47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI

En başından başla
                                    

"O zaman neden buradasın?" Kadının gözleri hızla dışarıya uzandı, etrafı inceledikten sonra kapıyı tamamen açtı. "Mehmet seni buralarda görmesin."

"Kocanın beni görüp görmemesi zerre umurumda değil," dedi Karan yakıcı bir sesle. "Kızını görmeye gitmelisin."

Dilek Karakuyu durdu. Adamın kara gözlerinin tam içine baktı ama o gözlerde çözemediği o kadar çok şey vardı ki. Kızı bu adamı nasıl çözüyordu? Çözebiliyor muydu?

"Kızıma bir şey mi oldu?"

Genç adam elini kapının pervazına yaslayıp kadının yüzüne doğru eğildi, gözlerinde boşluk büyümeye başladı, kadın genç adama bakıyordu ama o gözlerdeki karanlık o kadar sonsuzdu ki, neyin nereye saklandığını göremiyordu bile.

"Kızının yanına gitmen için ona bir şey olması mı gerekiyor?"

Kadının kafasının içindeki o uğultu yerini çığlıklara terk etti. Hayatının tüm evrelerinde ezilen, çiğnenen, kullanılan olmuştu. Zafer bayrağını hiç eline almamış, o bayrağın sapını tutarken akıttığı gözyaşları hiçbir zaman mutluluktan olmamıştı. Hayatının her döneminde bedenine ağır bir darbeyle açılan yaraları taşımış, bu yaralar hiçbir zaman kabuk bağlamamıştı. Kadın elinde olmadan yaralarını kaşıyıp kanatmaya alışmıştı.

Gözyaşları karnına kadar aksa, rahminde taşıdığı çocuklar boğulacak diye korktuğu zamanlarda, gözyaşlarında kendi kendini boğmuştu.

Kendi kendini boğduğu gün karnında bir kız çocuğu taşıyordu.

"Ben hayatının hangi döneminde kızımın yanında oldum?" diye sordu genç adama. Dudaklarından dökülen bu sorunun mimarı onun kalbiydi, biliyordu. Kalbini ısırsa dili susar mıydı? Dilini ısırdı. Kalbi susmamıştı.

"Bu soruyu bana soruyorsun çünkü biliyorsun, senin yirmi yıl boyunca gözünün önünde olan kızını ben birkaç ay içinde senden daha fazla gördüm." Karan içeriye doğru bir adım attı, Dilek bunu bir tehdit olarak algılamadı ve geri çekildi, adamın içeri girmesine izin vermek istiyordu. "Hiç zoruna gitmiyor mu bakıp görememek?"

Kadının kolları güçsüz ve de savunmasız bir şekilde belinin iki yanına düştü. Parmaklarında çamaşır suyunun yaktığı ölü deriler kabarmış, bu ölü deriler, soyulmayı bekleyen bir kadının bedeninde yassı duran kıyafetler gibi görünüyordu.

"İçimde zehirli bir sarmaşık taşıyorum," diye itiraf etti Dilek kafasını kaldırıp ona namlu gibi uzanan siyah gözlere bakarak. "Ben o sarmaşığın içinde iki bebek taşıdım, onları doğurduğum gün, onların benden kurtulduğu gündü. Kızımı benden iyi tanıyorsun belki ama kızıma benim kadar yabancı kalmanın tadını asla bilmeyeceksin. Ne acı. İnsan en çok bir yabancıyı özler. Bir yabancıyı özlemek nedir asla bilmeyeceksin."

Genç adam güldü, bu gülücük onun gözlerine ulaşmadı ama ruhunda yanan o ateşin kokusu dudaklarının arasından dışarı dökülüp kadının burnuna doldu sanki.

"Sen bir yabancıyı yirmi yıldır özlüyorsun," diye fısıldadı. "Ne acı. Ben bir yabancıyı özlemeyi öğrendiğimde altı yaşındaydım. Yirmi bir yıldır o yabancıyı özlüyorum. Fazlası var ama asla azı değil."

Kadın genç adamın kara gözlerine baktı, kara gözler onun kahverengi gözlerine âdeta kilitlenmişti. Genç adamın bu bakışları kadının ruhunu bedeninden söküp koparıyordu sanki. Bir şeyler çalıp almak, söküp gömmek, yok edip gitmek istiyor gibiydi. İntihar düşüncesi bir zihne tohumlarını ekeli epey zaman olmuştu, tohumların çatlayıp sarmaşıklara dönüştüğü, zihninin duvarlarını intihar sarmaşıklarının ördüğü karşısındaki adama baktı.

ASİ ÇAKILTAŞIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin