ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

30. BÖLÜM: AY IŞIĞI

569K 12K 27.7K
By binnurnigiz

🗝️


Feridun Düzağaç – Beni Bırakma


30. BÖLÜM

AY IŞIĞI


Onun uyuyan yüzünü izliyordu. Tanrının çizdiği masumiyet resmiydi yüzü. Kutsal kitabın tüm sayfalarına yerleştirilmiş ilahî aşka benziyordu.

Hayatının karanlıkla örüldüğü büyük, acı yüklü bir kısmını zihninden zar zor uzaklaştırıp yeni bir kabuk ördüğünde tanımıştı onu. On dokuzunda genç bir kızdı, gözlerinde yara izleri vardı, belki de bu yüzden kara gözleri en çok onun kahverengi gözlerinde takılıp kalmıştı. Bir gün, şefkati kendisinden küçük bir kızda bulacağını bilmiyordu çünkü onun için şefkat demek, anne demekti ve onun sözlüğünde anneler hep çocuklarından büyük olurdu; anneler çocuklarını terk ederdi.

Güzeldi, küçük bir çocuğun ağladığı o karanlık gecelerde, o çocuğun üzerini kanatlarıyla örten bir melek kadar güzeldi. Onun rüyalarındaki meleğe benziyordu. Çocukken, her şey en karanlık hâliyle onun üzerine çullanırken hayal ederdi o meleği. Kanatlarının arasında uyuduğunu düşlerdi. Kimi zaman bu melek, yoldan geçen annesi yaşlarında, annesine benzeyen bir kadın olurdu; kimi zaman da gözyaşları içinde daldığı uykularında titreyerek sayıklarken elinde tuttuğu fotoğraftaki kadın olurdu. Annesinin fotoğrafları...

Bir çocuğa en büyük dayağı belki de onları terk eden insanların geride kalan fotoğrafları atardı.

"Senin bende bir fotoğrafın olmasından hem çok korkuyorum hem de bunu çok istiyorum Asi," diye fısıldadı uyku hâlindeki güzel yüzü seyre daldığı sırada. Cep telefonunun kamerasının merceğine aldığı kıza bakarken gülümsemesini bastıramadı. "Senin bir değil, birçok fotoğrafını çekeceğim ve bir gün beni terk edersen, elimde fotoğrafınla daldığım o kör bıçak uykularda yalnızca senin adını inleyeceğim."

O gece, kızın fotoğrafları telefonundaydı.

O gece, terk edilmekten en çok korktuğu ikinci geceydi.

İlkini yaşamıştı. Henüz bir çocukken...


🗝


Bir kelebek, ölüme soyunmadan hemen önce son kez göğe kanat çırpmak isterdi.

Kanatları ıslak kelebeklerin son arzusu hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Onun kollarında bulduğum şeyi bana soracak olsalardı, hiç düşünmeden şu cevabı verirdim: Baba şefkati.

Anlamını bilmediğim, kalbimin kozasını bir kez olsun çatlatıp içeriye yağmurun suyunu doldurmamış, hislerimi kurutmuş bir yoksunluktu bu. Ama söz konusu bu adam olduğunda, tadını almadığım bir şeyi bile sanki çok yakından tanıyormuşum gibi hissedebiliyordum.

Hemen önümüzde, tıpkı bir çarşaf gibi uzanan denize dökülen ayın berrak ışığı, çizdiği sütunlardaki kristal gibi parlayan ışıkla vadiyi aydınlatıyordu. Mumların titreyen ışığını bile bastıran ay ışığı, denizin koynuna girmeden hemen önce tüm masumiyetini soyunmuştu.

Parmaklarım ağır ağır onun geniş omuzlarına kaydı. Dingin bir şekilde devam eden dansımızın ritmini kaybetmeden olduğumuz yerde öylece hareket ediyorduk. Yanağım onun göğsüne yaslı duruyordu. Gözlerimi denizden ayırmadım.

Müzik yoktu. Aslına bakılacak olursa şu an duyabildiğim tek şey onun kanının, kalbinin ve nefesinin sesiydi. Gözlerimi kaldırıp ona bakmak istedim ama beni sıkıştıran his buna engel oluyordu. Diğer Merve zihnimde sessizdi. Sanki beni bulamıyordu. Karan'ın beni soktuğu bir odanın içindeydim ve odaya benden başka kimse kabul edilmiyordu.

Gözlerim kısıldı. Karşı adalardaki rengârenk ışıkların kirpiklerimin arasından girerek düşüncelerime yön vermesine izin verdim. Işığı sevmeyen o karanlık yanım bile bu rengârenk lens görüntüsünden hoşnut kalmıştı. Onun sıcak ve güvenilir kokusunu solurken, "Daha iyi olabilirdi," diye fısıldadı saç diplerime doğru. Nefesinin o kopkoyu rüzgârı, kafamın içindeki tüm harflerin sırtüstü düşmesine neden oldu. "Ama zamanım kısıtlıydı ve biliyorsun..."

"Bundan daha iyisinin olabileceğini sanmıyorum," dedim usulca. Karan'ın keskin çenesi saç diplerime baskı yapıyordu. "Bu çok güzel Karan."

Bir süre konuşmadan sessiz dansımıza devam ettik. Bedenlerimiz birbirinden ayrıldığında boşluğa düşmüş gibi hissetmiştim. Yerde duran diğer siyah kutuyu açtı, nasıl olduğunu kavrayamadığım bir süre zarfında elinde simsiyah bir pastayla bana doğru döndü. Siyah pastanın üstünde tek bir tane koyu mor mum vardı. Karan mumu yaktıktan sonra yavaşça yanıma yürüdü ve hemen önümde dikilerek gözlerini indirip gözlerimin içine baktı.

"Âdettendir," dedi. "Tatlı şeyler sevmediğini bildiğim için bitter çikolatadan yapıldı."

Gözlerimi pastaya doğru indirdim. Pasta simsiyahtı, pürüzsüz görünüyordu, yüzeyinden yükselen o yoğun koku inanılmaz derecede tanıdıktı. Bu koku, Karan'ın kokusuyla hemen hemen aynıydı. Dudaklarım bir an titrer gibi oldu, bakışlarımı Karan'a doğru çevirdim.

"Bu gibi durumlarda ne yapılıyordu?" diye sordum, sesim şaşkınlığı üstümden atamadığımdan dolayı çatallı çıkmıştı.

Siyah, biçimli ve gür kaşları çatıldı, bir süre düşünür gibi yaptı. "Dilek tutuluyordu sanırım?" dedi sorar gibi.

Kaşlarımı kaldırdım. "Peki sen buna inanıyor musun?" diye sordum merakla. Mumun ışığı ikimizin arasında parlıyordu, yüzlerimize düşen gölgelerle öylece birbirimize bakıyorduk. Uzun kirpikleri, mumun ateşinin yüzüne yansıttığı ışığa örümcek bacağını anımsatan gölgeler indirmişti.

"Neye küçüğüm?"

"Tutulan dileğin gerçekleşeceğine?"

"Daha çok edilen duanın gerçekleşeceğine inananlardanım ben. O yüzden o dileği bir dua olarak kabul edebiliriz. Dilekler de birer duadır aslında."

Tek kaşımı kaldırdım. "Tuhaf bir adamsın."

"Aksini iddia ettiğimi hatırlamıyorum," dedi ve çenesiyle mumu işaret etti. "Üfle artık. Sönecek."

"Üflemeden önce mi dilek tutuyoruz?" diye sordum gözlerimi mumun ateşine düşürerek.

"Gözlerini yumacaksın, dileğini tutup ateşe üfleyeceksin."

Başımı ağır ağır salladım. Zihnimin içine örümcek ağı örmüş düşünceleri ellerimle iterek, kalbimin arzu ettiği dileğin saklandığı odayı aramaya başladım. Gözlerimi sıkıca yumdum, uzun kirpiklerim birbirine girdi ve düşüncelerimin arasında büyük oyuk koridorları açarak ilerlemeye başladım. Adım attığım her yerde ayağıma bulaşan kanın o yapış yapış hissini tabanlarımda hissediyordum, bu yüzümü buruşturmama neden oldu. Karan'ın dikkatle beni izlediğinin farkındaydım.

Dileğimin kilitli olduğu odanın içinde büyüyen çığlık, prangalarımın zincirlerinin kırılmasına neden oldu. Bedenim, bir sobadan dökülen isin beyaz kumaşa sinerkenki hızını aratmayacak bir hızla o kapının önüne atıldı ve dileğin saklandığı kapıyı pençeleriyle parçalara ayırdı. İçeride titreyen, karanlığa mahkûm edilmiş bir dilek, yanmış ve derisi soyulmuş parmaklarıyla yüzünü saklıyordu.

Bu dilek benim çocukluğumdu.

Ben çocukluğumu diliyordum.

Bir an o dileği parçalamak ve yok etmek istedim.

Zihnimin hiçbir boşluğuna sığınamaz ve benden fedakârlık dilenemezdi. Ben yeterince fedakârlık yapmış, yeterince kendimi ateşe atmıştım. Onu yok saydım, yanık elleriyle orada öylece titriyor, çırpınıyor olmasına rağmen onu görmezden geldim.

Yeni bir dilek diledim.

Bu dilek, kapalı gözlerime rağmen gözlerimi görebilen tek adamdı.

Derin bir nefes aldım, tohumu avuçlarıma bırakılan bu dileğin güzelliğini henüz daha filizini vermeden en derinimde hissettim. Simsiyah bir çınar ağacına benziyordu gölgesi. Gözlerimi yavaşça araladım, dileğimin harflerinin saklandığı nefesimi ateşe üfledim; titrek ışık yalpalayarak savruldu, aramızda yavaşça söndü. Ateşin kokusunu burnumu gıdıklarken gözlerimi Karan'dan ayırmadım.

"Tuttum," diye fısıldadım.

"Güzel."

Pastadan yememiştim ama parmağımla biraz karıştırdığım doğruydu... Ateşi, rüzgârla savrulan mumların ortasındaki geniş boşluğa oturduk, deniz hemen önümüzdeydi. Küçük dalgalar kıyıyı yavaşça dövüyor, geri çekilirken beraberinde biraz kumu da yanında götürüyordu.

Bağdaş kurarak oturmuştum, hemen yanımda da o vardı. Aramızda kuru bir şekilde büyüyen sessizlik, denizin tatlı dokunuşlarıyla hareketlenen iç gıdıklayıcı bir ninniye dönüşmüştü. Hemen yan tarafımda duran siyah güllere bakmadan duramıyordum. İlk kez canlı olarak siyah gül görüyordum, nasıl göründüklerini hep merak etmiştim, şimdiyse onlara sahiptim.

"İlk kez doğum günüm kutlandı," dedim kafamı kaldırıp gökyüzüne bakarak. Ay, arada bir ona dokunarak yanından geçip giden bulutların tenini şeffaflaştırıyor, içlerini gösteriyordu. Bulutların içi, benim içim gibi darmaduman ve parçalara ayrılmıştı.

"Daha önce hiç kutlayan olmadı mı?" diye sordu ama sesi hiç de şaşırmış gibi değildi, normal bir şeyden bahsediyor gibi düzdü.

"Hayır." Avuçlarımı kumlara bastırarak yıldızların dizilişini izledim. "Olmadı." Hiçbir şey söylemedi. "Peki sen?" diye sordum merakla. "Sen kutlar mısın doğum günlerini?"

"Hayır," dedi hiç duraksamadan. "Bu tıpkı şey gibi..." Durdu, doğru kelimeyi arıyor gibi görünüyordu. "Ölüm yaklaşıyor diye sevinen bir grup geri zekâlının toplanıp halay çekerek pasta kesmesi gibi."

Kendimi tutamayıp kıkırdadığımda Karan donakaldı. Haklıydı. Benim kıkırdamam, bir cesedin aniden konuşması kadar ürkütücü ve beklenmedikti.

"Bizim de şu an o geri zekâlılardan bir farkımız yok ama," diye fısıldadım.

Karan'ın bakışlarını üstümde hissedince ben de ona doğru döndüm. Gözleri, ışıkların da etkisiyle tıpkı kara bir elmas gibi parlıyordu. İki göz çukurunda da birer elmas parçası taşıdığı gerçeği göz önünde bulundurulursa, bu adam gerçek bir hazineydi.

"Tekrar yapsana," dedi kara bir meleğin kanatlarından düşen tüyü ruhuma sürterek.

Ona şaşkın şaşkın baktım. "Neyi?"

"Kıkırdadın," dedi dikkatle yüzümü incelerken. "Tekrar yapsana."

"Kıkırdamadım," diye homurdandım kaşlarımı çatarak.

"Hım." Tek kaşını kaldırdı. "O neydi o zaman?"

"Anlık bir şey," diye fısıldadım, köşeye sıkışmış gibi hissediyordum. Bir süre sessizlik yaşandı ama hâlâ birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Sanki göz bebeklerimiz birbirine kemik gibi kaynamıştı.

"Anlık şeyler bu kadar güzel olmamalı," dedi parlayan siyah gözlerini aratmayan yakıcılıkta bir sesle. Tam dudaklarım aralanacaktı ki, bana fırsat vermeden oturduğu yerden hızlıca kalkarak, "Vadiyi gezmek ister misin?" diye sordu.

"Evet," dedim zorla yutkunurken. "Daha önce hiç gelmedim buraya."

"Fethiye'de yaşıyorsun ve Kelebekler Vadisi'ne gelmedin, öyle mi?"

"Fethiye'de yaşıyor olmam, her yeri bilmem gerektiği anlamına gelmez Karan."

"Bıdı bıdı," diye homurdandı. "Kaldır kıçını da gezelim o zaman."

Oturduğum yerden yavaşça kalktım. Kalçama bulaşan kumları elimle silktikten sonra Karan'ı takip etmeye başladım. Vadinin içeri doğru uzanan ve gitgide daha da daralan patika yolunda ilerliyorduk. Kayalıklar yüksekti, dev bir dağı andırıyordu. Kafamı kaldırıp gecenin örtüsünü üzerine örttüğü kayalıklara baktım, sanki üstüme devrileceklerdi, bu görüntü başımı döndürmüştü. Az önce biz dans ederken etrafta uçuşan o kelebekler şu an yoklardı, sırra kadem basmış gibiydiler.

Yüksek kayaların en yüksekte birleşerek bir dağ inşa ettiği o dar araya girdiğimizde, karanlık hakimiyeti tekrar eline aldı. Şu an görebildiğim tek şey Karan'ın karanlık gölgesiydi, adımlarımı büyüttüm ve vadiyi incelemeyi sürdürdüm.

Büyük kayaların etrafında oyuklar vardı, bu oyukları kayaların yaraları olarak hayal etmiştim. Kara bir deliği anımsatan mağaralar, karanlıkla sarıldığından dolayı biraz ürkütücü görünüyordu ama gün ışığının altında muazzam göründüğüne emindim

"Burada gerçekten o kadar fazla kelebek türü var, öyle mi?" diye sordum, sesim şaşkın çıkmıştı ve gözlerimi her an üzerime yıkılacakmış gibi duran kayalıklardan alamıyordum.

"Çok daha fazlası bile olabilir."

Yol kaya parçalarından oluşuyordu, etrafta ağaçlar ve neredeyse karnıma kadar yükselen yabani otlar vardı; kaya parçalarına basarak, düşmemek için ekstra bir çaba sarf ederek patika yolu tırmanmaya başladım. Karan, benim aksime oldukça rahat hareket ediyordu. Bir ara ayağım kayacak gibi olsa da, son anda dengemi toparlamayı başardım ama bu Karan'ın dikkatinden kaçmadı. Dalga geçer gibi bir homurtu çıkarıp yürümeye devam etti.

"Eğer gündüz gelseydik, gün ışığının altında çok daha iyi gözlem yapabilirdin ama geceyi tercih edeceğinden de son derece emindim," dedi sakin bir sesle. "Beğendin mi burayı Çakıltaşı?"

Ayaklarıma kara sular inmiş olmasına rağmen evet, burayı beğenmiştim. Başımı sallayarak, "Gecenin büyüsü etrafı oldukça gizemli gösteriyor," dedim soluk soluğa. "Güzel yer."

Karan, kayalardan birinin üstüne bastı, elini bana doğru uzattı ve omzunun üzerinden bana baktı. Ay ışığı, simsiyah saçlarının üstüne düşmüş; bir elmasın gölgesi gibi parlıyor, onun uzun kirpiklerine yansıyordu. Bana uzattığı elini tuttum, beni yavaşça yukarı çekti. Hiç zorlanmadan küçük kayaya çıktığımda kafamı çevirerek geride bıraktığım manzaraya baktım.

Deniz, ay ışığını yakalamış, içine hapsetmişti. Sevişiyorlardı.

Yat, biraz ileride küçük bir kibrit kutusu gibi görünüyor, yaydığı ışık kendi etrafında bir hale yaratmış, içinde öylece duruyordu. Elimi uzatsam, onu avuçlayabilirmişim gibi görünüyordu.

Karan elimi bırakmamıştı, avucunun içindeki elim terden sırılsıklamdı.

"Biraz daha tepeye çıkmaya ne dersin?" diye sordu Karan, sesi kısıktı, gecenin kara kanatlarını dudaklarına takmıştı.

"Daha ne kadar tepeye çıkabiliriz ki?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

Çenesiyle yüksek bir dağı anımsatan geniş kayayı gösterdi. Oraya çıkmam imkânsızdı, gerçekten bir dağa benziyordu ve nereden bakılırsa bakılsın oraya çıkmanın yolu yoktu.

"Kafayı mı yedin?" diye homurdandım. "Kanatlarımız yok Çakıl."

"Bir kelebek için üzücü olsa gerek," diye fısıldadı kulağıma doğru. Bir an nefesim kesildi. Dudakları kulağıma dokunmuş, hatta bilerek sürtünmüştü.

"Kanatları ıslak bir kelebekten uçmasını mı bekliyorsun?"

"Hıhım." Burnundan sert bir nefes verdi. "Haklısın. Kanatları ıslak kelebekler uçamaz, küçücüğüm."

Sırtımı onun kaslı göğsüne yasladım ve buzdan kalemin pencerelerini kırıp kafamı dışarı çıkardım. "Burası iyi," dedim kısık, düşünceli bir sesle. "Tam burası... Çok iyi."

Yüzünü göremesem de, ay ışığıyla aydınlanan çehresine yayılan huzur gözlerimin önünde belirir gibi oldu. Dudaklarım yukarı doğru çekilecekmiş gibi hissettim. Bir adamın bir kızı bu denli değiştirebilmesi imkânsız geliyordu gözüme.

Belki de bir başkası bu düşüncelerimi aptal bir ergenin kafasında kurduğu dünyadaki yıkılmış taşlar olarak görebilirdi. Evet, kafamın içinde bir dünya kurmuştum ama taşları yıkılmamıştı; sorun şuydu ki, taşlar hiçbir zaman olmamıştı. Sonradan yıkılan bir taş ile taşları olmadan inşa edilmiş bir şeyden bahsediyorduk. Ben renkleri seviyordum. Çok güzel renkler vardı; kırmızı, pembe, sarı, turuncu, mavi, yeşil... Ama ben avucumdaki kömürle onlara dokunamazdım.

Koyu mor. Sanki siyahın yere düşen bir gölgesi olsaydı, bu gölgenin rengi koyu mor olurdu.

Aslında renklerin masum olduğu söylenilemezdi.

Bilirsiniz, gece olunca tüm kötülükler karanlığın arkasına gizlenir ve bu suçu geceye atar. Renkler de öyle. İnsanları kandırırlar. Pembe size masumiyeti, belki de sevgiyi hatırlatır ama o güzel resimlerde pembe ile çizilmiş aşka, ayrılığın gölgesi düştüğünde, genelde bu siyah ve siyahın tonlarıyla vurgulanır.

Pembenin cinayetini siyah üstlenir.

Babamın cinayetini ruhum üstlendi.

Hayır, suçu ona atmak değil amacım. Sadece bilirsiniz... Her ailede bir çürük yumurta vardır. Belki de ailemin çürük yumurtası benimdir. Kim bilir?

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Olduğum yerde hafifçe sıçradım, eğer ona yaslanıyor olmasaydım, üstünde durduğum kaya parçasından aşağı öyle bir düşerdim ki, vadi boyunca yuvarlanırdım sanırım.

"Hiç," diyebildim. Başımı yavaşça kaldırdım, dikleşen çenemi sıktığımı o an anlayabilmiştim. Kısılan kirpiklerimin arasından gökyüzüne baktım. Soğuk ve huzurlu bir geceydi. Belki de içime yayılan bu huzuru şu an arkamda bana dayanak olan adama borçluydum.

Onsuz da ayakta durabilirdim, kendimi koruyabilir ve belki de durmaksızın, aldığım yaralara aldırmadan savaşabilirdim. Ama sorun şuydu ki, bu adam arkamdayken çok daha güçlü bir savaşçı olduğumu düşünüyordum.

Yenilmez bir ruha sahipmişim gibi. Ruhum, benliğimin zırhıymış gibi.

Yaralı bir zırh...

Beni yavaşça arkaya doğru çekti ama kendine çevirmedi. Diğer kaya parçasının üzerine oturduktan sonra beni üzerine çekti ve dizine oturttu. Bir an için bunu yadırgadım, şu ana kadar babamın dizine bile oturduğumu hatırlamadığımdandı sanırım. Tenimden karanlık bir ürperti geçti, ruhum kelimelerin arasında sıkıştı ve acı bir çığlık attı.

Dağılmıştım.

Sırtımı tekrar onun göğsüne bastırdım, onun kollarında küçücük oldum. Onun kucağına ilk oturuşum değildi, gördüğüm kadarıyla son da olmayacaktı.

"Kafanda ne dönüyorsa, hepsini bu vadiden aşağı yuvarla," diye fısıldadı, sesi dalgındı, bu dalgınlığın onun kuzguni karası gözlerinde de yandığından emindim.

Başımı onun omzuna yasladım ve saçlarımın onun sırtına doğru dökülüp yayıldığını hissettim. Alnım çenesine değiyordu ve sakallarını hissedebiliyordum. Bu beni rahatsız etmemişti.

"Sana bir şey anlatmamı ister misin?" diye sordu, sesi kısık olmasına rağmen sanki kalbimin içinde konuşuyormuş gibi yakından ve gür geliyordu.

Yavaşça başımı salladım, başımı salladığımda çenesindeki sakallar alnımı kaşıdı; bu içime tarifsiz bir huzur duygusu pompaladı. Beni iki bacağının arasına aldı ama yere oturtmadı, hâlâ kucağındaydım; başımı geriye doğru yatırıp boynuyla omzu arasındaki boşluğa yasladım ve çehresini incelemeye başladım. Nefesinin sıcak rüzgârı yüzümün derisini sıyırıyordu.

"Şu ay ve denizi görüyor musun?" diye sordu fısıldayarak. Konuşurken çenesi saç diplerime sürtündü. Başımı salladım, gözlerini indirdi ve kısaca bana baktı, gözleri yakamoz gibi parlıyordu. O siyah gözlerin içinde parlayan kristalin ayın yansıması olduğunu fark ettim.

"Ay Işığı Prensesi," dedi gözlerini tekrar bana doğru indirirken. Bu kez o gözlerde yalnızca kendi yansımamı gördüm. Hareleri mat, siyah bir ayna gibiydi.

"Anlamadım?"

"Tarihi asla bilinmeyen bir zamanda..." Gözlerini kaldırdı ve gökyüzüne baktı. "Ayın üzerinde yaşam süren bir prenses vardı. Bir bedene sahip değildi, teni ışıktan var edilmişti. Ay, ışığını onun teninden alıyordu. Aslında ay, ışığını güneşten değil, prensesten alıyordu. Bedeni olmayan bir kadın düşünmesi zor ama ışığının ne kadar gür olduğunu hayal edebiliyorum." Derin bir nefes aldı. "Ay Işığı Prensesi dünyayı izleyip iç çekiyordu, dünyanın sahte güzelliğine kapılmıştı ama memleketi bildiği, toprağı olarak kabul ettiği ayı da terk edemiyordu. Dünyaya baktığında... En çok denizi sevmişti," diye fısıldadı. "Denizin enginliği, derinliği, gizemi, yıkılmaz görüntüsüne tutulmuştu ve ne zaman ışığını denizin üstüne düşürse, denize dokunuyormuş gibi hissedip öleceğini düşünürdü."

Gözlerimi denize çevirdim, denizin yüzeyinde ayın titreyen o yoğun ışığına baktım. Birbirlerine dokunuyorlardı.

"Bir gün bir adamı, o çok sevdiği denizin kıyısında gördü. Simsiyah kıyafetler giymiş bir adamdı, Ay Işığı Prensesi gözlerini denizden çekip, adamı izlemeye başladı. Sanki bu adam denizin ta kendisiydi. Adam her akşam aynı kıyıya gelmeye başladı. Sanki denizin bekçiliğini yapıyordu. Tıpkı Ay Işığı Prensesi gibi."

Kalbimde hissettiğim o garip his boğazıma ellerini geçirirken gözlerimi Karan'a çevirdim. Bir süre sessiz kaldı, hiçbir şey söylemeden öylece gökyüzünü izlemeye devam etti.

"Adamın kasvetli ama yıkılmaz, güçlü duruşu Ay Işığı Prensesi'ni gün geçtikçe daha da büyük bir çıkmaza sürükledi ve bir gün prenses dünyaya indi. Adamla birbirlerine âşık oldular. Tuhaf olan, adam onu hiç yadırgamamıştı." Karan dişlerini sıktı. "Bedeni olmayan bir ışığa âşık oldu. Sanki o ışığa ihtiyacı vardı. Ay Işığı Prensesi, Ay Gardiyanları tarafından dünyaya inme yasağı aldı. Aya hapsedildi. Gür ışığıyla sevdiği adama bağırdı, sesini duyuramadı. O sadece bir ışıktı. Fazlası değil."

"Adam biliyor muydu prensesin mahkûm edildiğini?"

"Hayır," dedi Karan. "Bilmiyordu. Her gece Ay Işığı Prensesi'ni bekledi. Yılmadan. Aylarca. Prenses gelmedi. Gökyüzünden ışığıyla çığlıklar attı ama adama kendini duyuramadı. Adam terk edildiğini düşünmüştü, belki de aklını kaçırmıştı, bilmiyordu. Artık kavuşamayacaklarını düşünen Ay Işığı Prensesi, tüm ışığını söndürdü."

"Ne?" Bir an kaşlarım çatıldı. "Öldü mü?"

"Kendini öldürdü."

"Peki ya adam?"

"Aynı gece adam, Ay Işığı Prensesi'nin onu hep benzettiği denize baktı. Ayakkabılarını çıkardı ve kendini denizin kollarına bıraktı. O gece, sevdiği kadının ışığı tıpkı çarpan son nabız gibi titrekçe denizi kollarına alırken, adamın cansız bedeninin üstüne yansıdı. Ne Ay Işığı Prensesi bildi sevdiği adamın öldüğünü ne de adam bildi Ay Işığı Prensesi'nin ışığının son kez onu aydınlatıp tamamen söndüğünü."

Göğsüm yanmaya başladı. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Her zaman ay ve denizin birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu düşünmüştüm, bir ölüme gebe kaldıklarını bilmiyordum. Tüm tüylerimin dikildiğini hissettim. İkisi de aynı anda birbirleri için canlarına kıyıp, bundan bihaber ölümün topraklarında buluşmuşlardı. Aynı toprağa gömülen iki âşık, cehennemin en dibindeki alevden kazanın içinde cayır cayır yanacak olsalar bile artık beraberlerdi.

Yanında yanmaya değer biri varsa, aslında yanmak güzel şeydi.

"Dramatik," dedim kısık bir sesle. "Ama en azından ikisinin acısı da sonlandı."

"Trajik," diye düzeltti Karan. "Öldükleri için üzülmedin mi?"

Kaşlarımı kaldırdım. "Neden üzüleyim ki?"

Kısaca yüzümü inceledi, o kuzguni siyahı gözlerin içinde nabız gibi atan sert şefkatin ışığını görür gibi oldum. "İnsanlar sonu ölüm olan hikâyeleri sevmez. Mutlu bitsin isterler."

"Mutlu biten şeyler, bizim bittiğini sandığımız yere kadar yazılmış olan şeyler. Bunun devamı da var. Bildiğimiz yere kadar mutlu... Peki ya sonra?" Kaşlarımı çattım. "Saçmalığın daniskası."

"Öyle mi?"

"Öyle," dedim kararlı bir şekilde. "Birlikte ölmelerini tercih ederim. Diğer türlü onlar hâlâ hayattayken başlarına daha neler geleceğini nereden bilebilirim ki?"

Sessiz kaldı ama gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Ruhumun içine sinmek isteyen kara bir sis gibi dikkatlice gözlerimin içine bakmaya başladı. Gözlerim bir anlığına dudaklarına kaydı, karnımın içinde zemheri geceyi maviye ve beyaza boyayan şimşekler çaktı. Kanımın damarımın içinde uyuştuğunu, yavaşladığını hissettim. Diğer Merve kaşlarını kaldırmış beni izliyor, utancın attığı tekmeler karnımı ağrıtıyordu. Dolgun dudakları vardı, onun esmer tenine yakışan ve yüzünü tamamlayan dolgun dudakları... Dudaklarını seviyordum.

Yavaşça dudaklarını yaladı. Dudaklarının dolgun yüzeyi parıldadı. Islanan dudaklarının parıltısı gözümü alırken nefesimin hızlandığını hissettim. Bakışlarımı yavaşça dudaklarından ayırıp yukarı doğru çıkardım.

Göz göze geldiğimizde, vadi yanıyordu.

"Bana bu şekilde bakmayı kesmen gerek," dedi, nefes alıp verişi hızlı, sesi boğuktu.

Bir an yutkunma ihtiyacı duydum, boğazıma takılan onun bakışlarıydı.

Gözlerimi onun koyu renk gözlerinden bir an olsun ayırmadan, "Neden?" diye sordum.

"Çünkü..." Başını yavaşça bana doğru eğdiğinde artık yüz yüzeydik, kafamı omzuna biraz daha bastırdım ve çenemi dikerek ona baktım. Yüzü, yüzümün bir parçasıymışçasına yakındı. "...ben öyle istiyorum."

Gözlerimi gözlerinden kaçırmadan hemen önce sertçe yutkunduğunu duydum. Bir süre sessizce denizin ve ayın hazin öyküsünü resmetmiş görüntüyü izledim onun kollarında. Düşüncelerim köşeye çekilmiş, beni bekleyen her şey şimdilik bana uzanan o keskin kılıçlarını indirmişti.

Hissettiğim dinginliğin ruhumu yumuşak elleriyle kavrayıp sardığını hissettim, sakindim ama bu sakinliğin çok da uzun sürmeyeceğini biliyordum. Sonuç itibariyle gerçek bir dünya vardı, şimdilik içine çekildiğim bu güzel gezegenden aşağı düşüp, yine o dünyanın içinde bulacaktım kendimi. Tekrardan.

Karanlığa aldırış etmeden kanat çırpan bir kelebek, vadinin en yüksek noktasına doğru süzülürken, kafamı kaldırıp ışıldayan gözlerle ona baktım. Karan, omzundan aniden çekildiğim için şaşırmıştı. "Baksana!" dedim işaret parmağımla kelebeği göstererek. Kanatlarının rengini seçemesem de, çok uzun ve görkemli olduğuna yemin edebilirdim. Umursamazca kanat çırpıyor, özgürce süzülüyordu.

"Bazı kelebekler gündüz değil, gece gezilerini seviyor," dedi ilgiyle. "Onları gündüz göremez kimse. Dışarı çıkıp özgürce kanat çırpmak için karanlığın çökmesini beklerler." Burnunu saçlarıma bastırıp kısık bir sesle fısıldadı: "Senin gibi."

Kalbim atışını hızlandırırken bir süre sessizce kelebeğin vadinin diğer tarafına süzülüşünü seyrettim, ardından gözden kayboldu. Karan'ın nefesi saçlarıma çarpıp onu ektiğim düşüncelerime sızıyor ve benden bir parça haline geliyordu.

Ne kadar orada öylece oturmuştuk bilmiyordum, rıhtımdan yükselen o taze mavi ile pembe renk karışımı tatlı bir moru oluştururken, o mor ışık, yavaşça karanlığı damarlaştırarak yarmaya başlamıştı. Şafak söküyordu. Karan kollarını omuzlarımın etrafından geçirerek bana sıkıca sarılmıştı, sırtım onun göğsüne yaslı duruyordu.

Soğuk, bu saatlerde etkisini daha da arttırmıştı ama bu umurumda değildi.

Onun nefesi beni ısıtıyordu. Bu yeterliydi.

Yıldızlar ve ay hâlâ gökyüzünün üzerinde asılı duruyordu. Rüzgârın uğultusu kulağımın etrafında vadinin sırlarını fısıldarken sadece izledim. En sonunda oradan indiğimizde artık gök, maviye yakın soluk bir renge boyanmıştı; pembeye dönük lila, mor renkteki bulutlar gökyüzünün bir kısmında bir terzinin masasında duran kesilmiş kumaş parçaları gibi dağınık duruyordu.

Bazı bulutlar ise kan kırmızı rengindeydi.

Mumlar erimiş, kumun üstünde sönüp bitmişti ama yine de kokularını alabiliyordum. Karan, pastayı kutusuna koyup aldı, ben de büyük gül buketini kucakladım ve tekrar aynı kayık ile yata kadar gittik. Dönerken, denizin biraz üstünden havalanmış martıların kanatlarının sesini dinledim, sabahın çetin soğuğunun kokusunu ciğerlerimde hissettim.

Yattan inip arabaya binmek ve dağ evine gelmek sandığımdan daha da uzun sürmüştü. Gül buketi kucağımdayken uyuklamış, ara sıra güneşin gözümü almasından dolayı yüzümü buruşturarak uyanmıştım. Araba, koruluğun ortasındaki düzlükte durduğunda, kafamı kaldırıp dağ evine baktım. Karların altında kalan ev, birkaç saat önce içinde olduğum ortamın aksine bembeyaz görünüyordu.

Verandanın merdivenlerini ışık hızında tırmandım. Uykusuz ve açtım ama hepsinden önemlisi gülleri suya koyup taze kalmasını sağlamak istiyordum. Yeterince hırpalanmış olmalarına rağmen hâlâ taze görünüyorlardı. Karan aracı kilitledikten sonra arkamdan geldi. Kapı kilitli değildi, içeride çalışan televizyonun sesi koridorda yankılanıyordu.

Yüzümü buruşturarak içeri girdim. Billur salondaki büyük koltukta uyuyor, Bedirhan da hemen ayak ucuna oturmuş televizyon izliyordu. Beni fark edince omzunun üstünden bana doğru baktı.

"Memesiz?" dedi kısık bir sesle. "Neredeydiniz siz kız?" Gözleri bir an kucağımdaki güllere doğru kaydı. "Ay yok artık!" diye çığlık attı.

Billur yattığı yerden sıçrarken, "Ne oluyor lan?" diye bağırdı. Yüzünde uykunun sillesini yemiş bir dehşet belirmişti.

Karan aniden içeri girip, "Siz hâlâ gitmediniz mi?" diye sordu ters bir şekilde.

Bedirhan'ın gözleri kucağımdaki güllerdeydi. Billur gözlerini ovuştururken, "Misafirperverlik konusunda üzerine tanımıyorum moruk," dedi homurdanarak.

Karan, Billur'u umursamadan, "Bedirhan, senin şu an iş yerinde olman gerekmiyor muydu?" diye sordu, sesi gergindi.

"Yerime o memesiz karıla..." Duraksadı. "Yerime kızlar bakıyor şu an Karan Beyciğim."

Karan birkaç saniye cins cins onlara baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden merdivenlere yöneldi. Kucağımdaki gül buketini daha sıkı kavradım ve bakışlarımı şömine ateşine çevirdim. Şömineyi o mu yakmıştı? Billur için miydi? Bir an kaşlarımı kaldırarak bakışlarımı tekrar Bedirhan'a çevirdim, göz göze geldiğimizde ikimizin de gözlerinde birbirine benzeyen ifadeler asılı duruyordu.

"Burada soruları ben sorarım çapı memesi kadar yer kaplamayan küçük karı," dedi kaşlarını çatarak. "Ne diye öyle soru soracak gibi bakıyorsun?"

"Şömineyi sen mi yaktın?"

"Evet?"

Ona dik dik baktım. "Neden?"

Bir an Billur'un bakışlarını üstümüzde hissettim ama aldırış etmedim. Bedirhan duraksadı ama bu duraksama düşündüğüm kadar uzun sürmemişti, gerildiğini gözlerimle gördüm.

"Çünkü götüm dondu," dedi kaba bir sesle. "Şömine neden yakılır onu da mı bilmiyorsun sen? Bronzlaşmak için yakacak değildim."

Her ne kadar inanmamış olsam da başımı sallamakla yetindim. Tam merdivenlere yönelmiştim ki, Billur hafifçe öksürerek oturduğu yerden hızla kalktı. Hızla dibimde bitip kolumu tutunca kaşlarım çatıldı. Bana bu şekilde dokunulmasından gerçekten rahatsız oluyordum.

Omzumun üstünden ona ters ters baktım, gözlerimden ona uzanan iğneleri görünce geri çekilir sandım ama bunu yapmak yerine iri gözlerini kucağımda duran gül buketine indirip, "Yok artık!" diye bağırdı heyecanla. "Bunlar nereden çıktı?"

"Şanlıurfa Halfeti'den çıktı muhtemelen," dedim düz bir sesle, dik dik ona bakıyordum ama o bana değil, kucağımdaki güllere bakıyordu. Siyah bir kadifeyi anımsatan gül yapraklarından yayılan koku mucizeviydi.

Bir ölümün bu denli güzel kokması aslında çok hüzünlüydü.

"Şanlıurfa'daki güller kesildiğinde renk değiştirir," dedi Bedirhan bir anda. "Bu güller Halfeti'den değil."

"Sen nereden biliyorsun?" diye sordum. Billur hiç oralı olmamış, tüm dikkatini güllere vermiş kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Bedirhan'ın gözlerinden sis gibi yükselen geçmiş bir an ak pak önüme düşecek sandım ama yine de bu düşündüğüm şey olmadı.

"Çiçekleri severim," diye geçiştirdi. "Araştırdım. Oradan biliyorum. Bu güller muhtemelen yurt dışından gelmiştir. Yurt dışında da yetiştiriliyor ve üstelik kesildiğinde renk değişmiyor. Halfeti'deki siyah gülleri, Halfeti'den başka toprağa dikersen o gül kırmızı açar."

"Bu kadar araştırmacı bir adam olduğunu bilmiyordum," dedim gözlerimi kısarak. Yine de onun üstüne gitmeyecektim, gerçekten söylediği gibi yalnızca çiçekleri sevdiği için bu kadar geniş ve kapsamlı bir bilgiye sahip de olabilirdi sonuçta. Bedirhan cevap vermedi.

"Sergen nerede?" diye sorduğumda Billur kafasını kaldırıp bana baktı.

"Moruk Dede'nin yanına gitti."

"Moruk Dede mi?"

"Evet." Dudaklarını bükerek bana bakmaya devam etti. "O gördüğüm en tatlı ihtiyardı. Her neyse, bu güllerin nereden çıktığını merak ediyorum. Yoksa sana bunları o bir numara genç olan moruk mu aldı?" Gözleri sinsice merdivenlere doğru kaydı, dişlerini sıkıp homurdandı. "Kendi renginde güllerle arkadaşımı kandırıp onunla kötü fanteziler yapmak istiyor. Siktir! Seni bir çarmıha bağlayıp hunharca..."

"Billur."

"Tamam."

"Doğum günümdü," dedim bomboş bir sesle. "O yüzden."

"Doğum neyindi?" Billur dehşet içinde kocaman gözlerle bana baktı. "Dün senin doğum günün müydü?"

"Aslında bugün," diye itiraf ettim. "Gece yarısı bu gülleri verdi işte."

"Aman Allah'ım!" diye bağırdı, gözleri Karan'ın az önce kenara bıraktığı pasta kutusunun içinde olduğu poşete kayınca kaşları çatıldı. "Senin doğum günün ve benim yeni haberim oluyor. Bir şeyler yapmalıyız! Eğlenmeli, kıçımız tavana değene dek tepinmeli, belki de yirminci yaşını pahalı bir şişe içki ile kutlamalıyız!"

"Unutun bunu." Yukarıda yankı uyandıran bu sesin, üst katın koridorundan geldiğini biliyordum. Karan'ın sesi bir ok gibi aramızdan geçip karşıdaki duvara saplandı.

"Beyaz atletli baba modeli de konuştu," diye homurdandı Billur merdivenlere ters ters bakarak.

Dudaklarım titredi, gülmemek için yanaklarımın içini dişledim. Kurduğum ülke, bir düş ülkesi değildi ve etrafta camdan ayakkabılara sahip prensesler yoktu. Üstelik camdan bir ayakkabının üzerinde yürümek ne kadar güvenliydi? Sanırım bu konuda prenseslerle benzer bir noktamız vardı. Yine de benim ülkemin üstü başı pas içinde, siyah cübbeli gardiyanları; ellerinde parçalanmış hayalleri tutan, kirli sakallı muhafızları ve üstü başı yırtık pırtık, yerdeki kanı avuçlarıyla temizlemeye çalışan köle kızları vardı.

Üst kata çıkarken kısa süreliğine kapısını kapattığım düşüncelerim kapalı kapıları kırdı, beni ruhuma sağır eden gürültüyü tekrar koparmaya başladı. Ilık bir duş almış, gecenin izlerini tenimden kendi arzum doğrultusunda söküp atmıştım, yine de gecenin en belirgin izi ruhumun bileğine dövme gibi işlenmişti, ondan kurtulmamın imkânı yoktu.

Kurtulmak istediğim falan da yoktu.

Üstüme giydiğim asker yeşili kazak bana biraz büyük geliyordu; siyah bir tayt giymiştim, saçlarım ıslak ve ağırdı. Alt kata indiğimde gözlerim etrafı kolaçan etti. Billur bağdaş kurmuş, koltuğun üzerinde otururken yine o aptal telefon oyununu oynuyordu. Domuzların çıkardığı sinir bozucu sesleri dinlerken kaşlarım çatıldı.

"Diğerleri nerede?"

"Bayır Gülü'nü soruyorsan o işe gitti," dedi gözlerini telefondan ayırmadan. "Seninki de onu işe bırakacak sanırım. Fedainin geleceğini ve kapıdan burnumuzu dahi çıkarmamamız gerektiğini söyledi. Çılgınca... Dağ başında biri elinde ucundan kırmızı lazer ışığı fırlayan devasa silahıyla bizi hedef alacak sanki."

Kaşlarımı kaldırarak, "Seni buraya zorla getirmedi," dedim imalı bir sesle. Aslında ona fena derecede alışmıştım. Benim gibi biri için bu dayanılması güç bir şeydi. Bu kıza kalbimin kapılarını açabiliyordum. Karan ile ikisinin benzeyen bir yanı vardı, insanlar onlara hayır diyemiyordu.

"Ay, kıçımın kenarı," diye homurdandı Billur umursamadan. "Bir şekilde fedai ve bizim moruğu atlatıp dışarı çıkmalıyız," diye devam etti gözlerini oyundan ayırmadan. "Artık yirmi yaşındasın. Başı bir ile başlayan yaşlar mazide kaldı. Bunu kutlamamız gerek."

"Yirmi yaşında oldum, ülkenin başbakanı olmadım."

"Ben yirmi olduğum gece bir bara girip, içki fıçısının içinde yıkandım. Dedem aksi ihtiyarın tekidir, on sekizime girdiğim gün beni odama zincirlemişti çünkü eve zil zurna geleceğimden emindi. Ama yirmi yaşına geldiğimde ihtimâl vermedi. Asıl tehlike yirmi yaşına girmemdi aslında."

Gözlerimi devirdim. Oldum olası gezip tozmayı çok seven bir insan olmamıştım ama bir yanım bugünümün bir kısmını Billur'a ayırabileceğim konusunda beni dürtüp, kulağıma olmaması gereken şeyleri oldurmak için ısrarla fısıldıyordu.

Gözlerim cama kaydı, neredeyse öğlen olmak üzereydi. Tek kaşımı kaldırıp, "Dağın başındayız," dedim.

"Ve fedainin altında araba var." Gözlerini kıstı. "Birazdan burada olacak."

"Bizi şehre indireceğini falan mı sanıyorsun?" diye sordum yüzümü buruşturarak. "Karan..."

"Karan ne?" diye sordu çapkın bakışlarla kaşlarını kaldırıp indirirken. "Yoksa onun sana hükmetmesi sana zevk mi veriyor?"

"Hükmetmesi mi?" Dehşet dolu gözlerle Billur'a baktım. "Çıldırdın mı sen? Bana hükmettiği falan yok!"

Ciğerci kedileri gibi sırıttı. Kalbinin fesat olmadığını biliyordum, şu an tek bir amacı vardı, o da beni kışkırtıp gazlamaktı.

"Ara ve söyle o zaman, fedaisi bizi şehre indirsin."

Bir an tereddüt ettim. Bu ne kadar iyi bir fikirdi? Bir yanım ilk kez böyle bir istek duyuyordu, bir yanımsa bunun yanlış olduğunun farkındaydı ve beni uyarıyordu. Telefonu elime aldığımda düşünmeye fırsat bırakmadan onun numarasını tuşladım ve yalnızca birkaç saniye içinde telefonu açtı.

"Çakıltaşı?" Sesi yorgun olmasına rağmen endişeli çıkmıştı.

"Şey." Bir an duraksayıp gözlerimi Billur'a çevirdim. Pis pis sırıtıyor, kaşlarını kaldırmış tıpkı alay eder gibi bana bakıyordu. Bu canımı sıktı. "Dışarı çıkmak istiyorum."

Küçük bir sessizlik yaşandı, bu sessizlik damarımın ince bağlarına bir ton cam kırığı saplamış gibi hissettim. Burnundan verdiği o sert nefesi duyduğumda hâlâ Billur ile göz gözeydik.

"Bu da nereden çıktı?"

"Sadece istiyorum."

"Otur oturduğun yerde kız çocuğu. Biri canını sıkacak, sonra ben de onun canını çıkaracağım." O birinin kim olduğunu biliyordum. Sesi sakin çıksa da, vurgusu kemik kıracak kadar sertti. "Çok gecikmeyeceğim."

Kaşlarım tamamen çatıldı. "Karan, dışarı çıkmak istiyorsam çıkarım."

"Dağın başındasın," dedi kısık bir sesle. Kâğıt gibi bir şeylere dokunduğunu belli eden küçük hışırtı sesleri duydum. "Yani boşuna konuşuyorsun şu an küçük kız. Geldiğimde dışarı çıkarız."

Hışımla telefonu yüzüne kapattım. İçimi tırmalamaya başlayan gerginliği Billur'dan saklamaya çalışıyordum ama anladığı gözler önündeydi. Bedirhan'ın yanında işe başlayacağını biliyordum, bunu bana çıtlatmıştı, bu durumdan hiç de memnun değildi. Bugün Bedirhan ile neden gitmediğini sorguladım ama Karan denen diktatörün beni evde tek bırakmak istemediği için Billur'un henüz çalışmaya başlamadığını net bir şekilde kavradım. Dişlerimi birbirine bastırıp gözlerimi şöminede sönmek üzere olan ateşe çevirdim.

"Dur, tahmin edeyim," dedi Billur kıkırdayarak. "Şiddetle karşı çıktı?"

Gözlerimi kıstım, diğer Merve'nin de zihnimde beni taklit ettiğini gördüm. "Gideceğiz," dedim keskin bir sesle. Billur'un duraksadığını hissetsem de ona bakmadım.

Beni sinir ediyordu. Bazen beni gerçekten delirtiyordu. Yumruklarımı sıkıp Sergen'in gelmesini beklerken Karan Çakıl'ın o güzel yüzünü yumruk delisi yapmak istiyordum. Telefon konuşmamızın üstünden çok geçmeden Sergen geldi. Siyah takımının içinde her zaman olduğundan daha otoriter bir tavır çiziyordu. Saçlarını yeni kestirdiğini hemen anladım, zaten kısa olan saçları biraz daha kısalmıştı, irsî olan beyaz saçları bu açıdan bakıldığında çok daha az görünüyordu.

Tıraş kolonyasının yakıcı kokusu salonun havasını anında değiştirdi. Billur elinde bir fincan sütlü kahve ile koltuklardan birine tünedi, gözlerimi Billur'un üzerine diktim. Onunla birlikte eski evimde kalırken birkaç kez uyku hapı kullandığına şahit olmuştum, hatta bana ait komodinin üstünde ilacın kutusunu görürdüm hep. Acaba şu an yanında uyku hapı var mıydı? Bakışlarımı hızla Sergen'e çevirdim. Biraz yorgun gibiydi.

Sergen neredeyse hiç konuşmadı. Şöminenin ateşini tazeledi ve bir köşeye oturdu. Sakince bekliyordu. Bir süre tereddütte kalsam da "Sıcak bir şeyler içer misin?" diye sordum Sergen'e. Keskin bakışlar bana doğru dönerken biraz olsun yumuşamayı başarmıştı. Gümüş kaplama saatinin parlak ışığı yüzünde ince bir sütun çiziyordu.

"Zahmet olmasın?" dedi, sesi tereddütlü çıkmıştı.

Soğuk ifademi bozmadım ama sesimin tınısını biraz daha hafifleterek, "Yok, ne zahmeti," dedim kısık bir sesle. "Billur, hadi benimle mutfağa gel."

Billur tek kaşını kaldırarak bana baktı. "Ben niye geliyorum? Teklifi yapan sensin. Git kendin yap."

Gözlerimi ona çevirdim, boş bakışlarım yüzünde gezindi. Bir an duraksadı, bana dikkatle baktı. Tek kaşımı kaldırdım, ifademdeki değişiklik çok net olmasa da Billur beni anlamıştı.

"Tamam," diyerek kalkınca Sergen bir an duraksadı. Onunla göz teması kurmamaya özen göstererek mutfağa geçtik. Ahşap dolaptan bir tane fincan çıkarırken, Billur da elektrikli su ısıtıcısının düğmesine bastı. Isıtıcının uğultulu sesi mutfağın duvarlarında çınlamaya başladı.

"Uyku haplarını yanında taşıyor musun?" diye sordum dikkatle küçük çay paketini çıkarırken.

"Hım?" Billur omzunun üstünden bana tuhaf tuhaf baktı. "Ne?"

"Uyku hapların," diye direttim küçük sallama paketi fincanın içine atarak. "Yanındalar mı?"

"Sanırım çantamda olması gerekiyor," derken sesi şaşkındı. "Neler dönüyor Asi?"

Başımı hızlıca sallayıp, "Sergen bayağı yorgun görünüyor," dedim sinsi sinsi. "Biraz uyusa iyi gelebilir ona."

Billur tekrar duraksadı, suyun fokurtusu aramızda uzayan sessizliğin o küçük çığlığını yutup dişlerinin arasında parçaladı. "Sana ne onun uyuyup uyumasından?"

"Cidden hâlâ anlamadın mı?" diye homurdandı diğer Merve esneyerek.

"Uyku haplarını sıvı bir şeyin içine atabiliyor muyuz?" diye sordum Billur'a aldırış etmeden. Suyun ısındığını belli eden o çıt sesi duyuldu.

"Evet ama..." Billur'un gözleri bir an fal taşı gibi açıldı. Onun çakır gözlerinde çakan şimşeği gördüm. Dehşet içinde başını iki yana sallayarak, "Sen... Ciddi misin?" diye bağırdı.

"Bağırma geri zekâlı! Önce anahtarlarını aşırmamız lazım," dedim omuz silkerek. "İlaç kutusunu getir."

Billur ışık hızıyla mutfaktan çıkıp, çantasıyla tekrar mutfağa döndü. Alnındaki damarlar belirginleşmişti. Kızıl saçları ortamın loşluğundan dolayı bakır rengi görünüyordu, iri gözlerini büyüterek ilaç kutusunu çıkarıp, "Moruk buna çok kızmaz mı?" diye sordu, sesindeki tereddüt beni de şaşırttı.

İlaç kutusunu açıp küçük haplardan birkaç tanesini fincanın içine attım, sıcak suyu fincana boşalttım.

"Kendi istedi bunu," dedim çay kaşığıyla fincanın dibindeki ilacı ezerken.

"Uyku ilacı o hayvan gibi herifi hemen uyutmaz," dedi Billur ellerini tezgâha yerleştirip beni izlerken. "Eğer gerçekten yorgunsa uyuyakalabilir ama dirençli bir şeye benziyor. En fazla sakinleşir."

"Sakinleşse bile yeter," diye fısıldadım.

"Anahtarları takımının ceketinin cebinde. İçeri girdiğinde cebine atarken gördüm," dedi Billur.

Elimde fincanla salona geçtiğimde, Sergen sessizce boşluğu izliyordu. Beni fark edince kafasını kaldırdı ve oturduğu yerde doğruldu, elimde tuttuğum içi çay dolu fincanı aldı.

"Teşekkür ederim," dedi.

Hemen karşısındaki koltuğa oturduğumda, Billur ile olan göz temasını hâlâ kesmemiştik. Tam on dakika içinde çayını bitirdi, o çayını içerken hiçbirimiz konuşmadık. Billur boş fincanı Sergen'in elinden alırken kısa bir sessizlik yaşandı. Billur kasıtlı olarak elindeki fincanı Sergen'in üzerine düşürdü, tam da o anda dudaklarım tıpkı bir çizgi gibi gerildi. Karnımın kasıldığını hissettim.

"Kızım ne yapıyorsun sen?" diye homurdandı Sergen, sesindeki dehşete rağmen bakışları her zaman olduğu gibi ifadesiz görünüyordu. Fincanın dibindeki çay pantolonuna dökülmüştü.

"Pardon fedai ya," dedi Billur yapmacık bir şekilde dudak bükerek.

"Tamam, önemi yok. Çekilir misin lütfen?"

Sergen sinirlendiğinde bile sinirini ustaca saklayabilen bir adamdı. Karan'ın neden onu yanında taşıdığını anlayabiliyordum. Onda güvenilir bir şeyler vardı. Billur mahcup numarası yaparak mutfağa doğru yürüdü, göz ucuyla Billur'a baktığımda, mutfak kapısının önünde elinde araba anahtarıyla bana sırıttığını gördüm.

"O gerçek bir yankesici," diye fısıldadı diğer Merve dehşet içinde.

"İyi misin?" diye sordum, gözlerimi Billur'dan ayırıp Sergen'e çevirerek.

"Sorun değil," dedi kısaca.

"Ondan bahsetmiyorum," diye mırıldandım. "Biraz hâlsiz gibisin?"

Şaşırdığını gözlerimle gördüm. Normalde onunla hiç diyalog kurmadığım için, şu anki sorgucu tavrım onu şaşırtmıştı sanırım. Benim sessiz halimi yadırgamadığından emindim, ben rengini belli eden bir kızdım ve insanlar neden böyle olduğumu sorgulamayı bırakalı epeyce uzun bir zaman olmuştu.

"Uykusuzum," diye itiraf etti. "Kendi yatağımdan başka bir yerde uyuyamıyorum."

"Anladım."

Bakışlarımı kısaca camdan duvara çevirdim, beyazlar içindeki tabiatı eleğimden geçirdim. Sergen'in bakışları yüzümde dolaşıyordu, buna aldırış etmedim. Oturduğum yerden kalkıp üst kata yöneldiğimde hâlâ orada öylece oturuyor, gitgide daha da halsizleşiyordu. Anahtarlarının yokluğunu fark etmemesi gerekiyordu.

Üst kata çıkıp siyah, omuzlarında halka şeklinde dekoltesi olan bir badi giydikten sonra altıma da koyu lacivert dar bir kot geçirdim. Bu Halil denilen adam her kimse, bir kadının nasıl giyinmek isteyeceğini az çok bilen biri olsa gerekti. Siyah, kalın topuk botları giyip iplerini bağlarken saçlarım yüzümün önüne dökülüp yüzümü sakladı, üfleyerek onları uçuşturdum ve hemen karşımda duran aynaya baktım. Deri ceketin fermuarını yarıya kadar çektikten sonra odadan çıktım.

Billur heyecanlı bir şekilde merdivenleri tırmanırken bir yandan da "Hadi!" diye fısıldayıp duruyordu. "Şu an yeterince uyuşmuş görünüyor ve kanım aksın ki eğer anahtarlarını aşırdığımı fark edecek olursa beni ayaklarımdan tavana asar."

"Sakince hole git, aynı anda o tarafa geçersek kıllanır," diye fısıldadım. Gözlerim kısaca onun üzerinde dolandı. Ne ara giyinmişti? Siyah, dizlerinde yırtıkları olan bir tayt giymişti ama aceleyle giydiği o kadar belliydi ki, yırtıklar yamuk duruyordu. Ayağında hardal rengi düz botlar, üstünde tek omzu düşük siyah bir kazak vardı. Kızıl saçlarını gelişigüzel topuz yapmıştı.

"Onun önünden bu şekilde geçersek hiç kıllanmaz zaten," dedi gözlerini devirerek. "Bazen kafanın içinde keçi otlattığını düşünüyorum."

"Ne yapayım, bana bakmaması için bornozla mı ineyim aşağıya?" Yanaklarımın içini şişirdim, bakışlarımı Billur'dan ayırıp koridordaki pencereye çevirdim. Karın soğuğu camın yüzeyinde kristal bir buğu oluşturmuştu, buğuya çarpan akşam güneşinin solgun ışığı, kristal parçalarının elmas gibi parıldamasına neden olmuştu.

Bir an kafamın içinde bir şimşek çaktı. "Buldum," dedim sinsi bir şekilde pencereye bakarak. "Çok da yüksek olmasa gerek."

"Ha?"

Billur'a göz ucuyla bakıp çenemle pencereyi işaret ettim. "Sen seversin aksiyonu," dedim pis pis sırıtarak. "Verandaya inebilmek için kirişlerden yardım alırız."

İri gözleri kocaman açıldı, dudakları aralanırken bir an olayı kavramamış gibi bir bana bir de pencereye bakıp kaşlarını çattı. "Ha?" dedi tekrardan. "Sen kafayı mı yedin?"

"Hayır?"

"Buradan düşecek olursan Yaratıcı şahidim olsun ki Karan beni parçalara ayırır!" Billur kocaman gözlerle başını iki yana salladı. "Olmaz."

"Ondan ne zamandan beri bu kadar korkuyorsun?" diye sordum pencereye doğru yürüyüp sürgüsünü açarken. Pencere, yukarı doğru kaydırarak açılan türdendi. Parmaklarımı altına geçirip yavaşça yukarı doğru kaydırdım ve soğuk hava bedenime çarparak tenimin üstüne üfledi.

"Ondan korktuğum falan yok," diye homurdandı Billur.

"Ben de korkmuyorum," dedim omuz silkerek. Camı tamamen yukarı doğru kaydırdıktan sonra kafamı dışarı uzattım ve çevreyi gözetlemeye başladım. Verandanın tavanının üstüne birikmiş karlar çok yüksek olmasa da sıktı. "Ee?" diye sordum göz ucuyla Billur'a bakarak. "Kararımı değiştirmeden gidiyor muyuz?"

Gözlerini devirerek, "Şu kararlılığın sırf sana inat yaptığı için, değil mi?" diye söylendi. "Önce ben atlıyorum Küçük Hanım. Eğer bir yerimi kırmazsam, sen de atlayabilirsin."

"Hayır." Kaşlarımı çatarak ona baktım, küçük bir çocuk değildim. "Bu fikir benden çıktı, önce ben."

"Asi..."

Bacağımı pencereden dışarı sarkıttığımda Billur'un başlayamadığı cümlesi yarım kalmıştı. Başımı yavaşça eğdim ve bedenimin yarısını dışarı çıkardım.

"Asi!" diye homurdanıp duruyordu ama aldırmadım ve bacaklarımı verandanın tavanına sarkıtıp kendimi yavaşça aşağıya bıraktım. Küçük bir gürültüyle amacıma ulaştığımda gözlerim etrafı kolaçan etmeye devam ediyordu. Küçük adımlarla tavanda yürümeye başladığımda Billur da kendini aşağı bırakmıştı.

"Tarzancılık oynuyoruz resmen," diye fısıldadı rahatsız bir sesle. "Mart kedileri gibi damlarda geziniyoruz."

"Şşşh." Yavaşça ayağımı aşağı doğru bir kirişe uzatacaktım ki, "Kızım sen manyak mısın?" diye çemkirdi. "Elimi tut."

Ona aldırmadan kendimi verandanın korkuluklarına bıraktım, artık evin verandasına ayak basabilmiştim. Billur da beni takip ederek aşağı indi ve cam duvarın önünden geçmemek için arka tarafa dolandık. Ormanlık alana açılan merdivenleri indikten hemen sonra Sergen'in arabasına yöneldik. Araba küçük bir tık sesi çıkararak kilitlerini iki küçük hırsıza açarken, artık daha rahat hissediyordum.

Ön koltuğa yerleşip emniyet kemerimi bağladım, Billur etrafı kolaçan etti ve arabanın motorunu çalıştırdı. Arka tekerlekler küçük bir çığlık atınca dudaklarımı birbirine bastırıp ön camdan dışarıya baktım. Sergen'in kapıyı açtığını gördüğümde gözlerim kocaman açılmıştı ve kalbim arkası kesilmeyen tekmeleri göğsüme geçirmeye başlamıştı.

Dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla, "Hey!" diye bağırdı şiddetle.

Araba hareket ettiğinde döşemelerin kenarına tutunarak, "Kusura bakma," diye fısıldadım Billur'un bile duyamayacağı bir sesle.

Araba karların içinde zorlanmadan patika yola çıkarken yan camdan Sergen'i görebiliyordum. Arkamızda kalmıştı. Parmaklarını kısa saçlarının arasından geçirmiş, ahşap kirişi tekmeliyordu.

"Moruk onu öldürecek," dedi Billur sırıtarak.

"Onun bir suçu yok," diye fısıldadım gözlerimi aynadan ayırarak.

Kısa bir sessizlik yaşandı, o sessizliğe sığdırdığım her şey patır patır önüme dökülürken başımı cama doğru yasladım ve yolu izlemeye başladım. "Ne yapıyoruz?" diye sordu Billur dişlerini göstererek. "Önce gidip pasta yiyelim bence?"

Yüzümü buruşturdum. "Sevmiyorum."

"O zaman?" diye sordu, direksiyonu sağa kırarken. "Ne yapalım?"

"Kahve," dedim tek nefeste. "Önce kahve içelim."

Merkeze inene kadar birkaç kez durmuş, çevrenin yerlilerinden yol tarifi almıştık. Yollar çok karmaşıktı. Telefonumu yanıma almadığım için şu an Karan harekete geçmişse bile haberdar olamıyordum. Sonunda merkeze indiğimizde çoktan akşam olmuştu. Güneş neredeyse sönmüş olsa da hâlâ çevreyi aydınlatıyordu. Caddeden geçerken okuldan çıkan öğrencilere takıldı gözüm.

"Yakalanmadan günün tadını çıkaralım," dedi Billur sırıtarak. "Enselendiğimizde en azından bir şeylere değmiş olmalı."

Sessiz kaldım. Araba dümdüz ilerlerken her zaman kahve aldığım küçük dükkândaki adam dikkatimi çekti. Dükkânın önüne bir iskemle atmış, üstüne oturmuş gazete okuyordu.

"Burada duralım," dedim Billur'a. Gözlerim yaşlı adamdaydı. "Onun kahvelerini seviyorum."

Billur dediğimi sorgulamadan arabayı kenara çekti, arabanın kapısını açıp kendimi dışarı bıraktığımda yaşlı adamla göz göze gelmiştik. Çok değil bir süre önce bu caddede Karan'a ilk öpücüğümü kaptırmıştım. Bir an ürperdim, tenim boyunca bir karınca ordusu yuvarlandı.

Ona doğru yürüdüğümüzü fark eden yaşlı adam elindeki gazeteyi ikiye katlayıp ayağa kalktı ve yüzüne her zamanki sıcak tebessümü ekleyerek, "Bayağıdır görünmüyorsun," dedi. "İyisin ya?"

"İyiyim. Bazı işlerim vardı."

"İyi olmana sevindim. Her zamanki gibi mi olsun?" Dükkânın içine doğru yürürken, biz de onu takip ediyorduk. "Ay kurabiyeleri biraz önce fırından çıktı, öğrenciler bu saatlerde kurabiye yemeyi seviyor."

"Sade," diyebildim adamı takip ederken.

"Benimki de sade olsun o hâlde," dedi Billur ahşap sandalyelerden birini çekip oturarak. Hemen karşısındaki ahşap sandalyeye yerleştim ve ellerimi ahşap masanın yüzeyine bırakıp, uzun tırnaklarımla oynamaya başladım. Biraz kısaltma zamanı gelmişti, belki siyah bir oje iyi olabilirdi. Kaşlarımı çattım.

Acaba Karan şu an ne yapıyordu?

"Güzel ellerin var," dedi Billur, sesi fısıltıdan farksızdı. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, sırıttı. "Şu bizim moruk ellerine çok dikkatli bakıyor, benden demesi."

Kalbimin terlediğini hissettim.

Bu mümkün müydü? Yani şeyden bahsediyorum... Kalp, terler miydi?

"Ne?"

"Ellerine bakıyor," diye tekrar ettiği sırada gözleri parmaklarımdaydı. "Çok dikkatli, uzun uzun ellerini izliyor."

"Senin kuruntun. Sana öyle gelmiştir."

"Ellerin ile ilgili bir şeyler hayal ediyor olabilir," diyerek kıkırdadı.

Karnımı deşen his tam orada durmuş, Billur'un söylediklerinden besleniyordu sanki. Sessiz sakin tavrım, içimde kopan fırtınanın camlara vuran uğultusunu temsil ediyordu. Karan'ın siyah gözlerinin beni incelediğini fark ettiğim zamanlar olmuştu, o kısık bakan kuzguni karası gözlerinin bedenimde dolaştığı zamanların az ama ne kadar yoğun olduğunu da biliyordum. Gözlerinden bana uzanan siyah ateşle beni yakıyor, ruhuma sinen kız çocuğu kokusunu kokluyordu.

Yaşlı adam kahveleri o çok sevdiğim karton kutulara koydu, üstünü şeffaf plastik bir kapakla kapattı ve pipetleri de küçük delikten içeri yerleştirdi. Biraz sonra pipeti çöpe atacak, plastik kapağı kaldıracak ve tıpkı bardaktan içiyormuş gibi içecektim ama bu onun umurunda değildi, işini yapıyordu. Kahveleri tezgâhın üzerine koyduğunda biz de oturduğumuz yerden kalkmış, tezgâha yönelmiştik.

Evde bıraktığım tek şey telefonum değildi, aptal gibi cüzdanımı da evde unutmuştum.

Billur hiçbir şey söylemeden ücreti öderken bir süre olduğum yerde sallandım ve botumun burnuyla yere hayali daireler çizdim. Yaşlı adam sık sık beni göz hapsine almış olmasına rağmen onunla konuşmadım, hatta göz göze bile gelmedim. Elimizde kahvelerle yola çıktığımızda Billur bu kez arabaya binmek yerine yürümeyi tercih etmişti, bu adamın dükkânının önündeyken arabaya bir zarar gelmeyeceğini bildiğimden ona uydum ve yürümeye başladım.

Birkaç gündür özgürce yürümenin ne demek olduğunu unutmuştum, Karan'ın hayaleti sanki ensemdeydi ve benimle birlikte yürüyordu.

Çarşı boyunca yürümüş, Billur'un heyecanla anlattığı şeyleri bomboş bir ifadeyle dinlemiş, bazen ayıp olmasın diye kısa cevaplar vermiştim. Saat ilerliyordu, Fethiye'nin merkezinde ayak basmadık tek bir yer bile bırakmamıştık. Karan'ın sesi çıkmıyor, Billur'un telefonu bir kez olsun çalmıyordu. Önünde dikildiğimiz mağazanın vitrinindeki camda kendi yansımama bakarken içime korkunç bir his elindeki ucu kırık kalemle uğursuz şekiller çizmeye başladı. Sertçe yutkundum.

Benden vazgeçmiş olabilir miydi? Belki de benden sıkılmıştı ve artık gitme zamanımın geldiğini düşünüyordu.

Olduğum yere kusmak istiyordum.

Mağazanın otomatik kapısı yavaşça kayarak ikiye ayrıldı ve tepeden akın eden sıcak rüzgâr saçlarıma çarparak siyah saçlarımı uçuşturdu. Gözlerimi kıstım, sıcak rüzgâr yüzümü yalarken, içimdeki uğursuz hissin yuvarlanarak kara bir deliğe dönüşmesine izin verdim. Hislerimden beslenen, Karan'ın kokusunu taşıyan kara bir delik. Beni yutuyordu.

O an zaman durdu.

Defne, ellerinde mağazanın amblemini taşıyan birkaç poşetle hemen önümde dikiliyordu. Hemen yanında adının Tuğba olduğunu bildiğim zayıf, kıvırcık saçlı kızdan başka kimse yoktu. Adımlarının bıçak gibi kesildiğini gördüm. Ben mağazanın kapısında, o ise içinde öylece dikilirken gözlerinden sayısız ifade geçmişti. Dudakları aralandı, bir süre o aralıklı dudaklardan dışarı tek bir kelime dahi bırakmadı ama konuştuğunda sesi titriyordu.

"Merve?"

Dünyada milyonlarca insan, kendi içinde yaşadığı dünyadan sıyrılıp farklı bir imaj çizerek kendini başkalaştırırdı. Onlardan olmamıştım hiçbir zaman. Defne bunu biliyordu. En azından gözlerimde gördüğü buydu, benim kahverengi gözlerimde gördüğü şeyin bu olduğuna emindim. Sessizce içeri girdim, Billur umursamazca askılara doğru ilerlerken aslında bunun bana duyduğu güvenle alakalı olduğunu hissetmiştim.

Aramızda beş ya da altı adım kalana kadar ona doğru yaklaştım, birkaç kilo vermiş gibi görünüyordu ve turuncu ojeleri soyulmuştu. Dizlerine kadar uzanan asker yeşili bir çorap giymişti ve altında da her zamanki eteklerinden biri vardı. Renkli ojeler sürmekten vazgeçmeyecekti. Ve tabii ki renkli hırka giymekten de.

Tuğba onun elindeki poşetleri alıp yanımdan geçip giderken bana hafifçe tebessüm etti ama karşılığını alamadı. Dümdüz bakışlarımı benden yalnızca bir yaş büyük olan ablamdan ayırmıyordum, büyük bir dikkatle onu incelerken onun da büyük bir dikkatle beni incelediğini görmek karnıma ağrılar sokmuştu.

Etrafımızdan geçip giden insanların içinde kaç farklı hikâye gizliydi? Acaba şu an burada ikimiz kadar yaralı başka kimler vardı? Ruhumdan akan, yavaşça yere damlarken acı sesler çıkaran kanın sesini duyan tek kişi ben miydim? Defne'nin gözlerinin etrafı anında kızardı, bana sinirli olan tarafından ziyade bana özlem duyan tarafı daha baskın duruyordu ama öfke oradaydı. Sindirilemez bir gerçeklik ve ruh yakan bir ateşle tam olarak orada dikiliyordu.

Benim hakkımda düşündüğü tam olarak neydi?

"Selam," diyebildim, çünkü biliyordum ki bu şekilde gece yarısına kadar dikilebilir, bomboş gözlerle birbirimizi izleyebilirdik. Buna bir son vermem gerekiyordu.

Başını yavaşça salladı, Billur'un yan gözle bize baktığını hissedebiliyordum ama ben ona bakmadım.

"Konuşmamız gerek," dedi Defne kısık bir sesle. "Selamdan daha uzun şeyler hakkında."

"Konuşalım."

Sırtımı yavaşça ona döndüm, bu ona kaçıncı sırt dönüşümdü? Sanırım sırtımı tek bir kişiye dönemezdim, o kişi hariç herkese dönmüştüm. Bir gün ona da dönecek miydim? Diğer Merve kaşlarını çattı, bu düşünce onu rahatsız etmişti.

Dışarı çıktığımda Defne de beni takip etti. Mağazanın karşısındaki gümüşçü dükkânının önünde duran kahverengi bankın üzerine oturdum ve gümüşçünün camına düşen yansımamı izledim. Hemen arkamdan bana doğru yürüyen Defne'nin yansımasını da görebiliyordum, adımları kararlı ama ürkekti.

Parmaklarım soğuktan acıyordu. Bu acı normal bir acı değildi, eklemlerime sinmiş bir buz kütlesi yavaşça eklemlerimin etrafında erimiş ve ardından eridiği noktadan tekrar donarak beni de kendi parçası hâline getirmişti sanki. Yanıma oturdu, kolum onun koluna sürtüyordu ama bu aramızda katlarca yükselmiş mesafenin azalmasına engel olmuyordu. Bedeni, benim bedenimin aksine sıcaktı.

"Babamın başına gelenleri biliyorsun," dedi, tıpkı benim gibi gözlerini yansımamıza dikmişti. Parlayan gümüşlerin kristalimsi ışığı gözümü almıştı, kirpiklerimi gözlerimin üzerine indirip sessizce başımı salladım.

Babamdan... O adamdan bahsetmek istemiyordum.

"Bunu ona o adam yaptı, değil mi?"

"Evet," dedim pürüzsüz bir sesle. "Onun bir adı var. Karan."

Defne burnundan içeri sert bir nefes doldurdu, omuzlarını silkerek, "Onun adı umurumda bile değil Merve," dedi bıçaktan keskin bir sesle. "O adam benim babama zarar verdi."

"Ondan yalnızca kendi 'baban' olarak bahsettiğin için teşekkür ederim," diye fısıldadım ve gözlerimi açıp yere indirdim. "Ve senin baban da bana çok zarar vermişti."

Sessizlik. Kalabalığın sesi bizim sessizliğimizi besledi, iş çıkışı saatine yaklaştığımızdan şehir korna seslerinin altına gömülmüştü. Gömülmüştük. Sessizliğimiz ile komik bir gürültünün içinde birbirimize bıçaklarımızı uzatmıştık.

"O iyi değil," dedi kısık bir sesle. "Sanırım seni özlüyor."

Sanki mezar taşlarının arasından beni izleyen binlerce cesedin gözü üzerime dikilmiş gibi gerildim. Zehir dilimin ucunda birikti, kelimelerime akmak ve harflerime sindirdiği öfkeyle kız kardeşime saldırmak istedi. Dişlerimi birbirine bastırırken, yanaklarımın içeri doğru gömüldüğünü biliyordum, kaşlarım çatıldı, şakaklarım sızlamaya başlamıştı.

"Çok çabuk kandırılıyorsun," dedim acımasız bir şekilde, harflerimden ona uzanan bıçakların ucu boğazına dokunmuştu. "Hiçbir zaman senin gibi olmadığım için mutluyum."

"Babalar da pişman olabilir," dedi bıçağımı yok sayarak. "İnsanlar pişman olur Merve, babalar da insan."

"Hıhım," diye fısıldadım gözlerimi devirerek. "Bir insana göre gerçekten çok fazla insanlar."

"O aslında..."

"Onu affettin mi Defne?" diye sordum aniden, ruhsuz, tekdüze bir sesle.

"Hayır," diye itiraf etti. "Bize yaptıkları için onu affetmedim ama pişman olduğunu biliyorum." Avuçlarındaki nemi kot eteğine sildi. "Bir adamla kaçman..."

"Kaçmam mı?" Omzumun üstünden ona baktığımda kaşlarım tamamen çatılmış, öfke yüzüme gölge gibi düşmüştü. "O adamla kaçtım, öyle mi?"

Defne bedenini bana doğru çevirdi, gözlerinde endişe vardı ama buna aldırmadım çünkü o gözlerde aynı zamanda suçlama da vardı. Ben dilimin ucuna birikenleri ısırarak dizginlemeye çalışırken, o, "O bizim babamıza zarar verdi," dedi dişlerinin arasından. "Böyle bir adamla... Olabilir misin?"

"O bizim değil, senin baban." Sesim dümdüzdü. "Baksana..." Gözlerim onun yüzünde dolandı ve o kısa sessizlik büyük bir gürültüyle patladı. "Sen onu çoktan affetmişsin Defne."

"Hayır Merve," diye ısrar etti kaşlarını çatarak. "Ben onu affetmedim, bunu biliyorsun. Anneme ondan ayrılmasını bile söyledim. Bunu biliyorsun..."

"O zaman ne pişmanlığından bahsediyorsun?" Söyledikleri beni tatmin etmiyordu, hatta bir kulağımdan girip diğerinden çıktığını söylemek daha mantıklıydı. Onun terleyen avuçlarının aksine benim avuçlarım buz kırağıydı; soğuk, tenimin altına, oradan da kanıma işlemişti sanki. "Bana attığın mesajları... Yani tehditleri... Unutmadım." Başımı iki yana salladım. "Onunla kaçtığımı düşünmen çok çirkin, ben o evden kendim elimi kolumu sallayarak çıktım ve durdurulmadım. Eğer durdurulmuş olsaydım, işte o zaman kaçmış olurdum Defne."

Defne içli bir nefes aldı, artık gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerimin içine baktığında tam olarak ne görüyordu? Hangi Merve ile bağ kurabilmişti şu an? Bakışlarımı ondan kaçırmak istedim ama bunu yapmadım. İkimizin de bir parça gerçeğe muhtaç olduğumuz şu zaman diliminde en azından bunu yapmaya hakkım yoktu.

Nemli avucunu elimin üstüne koyduğunda gerildim, bakışlarım hızla ikimizin birleşen ellerine kaydı. Benim uzun ve ince parmaklarımın aksine onun parmakları kısaydı ama en az benimkiler kadar incelerdi. Gözlerim onun turuncu ojeyle boyanmış tırnaklarında gezinirken, onun gözlerinin yüzümde olduğunu biliyordum.

"Evine dön," dedi titreyen bir sesle, sesini yutan korna seslerine rağmen o sesin tizliğinin kalbimin damarlarının çevresinde nasıl titrediğini hissetmiştim. "Buna gerek yok. Halledebiliriz."

"Orası benim evim değil."

"O adamın yanı da senin evin değil," dedi kısık bir sesle. Üzgün görünüyordu.

"Ama kendimi onun yanına ait hissediyorum," dedim bir anda, sesimden dökülen harflerin yan yana düşerek oluşturduğu o cümle Defne'nin üzerinde o kadar sert bir etki yarattı ki, donakaldığını fark ettim.

"Ne?"

"Duydun. İlk kez kendimi ait hissettiğim bir yer var Defne. Ben kendimi hiçbir zaman o eve ait hissetmedim."

"Hiç mi?"

Gözlerindeki kırmızı damarlar çoğaldı. Burnu da kızarmaya başlamıştı. O hep narindi, ben de narin olmak istiyordum ama yalnızca tek bir kişinin kollarında kendimi sanki kırılgan bir şeymişim gibi hissediyordum. Şu an bile onu düşündüğüm için kendimden utanmam gerekti, kız kardeşim karşımda ağlamak üzereyken bile nasıl o adamı düşünebiliyordum? Acaba bana çok kızmış mıydı?

Bomboş bir sesle, "Hiç," diye fısıldadım. "Üzgünüm."

O an önümde yanardağ patlasa, bu kadar hissetmezdim sıcağı, bedenimdeki soğuğa rağmen onun gözlerinden akan yaşlar bir bir tenime damladı ve dokunduğu yeri haşladı.

Burnunu çekti, yaşlı gözlerini benden kaçırmaya çalıştı ve "Annem seni özlüyor," diye fısıldadı. "Babamın da seni özlediğini biliyorum, senin odanda uyudu." Burnunu çekti. "Ve ben de seni özlüyorum soğuk nevale."

Sertçe yutkundum, acının tozu boğazımı yaktı ama aldırmadım. Elimi elinin hapsinden kurtardığımda yaşlı gözleriyle bana baktı, ona bakmamak için gözlerimi gümüşçünün camına çevirdim ve kollarımı iki yana açarak, "Acele et," diye fısıldadım.

Kollarımın arasına girdi, hiç düşünmeden kollarımı ona sardım ve ellerimi sırtına bastırdım. Islak yüzünü boynuma gömüp hızla soluyarak bana karşılık verdi. Boşluğu izleyerek ona sarılırken iyi olmasını diliyordum. Acaba kitaplığımdaki kitaplara ne yapmışlardı? O herif ne diye benim odamda uyumuştu? Küçük Prens'in yarısına kadar okuyabilmiştim, acaba ayraç hâlâ bıraktığım sayfada mıydı?

"Seni çok özledim," dedi boynuma doğru. "İyisin, değil mi?"

"Çok daha iyiyim." Sırtını sıvazladım, sesim çok sakindi, hareketlerim çok sakindi, zihnim çok sakindi. "Endişelenme. Hallediyorum."

"O adam..." Sesi yine sertleşmişti. "...sana zarar vermiyor, değil mi?"

"Hayır."

Bir şeyler anlattı, yüzünü boynumdan bir an olsun çıkarmadan anlattığı şeyleri can kulağıyla dinledim ama yüzümde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. Param olup olmadığını sorması beni utandırmıştı, zorla cebime tıkıştırdığı parayı ona geri vermeye çalıştım ama buna izin vermedi. O parayı avucuna verip ondan kaçabilirdim ama buna hakkım olmadığını düşündüm.

Sonunda ayağa kalktığımızda artık karanlık tamamen çökmüştü, dizlerine kadar çektiği asker yeşili çorap aşağı doğru sıyrılmış, soğuktan kızaran dizleri gözümün önüne dökülmüştü. Üşümesini istemiyordum.

"Beni arayacaksın, değil mi?" diye sordu eteğini düzeltirken.

"Arayacağım."

"Eve dönmek is-"

"Eve dönmeyeceğim. Çalışacağım."

Gözlerini devirdi, aynı şekilde ben de ona karşılık verdim. Billur mağazanın beyaz duvarına yaslanmış, tek bacağının üstüne verdiği ağırlığına aldırış etmeden bomboş bakışlarını insanların üzerinde gezdiriyordu. İşaret parmağı ile başparmağı arasında tuttuğu sigaraya tek kaşımı kaldırarak baktım.

Defne ona bakarak, "Bu kız yanındayken pek de korkmuyorum aslında," diye homurdandı. "Şu sıfata bakar mısın?"

"Öyle deme," dedim yüzümü buruşturarak.

"Onun gibi birine sahip olduğun için şanslısın," diye fısıldadı Defne dikkatle Billur'a bakarak. Bakışlarını tekrar bana çevirdi, gözleri tekrar puslanmıştı ama artık az da olsa gülümsüyordu. "O adam nerede? Neden tek başına buralardasın? Bir süre seni babamdan sır gibi saklayacağını düşünmüştüm."

"Uzun mesele," dedim, bunu derken tekrar aklıma onu düşürdüğü için Defne'ye sinir olmuştum. Şimdiye ortalığı kaldırması gerekmiyor muydu? Billur ile firar etmiştik resmen. "Şimdi gitsen iyi olur, annem merak etmesin." Dudaklarım titredi, merak edilen kız hep Defne olmuştu. Merve bir yerlerden çıkar gelirdi nasılsa, başının çaresine bakardı, o güçlüydü.

Onu kıskanmıyordum ama bu gerçeğin beni kanatmadığını da söyleyemezdim.

"Haklısın," dedi hiçbir şeyin farkında olmadan. "Tuğba'dan poşetlerimi alayım, sonra da eve geçeceğim zaten." Kısa bir sessizlik yaşandı, tepemizde renkli şemsiyeler vardı. Sokak ışıkları yanıyor, Paspatur ışıkların altında mücevher gibi parlıyordu.

"Görüşürüz," diye fısıldadım gözlerimi kaçırarak.

Burnunu çekti. "Pekâlâ." Bir adım geri attığında artık ikimiz de başka yerlere bakıyorduk. "Görüşürüz soğuk nevale." Sırtını döndüğünde bacakları titriyordu. "Telefonun diğer ucunda bir ablan olduğunu, ne kadar zayıf ve aptalın teki olsa da senin için her zaman burada olacağını unutma." Hızlı adımlarla ilerlemeye başladığında söylediklerinin yankısı kalbimde sürmeye devam etti.

Billur yanıma geldiğinde, Defne'nin insan kalabalığının içinde kayboluşunu izlemeye devam ettim. Koluma yavaşça dokundu, bakışlarımı ona çevirdim ve bana genişçe gülümseyerek, "Bu siktiğimin mağazasında bana göre hiçbir şey yok. Tamamen sosyete gülleri için tasarlanmış abidik gubidik elbiseler," dedi. "Gidelim mi?"

Başımı sallamakla yetindim. Paspatur'a girdiğimizde hâlâ diken üstündeydim. Kafamın içine devrilen düşüncelerin yanına bir de merak eklenmişti. Biraz terk edilmiş hissediyordum sanırım.

Ördeklerin yüzdüğü havuzun önünden geçerken, "Neyin var?" diye sordu Billur, ardından bardağın içindeki süt mısırından bir lokma daha aldı.

"Hiç."

"Karan'a mı bozuldun?" diye sorduğunda gözlerimi ördeklere çevirdim. Anne ördeğin arkasından giden farklı renklerde, kardeş olduklarına inanmaya bin şahit isteyen yavru ördekleri takip ediyordu bakışlarım.

"Benim telefonum yanımda değil ama seni de aramadı," diye fısıldadım sessizce.

"Evet," diye onayladı. "Eğer istese ilk dakikadan enselerdi bizi. Saatlerdir özgürüz."

"Çok sağ ol ya," diye homurdandı diğer Merve. "İçimizi acayip ferahlattın. Teşekkür ederiz."

Cevapsızlığım Billur'u durdurmadı. Kolumdan çekerek beni kızıl ve yeşil ışığın birbirine girdiği gece kulübünün önüne kadar sürükledi ve kapıda dikilen adamlara dikkatlice baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden kapıdan içeri girdi. Siyah, çift kanatlı demir kapıdan içeri girerken şaşkındım çünkü kapıdakiler ne kimlik ne de başka bir şey sormuştu ve saatin daha erken olduğunu da biliyordum.

Baslardan dökülen müziğin baskısını göğsümde hissederken, "Burada ne yapıyoruz?" diye bağırdım Billur'un kulağına doğru.

"Seni eğlendireceğim?" dedi sorar gibi. "Ayrıca bağırmana gerek yok, kulağımı sağır ettin!"

Yüzümü buruşturdum. İçeride yoğun, adını koyamadığım bir koku vardı. Burnumu sıkarak bu kokuyu gidermeye çalıştım. Saat henüz erken olmasına rağmen içerisi kalabalıktı. Müziğin sesi o kadar yüksekti ki, Billur'un söylediklerini duyabilmek için dibine girmem gerekiyordu. Tepemizde yanıp sönen ışık yüzünden görüşüm bulanmıştı, insanların hareketlerini seçemiyordum.

"Bu saatte bu kadar iyi bir yer bulabilmeyi beklemiyordum!" diye bağırdı Billur bar tezgâhının önüne doğru yürümeye başladığında. "Çok iyi!"

"Bana diyorsun ama bağıran sensin!" diye bağırdım yüzümü buruşturarak. "Ben buradan hiç hoşlanmadım, çıkalım!"

"Yanında ben varım," dedi gözlerini kocaman açarak. "Yirminci yaş gününü kutlayacağız, hem de özgür kızlar olarak!"

"Özgür kızlar mı?" Tek kaşımı kaldırdım. "Teyzeler gibi konuşuyorsun bazen."

"Hadi eğlen biraz!" diye homurdanarak tezgâha dirseğini yasladı ve viski kadehini elindeki bezle kurulayan, kendini tamamen işine kaptırmış olan genç kumral çocuğa, "Şşh," diye seslendi. "Tekila?"

Çocuk önce Billur'a, ardından da bana bakarak kaşlarını kaldırdı. Karnım açtı, bu konuda kendime zerre güvenmiyordum ama tekilanın yakıcı tadını aldığımda her şey için çok geçti. Kulaklarım yanıyordu, müzik içkinin o çirkin tadına karışmış, bedenimle alev topu şeklinde yuvarlanmaya başlamıştı sanki. Bu gerçek bir yangındı. Tadına alışamamıştım ama bir süre sonra bedenimde büyüyen yangın ilgimi çekmeye başlamıştı.

Anlık saman alevi gibi yanıp sönmektense, harlanarak ve acıyı hissederek yanmayı yeğlerdim.

Karan'ın yokluğunu hissetmek, o yangının ortasında tek başıma ateşlerin tenime sıçrayışını izlemek gibiydi. Dans eden bedenlerin piste bıraktığı izlere boş boş baktım, elimdeki şeyin adının ne olduğunu bile bilmiyordum. Sarhoş olmak nasıl bir şeydi? Midem bulanıyordu ama bunun nedeninin açlığımın üstüne bastırdığım içki olduğunu biliyordum.

Uzaktan, "Asi!" diye bağıran birinin silüetini görür gibi oldum. Kaşlarım anında çatıldı. Siyah saçlarım dağılmış, dağılan siyah saçlarım terden yüzüme yapışmıştı. İçeride sigara içmenin serbest olduğunu, köşede birbirlerine sigara içirerek sevişen çiftleri gördüğümde anlamıştım.

Karan neredeydi?

Işıkların altında parlayan gümüş halkaların sahibini tanıyordum. Billur'un işemeye gittiğini biliyordum, beni yalnız bırakmak istememişti ama ben hâlimden memnundum. Karşımda duran Enis'e baktım. Ela gözleri yüzümde dolanıyordu, onu görmek midemin daha da bulanmasına neden oldu. Elimdeki içki bardağını yavaşça tezgâha bırakıp, bomboş bakan kahverengi gözlerimi ona doğru çevirdim, ayağımın altındaki yer kayıyordu ama buna rağmen dimdik durabiliyordum.

"Söyle?"

"Sen..." Bakışları içki bardağına kaydı, ardından tekrar bana baktı. Buz mavisi bir gömlek giymişti, gömleğin düğmeleri neredeyse karnına kadar açıktı ve terli teni ışıkların altında parlıyordu. Tüysüz ama kaslı teni zerre ilgimi çekmemişti, Karan'ın kasık tüylerini anımsayınca ürperdiğimi hissettim.

Onun heybetli bedenini, erkeksi tenini seviyordum.

"Söyle!" diye bağırdım yüzümü buruşturarak. "Burada da mı buldun sen beni?"

"İçtin mi sen?" Kaşlarını çattı, tam bana yaklaşacaktı ki elimi kaldırarak onu durdurdum ve aramıza ördüğüm parmaklarımı ona değdirmeden, "Orada dur!" diye söylendim. "Karan var ya, sana kafa göz dalar oğlum!"

Enis'in ela gözlerinden geçen öfke, kanımda dolanan alkolün etkisi kadar sertti. Gülesim geldi ama gülmedim. Kafam dalgalanıyordu.

"Senin kafan bu kadar güzelken böyle bir yerde olmaman gerek," dedi dişlerinin arasından. "Nerede o herif?"

Onun yokluğu yüzüme haşlanmış su gibi çarpılınca gözlerimi kaçırıp avuçlarımı sıkarak yumruk yaptım. Yoktu. Beni aramamıştı. Peşimden gelmemişti. Şu an içki içip böyle kötü bir yerde duruyorsam o koca kafalı yüzündendi. Öyle miydi?

Aptal bir kız çocuğu gibi davranmıştım.

Ona inat yapmış, evden kaçmış ve sonra da beni aramasını istemiştim.

Haklıydı.

Kanımın içinde dolanan o alkol yavaşça zihnime sızmaya başladı. Karan'ın kokusunu arayan burnum, aldığı değişik kokular yüzünden sızlıyordu. Elim yavaşça aşağı düştü, omuz silkerek boş bakışlarımı zemine indirdim. Çalan parça ne kadar hareketli olursa olsun, tepemde yanıp sönen ışıklar gözlerimi ne kadar alıyor olursa olsun, o aptal İngilizce sözlerin anlamını çözüyordum, hareketli bir parça için fazla iç kanatıcı sözleri vardı ve ışıklar sanki bomboş bir sokağı aydınlatan arabaların far ışıklarıymış gibi hissettiriyordu.

Sanki yapayalnızdım, o çıkmaz sokakta ilerliyor, duvarlara izini süren far ışıklarını izliyordum.

"Asi?" dedi tekrardan Enis. Bana bu ismimle seslenmesinden nefret ediyordum. "Her şey yolunda mı? Yoksa o herif sana bir şey mi yaptı?"

"Hayır," dedim boşluğa bakmaya devam ederek. "Bana hiçbir şey yapmadı."

"O nerede?"

"Yok," diyebildim.

"Seni yalnız mı bıraktı?" Bana biraz daha yaklaştığını hissettim. Teninden gelen soğuk bira kokusunu alabiliyordum. Ne yapmıştı? Birayla duş falan mı almıştı? Bir adım geri atıp ondan uzaklaşmaya çalıştığımda, kalçam tezgâha çarptı ama aldırış etmedim.

Kaşlarımı çatarak ona baktım. "İşine baksana," diye homurdandım. Kelimeler dudaklarımın arkasında dökülüyor, sesim sönük çıkıyordu, harflere bir türlü vurgu yapamıyordum.

Enis başını iki yana sallayarak parmaklarını nemli saçlarının arasına daldırdı, sert bir nefes vererek, "Kimle geldin buraya?" diye sordu yüksek sesle. "Hangi aptal bu kadar içmene göz yumdu?"

"Ben yumdum canım."

Enis, Billur'un sesinin geldiği yöne doğru baktı, benim gözlerim ikisinin üstünde geziniyordu.

"Sen kafayı mı yedin?" diye sordu Enis öfkeyle. "Bu kızın daha önce alkol almadığına iddiaya girerim. Ona ne içirdin?"

"Hım?" Billur kollarını göğsünün üstünde toplayıp tek kaşını kaldırarak Enis'e baktı. "Sana ne?"

"Sen onu kendin gibi mi sandın?" Enis aniden bağırarak bunu söylediğinde, çevremizdeki herkesin bakışlarının üzerimize döndüğünü hissettim. Barmen çocuk tek kaşını kaldırmış dikkatle Enis'e bakarken biraz sinirlenmiş gibi görünüyordu. Midem bulanıyordu, avucumu tezgâha yaslayarak dehşet dolu gözlerle Billur'a baktım. Işıkların altında buz rengi gibi duran gözleri parladı, gözlerinde ateşin yandığını gördüm.

"Ne?" Sesi sakindi. Ama bu sakinlik pek hayra alamet değildi.

"Senin gibiler bu ortamlara alışkındır ama o senin gibi değil. Senin gibi bir kızı-"

Enis'in arkası dönük olduğundan daha kolay olmuştu sanırım. Yakasından tutup onu kendime doğru çekerken dengesini kaybetti, onu etrafımda çevirerek tezgâha yasladım, hemen karşımda duran barmen çocuğun gözleri irileşti. Sağ yanağını sertçe tezgâhın soğuk yüzeyine yasladım ve gözlerimdeki kuyudan yükselen alevlerle ona dikkatlice baktım.

"Sakın," diye fısıldadım kulağına doğru. "Sakın bir daha arkadaşım hakkında ileri geri konuşma."

"Ben..."

"Kes sesini!" Saçlarını kavrayıp yanağını sertçe tezgâha geçirdim, Enis'in acıyla inlediğini duydum ama bu beni durdurmadı. Öfke o kadar genişti ki, göğsümü daraltıyordu.

"Hey hey hey, sakin olun!"

Nefes nefese kafamı kaldırıp genç barmene baktım, dudakları memnuniyetle yukarı kıvrılmıştı. Enis istese beni geri püskürtebilir, elimden rahatlıkla kurtulabilirdi ama yapmadı. Nefes nefese yanağı tezgâha yaslı öylece bana bakarken ensemde tanıdık bir nefes hissettim.

Hislerim altüst oldu. Her şey altüst oldu.

"Seni minik jaguar," dedi tanıdık ses. "Hem evden kaçmak hem arabayı kaçırmak hem bara gitmek hem sarhoş olmak hem de bir erkeği pataklamak, ha?"


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

98.4K 1K 9
"Abin bu söylediklerini duysa ne olur biliyorsun değil mi Mavi?" "Şimdilik duymayacağına göre bence sorun yok Feyyaz." "Bana Feyyaz Abi demelisin Mav...
1.4M 43.2K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
1.3M 60.3K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
1.1M 69.7K 48
Hale, sosyal medyada yazdığı bir yorumun hayatını bu denli değiştireceğini nereden bilebilirdi ki.