgayı ayırmaya gitmiş olmalılardı.

Çıkışa doğru ilerlerken gerçekten de Evşa polis hanımefendisi arkamdan geliyordu.

"Peki, o zaman Cemre Başkomiserimin ilk nerede görev yaptığını biliyor musunuz?"

Aklıma ilk gelen yeri söyledim. "İzmir." dediğimde yüzü memnun bir şekil aldı.

"Gerçekten de yakınınızmış."

Bu kız, polis memuru hanımefendi olduğuna emin miydi? İlk aklıma geleni söylemiştim -ki zaten İzmir'deyiz şu an.

Evşa hanımefendiye -polis olduğuna dair şüphelerim oluşmaya başladı- döndüm. "Cemre'yi görmem gerekiyor."

"Maalesef, sizi ilgilendiren bir durum olmadığını söylemiştim."

"Siz de duyuyorsunuz, kavga hâlâ bitmemiş. Onu ben ikna edebilirim." dediğimde yüzündeki kararsızlığı okuyabildim.

"Lütfen Evşa Hanım, ayırabilirim." diyerek sesimi alçalttığımda, pes edercesine omuzlarını düşürdü. Eliyle yürüdüğümüz fayans yolu gösterdiğinde içim kıpır kıpır olmuştu. Kavgayı izlemekten çok, neden kavga edildiği ile ilgileniyordum. Merak, insanın içgüdüsel bir duygusuydu ve karşıkonulamazdı bence.

Merdivenleri çıkmaya başladığımızda Komiser Alper'in bağırışları yükselmeye başladı. İkişer ikişer çıkarak merdiven basamaklarını aştığımda onlarca polis memuruyla burun buruna geldim. Hepsi kapının önünde dikilmiş, oda olduğunu düşündüğüm yeri, kapı eşiğinden görmeye çalışıyorlardı.

"Çekilin, çekilin, acil acil yol verin!" diyerek iki elimle kalabalığı ayırmayı çalıştım ve başardım da.

Arkamdan Polis(?) Evşa'nın da ilerlediğini gördüğümde, "Onu buraya neden getirdin Evşa?" diye bağıran polis memuru bey, kendisiyle üç bardak çay içtiğim polisti.

Hızla ilerlediğimde artık içerideydim. Komiser Alper, odanın ortasında karnına oturduğu adamın yüzüne yumruklarını savuruyor, bir yandan da küfürleri savuruyordu. Sırtından dolayı yerdeki adamı göremesem de Alper Komiser'in gerginleşmiş sırtından yerde uzanan adamın feci bir durumda olduğunu tahmin ediyordum. Başkomiser Cemre ise burnuna kandan kırmızı olmuş peçeteyi bastırıyordu.

"Zannettiğin gibi salak mıymışız, ha?" Altındaki adam karşı koymayı bırakmıştı.

Cemre Başkomiser, "Yeter artık Alper, öldüreceksin adamı!" derken hiç de ciddi bir ifadesi yoktu. Sanki "Biraz daha vur." der gibiydi. O esnada kapı eşiğinde duran beni görünce dumura uğramış yüz ifadesinden sonra kaşları çatıldı.

"Ne işin var senin burada?" dediğinde ne diyeceğimi bilemedim.

"Kavga var; çekirdek eksik, dediler."

Ceketimin cebine elimi hızla sokup çekirdekleri çıkardığımda birkaç tanesi yere düştü. Çekirdekleri görünce aklıma nedense Ilgaz geldi. En son tepede Yekta'yla çekirdek çitlerken Ilgaz'ı düşünüyordum.

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Çık dışarı!" diye arkamda kalan kapıyı gösterdiğinde yanımda duran Polis(?) Evşa'ya da bağırdı.

"Onu buraya nasıl getirirsin Evşa? Ne zamandan beri sorunlarımızı dışa yansıtır olduk?" dediği sırada boğuk bir ses duydum.

"Hazar..." Başımı Alper Komiser'in altında yatan adamdan gelmişti sanırım.

"Aa, ünlü mü olmuşum?" deyip Başkomiser Cemre'nin bakışlarından sıyrılamaya çalışarak Alper Komiser'e doğru yürürken biri, kolumu delercesine tuttu.

Başkomiser Cemre'ydi. Sinirle başkomisere baktım. "Adam bana sesleniyor, duymuyor musunuz?" dediğimde komiser Alper adama, "Kapa çeneni!" deyip bir yumruk daha attı.

Başkomiser, kolumu bırakıp sırtımdan iteklemeye başladığı sırada Evşa polis hanımefendisi, ayıplar bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım. Başkomiserle yakın olduğumu söylemiştim ama yalanım çabuk ortaya çıkmıştı.

Yerdeki adamdan, "Oğlum..." diye daha yüksek bir ses duymamla, belirsizlikle kaşlarım çatıldı. Olduğum yerde kaskatı kesilmeden önce yerde yatan adamın kanlar içindeki yüzüne gözlerimi kısıp bakmamla avucumdaki çekirdekler parmaklarımın arasından yere kayıverdi.

Başkomiser Cemre arkamdan ilerlemeyi bırakıp, elini sırtımdan çektiğinde nefesimi içimde tuttum, sertçe yutkunup başımı hızla yerde boylu boyunca yatan adama tekrar çevirdim ve daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstım.

Dehşetle gözlerim büyürken, dudaklarım aralandı.

"Baba..." diyebildim sadece.

Sessizliğin yerini uğultu kaplamıştı. Kalbim depar atarcasına kan pompalarken, kalbimin hızlı atış sesinden başka ses duyamıyordum. Fısıldaşmalar, boğuk boğuk kulağıma dolmaya başladığı sırada gözlerimi yerdeki adama dikmiş öylece bekliyordum. Tekrar tekrar yutkundum.

Soru sorarcasına "Baba?" dedim, kısık çıkan sesimle. Gerçek miydi?
Sesli nefes alışlarım artmaya başladığında Komiser Alper, oturduğu yerden hızla kalkıp karşıma dikildi.

Yüzüme yaklaşıp, "Yanlış görmüyorsun Hazar, o senin baban!" diye fısıldadı acımasızca. Sinirlendim; hiç düşünmeden yumruk yaptığım sağ elimin parmak boğumlarını sertçe komiserin yüzüne geçirdim.

Küfrederek acının etkisiyle geri çekildi. Elini, yumruk attığım yanağına götürdüğünde, hızla babamın yanına çöktüm ve elini iki elimin arasına aldım.

Dolmuş gözlerimi sakınmadan "Yaşıyorsun..." diye fısıldadığımda iri taneler yanaklarımdan çeneme doğru yol aldı. Ellerimle yıllar öncesine göre yaşlanmış, kanlı yüzünü sarmaladım. Etrafı kanlanmış masmavi gözlerine baktım. "Yaşıyorsun..."

Göğsüne doğru kapanıp kollarımla sarmaladım. "Yaşıyorsun baba!"

"Oğlum..."

Hıçkırıklarımı serbest bıraktığımda "baba" diye sayıklamaktan kendimi alamıyordum. Etrafta hıçkırıklarımdan başka ses duymuyordum. Mutlu olmak ve olmamak arasındaydım. Babam yaşıyordu! Öleli kaç yıl olduğunu anımsamadığım adam, öldü sandığım babam yaşıyordu. Tenine dokunabiliyor, başımın altında atan kalbini hissedebiliyordum.

"Baba..."

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; hıçkırıklarımın yerini kesik iç çekişler almaya başladığında başımı kaldırdım. Alper Komiser'in arkamda durduğunu göz ucuyla fark ettiğimde gözlerimi koyu renk ceketimin kollarıyla kurulayıp yerden destek alarak hızla ayağa kalktım. Babam, yarı baygın gözlerle bana bakarken kalbim acıyordu.

Ellerimle babamı gösterdim. "Kim oluyorsun sen ha? Koca cüsseni yaşlı başlı adamları yumruklayarak mı kullanırsın?"

"Sen de olayları bilip bilmeden burnunu mu sokarsın?" diye sesini yükseltince daha da sinirlendim.

"Öldüğünü sandığım babamın yaşadığını öğreniyorum ben be!" dedim bağırarak, ardından üzerine doğru yürüdüm. Burun buruna geldiğimizde yanağına vurduğum yerde kızarıklık oluşmuştu. Acıdan dolayı sol gözü kısıktı.

Gözlerine bakıp dişlerimin arasından tane tane, "Kimse sana bu hakkı tanımaz!" dediğimde güldüğünü işittim.

"Ya, öyle mi?" dedi, alaya alırcasına.

Öfkeyle "Öyle." dedim, yavaş yavaş başımı salladım.

Bir adım gerileyerek aramızdaki mesafeyi açtı ve doğrudan yüzüme baktı. "Babana sor o zaman, neden yaşadığını gizlemiş senden, neden şu an yerde... İstediğin soruları sor ona." dedikten sonra kolundaki siyah kayışlı saatine baktı.

"Ama sadece yarım saatin var Hazar." dediğinde, kendini ne halt zannediyor diye düşünmeden edemedim.

"A, pardon ya?" dedim boğuk bir şekilde, alayla gülerken. "Yarım saat ne demek oluyor?"

"Babanın hürriyeti, konuşmanız bittikten sonra sona erecek Hazar, demek oluyor." dediğinde ilk başta anlamadım ne dediğini. Yüzümdeki ifadede ne gördüyse anlatmaya koyuldu.

"Emniyet Müdürümüz Mehmet Yaman diye tanıdığımız ama asıl adı Yunus Bulut olan baban, bileklerine kelepçeyi yiyecek demek. Büyük mü büyük uyuşturucu tacirlerinin başında yer alan Yunus Bulut'la yılların muhabbetini yarım saat içinde gider." dedikten sonra oturur pozisyona gelmiş babamın olduğu yere ilerledi ve bel kemerinde duran kelepçeyi babamın bileklerine sertçe geçirdi.

Eğildiği yerden doğrulduğunda kapıya doğru ilerledi ama çıkmadı. Kapı eşiğindeki kalabalığı yeni yeni hatırladım. Evşa polis hanımefendinin bana acır bir şekilde baktığını gördüğümde, gözlerimi yüzüne diktim. Geri çekilip gözden kayboldu. Başkomiser Cemre, kapının önündeki herkesi zorla da olsa gönderdiğinde ben, babam, komiser ve başkomiser kalmıştık odada.

Babam yaşıyor. Görüldü, kanıtlandı.

Babam, yumruklandı. Görüldü, kanıtlandı.

Babam, emniyet müdürüymüş. Eh, bu da tamam olsun. Babam uyuşturucu tâcirliği-

"Ne diyor bu adam baba?" deyip hızla babamın yanına yaklaştım ve hışımla tam karşısına yere oturdum. "Ne demek oluyor tüm bunlar? Yok emniyet müdürüymüşsün, yok uyuşturucu satıyormuşun? Yok bu, yok şu!" deyip iki elimi yana açtım.

"Konuşmanı bekliyorum baba!" dediğimde sessizliğini korudu. Şu anda babamın bir gerekçe sunup Komiser Alper'in söylediklerini yalanlaması gerekiyordu; böyle susması değil!

Gözlerime şefkatle bakmasını beklerken yüzündeki ifadenin bir anda keskinleşmesi afallamama neden oldu.

Yabancıymışım gibi, sanki onun oğlu değilmişim gibi bakıyordu. Şu an bana sarılması da gerekmiyor muydu? Sarılabilirdi. Özlememiş miydi beni? Bileklerindeki kelepçe sarılmaya engel değildi; konuşmamasına da engel değildi.

Güldü, daha önce yüzünde görmediğim bir şekilde...

O sırada masanın üzerinde duran telefondan zil sesi odada yankılandı. Babam bir an yerinden can havliyle kalkmaya çalıştığında, Alper Komiser, "Dur yerinde!" diye tıslarcasına babamı uyardığında telefonu eline almıştı bile.

"Vay be Müdür Bey! Hanım arıyor ha..." diye alayla konuştuğunda, annemin neden babamı arad-

A, hayır! Düşündüğüm gibi olmamalıydı!

Hızla yerden doğrulup Komiser Alper'in elindeki telefonu hızla çekince afalladığında, bu durumdan faydalanarak hızla aramayı cevaplandırdım ve hoparlöre aldım.

"Alo, alo Yunus?" Odayı dolduran endişeli ses...

Annemin sesiydi.

Babamın yaşadığını biliyor ve benden saklıyor olduğu düşüncesini içime gömdüm. Babama baktığımda, yüzündeki telaşlı ifadeyi görünce, ciddi bir ifadeyle susması için işaret parmağımı dudaklarıma götürdüm.

"Hazar ortalarda yok! En son tepeye gideceğim, demişti. Telefonuma cevap da vermiyor. Yekta'nın da telefonu kapalı." dediğinde, gün içinde daha ne kadar sinirleneceğimi, ne kadar üzüleceğimi hesaplayamadım.

Beni mi düşünüyordu? Rol mü kesiyordu? Yıllarca babamın ölümünden duyduğum üzüntüyü bir annem, bir de Yaradan bilirdi. Yeni mi öğrenmişti babamın yaşadığını? Ve yahut biliyorsa, bunca zaman benden nasıl saklayabilmişti?

"Cevap versene Yunus, ne susuyorsun? Hazar yok, diyorum!"

"Buradayım anne..." dediğimde, birkaç saniye boyunca annemin sesi soluğu çıkmadı.

"Ha.. Ha-zar," diye kekelediğini duyduğumda sinirle gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Neredesin sen?"

"Biliyordun ve gizledin, öyle değil mi anne?" Cevap vermedi.

"Emniyet müdürü olduğunu kesin biliyorsundur şimdi!" dediğimde, tepki vermeyip yine sessiz kalınca sinirle burnumdan soludum. Cevabımı, sessizliğiyle almış bulunuyordum

"Niye anne? Bi' gerekçe söyle! Niye?"

"Bak Hazar, ne düşünüyorsan düşündüğün gibi değil! Baban bizim iyiliğimiz için-"

Öfkeme hâkim olamadım. "Ne iyiliğinden söz ediyorsun anne?" diye bağırdım. "Adam uyuşturucu satıyor, uyuşturucu! İnsanları öldürüyor! Ne iyiliğinden bahsediyorsun sen?"

"Ne-?" Durdu. "Uyuşturucu mu?" Bilseydi, şaşırmazdım ama kekelemesini, bilmediği anlamına yordum. Biliyor da olabilirdi. Her şey olabilirdi; her şey...

Komiser başucumda dikilirken üstten laubâli bakışlarını göreceğimi sandım ama hayır; aksine sert bakışları babamdaydı.

Öğrendiklerim, benim için ağırdı. Hiç olmadığı kadar ağırdı. Şu zamana kadar kalbim bu kadar ağırlaşmamıştı. Delicesine ağlama krizine girmek istiyordum. Önüme gelen her şeyi kırıp yıkmak... Biraz bağırmak ve bolca limonata içerek çakırkeyif olmak...

"İkiniz de ne hâliniz varsa görün Allah'ın belaları!" dedikten sonra dokunmatik ekrana sinirle parmağımı bastırıp kapatmaya çalıştığımda telefon elimden çekildi.

Komiser Alper, "Konuşacak bir şeyin kalmadı sanırım." dediğinde, telefonu cebine attı. Ne konuştuk ki birader, demek istesem de sustum. Zaten bugün de bir susmuşum, bir susmuşum ki, sessizliğimin iç sesi bile konuşmuyordu.

Neys...

Oturduğum yerden kalkıp üstümü silkeledim. Kurumuş yaşlardan dolayı yüzüm gerginleşmişti. Avuçlarımı yüzüme bastırıp sıvazlarken, bir yandan da adımlarımı odanın kapısına doğru attım. Komiser Alper'in de benimle birlikte geldiğini gördüğümde başımı yana yatırıp yüzüne baktım.

"Onu lütfen, rutubetli bir hücreye kapattırın! Cebine bir kibrit koyduğunuzda bir saat geçmeden hemen nemlenebilecek, böylelikle nemden yanamayacak kibritin olduğu rutubetli bir ortam..." Durdum ve biraz da yorgunca güldüm.

"Çünkü o, böylesine lâyık biriymiş."

"Oğlum!" diyen telâşeli sesin kime ait olduğunu dillendirmek bile istemiyordum. Az önce sırıtan da babamdı zat- Elimi alnıma vurdum, alayla söylenen şeyler bile gerçekti. Az önce sırıtan da babamdı sahiden.

"Düşündüğün gibi değil hiçbir şey!" diye haykırdı, babam. Son umut zerreciklerini sesiyle tutabileceğini, vicdanımı kullanabileceğini sanıyordu. Büyük yanılıyordu. Az önceki yabancı bakışlarını unutmamıştım. Niye böyle yapıyordu?

"Neymiş benim düşündüklerim, de hele bakayım?" deyip elimi belime koydum ve yüzümü tiksinircesine babamın yüzüne diktim. Bakalım ne diyecekti, kendini nasıl aklamaya çalışacaktı?

"Her şeyi Necip yaptı! Beni bu işlere sokan Ilgaz'ın babası Necip!" dediğinde alaycıl duruşum kaskatı kesildi. Duyduğum şeyin doğru olması için bir neden yoktu, babam yalan söylüyor olmalıydı. Böyle bir şey işten bile değildi!

Peki ya Ilgaz'ın babası derken Ilgaz'ı neden vurgulamıştı?

Sertçe yutkunup gülümsemeye çalıştım. Fakat becerebildiğim söylenemezdi. Komisere dönüp, elimle babamı gösterdim.

"Ne diyo' bu adam, sen anlıyor musun komiserim?" dediğimde, göz ucuyla Cemre Başkomiser'e kısa bir bakış attığını gördüm. Başkomiserde gözlerim takılı kaldığında başını hafifçe eğdi ve bana kısaca baktıktan sonra odadan çıktı.

Neler döndüğünü kafamda tartmaya koyulursam eğer, soru deryâsında bir çift elin boğazımı sıkmasına gerek kalmayacaktı. Ellerimi saçlarımın arasından geçirip ofladım. Üzerimdeki kıyafetleri yolup, "İmdat, adam öldürüyorlar!" diye çığırıp sinirden tepinmek istiyordum.

Komiser "İşin başındaki adamın sağ kolu: baban olacak adam," deyip eliyle babamı gösterdi. "Yunus Bulut. İşin başındaki kişiyse..." durdu ve yüzüme birkaç saniye boyunca gereksiz bir sükûnetle baktı.

"Necip İpek." dediğinde tutunacak bir yer aradı gözlerim. Masaya elimi koyup ağrımaya başlayan başımın ağrısını şakaklarımı ovarak gidermeye çalıştım. Her şey o kadar parça parçaydı ki birleştirecek gücü kendimde bulamıyordum.

Ilımlı bir sesle "Gel benimle Hazar," dediğini duydum komiserin. Komiseri es geçip başımı hafifçe kaldırdım ve babamın yüzüne baktım. Baygın bakışlarını, yüz çizgilerini yediği yumruk, dayakların oluşturduğu kan kapatmıyordu. Gözlerindeki belli belirsiz parıltı, her yüzüne bakışımda afallamama neden oluyordu. Burada olduğumdan mutluluk duyduğunu hissetmiyordum. Tuhaf ama... hiçbir şey hissedemiyordum.

Yerimde dikleşerek komisere doğru birkaç adım attım. Önümde ilerlemeye başladığında bana üç çay içirten sessiz polis memuru beyin kapıda dikildiğini gördüm. Komisere "Şimdi alacakmışsınız komiserim." dediğinde komiser bana baktı önce.

Başını, onu takip etmem için salladığını düşündüğümde beraber merdivenlerlerden indik. Odasına gideceğimizi düşünmüştüm ama hayır.

"Necip İpek burada. Görüşmek ister misin?" dediğinde kaşlarımı çattım.

"Niye görüşmek isteyeyim?"

"Sorularına cevap alırsın." dedi ciddiyetle.

"Daha ne öğreneceğim?"

Dudaklarını birbirine bastırıp arkamda duran kapıdan gözlerini çekti ve doğrudan bana baktı.

"Selin'in ölümünün planlı bir ölüm olduğunu düşünüyoruz." dediğinde bu ihtimali düşündüğüm için şaşırmadım. Aşırı dozdan ölen bir kadın ve uyuşturucu çetesinin sağ kolu bir kayınbaba... Sen de gördün, babandan ses çıkmayacak. Çünkü baban da bir kurban Hazar. Baban, müdür olarak buradaysa bunu sağlayabilecek kadar kolu uzun olan sadece biri var. O da Necip. Bu durumda herkes onun kurbanı. Sen bile..."

Kafam mı basmıyordu yoksa Komiser Alper mi abudik gubudik konuşuyordu? Kurban olsam burada ne işim olurdu? Ensemde hissettiğim karıncalanmayla elimi oraya götürüp kaşıdım. Tırsmıştım.

"Onu sorguya alırsak bize yardımcı olacağını sanmıyoruz. Eğer onunla sen konuşursan..."

"Ne konuşacağım?" dedim sıkıntıyla iç çekerek. "Selin'i nasıl öldürdüğünü söyle babalık! Yoksa seni polise şikayet ederim bilmiş ol, mu diyeceğim?"

Bir an güldü ama bu kısa sürdü. Ciddiyetinden mahal vermeden konuşmasını sürdürdü: "Üzerine ses kayıt cihazı yerleştireceğiz. Sen onunla konuşurken her kelimesi bir bir kayıt altında olacak. Konuşmanız bittikten sonra onu sorgu odasına alacağız. Böylece hem sen öğrenmek istediklerini hem de biz öğrenmek istediklerimizi koz olarak kullanıp elde edeceğiz." dediğinde kararsız kaldım.

"Yardım etmek zorunda değilsin fakat kaç ailenin yuvasını mahvettiler, kaç canı ölümün kıyısına bıraktılar, kaç genci geleceğinden ettiler... Bunları düşün Hazar. Yardımına ihtiyacımız var... İhtiyaçları var."

Komiser Alper, sol gözünü daha da kısmıştı. Yanağındaki kızarıklık kendini daha da belli etmeye başlamıştı. Vurduğum için pişmanlık içimi kapladığında komiserin benden umutla cevap vermemi beklediğini görünce kendime geldim.

"Bitirelim şu işi!" diye kararlılıkla konuşup gözlerimi kıstığımda gülümsedi. O gülümseyince içimde bir yerler acıdı. Yanağına baktığımı fark ettiğinde "Kusuruma bakma lütfen,. Bir anlık gafletle vurmuş bulundum-"

Sözümü yarıda kesti.

"Bir an önce gidelim de attığın yumruğun boşa gitmesin." diye şakaya alınca güldüm. Dostça omzuma vururken Başkomiser Cemre'nin odasına doğru ilerlemeye başlamıştık.

Bilinmeyenler bitiyordu, perde kadife bile olsa gizi saklayamaz durumdaydı artık.



⚖︎

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Sep 15, 2022 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

AldatılıyoruzWhere stories live. Discover now