ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

31. BÖLÜM: SARHOŞ

578K 13.8K 26.3K
By binnurnigiz

🗝️


Soen – Lucidity


31. BÖLÜM

SARHOŞ


Gelmişti.

Buradaydı.

Beni bırakmamıştı.

İçimde hep acıyan bir yer vardı. Biri bana acıyan yerin nerede olduğunu sorsa, o yeri gösterip, burada, diyemezdim fakat acıdığını biliyordum, acıdığını hissedebiliyordum. Yerini bilmiyordum, sadece oradaydı ve daima acıyordu.

Onun benim yanımda olması, benim onun kollarında olmam bir mucizeydi. Bu dünyadaki herkesin bir yeri vardı, zamanı geldiğinde herkes yerini buluyordu; onu bulduğumda, yerimi bulduğumun farkına bile varamamış, bunun yalnızca şans eseri olduğunu düşünmüştüm.

Zaman, benim yerimin aslında onun yanı olduğunu bana öğretirken, ellerimi tutup beni ona yürüten yine oydu. Sıcak ellerini belimde hissettim. Onun dokunuşu beni anında gevşetti. Beni kendine doğru çekti ve sırtımı geniş göğsüne yaslayıp yüzünü saçlarımın arasına gömdü.

"Sakın," diye fısıldadı. "Sakın bir daha bunu yapma kız çocuğu."

Yutkundum. Bağırmak, ona hesap sormak, beni almaya gelmediği için yakasına yapışıp dünyayı ona dar etmek istiyordum. Başım dönüyordu, midem gerçekten deli gibi bulanıyordu, kendimi aptal bir çocuk gibi hissediyordum. Enis olduğu yerden doğruldu ama ona bakmadım.

"Billur'u eve götür Sergen. Hesabı da öde," dedi Karan tok bir sesle. "Benim bu küçük yirmilik kaçakla bir işim var."

Sergen, Karan'ın dediğini yaparken bana öyle bir bakmıştı ki, utançtan yerin dibine gireceğimi sandım. Karan'ın dolgun dudaklarını kulağımda hissettim. Gözlerimin önünde bir sis perdesi vardı sanki.

"Ben yirmi yaşına girdim. Büyüdüm. Koca bir kadınım artık," diye homurdandım. "Alkol alırken de size mi soracaktım salak insanlar."

Erkeksi bir ses çıkararak nefesinin tenime yayılmasını sağladı.

"Ben sıkıntı çıkarmadan buradan çıkalım, olur mu küçücüğüm?"

Enis, "Onun yanında bile olamıyorsun," dedi aniden. "Onun şu hâline bak Karan Çakıl. Buradan bakınca nasıl göründüğünün farkında mısın? Daha önce hiç böyle bir mekâna gelmemiş kızın tek başına ne kadar çok alkol aldığını görebiliyor musun?"

Karan burnundan güler gibi sert bir nefes bırakarak, "Az konuş, çok yaşa," dedi tehditkâr bir sesle. "Anlaştık mı?"

"Ona küçücük bir kız olduğunu söylüyorsun ama sen o küçük kıza sahip bile çıkamıyorsun," dedi Enis bir gerçeği Karan'a doğru tükürür gibi. Karan'ın sabrını sınıyordu. Ayakta duracak hâlim yoktu ve şu aptal müziğin susmasını istiyordum. Tek istediğim buydu.

Güvenilir kollardaydım. Artık gidebilirdik.

"O yetişkin bir kadın. Kendine de gayet iyi sahip çıkar. O benim eşyam değil ona sahip çıkayım. Sahip çıkmak kelimesini yanlış anlamışsın. Benim lügatımda sahip çıkmak, ihtiyacı olduğu anda yanında olmaktır. Bak, arkadaşı yanında. Eğlenmişler. Başına da sen dışında bir bela gelmemiş. Şimdi kes sesini. Çok konuşup az yaşamayı mı tercih ediyorsun yoksa?" diye sordu Karan, sesinin ucunda iğneli bir alay vardı. O iğnenin ucundan akacak olan şeyse saf zehirdi, birkaç saat içinde kana tamamen karışıp öldürecek kadar güçlü bir zehir...

"Onu zerre hak etmiyorsun aşağılık herif!"

"Ee?" dedi Karan umursamazca. Herkes bize bakıyordu. "Onu sen mi hak ediyorsun?"

"Beyler, kavga edecekseniz dışarı çıkın." Barmen çenesiyle kapıyı gösterdi. "Sizin için diyorum. Kız pek de iyi görünmüyor."

Karan başını salladı, beni kendine doğru çekti ve tamamen ona yapışmamı sağladı.

"Şu an yirmilik ve alkolik kızımla ilgilenmem gerek. Ha bu arada, onu kimin hak ettiğine sadece o karar verir. Ne sen ne de ben. Anladın mı Enik?"

"Enis," diye düzeltti Enis dişlerinin arasından.

"Evet Enik."

"Karan," diye inledim buna bir son vermek için. "Kafam patlayacak, lütfen."

"Tamam güzelim," dedi sakinleştirdiği şefkatli sesiyle. Bu sakinlik yine de beni huzursuz ediyordu. Tek kaşımı kaldırmaya çalıştım ama şakaklarıma saplanan keskin ağrı inlememe neden oldu. "O boku içersen böyle olur," diye homurdandı kulağıma doğru. "Yürüyebilecek misin?"

"Göğsümün içinde salsa yapan azgın bir çift var sanki!" diye bağırdım Karan'ın kulağına doğru. "Çıkar beni buradan, kafam parçalanacak!"

"Ha?" Karan bir an duraksadı, profilime dikkatlice baktığını hissettim. Kafamı geriye doğru atarak ona baktım. Gözlerine yayılan hayreti görebilmiştim. "Ne dedin sen?"

Kafamın içindeki sesler birbirine karışmaya başladı. Enis'in söylediklerini artık anlamıyordum, baygın bakışlarım Karan'dan başkasına kaymıyordu. Beni kendine doğru çekerek gözlerini devirdi. "Bir tek sarhoş küçük bir kız çocuğuyla uğraşmadığım kalmıştı zaten. Bir de kendini yetişkin sanmaz mı?" dedi erkeksi bir sesle. Sesinden dökülen harfleri uyuşmuş soğuk parmaklarımla toplamak istiyordum. Ona sokuldum, kokusunu içime doldururken çenemi göğsüne sürttüm.

"Yetişkinmişim, kadınmışım, öyle dedin az önce."

"Sus, karışma sen benim ne dediğime. Allah Allah ya," diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim şekilde.

Tepemde yanıp sönen rahatsız edici ışıkların altında onun bedenine yaslanmış öylece dikilirken neden hareket etmediğimizi sorguluyordum. Enis'in hâlâ konuşup konuşmadığından emin değildim ama Karan'ın bedeninin parmaklıkları arasında güvende olan bir kelebek gibi hissediyordum. O parmaklıkların arasından süzülüp dışarı kaçmak kolaydı ama bunu yapacak hâlim kalmamıştı.

"Daha önce hiç bu ortama girmemiş bir kız bu ortama girip 'tek başına' içki içiyor, zil zurna sarhoş oluyor ve bilin bakalım başında kim yok? Ah, doğru. Tek başına diye belirtmiştim zaten. Kimin olmadığını söylememe gerek kalmadı," dedi Enis alay dolu bir sesle.

Her şey o sırada gerçekleşmişti. Karan beni sol kolunun altına çekti, tıpkı küçük bir çocukmuşum gibi beni kolunun altına sakladı, ardından öne doğru atıldı ve pürüzsüz, yağ gibi kayan sert yumruğunu Enis'in suratına geçirdi. Birkaç kızın dudaklarından dökülen çığlık sesleri mekânın içinde çınlayan müziği bile bastırırken, dudaklarım hafifçe aralandı.

"Yirmi yaşında kız nereye gideceğini, ne yapacağını sana mı soracak dalyarak?" diye sordu Karan gözlerini yere devrilen Enis'e dikerek. "Bu sana son uyarıydı."

Enis yere yığılmış, öfkeli gözlerle Karan'a bakarken dudağından akan kanı sildi. Çevresine toplanıp onu kaldırmaya çalışan insanların ona uzanan ellerini itti ve "Görüşeceğiz!" diye bağırdı.

"Bu iki oldu," dedi Karan beni aniden kucaklarken. Bedenim, onun kolları arasında kayboldu, saçlarım bacaklarına kadar sarkmıştı. Zorlanarak da olsa kollarımı onun boynuna doladım ve ateş gibi yanan yanağımı omzuna yasladım. Dünya yıkılsa umurumda olmazdı. "Üçüncüde hiçbir şey aynı olmaz."

Kalabalığı yararak yürürken onun kollarındaydım ama gözlerimi dahi açamıyordum. Sanki kafamın içinde bir bando takımı vardı, hatta kısa etekli ponpon kızların o tiz çığlıklarını da duyuyordum derinlerde bir yerlerde. Ah, çok sinir bozucuydu.

"Kapıyı aç," dedi Karan mermer kadar sert, mat bir sesle. Muhtemelen kapıda duran adama söylemişti bunu. Demir kapının açılma sesini duydum, tenime akın eden soğuk hava, gecenin kokusuyla birleşerek üstümüzü örttü.

Barlar sokağının dar arasında ilerlerken gözlerimi açamasam da, Karan'ın attığı her adımda yüzüme çarpan loş ışıkların ağırlığını hissedebiliyordum. Yüzüm bazen karanlığa gömülüyor, bazense rengi soluk bir ışık tarafından yalanıp yutuluyordu. Onun kokusunu içime çektim. Bu kokuya deli oluyordum.

Hastalıklı bir şeydi.

Sertçe yutkunup dudaklarımı aralamaya çalıştım, o yürüdükçe bedenim hareket ediyordu ve sanki yürüyen benmişim gibi biraz daha yorgunluk çöküyordu üstüme. "Beni bıraktığını sandım," diye fısıldadım kuru dudaklarımı aralamayı başardığımda. Sesim titriyordu, hiç olmadığı kadar kısık çıkmıştı.

"Mümkünmüş gibi," dedi gür bir sesle. Doğrudan ileriyi izleyerek, sanki kucağında değilmişim gibi rahatça yürüdüğünü biliyordum.

"Arkamdan gelmedin," dedim tekrar aynı ses tonuyla. Parmaklarımı ensesine bastırarak kendimi yukarı çekmeye çalıştım, dizlerimin arkasında duran eli bacaklarıma baskı yapıyordu.

"Arkandan gelmemi mi istiyordun?"

"Hıhım."

"Hıhım?"

"Evet," diye inledim kısık bir sesle. "Arkamdan gelmeliydin."

Burnundan sert bir nefes verdi, gülmediğini biliyordum ama o nefes sesini duyunca gülüyormuş gibi hissediyordum. "Velet," dedi şefkatli bir sesle. "Salak çocuk. Yirmi yaşındasın ama kalp yaşın üç."

"Bana kızdın mı?"

Parmaklarım artık ensesindeki saçların arasında dolanıyordu. Yumuşak saçlarının koyu renkli tellerine dokunurken daha da mayışmıştım. Bulantım, sanki mümkünmüş gibi azalmıştı.

"Evet," dedi, sesi bir yaprağın cesedi gibi kuruydu. "Küçük boynunu avucumun içinde ceviz gibi ezerdim de kıyamıyorum işte..."

"Filler sevişir mi Karan?"

"Asi, Allah aşkına sok kafanı boynuma ve ben kafanı çıkar, eve geldik, diyene kadar çıkarma. Hadi güzelim."

"Ama filler..."

"Konu sevişmek ve sen benim kucağımdasın. Sus istersen."

Yanaklarım anında ısındı. "Bana kızdın," diye fısıldadım küçük bir çocuk gibi.

"Evet, sana kızdım seni küçük köstebek," diye hırladı. "Çeneni kapatacak mısın artık?"

Burnumu onun geniş omzu boyunca kaydırdım, yüzümü sıcak boynuna yerleştirdim; tenine temas eden tenim, geçmişin çürüttüğü bir anıyı net bir şekilde zihnimdeki perdenin çarmıhına gerdi ve o anının ucunu tutuşturdu. Anı yanmaya başladı.

"Cevap ver," diye inledim. "Cevapsız bırakıldığımda yüzünü tırnaklamak istiyorum Çakıl."

"Yüzümü tırnaklaman hoşuma giderdi yavru panter."

Kokusunu içime doldurdum. Hiç mi yorulmuyordu beni taşırken? Rüzgâr uluyordu, artık tamamen karanlık bir sokakta ilerliyorduk. Lokum ve baharatçı dükkânının giriş kapısında şangırdayan rüzgâr çanlarının seslerini duyabiliyordum. Bu bana küçüklüğümü hatırlatıyordu, küçüklüğüme ait güzel bir anıyı...

Belki de tek güzel anıyı.

"Midem bulanıyor," diye itiraf ettim, sesim uykulu geliyordu.

Tam boynunda aldığım o derin nefes, içime işlenip onunla ilgili tüm gerçeklerin gölgesini ciğerime kazırken, ikimiz de sessizleştik. Derin bir nefes aldığını duydum, aldığı nefes beraberinde bedenimi ileri itmiş, ardından aynı hızla sönerek beni tekrar ona yapıştırmıştı.

"Kusacak mısın?" Sesi bir robotunkinden farksız olsa da ilgiliydi. Onun ipinin ucunu tutmuş, düğümünü çözemesem de o düğümün etrafında turlamaya, yeni düğümler oluşturmaya başlamıştım.

"Sanırım şimdi değil," diye fısıldadım.

"Deniz kenarına yakın bir yerdeyiz," dedi. "Deniz havası sana iyi gelecek."

"Eve gitmek istiyorum," diye huysuzlandım. Karan buna aldırış etmeden yürümeye devam etti. Bomboş olduğundan emin olduğum sokakta onun kucağında taşınıyordum. Beni bıraktığını sanmıştım, belki de benden vazgeçtiğini düşünmüştüm.

Terk edilmiş küçük bir kedi yavrusu gibi hissetmiştim.

Bu his kalbimi parçalıyordu.

"Gideceğiz," dedi garip bir sakinlikle. "Şimdi çeneni kapa."

Sokağın sonundaki kaldırımda dikiliyorduk, geçen arabaların rüzgârını dinliyordum. Fren ve korna sesleri rahatsız ediciydi, denizin tuzlu kokusunu soluduğumda Kordon'un yakınlarında olduğumuzun farkına vardım. Paspatur, yani barlar sokağı, Kordon'un hemen karşısında kalıyordu. Parmaklarımı hafif nemlenmiş olan ensesine bastırdım, soğuk havaya rağmen teni sıcak ve terliydi.

"Şşh," diye fısıldadı. "O kadar sıkı tutma, bir yere gidecek değilim."

Kafamı yavaşça kaldırdım. Başım, tıpkı yeni doğmuş bir bebeğin başı kadar ağırdı, onu dik tutmakta zorlanıyordum. Karan gözlerini indirerek bana baktı, gözlerimi kaldırıp kısık gözlerle onun yüzünü incelemeye başladım. Siyah gözlerinin çerçevesinde benim fotoğrafım vardı. Onun gözlerine baktığımda kendimi görmeyi seviyordum.

"Gitmezsin, değil mi?"

Gür kirpiklerinin altında yaşayan siyah gözlerine anlam veremediğim bir ifade yayıldı. Bir an için onun yüzüne dokunmak istedim. Sakallarına dokunmak, onu hissetmek istedim. Gözlerinden gözlerime uzanan köprüde bana doğru yürüyen küçük bir erkek çocuğu vardı.

"Gitmem."

Gözleri ağır ağır yüzümün her bir noktasında dolaşmaya başladı. Tek bir kelimesi yetmişti, artık sussa bile tıpkı konuşuyormuş gibi onu dinleyebilirdim.

"Gitmezsin," diye mırıldandım uyku mahmuru bir sesle. "Gidemezsin."

Ağır ağır başını salladığında, yelkovanın nabzını durduran gözleri gözlerime saplanmıştı. Yüzümü yavaşça boynuna yerleştirdim, Karan ben kollarındayken karşıdan karşıya geçti. Teknelerin sıralandığı sahildeki dalga seslerini duyabiliyordum. Kendi sessizliğimi dinlediğim zamanlar o kadar fazlaydı ki, sessizliğim sustuğunda çevremde güzel bir şeylerin ninni söylediğini fark edebiliyordum. Küçük kayıkların denizin üstünde dalgalara ayak uydurarak yaptığı gelgitlerin sesini dinledim.

Şehit Fethi Bey heykelinin ihtişamla dikildiği bir çocuk parkındaydık. Denizin üstündeki yakamoza baktım, tüm algım bir içki şişesinin dibindeki içkinin içinde boğulmuştu sanki. Karşıdaki adaların ışıkları karanlığın içindeki küçük ateş böcekleri gibi yanıyordu.

"Çocuk parkı?" diye fısıldadım, fısıltımın rüzgârı onun güçlü omzuna döküldü, kendi sıcaklığımı hissettim.

"Ait olduğun yer," dedi keyifli bir sesle.

"Hiçbir zaman buraya ait hissetmedim."

"Artık hissedebilirsin."

"Ben küçük bir kız mıyım sence?"

Karan'ın gözlerinin kıyısına yüzmeye başlayan ifade o kadar yakıcıydı ki, okyanusun en derininde bir yanardağ patlamıştı da, lavlar kıyıya, bana doğru kulaç atıyordu sanki.

"Küçücük bir kızsın hem de," dedi, hâlâ aynı şekilde bakıyordu ama lavlar bir türlü kıyıya varamıyor, bana dokunup beni yakamıyordu.

Derin bir nefes aldım, aldığım bu nefes onu irkiltti. Dudaklarımı yavaşça boynuna, nabzının attığı yere yakınlaştırdım, nabzı atarken kabaran damarını izledim, o damarın içinde akan kanın rengini merak ediyordum.

"Doğru," diye itiraf ettim. "Bugün ben yirmi yaşındayım ama bugün yine ben ilk kez küçük bir kız çocuğu gibi hissettim."

Gözlerine diktiği mezar taşlarını görmemi sağladığında, böyle bir şey söyleyeceğimi beklemediği her halinden belliydi. Rüzgârın etkisiyle sallanan salıncakların iç ürpertici gıcırtıları parkın içinde dolanmaya başladı. Karan birkaç saniye beni gözlerindeki mezarlığın içine kabul etti, o mezarlığın içine doğru son hızda koşmaya başladığımda, mezarlığın demir kapısı bir anda yüzüme kapandı.

"Sallanmak ister misin?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda.

Sanki sorusunun kendine ait elleri vardı, o ellerde ucu sivri bir bıçak tutuyordu ve bu soru elindeki bıçağı acımasızca karnıma saplarken doğrudan gözlerimin içine bakmıştı.

Karnımda büyümeye başlayan acıya rağmen, bıçağın saplandığı yerden kan akmaya başlamadı. Çocuk parklarıyla birbirimize oldum olası yabancıydık; küçükken birkaç kez parka götürülmüştüm ama oyun oynamak yerine bir köşeye oturur, oynayan çocukları izlerdim.

"Hayır," diyebildim, dilimin ucuna batan harflerin sarmaşıkları boynuma kadar inip boğazıma dolandı.

Gözleri tekrar gözlerime tutunduğunda, sanki onu var eden bir yazardı ve yazarın mürekkebi ne zaman Karan bana baksa taşıyor, harfler birbirine giriyor, ben yazarın yazdıklarını okuyamıyordum. Onu var eden kalemin sahibi bile bana onu anlatamıyordu, belki de o bile bazen bu adamı anlamıyordu.

Yavaşça yürüyüp hemen karşıdaki ahşap bakın önünde durdu, beni kucağından indirmeden bankın üstüne oturdu ve bedenimi tamamen kucağına yerleştirdi. Ayaklarım bankın ahşap koluna değiyordu, onun kollarının ne kadar büyük olduğunu, onun kollarında bir kez daha küçücük kaldığımda anlamıştım. Kafamın içinde bir çukur vardı, o çukurun dibinden rengârenk ışıklar gökyüzüne fırlıyor, zihnime düşen gölgeler, ışıklar yüzünden kör olup çığlık atmaya başlıyordu.

Sarhoş olmak biraz saçma bir şeydi.

"Neden bunu yapma gereği duydun?" diye sordu sakin bir sesle. Aslında sakin değildi, kalbinin atarken çıkardığı o sert sesleri duyabiliyordum.

"Hım?"

"Neden evden kaçtın Çakıltaşı?"

Sertçe yutkunmak istedim ama içki boğazımdaki tüm suyu çekip kurutmuş, damağımı kurumuş çöl toprağı gibi yarıklarla doldurmuştu sanki. Dilim, dudaklarımın üstünde küçük bir tur attı, çatlamış bir toprağın yüzeyini anımsatan dudaklarımı yalarken, onun bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum.

"Çünkü sana sinirlendim," diye fısıldadım.

"Bana her sinirlendiğinde evden mi kaçacaksın?"

"Hayır," dedim. Dilim ağzımın içinde yalpalıyordu. "Sadece sinirlendim."

Dudaklarını saçlarıma bastırdı, burnundan gelen sıcak nefesi saç diplerimde hissettim.

"Her şeye sinirlenir misin sen?" diye sordu, sesi, dudaklarını saçlarıma gömdüğü için boğuk yükselmişti. Onun nefesinde öyle bir şey vardı ki, nefesi, düşüncelerimin özüne dalıyor, kelimelerimle dolu olan çekmeceleri karıştırıp işine gelenleri avuçlayıp o çekmeden çıkarıyordu. "Yirmilik kız çocuğu, bence sen fazla sinirlisin."

Gözlerimi yumdum.

"Ben sinirliyim, evet ama sen de beni aramaya gelmedin bile. Saatlerce ortalarda yoktum ve sen beni umursamadın." Kısık sesime rağmen yakarışım o kadar netti ki... Gözlerimi araladım, boynuna sürtünen kirpiklerimi hafifçe hareket ettirdim.

Burnundan dışarı sert bir nefes verdi, o sert nefes düşüncelerime çarparak küçük bir yangın başlattı.

"Bunu beni sınamak için yaptın yani, öyle mi?"

"Hayır."

"Arkandan gelmemi istiyorsun," dedi verdiğim cevabı önemsemeden. "Senin arkanda, üstüne devrilen bir gölge olmamı, seni durdurmamı istiyorsun."

Evet, istiyordum. Diğer Merve zihnimde onun için yaptığım odanın içinde bana dehşet içinde bakarken, aslında bu cevabı en başından beri bildiğini biliyordum, kahverengi gözlerine yayılan dehşetin arkasını alay takip etti.

İçimi keşfe çıktım, kaburgalarımın altında sakladığım küçük balıkları boğulmaktan kurtaran okyanusun ta kendisiydi Ali.

O yoksa, balıklarımın pulları dökülecek, solungaçları kopacak ve oldukları yerde nefessiz kalıp can çekişerek öleceklerdi.

O bir balığa kelebek olma şansı vermişti, onun okyanusunda nefes alan bir balığın sırtına kendi elleriyle diktiği bu kanatların, o balığı tüketen asıl şey olduğunu bilmiyordu.

"Benden vazgeçtiğini düşündüm," dedim dilimin kilidi kırılırken.

Karan büyük elini omzuma koydu, omzum açık olduğu için onun avucundaki sıcaklığı anında hissetmiştim. Hava bu kadar soğukken, Karan nasıl bu kadar sıcak olabiliyordu?

"Çok aptal düşüncelerin var Asi," dedi kısık bir sesle. "Kendi kafanda kuruyorsun bunları, o tuhaf beyninin şeklini gerçekten merak etmeye başladım."

"Kurmak değil bu," diye huysuzlandım. "Ya başıma bir şey gelseydi?"

"Başına bir şey gelmesine izin vereceğimi falan mı sandın?" diye sordu kurşun gibi bir sesle. Ona baktım. Gözlerinin içinde yanan ateşin ışığını görüyordum. Bazen parmaklarımı beynine sokmak, düşüncelerini parmaklarımla seçerek çıkarıp okumak istiyordum. "Sadece ne yapacağını görmek istedim," diye itiraf etti.

"Ne yaptığıma bir bak," diye inledim, baş ağrısından ölmek üzereydim ama yine de durmadan konuşmak istiyordum. Bundan nefret etmiştim. İçki bana göre değildi.

Karan'ın sesini duymak istiyordum, benim yerime o konuşabilirdi, konuşmama fırsat vermesini istemiyordum. Bir şeyleri itiraf etmekten, kafam yerindeyken göremediğim şeyleri tam şu an görüyorken ona da göstermekten ölesiye korkuyordum.

Midem bulantısını kalbime de sıçrattı. Kalbim bulanıyordu.

"Evet, bakıyorum," dedi fısıldayarak. "Ne görüyorum biliyor musun?"

"Ne görüyorsun?"

"Aptal, yirmilik, küçük bir kız çocuğu." Dudaklarını tekrar saçlarıma daldırdı. Fısıldadı: "Sen küçük bir günahsın."

"Ve sen o günahı işleyen koca adamsın," diye fısıldadım. "Senin küçük günahınım ben."

"Hadi oradan," dedi erkeksi bir sesle. "İçki dilini uzattı senin körpe."

Kafamı yavaşça kaldırıp gözlerimi kaldırarak ona baktım, o da siyah gözlerini indirmiş ışığı sönmüş ay gibi bana bakıyordu. Aramızda nabız gibi büyüyen o bakışma, gözlerimden gözlerine ateşlerle döşenmiş bir yol gibiydi.

"Değil miyim?" diye sordum saf saf.

Dikkatlice beni izliyordu. Sertçe yutkundu, âdem elmasının boğazı boyunca kayışını izledim. Dudaklarım aralanmıştı.

"Bilmem," diye fısıldadı karanlık bir sesle. "Öyle misin?"

Ona yaklaştım, bir an geri çekileceğini sandım ama öyle büyük bir dikkatle ona bakıyordum ki, bunu yapamadı. Gözlerim onun dolgun dudaklarına indi, alt dudağı üst dudağından daha dolgundu ama bakıldığında iki dudağı da kalın görünüyordu. Kalbimin hızla çarpmaya başladığını hissettim. Karnım kasıldı, ayak parmaklarımı içeri doğru çekmek istiyordum ama ayağımdaki bot dardı, bunu yapmak imkânsızdı.

Yüzme bilmeyen bir balığın solungacına takılan siyah, gümüşten bir mızraktı bu adamın gözleri.

"Amacın ne?" diye fısıldadı zehirli bir sesle. Alnım çenesine yakın duruyordu. Gözleriyle beni takip ediyordu, koyu renk gözlerinde beni tehdit eden ama aynı anda beni tehdit gibi gören tuhaf bir ifade vardı.

"Bir amacım yok," diye fısıldadım, harflerim bir girdabın içinde dönerek uçuşuyordu.

"Beni taciz mi ediyorsun ufaklık?" Sesindeki alay, gözlerini ele geçiren boğuk fırtınanın varlığını görmeme engel olmamıştı. Gözlerinin esareti altındayken sırtımdaki kanatların eridiğini hissedebiliyordum.

"Hayır," dedim. Alt dudağını yavaşça ıslattı, dilinin dudağının etrafındaki hareketini izlerken saatin yelkovanı zihnime, akrebi de yüreğime saplanmıştı.

"Bir çocuk parkındayız," dedi karanlık ve boğuk bir sesle. "Oyun mu oynamak istiyorsun?"

Burnumu yavaşça çenesine sürttüm, parmakları omuzlarımda tur atıyordu. Burnumu yavaşça sakallarının içine daldırdım, çenesinin o keskin kemiğini çok net bir şekilde hissedebiliyordum.

Gözlerimi yumdum, kirpiklerime takılı kalan geçmişin dökülerek yok olmasına izin verdim.

"Velet," dedi acı çekiyor gibi. "Neden bunu yapıyorsun?"

"Ne yapıyorum Karan?" diye fısıldadım. "Söyle."

"Bu cesaretin..." Sertçe yutkundu. "Şimdi sırası değil."

Ona biraz daha sokulmak istesem de, zaten kişisel alanını doldurmuş, tamamen onun inine sızmıştım. Çenemi sakallarına sürterek, "Hadi bana yine bir şeyler anlat," diye mırıldandım. "Ay Işığı Prensesi gibi olsun."

"Sana çok küçük bir çakıl taşının karanlığa yuvarlanırken omuzlarına diktiği kanatlarının hikâyesini anlatayım mı?" diye sordu soğuk bir şefkati sesine giydirerek. Başımı hızlıca salladım, sakalları tüm yüzüme sürtündü.

Kollarını belime sararak doğrulmamı sağladı. Yanağımı omzuna yasladım, belimdeki sert parmaklarının baskısı o kadar fazlaydı ki, tenim yanıyordu. Pürüzsüz bir şekilde görebildiğim tek şey oyken, onun dışındaki diğer her şey buzdan bir camın arkasındaymış gibi görünüyordu.

"Anlat," dedim uykulu bir sesle. Salıncak sallandıkça, yağlanması gereken demir gıcırdıyordu.

"Aslında bir kez de senin anlatmanı istiyorum," dedi aniden. "Hem konuşursan daha çabuk ayılırsın."

Duraksadım. "Ne anlatmamı istiyorsun?"

"Her şeyi." Parmakları omzuma saten bir kumaş gibi dokundu, bedenim üşüyordu ama içimdeki her şey alev almıştı. "Senin hakkında her şeyi bilmek isteyip, sana hakkımda hiçbir şey anlatmayacak kadar bencilim."

"Bencilsin," derken sesim titriyordu. "Öyle bencilsin ki..."

"Ama sen bencil değilsin," dedi, omzumu okşamaya devam ediyordu.

"Evet," dedim yutkunurken. "Ben biraz sencil oldum galiba."

Onun gözlerinde yanan binlerce mumun uzaktaki görüntüsü vardı. Her ne kadar ışıl ışıl bakıyor olsa da, o gözlerde gecenin renginin olduğunu biliyordum, yine de o gözlerde aynı zamanda cehennemi cehennem yapan ateş de vardı.

Bir eli çeneme kaydı, parmakları biraz soğumuştu ama parmak uçlarındaki terin nemini hissediyordum, uzun parmaklarıyla çenemi kavradı ve kafamı kaldırdı. Gözlerim onun gözlerinin siyahına bir parça umut çalarken, gecenin karnında göz göze geldik.

"Sencil?" dedi sorar gibi. Gözlerinden bana uzanan o kara soru işaretlerinin ucundan yere damlayan benzin, benim küçük bedenimi kül edene kadar yakacak olan ateşin bekçiliğini yapan Azrail'di.

"Hıhım, öyle."

Gözleri kısıldı, ay ışığı saçlarının arasında parıldıyordu. "Hoşuma gitti."

Yüzümü tekrar boynuna gömecektim ama buna engel oldu, güçlü parmakları çenemi daha sert kavradı. Bu canımı yakmamış olsa da afalladım, gözlerimi kaldırıp ona baktım, ona baktığımda gördüğüm bambaşka bir adamdı. Gözlerini yakan ateş, simsiyah gözlerinin ölüm çukurunu kızıla boyamıştı.

"Anlat," dedi tok bir sesle. "Seninle ilgili bilmediğim ne varsa."

"Bugün Defne'yi gördüm," dedim gözlerimi saplandığı gözlerinden kurtarmaya çalışarak. "Defne'yi görmeden önce kahve içmiştim, sonra da Billur'la oraya gittik işte."

"Bundan bahsetmiyorum," dedi. "Gözlerime bakarak konuş Asi."

Gözlerimi yavaşça siyah gözlerine çevirdim. "Başım dönüyor," diye mırıldandım. "Sonra yapalım bu konuşmayı."

"Küçük ayyaş," dedi burnunu kırıştırarak. "Miden ne durumda?"

"İçimde bir adam yılanına kaval çalıyor," dedim gözlerimi devirerek.

"Kaval mı?" Karan bir an duraksayıp bana düz düz baktı, dudaklarına bulaşan o silik tebessüm anlık bir rüzgâr gibi esip geçti. "Kafan fena hâlde güzel senin..."

"Bilmem," dedim dudak bükerek. Bir an kafamı kaldırıp karşımda hafifçe hareket eden salıncağa baktım. "Aslında istiyorum," diye fısıldadım.

"Ne istiyorsun?"

"Salıncağa binmek," dedim parlayan kahverengi gözlerimi ayın ışığının aydınlattığı salıncağa dikerek.

"Bin öyleyse."

"Sen sallayacaksın değil mi?" diye sordum gözlerimi kocaman açıp ona doğru çevirerek. "Sallarsın, değil mi?"

Bir erkek çocuğunun elindeki siyah balonu tuttuğu gibi beni tutarken, balonun rengiyle aynı renk olan gözlerini gözlerimin karnına soktu.

"En son ne zaman salıncağa bindin?" diye sordu, kara gözlerine is gibi sinen o lekeler harelerinde genişledi. Avuçlarımı onun göğsüne bastırıp gözlerimi ondan kaçırdım. Biri yarama elindeki bıçağın ucunu sokup çevirmişti de, kapandığını sandığım ama aslında açık olan yaram tekrar aynı şiddetle kanamaya başlamıştı sanki.

"Bilmem," dedim çaresizce.

Biliyordum. En son tek başıma, yağmurlu bir günde salıncağa binmiştim. Hava kararmıştı, yıldızlar ve ay bile gökyüzündeki yerini karanlık bulutlara vermişti, sırılsıklam bedenime aldırış etmeden yavaşça sallanmıştım.

"Söyle."

Sustum.

"Bana bak." Ona bakamadım. "Bana bak ve söyle."

Kazağının altında çarpan kalbini avucumun içinde hissediyordum.

"Zorba," diye fısıldadım harfler ağzımda yabani otlar gibi büyürken. "Söylemeyeceğim."

"O zaman seni sallamam."

Hayal kırıklığının mürekkep gibi yayıldığı gözlerimi irice açarak ona diktim, dudaklarım aşağı doğru bükülmüş, yan yatmış bir hilâl şeklini almıştı.

"Sallamayacak mısın?"

Gözünü bile kırpmadan, "Sallamayacağım," dedi acımasızca.

"Ama babalar kızlarını sallamazlar mı?"

Yüzünde tüm galaksiyi kaplayacak büyüklükte bir cam parçalanmıştı da, gökyüzünden yeryüzüne cam kırıkları yağmaya başlamıştı sanki. İfadesindeki o yıkımı gördüğümde bir an kucağında küçücük kalıp yok olmak istedim. Siyah gözlerinin içinde, kirpiklerine kadar uzanan öfkeli bir ateşin kamçı izlerini gördüm.

Yelkovan dimdik durduğu yerde ileri doğru yürüyecekken bir anda geriye doğru düşmeye başladı, akrebin üstünden her geçişinde, akrep de uçuruma doğru bir adım geri sürükleniyordu. Karan'ın yüzü yavaşça silinmeye başladı, babamın yüzü karşımda ağır ağır oluşmaya başladığında kendimi onun kucağından aşağı bırakmak istedim ama o beni o kadar sıkı tutuyordu ki, bunu yapamıyordum.

Kahverengi gözlerimin içindeki yaralar kanamaya başladı.

Karan'ın silinişini, Mehmet Karakuyu'nun karşımda belirmeye başlayan yüzünü izledim. Önce gözleri, ardından yüzünün diğer parçaları yavaşça oluşmaya başladı. Gözlerindeki acıyla öylece beni izlerken pişman görünüyordu.

Enkazını görmek onu yıkmış mıydı?

"Mutlu musun?" döküldü dudaklarımdan.

"Ne?"

"Mutlu musun?" diye sordum bir kez daha. "Beni bu hâle getirdiğin için, mutlu musun?"

Babamın gözlerindeki canavarlar, avuçlarına kazık gibi diktikleri mumlarla köşeye geçmiş, ölmüş küçük bedenimin önünde yas tutuyordu. Canavarın korkunç elleri belimde duruyordu. Sanki şeytan bana dokunuyordu. Karşımdakinin gerçekten babam mı yoksa Karan mı olduğunu bir türlü anlayamıyordum.

Diğer Merve ellerini göğsüne bastırdı, uzun tırnaklarını göğsünün derisine batırırken, göğüs kafesini parçalamak ve göğsünün altında çırpınan son vicdan sığınağı da başına yıkılmadan hemen önce bu adamın kirli ellerinden kurtarmak istiyordu.

"Beni en son ne zaman sevdin?" diye sordum boşluğu andıran kahverengi gözlerine bakarken. "Sen beni hiç sevdin mi?"

"Sevdim," dedi o tanıdık ses. Babamın gözlerinin içine baktım, gördüğüm babamdı ama duyduğum ses ona ait değildi.

Onun güvenli ve kalın sesi, kalbime kan taşıyan damarım kadar yakındı bana.

"Gerçekten mi?" diye sordum, bunun gerçek olmasına ihtiyacım varmış gibi.

"Babalar kızlarını sever," diye yalan söyledi o tanıdık ses.

Hareket eden babamın dudaklarıydı ama dökülen kelimeler ona ait değildi.

Yumruk yaptığım ellerimi onun göğsüne vurdum.

"Kes şunu," diye inledim acıyla. "Bu sen değilsin ki."

"Benim küçük kızım." Karan'ın güçlü kolları beni kendine doğru çekti, ona karşı koyamadım. Avuçlarım ikimizin göğsü arasındaki sınırı belirliyordu.

"Yalancı," diye fısıldadım.

Bana sıkıca sarıldı, dudaklarını başımın üstünde hissettiğimde gözlerim kapandı.

"Benim küçük, yaralı kızım."

"Üzgünüm," diye fısıldadım gözlerimin bulutlarına doluşan yağmurları geri itmeye çalışırken. Sesim çatallaşmıştı. "Üzgünüm, çok üzgünüm."

"Şşh, tamam."

"Çok üzgünüm," dedim, sesim tir tir titriyordu. "Çok üzgünüm Karan. Çok üzgünüm."

Ellerini sırtıma bastırdı, beni kendine öyle sert çekti ki, ikimizin arasında kalan ellerim ezilip acıdı. Karan'ın şefkatinin o karanlık gölgesi üstüme düştü, beni geceden ve gündüzden sakınarak bana bir sığınak oldu. Dudaklarımı birbirine bastırıp bu aptal hissin bir an evvel geçmesi için dua etmeye başladım.

"Neden üzgünsün?" diye sordu, sesi dalgın ve pürüzlüydü.

"Çünkü tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi davrandım," dedim parçalanan sesimle. Kurduğum cümleleri oluşturan kelimelerin harfleri kanıyordu. Titreyen çenemle birlikte dişlerim birbirine çarpmaya başladı. Titriyordum. "Sadece biraz daha ilgi için yaptım belki de. Ensemde nefesini hissetmek istedim sanırım, bilmiyorum. O evden çıkmamam gerekiyordu ama sırf gölgeni üzerimde hissetmek için bunu yaptım. Üzgünüm. Salakçaydı. Ben de merak edilmek istedim. Merak edileyim istedim. Üzgünüm."

"Evet, küçük bir kız çocuğu gibi davrandın," dedi sırtımı sıvazlayarak. "Tek fark, sen herhangi bir kız çocuğu değilsin, sen benim küçük kızımsın."

Parmaklarımı büktüm, kazağını avuçlarım arasına alarak sıktım ve yüzümü tamamen boynuna gömüp, "Üzgünüm," diye fısıldadım paramparça hâlde. "Yapmamalıydım."

"İlgi isteyen küçük bir çocuk gibisin. Sana o kadar kıyamıyorum ki. Sana içimdeki tüm ilgiyi verebilirim, sana hep ilgi veririm. Tamam, geçti," dedi, sesi sakindi. "Geçti küçücüğüm."

Bir süre öylece sessizliği dinleyerek oturduk. Ağlamak istiyordum ama bunu yapmayacaktım. Hızla gözlerimin kıyısına yüzen ahtapotların kollarının boynuma dolanmasına, beni boğmalarına izin vermeyecektim.

"Seni bir yere götüreceğim," dedi sonunda konuştuğunda. Yüzüm hâlâ boynunda duruyordu. Gözlerimi yavaşça araladım ve onun boynunun karanlık gölgesine baktım, bir ağacın kalın gövdesine benziyordu, ıssızdı ama güvenilirdi.

Soru sormadım. Dudaklarımın arkasında bekleyen tüm kelimeler her şeyden vazgeçmiş, dilimin üstünde ilerleyemeden oldukları yere öylece yığılmıştı sanki. Beni arabaya ne ara taşımıştı ne ara arabayı çalıştırmıştı hatırlamıyordum. Sadece barlar sokağına tekrar girdiğimizi hatırlıyordum, birinden anahtarlarını isterken boğazından yükselen o erkeksi tınıyı hâlâ çok net bir şekilde zihnimin içinde taze tutuyordum ama gerisi tamamen karanlığa gömülmüştü.

Range Rover'ın içinde olduğumuzu fark ettiğimde, beni dağ evine götürdüğünde kullandığı dağ cipinin nerede olduğunu merak ettim ama üstünde durmadım, bu cipi özlediğimi fark etmiştim.

Kafamın içinde sürekliliğini koruyarak dönen bir pervane vardı. Sokak lambalarının yaydığı turuncumtırak ışıklar aracın içini bir aydınlatıyor, bir söndürüyordu. Işıkların yüzümü aydınlattığı o kısa sürelerde sık sık ona bakıyor, onu izliyordum. Karagözler yolunda ilerliyorduk, Karan soğuğa rağmen cipin camını açmıştı ve saçlarımı uçuşturan rüzgâr yüzünden gözlerimi sık sık kısıyordum. Rüzgâr biraz olsun iyi gelmiş gibiydi, en azından artık o içimi kavuran kusma isteği olduğu yerde değildi, tekrar çıkıp gelmesinden korkuyordum.

Konuşmadı. Ben de konuşmadım. Fillerin özel hayatıyla alakalı o saçma merakım diğer Merve'nin bir köşeye geçip devrile devrile gülmesine neden oluyordu. İçimde bir yerde disko topu dönerken, diğer yerde ise matem havası vardı.

Birazdan düşlerimi taşıyan tabut kalkacak ve cenazemi kendi omuzlarımda, tek başıma taşıyacaktım.

Kıvrımlı yollarda ilerledik, ara sokaklara girdik, tuzun kokusunu alabiliyordum. Aracın motoru gecenin karanlığını yırtan bir ses çıkararak çıkmaz sokakta durdu. Farın ışığı sokağın sonundaki zeytinliği aydınlatıyordu. Karan'ın taktığını düşündüğüm emniyet kemerini çözmeye çalışıyordum.

Karan bekledi.

Bir süre sabırla o aptal kemeri çözmemi bekledi.

"Cidden," diye homurdandığında göz ucuyla ona baktım, güzel gözlerini devirdi. "Çişini yapmak için hazırlanan yavru bir kedinin kumu kazarken ki o sevimli uğraşını görüyorum sende şu an."

"Ha?"

Karan bana doğru aniden eğildiğinde yüzü yüzümün çerçevesine sığdı ve alnı alnıma dokundu. Sert bir nefes verdim, sert nefesim onun dudaklarına çarpınca kuzguni siyahı gözlerini gözlerime dikerek bana dikkatle baktı. Elleri, ellerimin üzerine örtülmüştü ve ikimiz de aptal kemerin, gerzek tokasını tutuyorduk.

Sertçe yutkundu. "Bırak da seni kurtarayım kedi yavrusu," diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Sıcak nefesi dudaklarıma aktığında o evcilleştiremediğim yabani açlık midemi pençeledi. Sanki midemin üstünde kırk tane mum dikili duruyordu ve yavaş yavaş eriyip, midemin üstünde kalıp halini alıyordu.

Gözlerim onun dudaklarına takılı kalmıştı. Ellerimi ellerinin altından kurtarmaya çalıştım ama bu kez ellerimi bırakmayan oydu. Gözlerim dudaklarından sıyrılıp yavaşça koyu renk gözlerine uzandı ve o an alnını alnıma sürterek bana biraz daha yaklaştı. "Hım?" diye fısıldadı. "Nereye bakıyorsun?"

"Şey..." Gözlerimi gözlerinden çekmedim. "Dudaklarına."

Bu kez sıkışan oydu, beklediği cevap bu değildi ve bu cevap onu şaşırtmıştı. Bir süre kısık bakan gür kirpikli gözleriyle dikkatlice yüzümü inceledi. Açık olan cama rağmen alnı terlemişti, belki de terleyen benim alnımdı. O kadar bütün olmuştuk ki, artık ayırt edemiyordum.

"Şu an tehlikenin ta kendisisin." Yavaşça elimi serbest bıraktığında elimi çektim, gözlerini gözlerimden çekmeden kemerin tokasını çözerken beni öyle sert kendine çekti ki burnum burnuna sürtündü. Sıcak nefesi yüzüme çarparken, "Tamamdır," dedi kısık bir sesle.

"Hıhım."

"İn," dedi kısık bir sesle ama gözlerindeki ifadeden anladığım kadarıyla burada böylece durmak onun da hoşuna gitmişti.

Arabanın kapısına uzanacaktım ki, benden önce davrandı ve bedenini bedenimin üstüne bastırarak üzerime abandı, ardından da kapıyı açtı. Geri çekilirken bilerek dudaklarını alnıma sürtmüştü. Ayağımı yavaşça dışarı attığımda başım hâlâ dönüyordu. Karan'ın dalga geçer gibi cıkladığını duydum ama aldırmadan kendimi dışarı bıraktım. Ayakta durabilmek için cipin kenarlarına tutunurken Karan da araçtan indi ve yanıma gelip beni kolunun altına çekti. Hiç düşünmeden kendimi onun kollarına bırakarak, ona uyarak adımlarımı atmaya başladım.

Hemen çaprazımızda neredeyse tüm duvarları camdan, tek katlı bir ev vardı. Belki de bu bir ev bile değildi. Kendine ait küçük bir bahçesi, bahçeyi saran siyah çitleri vardı. Evin cam duvarının sırtını yasladığı bir de büyük bir ağaç vardı, yaprakları kavak yapraklarından daha genişti. Yere kadar sarkan dallarından aşağı bakan yapraklarına ilgiyle baktım. Ona tutunarak bahçeye girdiğimde botlarım ayaklarımı vurmaya başlamıştı.

Karan camdan evin gösterişli kapısını açarken yüzümü göğsüne gömerek, "Hadi," diye homurdandım. "Yine fillerden bahsederim bak."

"Sevişmekten bahsetmediğin sürece fillerden dilediğince konuşabiliriz," dedi tok bir sesle. Kapı da onun tok sesini takip ederek aynı şekilde aralanmıştı. Yağlı boya kokusu ve tinerin parçalayıcı kokusu anında burun deliklerimden aşağı akıp ciğerlerime ulaşarak arkası kesilmeyen bıçak darbeleri indirmeye başladı.

"Bu koku da ne böyle?" dedim dehşet içinde.

"Tinerci yetiştiriyorum evde," dedi soğuk bir sesle. "Çenen düştü çenen."

Beni içeri çekti, ay ışığının aydınlattığı kadarıyla da olsa içeriyi görebiliyordum. Hemen ortada büyük bir masa vardı, siyah ve cilalı bir masaydı, yüzeyi parlıyordu. Üstündeki fırçalar anında dikkatimi çekmişti, boyutları ve şekilleri farklı bir sürü fırça vardı ve bazılarının ucu boyanın kurumuş rengiyle parıldıyordu. Boya siyah gibi görünse de, ay ışığı tam olarak içeriyi aydınlatmadığı için rengini seçememiştim.

"Burası neresi?" diye sordum zoraki bir adımı öne doğru atıp ondan ayrılmaya çalışırken.

"Atölyem."

"Atölyen mi?" Bir an tek kaşımı kaldırdım.

"Önce hecelerine ayırmamı, ardından da harflerini kodlamamı ister misin?"

Küçük adımlarla masaya doğru ilerledim, masanın üstünde deste şeklinde kâğıda benzer şeyler vardı ama hepsinin üstünde karartılar vardı. Parmaklarım masanın parlak yüzeyinde dolaştıktan sonra kâğıtlara kaydı. En üstteki kâğıtta sadece kalemle çizilmiş olduğunu düşündüğüm bir kayalık resmi vardı, kayalığın hatları o kadar keskin ve net çizilmişti ki gözlerim hayranlıkla parladı.

Sınıfta beyaz tahtaya çizdiği kelebek resmi geldi aklıma. Acaba hâlâ duruyor muydu?

"Bunu sen mi çizdin?" diye sordum kısık bir sesle. "Vay be!"

"Hepsini ben çizdim," dedi bana doğru yürürken. "Bakabilirsin."

"Sorduk sanki," diye homurdandım. "Bakacağım tabii."

Bana alay dolu gözlerle baktığının farkındaydım, aldırmadım ve masadan destek alarak kâğıtları tek tek ayırmaya başladım. Bir alt resimde önüme düşen bir ağaç resmiydi. Kökleri o kadar derine inmişti ki, ağaçtan çok kökler ilgimi çekmişti. Kaşlarım havaya kalktı. "Sanatçı adamsın ha," dedim kısık bir sesle.

"Sarhoş velet."

Bir diğer resimde bir gül çizilmişti, gül siyah boya ile boyanmıştı ve sapı ile yaprakları bile siyahtı. Yağlı boya olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi, kokusu hâlâ keskindi. "İlginç," dedim dikkatle çizime ve renklendirmesine bakarken.

Hemen arkama geçtiğinde bedenini bedenime yaslamıştı. Kalçalarımda onun ağırlığını hissettiğimde yanaklarımın ısındığını hissettim.

Kulağıma doğru, "Devam et," diye fısıldadı. Sesindeki esrar beni daha da sarhoş ediyordu.

Başımı sallayarak diğer kâğıda geçtim. Geneli kara kalem ile çizilmiş ya da siyah yağlı boya ile renklendirilmiş görsellerdi. Hepsinin üstünde ince işçilikler vardı, bir amatörün elinden çıkmış şeylere değil de gerçek bir sanatçının parmaklarından dökülmüş resimlere benziyorlardı.

"Çizimlerinin üstüne kussam ne olur?" diye sordum diğer kâğıdı da çekerken.

"Hiç," dedi kısık bir sesle. "En fazla ölürsün."

"Öldükten sonra zebanilere fillerin sevişip sevişmediğini soracağım Karan."

"Bak yine," diye homurdandı arkamda, sıcak nefesi enseme çarpıp saçlarımı uçuşturdu.

"Evet," dedim 'e' harfini uzatarak. "Onlar bana bunun cevabını verecektir."

"Hadi oradan bacaksız," dedi Karan alnıyla kafama vurarak. "Devam et."

"Hep siyah boya kullanmışsın," diye fısıldadım çizimleri incelerken. "Ya kara kalem ya da siyah boya." Hemen fırçaların yanında duran kalemlere dikkatlice baktım, burada kendine küçük bir dünya yaratmıştı ve her parça için ayrı ayrı benim üç aylık harçlığımı falan harcamış olmalıydı. Markalı ürünlerdi.

"Devam et," dedi kısık bir sesle. "Hepsine bak."

Kâğıtların yanındaki tuhaf şey kaleme benziyordu ama beyaz renkteydi, biraz da kalındı.

"Bu ne?" diye sordum kâğıtları bırakıp ona yönelerek.

"Tortillon Stump," dedi ilgili bir sesle. "Kâğıttan kalem de diyebilirsin. Kâğıdın preslenmiş hâli. Harmanlama ve kaynaştırma için kullanılıyor."

"Hadi ya," dedim alay dolu bir sesle.

"Öyle cimcime," diye fısıldayıp kendini bana biraz daha bastırdı ve omuzlarım onun göğüslerine iyice yapıştı. Nabzımın erimeye başladığını hissettim. "Devam et."

Birkaç kâğıda daha ilgiyle baktıktan sonra en altta kalan çizime ulaşmak için son kâğıdı da kaldırdım ve o an gözlerimin odağına düşüp ayın ışığıyla aydınlanan o çizim tüm ihtişamıyla önümde belirdi.

Simsiyah kanatlarının üstünde koyu mor geçişler olan, şu ana dek gördüğüm en mükemmel kelebek resmiydi bu. Kelebeğin uçarken arkasında bıraktığı siyah izler tıpkı beyaz bir gökyüzünde asılı duran siyah yıldızlar gibi parlıyordu.

Kelebeğin kanatlarının ortasında duran bedeni bir anahtarı anımsatıyordu.

Sertçe yutkunup, "Bu..." diye fısıldadım. "Bu çok güzel..."

"Öyle değil mi?" diye sordu, sesi ilk kez bu kadar ilgili çıkmıştı. Hevesle kollarını iki yanımdan uzattı ve kâğıdın boşluklarını tuttu. Şu an çizdiği kelebek ikimizin elindeydi ve ben onun kollarının arasında kalmıştım.

"Koyu mor," diye mırıldandım kısık bir sesle. "En sevdiğim renk."

"Siyahtan sonra," dedi kendinden emin bir sesle.

"Evet." Başımı hafifçe geriye atarak onun omzuna yasladım. "Yetenekli olmadığın bir konu var mı senin?"

Dudaklarında belli belirsiz, can yakıcı bir tebessüm belirdi. "Bana mı asılıyorsun Çakıltaşı?"

"Hım. Sanırım?"

"Bacaksıza da bakın siz."

"Bacaklarım uzun aslında," dedim dikkatle ona bakarken.

Gözlerinde siyahın en koyu tonu yuvarlandı, ışığı yanmayan ama her yeri camdan ibaret olan bir evin içinde, ay ışığının aydınlattığı kadarıyla onu görebiliyordum. Öyle güzeldi ki, kalbim onun güzelliğini kıskanıyordu.

"Karan," dedim tekrardan ve o sırada elimdeki can çekildi, kâğıdı yavaşça bırakıp bomboş gözlerle ona baktım. "Söylemeyecek misin?"

Tek kaşını kaldırdı. "Neyi?"

Başımı iyice omzuna yaslayıp kafamı kaldırarak ona baktım. "Filler sevişir mi?"

"Asi."

"Ya cevap ver!" diye homurdandım yüzümü buruşturarak. "Filler de sevişir mi?"

Aniden beni masaya doğru ittiğinde, sırtım hâlâ onun kaslı göğsüne yaslanmış vaziyetteydi. Karnım masaya çarptı ve Karan ile masa arasında kaldım. Birkaç kalem, yaptığım baskıyla yuvarlanarak masadan aşağı düşmüş, çizimlerin olduğu kâğıtlar ileri doğru kaymıştı. Nefesimin kesildiğini hissettim. Dudaklarını alnım boyunca sürttü, ardından dolgun dudaklarını yanaklarıma indirdi ve yangını andıran nefesini yanağıma bırakarak konuştu:

"Filleri bilmem de, akrepler sevişir," dedi kısık ama kalın sesiyle. "Çok fena sevişir." Burnunu yanağıma bastırdığında yutkunamadım. "İkimiz de akrebiz, biliyorsun değil mi?"

"Karan..." Sesim alkolün etkisinden ziyade, bu adamın bedenimdeki hükmünün etkisiyle çatlamış, tıpkı küçük bir çocuğun sesi gibi çıkmıştı.

"Evet?" Kısık sesi yanağımı yaladı, Karan dudaklarını çeneme kadar indirdi ve beni masaya tamamen yapıştırdı. "Söyle?"

"Akrebiz," dedim bir anda.

"Tekrar söyle," dedi sert bir sesle. "Neyiz?"

"Bazı kelimeler boğazına takılır da konuşamazsın ya hani Karan," diye fısıldadım acı çekiyor gibi. "Ben senin yanında yutkunamıyorum." Derin bir nefes aldım. "Akrebiz biz."

Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşti. Beni kendine doğru çevirirken o kadar hızlı ve sertti ki, uçuşan saçlarım onun heybetli bedenine çarpmıştı. Soluğum, soluğuna vurdu. Uçuşan saçlarım daha sırtıma dokunamadan beni kendine doğru çevirdi ve masadan tarafa sırtını döndü. Bedenim bedenine yaslıydı, elleriyle kalemleri tek hamlede itip fırça ile kalemlerin yerlere saçılmasına neden olduktan sonra masanın üzerine oturdu, bunu yaparken hiç zorlanmamıştı çünkü boyu normal bir adama göre fazla uzundu. Soluk soluğa onu izlerken dudaklarını aniden dudaklarıma bastırdı ve beni sertçe üstüne çekip bacaklarımı ikiye ayırarak tam kasıklarının üzerine oturmamı sağladı. Dizlerim masanın parlak yüzeyine sürtüyordu, dudaklarım aniden aralandı ve ağzımdaki içkinin tadı yerini onun yasak elmadan bir ısırık almış gibi hissettiren tadına bıraktı.

Elleri hızla belime kaydı, kazağımı yukarı sıyırıp parmaklarını çıplak belime yerleştirirken ikimiz de nefes nefeseydik. Islak, duru ama bir o kadar da tutkulu bir öpücüktü. Ağzının ağzımın içinde eridiğini, onun neminin, çölün ortasında kalmış kuru dudaklarımı beslediğini düşündüm. Kafamın içindeki küflü çarklar büyük bir hızla dönmeye başlamıştı, gözüm ondan başka hiçbir şey görmüyordu.

Kollarımı onun ensesine dolamış, hırsla onun öpücüğüne karşılık verirken her şey susmuştu. Konuşan tek şey nefesimizdi. İkimizin nefesleri de ayrı ayrı bir şeyler anlatıyordu birbirine. Titiz bir adama göre fazla kirli öpüşüyordu, bunun farkına varmak bacaklarımın titremesine neden olmuştu. İçimde uçsuz bucaksız karanlık bir gökyüzü vardı, o gökyüzünün kızıl damarlı şimşeği onun bana hissettirdiği tutkuydu; o şimşek çaktığı müddetçe ben onu böyle istemeye devam edecektim ve benim göğümde yağmur hiç dinmeyecek, şimşekler gökyüzünü tıpkı gecenin içinde yanıp sönen ateş böcekleri gibi aydınlatmaya devam edecekti.

Dudakları çeneme kaydı, ağzım garip bir açlıkla aralanırken o çenemi ısırdı ve ısırdığı yerde ıslak dilini gezdirdi. Karnımda bir şeyler çarpıldı, hisler birbirine girdi ve bir anda kalbim ile kasıklarım matkapla delinmeye başladı. Açılan oyuktan ona duyduğum tuhaf çekim akıyordu. Ateşin etrafında uçan sadık bir Yusufçuk gibiydim. Yusufçuklar sadık hayvanlardı, eşleri ölünce onlar da ölürdü ve asla eşinden başkasıyla birlikte olmazdı. Tek sorun benim eşim benim gibi bir Yusufçuk değil, ateşti. Beni yakacak, belki de kül edecekti.

"Siktir," diye fısıldadı dişlerini son kez çeneme geçirdikten hemen sonra. Taze nefesi çeneme akıyor, oradan ağzıma dalıyor, ardından da içime karışıp benden bir parça haline geliyordu. "Ağzımı ağzına dayayıp, yaşamını içmek istediğim küçük bir kız çocuğu var."

Konuşmama izin vermeden alt dudağımı ısırarak çekti, ardından gözlerini kaldırıp ateş gibi yanan kuzguni karası gözleriyle beni eleğinden geçirdi. "Sen..." dedi dişlerinin arasından, sesi öylesine boğuktu ki kasıklarım acıyla sızladı. "...o içkili ağzına rağmen seni öptürebilecek kadar delirttin beni."

Parmaklarım saçlarına kaydı, kendimi ona bastırdım ve tamamen kucağına yerleşerek, "Filler?" diye sordum yarı uykulu bir sesle.

"Velet," dedi güler gibi bir ses çıkararak. "Sen benim imtihanımsın."

"Ee?" diye mırıldandım burnumu burnuna sürterek. Duman altında kalmış koyu gözleri, sanki benim gözlerimin çukuruna aitmiş gibi dibimdeydi.

"Yedi ölümcül günahın sekizincisisin sen."

Yüzümü onun boynuna yerleştirirken uyku bedenime düşmeye başlamıştı ama Karan, "Sakın," diye uyardı beni kısık sesle. "Eğer bu şekilde uyuyacak olursan, sabah kalktığında kafanı bedeninden ayırmak isteyeceksin."

"Neden?"

"Çünkü içki içtin aptal," dedi. Beni kucağından indirmedi ama masanın üzerinden indik, düşmemek için bacaklarımı beline dolamıştım.

"Ama uykum var," diye fısıldadım.

"Şimdi sen ılık bir duş alıyorsun," dedi kucağında benimle içeriye doğru yürürken. "Ben de sana sert bir kahve yapıyorum, anlaştık mı?"

"Ama uyku..."

"Bana bak," dedi katı bir sesle. "Lafımın üstüne laf eklemek için konuşup durma da dediğimi yap."

"Kıro."

"Ne dedin sen?"

Dudaklarım yukarı büküldü ve ona daha sıkı sarıldım. "Kıro," diye tekrar ettim. "Zorba, tehditkâr, sinsi, gıcık, diktatör!"

"Çenen düştü çenen," dedi burnunu boynuma sürterken. "Yoksa seni ben mi yıkamalıyım? Soyup?"

"Yok ya," dedim ona sıkıca sarılırken. "Anca rüyanda."

Banyo olduğunu düşündüğüm kapının önüne geldiğimizde, "Baksana," dedi kısık bir sesle. "Sarhoş veledi sevdim."

"O zaman sık sık..."

"He, alkolik ol başıma," diye kesti sözümü. "O Sergen denen götün belasını sikmekle ilgilendiğim için geciktim, yoksa ensene binerdim senin." Burnundan sert bir nefes verdi. Beni yavaşça yere indirip kapıyı açtı ve "Çabuk," dedi. "Eğer on dakika içinde duş alıp çıkmış olmazsan, içeri girerim ve seni ne şekilde göreceğim inan umurumda olmaz."

"Kıyafet?" diye sordum kapıya tutunarak, gözlerim hızlıca banyonun içinde gezindi. Banyo bembeyaz mermer taşlarla döşenmişti, temiz ve şık görünüyordu.

"Ben kapıya senin için kıyafet bırakacağım." Beni omuzlarımdan içeri doğru itti. "Hadi."

Dediğini yapıp içeri girdim. Ayağımdaki botları ve çorapları çıkardıktan sonra boy aynasının önüne yürüdüm. Tek bir leke dâhi olmayan boy aynasına düşen yansımama bomboş gözlerle baktım. Gözlerimin etrafı kan çanağı olmuştu, göz altlarım içeri doğru göçük ve koyu renkli görünüyordu. Yüzümü buruşturdum, az önce bu tiple Karan'ın kollarındaydım resmen. Üstümdekileri tek tek çıkardıktan sonra duş kabinine ilerledim, çıplak ayaklarım soğuk mermerin üzerinde kıpkırmızı kesilmiş, topuklarıma kan oturmuştu.

Ilık suyun altında akıp giden tenimdeki değil, zihnimdeki kir pastı.

Öylece dikilmiş, çıplak bedenimi sıyıran suyun bende geriye bıraktıklarını hissetmeye çalışırken, ızgaralardan akıp giden su değil, benim düşüncelerimdi. Suyun içine karışan kelimeler birbirine girerek dağılıyor, ardından da ızgaraların arasından hiçliğe karışıyordu. Sanırım kusmadan atlatabildiğim için şanslıydım, Karan'ın yanında kustuğumu düşünmek bile midemi altüst ediyordu. Bir daha beni değil öpmek, bana dokunmak bile istemeyebilirdi. Sanırım ben de beni öpmek istemezdim.

Suyu kapatıp askılıktaki havluyla bedenimi kuruladıktan sonra kapıyı yavaşça araladım ve kapının arkasına konmuş eşyaları elimle yoklayarak bulup aldım. Islak saçlarımın ağırlığını omuzlarımda taşıyordum sanki. Kafamın üzerinde inşaat tuğlaları varmış gibi hissediyordum. Bana verdiği kıyafetlere baktığımda o tuhaf uyuşukluk hissi büyüyüp bedenimde yer edinmiş tüm uzuvlara sıçradı. Lacivert bir kazak ve siyah bir boxer. Bunlar ona aitti.

Yanaklarım ısındı, bakışlarım hemen karşımdaki boy aynasına kaydı. Nemli boynum kıpkırmızıydı, belirginleşen damarlarımın çizdiği şekli bir şeylere benzetmeye çalışırken alt dudağımı dişledim.

İç çamaşırı olmadan onun kazağını giymek tenimin uyarılmasına neden olmuş, midemi delen matkap, alanı genişleterek organlarımı da oymaya başlamıştı. Kazağı uzun ve genişti. Aslında ona tam olurken, bana bir elbise gibi olmuştu. Bacaklarımdan geçirdiğim dar boxerı, onun kalçalarına oranla daha geniş olan kalçalarıma tam oturdu, hatta biraz sıktı ama buna aldırmadım. Kazağın içinde kalan ıslak saçlarımı dışarı çıkardıktan sonra ürkek adımlarla banyodan çıktım. Banyodan çıktığım an camdan duvarlar gecenin ıssızlığını önüme sundu, gece böceklerinin nöbetleşe yer değiştirerek çıkardığı o huzur verici gece yarısı sesini dinleyerek koridoru takip ettim.

Karan, parlak masanın önüne tekerlekleri olan siyah deri bir koltuk çekmiş, koltuğa oturmuştu. Üstü çıplaktı, altındaysa siyah kotundan başka hiçbir şey yoktu. Ürkek adımlarla parmak uçlarımda ona yaklaşırken, kasılan sırt kaslarına dikkatle baktım. Sol kolu durmadan hareket ediyor, sol omzu kavislenip duruyordu.

Çizim yapıyordu.

Hemen arkasında dikilip kafamı karaladığı kâğıda doğru uzattığımda ıslak saçlarım onun boynuna döküldü ve Karan hafifçe irkilerek omzunun üzerinden bana baktı. Bakışlarını üstümde hissettiğimde kalbime garip bir paniğin yayıldığını hissettim.

Kalemi yavaşça bıraktı, tekerlekli koltuğu yavaşça döndürdü ve bedenini bana doğru çevirdi. Hemen yanında iki fincan vardı, ikisinden de duman yükseliyordu, kahvenin kokusunu alabiliyordum.

"Ne çiziyorsun?" diye sordum uykulu gözlerle ona bakarak.

"Hiç." Çizdiği taslağın ne olduğunu anlayamadan üzerine temiz bir kâğıt koyarak çizimin üstünü örttü ve siyah fincanın yanında duran koyu yeşil fincanı bana doğru uzatarak, "İç şunu," dedi net bir sesle. "Kustun mu?"

"Hayır." Sakince bana uzattığı fincanı avuçlarıma aldım ve ona bakmaya devam ettim.

"Çıkarsan iyi olurdu," dedi dikkatlice beni incelerken. Onun karşısında her daim çıplak hissediyordum. Elinde büyüteçle tenimin çıplak kıvrımlarını izliyor, ruhumun yaralarla sarılı bedenini inceliyordu sanki.

Kahveden bir yudum alırken dikkatli gözlerle ona baktım. "İğrenmez misin?"

"Az önce çenesini yaladığım kız söylüyor bunu." Karan başını iki yana sallayarak kahvesinden bir yudum aldı. "Aslında onu bir başkası yapsa onu kendi kusmuğuyla boğarım ama söz konusu senken iğrenmemin imkânı yok." Gözleri beni baştan aşağı süzdü, bakışları içimi kavurmuştu. "Üşüdün mü?"

Kahveden bir yudum daha alıp başımı hafifçe iki yana salladım. Dışarıda rüzgâr vardı, sallanan dalların gölgesi evin içine düşüyordu ve Karan komodinin üstünde duran eski görünümlü ahşap abajuru yakmıştı. Abajurun ışığı o kadar kısıktı ki, bir ateş böceği bile ondan daha fazla ışık yayabilirdi.

"Islak saçla durma," dedi gözlerini kısarak. "Başın ağrıyacak."

"Sorun değil."

Utanç yavaşça kanımda alevlenmeye başlamıştı, içkinin bedenimde bıraktığı o izin yavaşça yok olduğunu anlayabiliyordum. Söylediğim saçma şeyler kafamın içindeki duvara çarpıp büyük bir hızla bana doğru sekiyordu. Karan bir süre oturduğu yerde öylece beni izledi, bana kızgın olduğunun farkındaydım ama şu an herhangi bir yorum yapmıyordu.

Sanki onun tasarladığı el emeği göz nuru bir şeydim ve o beni tamamlamış, şimdi de izleyerek keyfini çıkarıyordu.

Gözleri ayaklarıma kaydığında ürperdim, ayak parmaklarımı içeri çekip ondan saklamak istedim ama bunu yaparsam daha da dikkatini çekeceğini biliyordum. Yine de birinin gözlerini ayaklarıma dikip dikkatlice bakması rahatsız ediyordu. Özellikle bu biri o ise...

"Ayakların minik," dedi kısık bir sesle.

Topuklarımın sanki mümkünmüş gibi biraz daha kızardığını, kanın ayağıma tamamen oturduğunu hissettim. "Ne olmuş?" diye sordum gözlerimi kaçırarak. Gözlerini aniden kaldırıp yüzüme dikti, otomatikman ona bakma gereği duydum.

"Hoşuma gitti." Gözlerini tekrar ayaklarıma indirdi, nabzım bedenimin içine hapsolmuş, damarlarımın arasında uluyordu. Nabzım atmak istiyordu. Nabzım sökülüp çıkmak, ölmek istiyordu.

"Saçlarımı kurutsam iyi olacak," dedim gözlerimi kaçırarak.

Hava değişmişti. İkimizin arasında çatırdayan elektriğin havaya kalkıp birbirine çarptığına yemin edebilirdim. Karan'ın koyu renk gözleri bedenimde geziyor, tenime pençelerini geçiriyordu. Bir insanın gözlerinde pençe olur muydu? Bu adamın en büyük silahı belki de gözlerindeki siyah pençelerdi.

Pençelerinin arasındaydım.

Çoğu zaman o gözlerde kaybettiğim çocukluğumun zihnime doğru havalandırdığı koyu mor renkteki uçurtmaları görüyordum. Karan elindeki fincanı bırakıp yavaşça oturduğu yerden doğruldu, bedeninin bu kadar ahenkli bir şekilde hareket edebiliyor olması beni çileden çıkartıyordu. Onun teninin her bir kıvrımı, bir devrin bitişi ve bir diğer devrimin deprem etkisi yaratarak başlayışıydı. Bu bir nevi intihardı, onun güzelliğini izleyerek mantığımı katlediyordum.

Bana doğru bir adım attığında ayaklarının çıplak olduğunu fark ettim. Benim küçük ayaklarımın aksine, Karan'ın büyük ve kemikli ayakları vardı. Bir erkeğe göre bakımlı, hatta fazla güzeldi. Titiz bir insan olmasını seviyordum, ona baktığımda gördüğüm şey parlak bir bedendi. Tüyleri ona yakışıyordu, onu erkeksi gösteriyordu ve kasıklarındaki tüylerle ne zaman göz göze gelsem kalbimin içine şırıngayla adrenalin enjekte ediliyormuş gibi hissediyordum.

Ayak parmakları, ayak parmaklarıma dokunana kadar bana yaklaştı ve sonunda ayaklarımız birbirine değdiğinde kafasını eğip bana baktı. Aramızda neredeyse yirmi santimden daha fazla fark vardı, o benim aksime iriydi ve ben onun yanında küçücük kalıyordum. Normal bir insana göre uzun bir boya sahipken, onun yanında tam bir cüceydim.

Kısık bakışlarının kara deliğinden bana doğru yaklaşan hortuma baktım. Elimde tuttuğum fincanı bilinçli bir şekilde ellerime dokunarak elimden aldı ve bedenini çevirmeden yavaşça masanın üzerine bıraktı. "Bu kadar yeter," dedi kemikten bir anahtarı anımsatan sesiyle. "Saçlarını kurutacağım."

"Kendim hallederim."

"Buna izin vereceğimi düşünecek kadar aptal olamazsın."

"Tam olarak öyle düşünüyorum," dedim gözlerimi yüzüne dikerek. "Kontrol manyağı."

Kaşlarını alayla kaldırıp, "Hadi ya," dedi tıpkı kaşları gibi alaya bürünmüş sesiyle. "Hem evden kaçıyor hem Sergen'in arabasını çalıyor hem de bir barda zil zurna sarhoş oluyorsun ve sonra da bana kafa tutuyorsun, öyle mi?" Gözlerinde ahlaksız bir parıltı kıyamet gibi kopup yüzünü aydınlattı. "Küçük kız, bu cesaret de nereden geliyor böyle?"

"İçimden," dedim ona dik dik bakarak.

"Asi." Sesi sakindi ama kelimelerinin etrafında yanan ateşi görebilmiştim.

"Karan?"

"Benimle dalga mı geçiyorsun kız çocuğu?"

Tiner kokusunu bile bastıran kokusunu içime çekerken, "Hayır?" dedim sorar gibi.

"Güzel." Başını yavaşça onaylarcasına salladı ama o ahlaksız ifade hâlâ gözlerindeydi. "Ben de tiner kafa yaptı sandım."

Tam ağzımı açacaktım ki, ona ait olan kazağın yakasını tutarak beni kendine doğru çekti, ardından fırsat bile vermeden tek hamlede beni sırtına attı. Dudaklarımdan şaşkınlığın iniltisi dökülürken, ıslak saçlarım aşağı sarktı ve yüzüm kalçalarının hizasında öylece kalakaldım. "Ne yapıyorsun?" diye bağırdım şaşkınlıkla.

"Ayılmışsın bakıyorum da," dedi neşeli bir sesle. "Az önce sevişmekten bahsediyordun, şimdi tırnaklarını hazırladın saldırmayı bekliyorsun."

"Karan, indir beni!"

Kazak yukarı sıyrılmıştı, şu an dar boxerını gördüğüne yemin edebilirdim. Beni koridora doğru taşırken çırpınmaya başladım, bacaklarımı her hareket ettirişimde beni daha sıkı kavrıyordu ve ben de düşme korkusuyla onun kotunun kenarlarına tutunuyordum. "Karan!" diye bağırdım bir kez daha. "İndir beni, kafam patlayacak!"

Büyük avucuyla kalçama sertçe vurdu, dudaklarımdan öyle bir çığlık koptu ki, evin cam duvarlarını zangırdattı. "Sus kız," dedi alaycı bir sesle.

"İntikama bak!" diye bağırdım bir kez daha çırpınarak. "Zorba herif! Dağ ayısı!" Çırpınmaya devam ettim ama boşaydı, Karan beni odalardan birine soktuğunda kafamı kaldırmaya çalıştım fakat saçlarımın ağırlığından dolayı boynum ağrımıştı. Görebildiğim kadarıyla burası bir yatak odasıydı. Siyah ve lacivertin dokunuşlarıyla can bulmuş, gösterişli kalıbına girmeyen ama ışıl ışıl görünen bir odaydı. Ortada büyük bir yatak vardı, yatak yuvarlaktı ve hemen üstünden siyah tüller aşağı doğru sarkıyordu. Beni yatağın üzerine tıpkı bir külçe gibi fırlatırken, "Pislik!" diye bağırdım ama o bunu umursamadı.

Siyah çarşaflar yumuşacıktı, tenim yumuşak yatağın içine gömülürken kaşlarımı çatarak ona baktım. Komodinin çekmecesini açtıktan sonra gümüş renkli fırça bir tarak çıkardı ve saç kurutma makinesini de aldıktan sonra yanıma döndü. Yatağın kenarındaki prize fişi soktuktan sonra çenesiyle yatağı işaret edip, "Kay," diye sert bir komut verdi. Bedenimi hafifçe yana kaydırdım ve o da hemen arkama oturdu.

Yatak, onun bedeninin baskısıyla hafifçe çöktü. Uzun parmaklarıyla saçlarımı arkaya alırken bir an ürperdiğimi hissettim ama ona karşı koymadım. Saç kurutma makinesinin sesi odanın içinde uğuldamaya başladı, başımın içinde yer eden ağrı harekete geçti, yüzümü buruşturup bunun bitmesini bekledim. Parmakları saçlarımın etrafında kayıyor, ıslak noktaları özenle kurutuyor ama tam kurumadan birazcık nemli bırakıyordu. İyiden iyiye uykum gelmişti, gözlerim kapanmaya başlamıştı ama makinenin gürültüsü uykumun ortasına çomak sokuyordu.

Makineyi kapattığında bana biraz daha sokuldu, bir bacağını diğer bacağının altına almıştı ve bir ayağı yere değiyordu. Bense onun aksine bağdaş kurmuş, uykulu gözlerle camdan dışarıyı izliyordum. Fırça tarağı saçlarımın arasına daldırdığında ondaki şeyin şefkatten öte bir şey olduğunun bilincine vardım. Çok küçükken Defne'nin saçlarını tarardım ve saçlarını tarayanın babam olduğunu hayal etmesini isterdim. O şekilde daha kolay oluyordu onun için, uzun yıllar boyunca Defne'yi bir şekilde dizginlemiş, tüm zararı belki de kendi omuzlarıma yükleyip beni yara bere içinde bırakmasına izin vermiştim.

Karan'ın sıcak nefesi, hafif nemli saçlarıma çarpıyordu, sessizce bana verdiği şefkatin tadını almaya devam ettim. Tarağı kenara bıraktı, parmakları saçlarımın arasına kaydı ve kafamın derisine dokundu. Yavaşça ovmaya başladığında farkında olmadan kafamı geriye doğru yasladım ve onun uzun kemikli parmaklarının uyguladığı baskıya kendi ağırlığımın baskısıyla karşılık verdim.

Karan Çakıl zihnime masaj yapıyordu.

Ruhumdaki çatlaklardan içeri sızmış, benden bir parça olmuştu artık.

Onu kabul etmezsem, kendimi reddetmiş olurdum.

"İyi mi böyle?" diye sordu kısık sesle. "Hoşuna gitti mi, ufaklık?"

"Hıhım," diye fısıldadım uykulu bir sesle.

"Başın ağrıyor mu?"

"Biraz."

"Hım." Biraz daha baskı uyguladı, parmaklarını derimin içinde hissediyordum.

Biraz daha zorlasa düşüncelerime inecek, zihnimin sokaklarında dolaşıp sakladıklarıma dokunacaktı. Önüme düşen saçlarımı geriye attım, büyük ağacın yapraklarının yarattığı gölge odanın parkesine düşmüştü. Yaprak rüzgârın etkisiyle her hareket ettiğinde, gölge de hareket ediyordu.

"Sıkı bir cezayı hak ediyorsun yavru panter."

Cevap vermedim. Ona sığınırken her şey daha kolaydı, tıpkı bir ucube gibi kendimden kaçıyor ve soluğu bu adamın yanı başında alıyordum. İçimde bayatlamayı başaramayan geçmişin gölgesi her daim orada duruyor olsa da, onun varlığının gölgesi geçmişin gölgesini pençeleyip yaralıyordu.

Beni yaralayan geçmiş, Karan tarafından yaralanıyordu.

Karan saçlarımı özenle üçe ayırdığında daldığım düşünceler beni kıyıya püskürttü ve köpüklü dalga gri kayalıklara çarparak kayalıkları siyaha boyadı. Tek kaşımı kaldırdım, uykulu gözlerimi avucumla ovuştururken onun ne yaptığını idrak etmeye çalışıyordum. Biraz sonra o uzun parmakların uyumlu bir şekilde hareket ettiğini hissettim, üçe ayırdığı saçlarımı sırayla birbirine sokuyordu ve o kadar ustaca yapıyordu ki kısa bir şaşkınlık tenime yıldız yağmuru gibi yağıp beni gökyüzüyle duruladı.

Karan Çakıl, saçlarımı örüyordu.

Parmaklarından saçlarıma akan bir baba şefkati vardı.

Kavlayan sahipsizlik hissi patır patır dökülürken, yerini pürüzsüz bir sahiplenilme duygusuna bırakmıştı. Oradaydı. Net ve pürüzsüz. Artık onu iliklerime kadar hissediyor, varlığının gölgesi altında serinliyordum.

Komodine uzanıp çekmeceyi açtı, küçük bir lastik parçası çıkardığını cama düşen yansımamızdan net bir şekilde görebilmiştim. Paket lastiğine benziyordu, aldırış etmedim ve Karan ördüğü saçımın ucunu lastikle bağladı. Lastik saç tellerimi çekiştirmiş, birkaç telin kopacak gibi sızlamasına neden olmuştu ama ona renk vermedim.

Saçımı bağladıktan sonra elleri karnıma indi ve beni yatak boyunca kaydırarak kendine çekti. Sırtım onun geniş göğsüne yaslandı, başımı yavaşça boynuna yerleştirdim ve gözlerimi tavana diktim. Tavanın da boydan boya cam olduğunu fark ettiğimde gözlerim irileşti. Yıldızlar ve ay hemen tepemizde dikiliyor, tenimize akıp bizi aydınlatıyordu. Tavan camdandı ama odasının en azından üç duvarı normal tuğladan örülmüştü, bu içimi rahatlattı. Yatak odasının yalnızca bir duvarı camdandı ve duvar da denizi görmemizi sağlıyordu.

"Asi," diye fısıldadı, yanağı yanağıma değiyordu şu an. Gözlerimi ona çevirmeye çalıştıysam da bunu başaramadım.

"Hım?"

"Bir daha aynısını yapacak olursan farklı bir Karan görürsün."

"Çok korktum," dedim uykulu bir sesle. "Tehdit etme beni."

Yanağını yanağıma sürtüp sakalını hissetmemi sağladı. "Uslu, uysal bir kız ol," diye fısıldadı karanlık bir sesle.

"İmkânı yok."

Ayaklarımı ileriye doğru uzattım, o da bacaklarını araladı ve beni bacaklarının arasına yerleştirdi. Sırtını yatağın kadife başlığına yasladı, tıpkı benim sırtımı ona yasladığım gibi...

Karan, önce annesini, ardından da babasını kaybetmiş küçük bir oğlan çocuğunun pençelerini toprağa batırıp acısını boyalar ve kaleme akıtarak yeni formunu kazanışıydı. O küçük çocuk şu an yoktu ama içeride bir yerlerde yaşam sürdüğünü biliyordum. Bazen Karan'ın kuzguni siyahı gözlerinde o çocuğun gölgesini görüyordum ama çocuk beni fark ettiği an arkasına bakmadan karanlığa koşuyor, gözden kayboluyordu. Kollarında olduğum geçmişinin kökleriyle hayata tutunmayı başarmış, karanlık ve olgun bir adamdı.

Hayır, o kötü biri değildi. Bir gangster ya da katil de değildi.

Yalnızca karanlıktı işte.

Sanırım o küçükken biri ışığı kapatmıştı, şu an yirmi yedi yaşındaydı ama ışığın düğmesinin yerini hâlâ bulamamıştı.

"Karan..."

"Söyle." Sesi uykuluydu.

"Böyle rahat ediyor musun?"

"Fazlasıyla."

Dudaklarım yukarı doğru kıvrım kazandı, gözlerimi hafifçe kıstım ve kendimi ona bastırdım. "Ben de," diye mırıldandım.

"Uyuyalım, kız çocuğu," diye fısıldadı kısık bir sesle.

"Uyuyalım, canım adam."

Karan kollarını karnıma sardığında gözlerim kapanmıştı bile. "Sevdim bunu," diye fısıldadı.

"Ben de," diyebildim karanlığa sürüklenmeye başladığımda. "Ben de sevdim."


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

4.1M 263K 45
Aylardır izlediği yayıncıya olan hislerinin arttığını düşünen İzem, artık onun dikkatini çekmek ister. Dağhan'a ilk mesajı değildi ama bu sefer onun...
390K 1.7K 4
YENİDEN YAZILIYOR 🍷⛓️🌓 Enemies to lovers... ⛓️ ~mafya İyi kalpli ama yaşadığı ilişkiler yüzünden kırık olan Ahu ablası evlenince onunla aynı evde...
1.4M 43.2K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
100K 1K 9
"Abin bu söylediklerini duysa ne olur biliyorsun değil mi Mavi?" "Şimdilik duymayacağına göre bence sorun yok Feyyaz." "Bana Feyyaz Abi demelisin Mav...