44. BÖLÜM: ÖTENAZİ

Start from the beginning
                                    

"Anne," diye fısıldadım ceset torbasına bakarken. "Anne?"

Olduğum yerde yavaşça hareketlendim, kaçınılmaz sona yaklaştığımı, patlamanın başladığını anlamıştım. Kendimi tutmadım. Kendimi bir an olsun tutmadım.

"Anne!"

Öyle hızlı ayağa kalktım ki, tüm koridor gözlerimin etrafında döndü. Düşmemek için duvara tutundum ve kendimi sağlık görevlilerine doğru savurdum.

"Anne!" diye çığlık attım, diğer tüm seslere sağır bir şekilde. "Nereye götürüyorsunuz onu?" Gök bir kez gürledi, ben yirmi altı kez hıçkırdım kendi içimde. "Anne!" Kadını ittim ama annemi düşürmesinden ölesiye korktuğum için tüm kuvvetimi veremedim. "Ver annemi! Annemi ver! Anne!"

"Hanımefendi, lütfen."

"Öyle büyük bir haksızlık ki bu!" diye çığırdığımda biri beni koltuk altlarımdan tutarak kendine doğru çekmeye çalıştı. Ceset torbasının ıslak yüzeyine dokundum. "Bu çok büyük bir haksızlık! Bana bak. Görüyor musun? Öyle haksız yere gidiyor ki benden, bu çok büyük bir haksızlık!" Tırnaklarımla yüzümü boydan boya çizerken tekmelerim havayı dövüyordu. Sıcak kolların sahibi beni boynumun biraz altından kavradı ve bana arkamdan sıkıca sarıldı. "Haksızlık! Sen biraz daha uzağa itemezsin beni! Duydun mu Dilek Karakuyu? Sen beni böyle bırakıp gidemezsin!"

"Kız çocuğu," diye fısıldadı ama sesinde ölümden kalkmış bir gerçek vardı. Onu dinlemedim.

Çırpındım ama fayda etmedi.

Onu benden uzaklaştırmalarını izledim.

Yüzümdeki acıyı hissedemiyordum ama göğsümü dolduran bu şey o kadar kötüydü ki, elimi kalbime sokup, o şeyi deşip sökmek, çıkartıp atmak istiyordum.

"Sen beni bırakamazsın! Beni böyle bırakamazsın! Beni böyle bırakamazsın! Anne!"

Karan beni daha sıkı kavradı, ceset torbasını kapıdan çıkarttılar. Dışarıda şakır şakır yağan yağmura insanların sesleri karışmaya başladı ama dinlemedim.

"Bırak Karan," dedim tir tir titrerken. "Yalvarıyorum sana, lütfen bırak beni Karan."

"Asi."

"Karan, parmak uçlarımı yakmayacaksan bırak. Bir daha dokunamazsam, hiçbir anlamı kalmaz Karan. Bırak. Ya da şimdi parmak uçlarımı yak. Doğru değil bu. Doğru değil Karan. Yalan bu. Kâbus bu. Doğru değil bu. Söylesene, doğru değil desene!"

Beni serbest bırakırken onun nefesinden süzülen acıyı saç diplerimde hissettim. Koştum. Neye koştuğumu bilmeden kendimi sokağa, ambulansın önüne attım. Yağmur yüzümü, saçlarımı ıslatmaya başladığı anda, "Durun!" dedim çaresizce. "Yalvarırım, biraz daha durun."

Kadın adama baktı ve ceset torbasını ambulansın önündeki tümseğe koydu. Sokağa toplanmış insanları görmezden geldim, o insanların içinde tanıdığım nefesler de vardı, biliyordum. Torbanın fermuarını yavaşça açarken yağmur üzerimize yağmaya devam ediyordu. Uzakta bir yerde bana seslenen sesler duyuyordum, kendimi oraya veremiyordum.

Her şey buradaydı.

Bu torbanın içinde, fermuarın arkasındaydı. Yaşam da buradaydı, ölüm de buradaydı; gerçek de buradaydı, yalan da buradaydı; bel kemiğini kırdığım çocukluğum da buradaydı, avuç içleri kanayan kadınlığım da. Hepsi buradaydı.

Fermuar açıldı. Bir yara kapandı. Fermuarın açık kalan boşluğundan bir daha asla damarımda dolaşmayacak olan bana ait bir kan sızmaya başladı. Saçlarını gördüğümde, bu gece kırılan bu kemiğimin bir daha kaynamasına izin vermeyeceğimi artık çok daha iyi biliyordum.

ASİ ÇAKILTAŞIWhere stories live. Discover now