MÜPHEM

By fernwehy

7.6M 230K 57.4K

Yankı gökyüzünü izlemeyi seviyor. Yeşil gözleri, gün batımında alev alan Anka'yı arıyor. Ona inanıyor. Yirmi... More

MÜPHEM
1- GERÇEK
2- AV
3- DUVARLAR
4- DUMAN
5- GEÇMİŞ
6- ADIMLAR
7- İHTİMÂLLER
8- HİKÂYE (1)
8- HİKÂYE (2)
9- SATIRLAR (1)
9- SATIRLAR (2)
10- SAVAŞ
11- VİRANE
12- MASAL
13- KUKLA (1)
13- KUKLA (2)
Kısa Bir Not'
14- TAKİP
15- İTİRAF
16- ÇIKMAZ SOKAK
17- GÜVEN(1)
17-GÜVEN(2)
18- YIKIM
19- DEVRİM
20- ATEŞ
21- DÜĞÜM
22- ÜMİTVÂR
22- ÜMİTVÂR (2)
23- SARHOŞ
23- SARHOŞ(2)
24- YALAN
24- YALAN(2)
ŞANS-2 / Ezo & Onur (Özel Bölüm)
ŞANS-3 🍀 (Özel Bölüm)
25- FELAKET
25- FELAKET(2)
KÜL GÖZLÜ ADAM
26- MESAJ
26- MESAJ(2)
27- ZEHİR
28- AŞK
KAÇAK I Duyuru
29- SESSİZLİK
30- KİN
31- ZAFER
🔴SON DAKİKA🔴
32- İLLÜZYON(1)
32- İLLÜZYON(2)
33- ÇARESİZLİK
34- MEMAT
35- ŞEYTAN
36- ÇIĞ
37- BEVKA
38- NEFES
39- YAĞMUR
40- NEHİR
41- KADER
ÇOCUKLAR VE ÇİÇEKLER -1 (MeGa özel bölüm)
ÇOCUKLAR VE ÇİÇEKLER -2
27
42- ASKER
43- SADAKAT
44- TEKLİF
45- SINIRLAR
46- KAYIP
47- HEDİYE
48- BAĞLAR
49- DÜĞÜM
BİR BAKIŞ SENİ AVUÇLADIĞINDA (Miray-Kaan özel)
BİR BAKIŞ SENİ AVUÇLADIĞINDA' 2 (Miray-Kaan Özel)
50- ZAMAN
51- DİLEK
52- SİS
53- ISLAK TOPRAK
54- VEDA'HASI
55- KELİMELER
56- KAYIP PARÇA
57- SIR
58- AHDE VEFA
ZAMANI YENMEK
59- KÜL

ŞANS / Ezo & Onur (Özel Bölüm)

83.3K 2.4K 376
By fernwehy

Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayısı, beni burada wattpad...

Bölüm 3 part. 3 üç ÜÇ
Bioma falan yazacağım bölümleri artık yetti

@wattpad

Gözlerim kahve
Değil ela
Bundan böyle wattye belayım
Size fena

-Hicran Fernweh Yarakürek✍🏻

Naçizane şiirimle keyifli okumalar dilemek istedim öyle yani

_________________________________

🎶Lana Del Rey - Pretty When You Cry 🎶

EZO


Kum torbasına sert bir yumruk çarptı.

Şans nedir?
İnsan şansa neden inanır?

Ezo bu kelimeden nefret ediyordu.

Aslında nefret ettiği tek şey bu değildi. Şans, umut, inanç gibi kavramlar onda anlam veremediği bir tiksinti uyandırıyordu. Bazen nefret ettiğini unutup bu kavramlar üzerinde yürüdüğü olurdu. Tıpkı sonunda elleri bomboş kalıncaya kadar, bu nefreti hatırlamıyordu.

Şans diye bir şey olsaydı böyle bir aileye sahip olur muydu?

Umut ettiği o sıcak aile tablosu gerçek olur muydu?
Bir aileye sahip olduğuna inanıyor muydu?
Kum torbasına bir yumruk daha indi.

"Biliyor musun anne, büyüdüğümde çocuklarıma sizin gibi davranmayacağım," dediğinde henüz yaşı sekizdi.

Sanırım şu üç kelimeye duyduğu nefretin temelleri o zaman atılmıştı.

On üç yaşında, bir köşeye yaslanmış annesinin bavulunu dolduruşunu izliyordu. İlerisi, gerisi yoktu onun için. Annesinin gidişi için telaşa kapılmıyordu. Aksine, akşam babası döndüğünde günlük bir rutin hâline gelen kavga yaşanmayacağı için iyi bile hissediyor olabilirdi.

"Geri geleceğim canım kızım," demişti annesi ona sarılarak. "İlk fırsatta dönüp seni alacağım. Çok güzel bir hayatın olacak, buradakinden daha güzel."

"Ben bir yere gitmek istemiyorum," diye mırıldandı Ezo. Anlamıyordu da gitmenin neye yaradığını. Bir gün kendisi çıkıp giderken anlayacaktı.

"Kendine dikkat et," demişti annesi saçlarını öperek. "Beni aramayı unutma."

Beni aramayı unutma...

İlk hafta unutmadı Ezo. İkinci hafta geç hatırladı. Üçüncü hafta telefon görüşmelerinin süresi yarı yarıya kısaldı. Dördüncü hafta Ezo aramadı ama telefonun başından da hiç ayrılmadı. O hafta annesi hiç aramadı.

Beşinci hafta telefonu heyecanla açtı. Sonra açtığına pişman olacak bir azarla kulakları kamçılandı.

Ezo, ondan sonraki telefonlara istemeden baktı, tıpkı isteksizce arayan annesi gibi.

Zorunlu bir görev gibi yerine getirilmiş bir telefon görüşmesinden sonra usulca kenara bıraktı telefonunu ve bir kalem alıp önündeki yaprak teste boş bakışlar attı.

"Çocuklar, tanrının anne ve babalara cezası olabilir mi?" dediğinde hemen yanında ev ödevini yapmakta olan Yankı başını kaldırıp yüzüne baktı.

"Bazen kendimi böyle hissediyordum."

Bu 'bazı' kavramı bütün zamana yayıldı. Yıllar sonra, artık genç bir kadınken aynı cümleleri tekrar kurdu Yankı'ya.

Kum torbasına bir yumruk daha indi.

"Gerçekten çekilmez bir adamsın!" diye bağırdığında, mutfak masasının üzerindeki kaktüsü duvara fırlattı. "Senin kızın olmaktan nefret ediyorum!"

Artık on altı yaşındaydı.

Babası, eski polis, mesleği ve kendi hayatı arasına sıkışmış, kendinin de son derece farkında olduğu bir gerçekti; huysuz bir adam olduğu.

Ezo'ya sık sık "Annene çekmişsin," derdi. Ezo'yu annesine benzettiğinden değil, annesine kızgın ve kırgın olduğunu bildiğinden.

"Bilerek öyle söylüyorsun değil mi baba?" demişti bir gün ağlarken. Ağlamayı da sevmiyordu ama o akşam dayanamamıştı. "Anneme benzemediğimi, en çok sana benzediğimi biliyorsun. Bunu bilerek söylüyorsun değil mi?" Neden?

Ezo neden, diye sormadı.

"Neden?" diye sorduğu ilk soru, okul gösterisine gelemeyecekleri için, bir Pazar kahvaltısında anne ve babasının karşısında dikildiğinde çıkmıştı ağzından: "Neden yaptınız beni?"

Sonra neden sormayı değil, karşı gelmeyi öğrenmişti. Bu yüzden gözyaşları içindeyken de neden diye sormak yerine düşmanca karşılık vermişti.

"Anneme benzemiyorum ama annemi anlıyorum. Seni terk etmek bu dünyadaki en doğru hareketi olabilir baba. Zavallı bir adamsın."

Küçükken böyle değildi. Polis üniforması içindeki babası Ezo için bir kahramandı. O evin içinde görünmez olup zamanla silinmeseydi, annesi de hâlâ bir melek olacaktı.

Kum torbasına bir yumruk daha indi.

İnsanın ailesine karşı savaşması ne zordu... Nereye sallasan ucu sana değecek.
İnsanın ailesine sahip çıkamaması ne zordu... Dağılan her parça senden gidecek.

İnsanın ailesine kaçıp sığınamaması ne zordu... Ucu hep başladığın yerde bitecek.

"On sekiz oldum bu gün anne, mesajımı alınca beni ara."

Sekiz yaşında oluşturduğu nefret onunla birlikte büyüdü. Ezo artık emindi; bu dünyaya bir çocuk getirmek en büyük kötülüktü.

"Ebelik düşünür müsün?" diye sorulmuştu, meslek seçimi yaptığı o dönem. "Çocuk gelişimi de olabilir. Çok yakışır sana."

Yüzünde sahte bir gülümsemeyle reddederken sebebi bu mesleklere tezat ruhu değil, kalbini kırdığını düşündüğü babasıydı.

"Baba," demişti iki yana açılmış gazetenin haber manşetlerine bakarak. Gazeteyi aşağı indirerek yüzüne bakmasını bekledi. Ama öyle olmadı.

"Hım?"

"Tercihlerimi yaptım bu gün."

"İyi," dedi ruhsuz bir ses. "Badi Ezo."

Yaptığı Badi Ekrem göndermesi hoşuna gitmese de güldü Ezo.

"Antrenörlükten vazgeçtim," dedi heyecanla. "Hemşirelik ve Eczacılık arasında yaptım... İstediğin gibi." Bir gazeteye gülümsemek tuhaftı. "Hem Ankara içi hepsi, evden ayrılmama gerek yok yani..."

Gazete sayfaları hışırtıyla değişti, ama aşağı inmedi.

"Sevindim," dedi babası. "Sonunda kum torbası yumruklamaktan ileri gidebileceksin."

Kum torbasına bir yumruk daha indi.

İlk yumruk, kaç yaşında inmişti? Bir spor salonuna ilk ne zaman girmişti de bir de hayatını adamak istemişti? Ezo bunları gerçekten hatırlamıyordu. Tek bildiği, ne zaman içi öfkeyle dolsa bir çift eldivenle kendini kırmızı silindirin önünde bulurdu.

"İyi geliyor değil mi?" diye sormuştu Çağrı. "Çok hırslı görüyorum seni."

Çağrı, Ezo'nun sık sık rastladığı spor salonun daimi müşterisiydi. Zamanla kısa muhabbetlere dönüşen sorunun temeli böyle atılmıştı.

Bu sorular, zamanla, "Tek mi yaşıyorsun?" "Nerede oturuyorsun?" "Hayatında biri var mı?" şeklinde evirilmişti. Yürüyüş bantlarındaki skorları sokağa taşınmıştı. Ter içinde içilen suların yerini, küçük kafelerdeki filtre kahveler almıştı.

"Benim kızıma yakışıyor mu hiç!"

Yakışmayanın ne olduğunu anlamadı Ezo. Ama sormadı da. Her şeyine sessiz kalırken, her şeye sesini çıkarabilme hakkını babasına o vermişti.

"Aklını başına topla! Önünde bir gelecek var!"

O geleceğin içinde Çağrı olmaz mıydı?

"Anne, bir çocukla tanıştım ama babam pek sıcak bakmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum..."

"Sana bir haberim var!" diye heyecanla soluyan annesinin onu dinlemediğini anladı.

"Ne haberi?"

"Hamileyim!"

Kum torbasına inecek birkaç yumruğa eş değer bir süre sonra: "Tebrik ederim."

İsyan.
Geçen yıl tam da bu gün bulmuştu Ezo'yu, içi çürük bir isyan. Ancak bu çürük, eline aldığı ilk meşalede tazelendi. Bulaştırdığı ilk ateşte olgunlaşıp tatlandı.

"Ben size katlanmak zorunda değilim!"

Bu kelimeler birer çalıya dönüşüp içinde ne var, ne yok süpürdü.

"Size uymaya çalışmaktan yoruldum!"

Kum torbasını aratmayacak kadar hafifletiyordu her cümle onu.

"Ne sen, ne de annem. Sizi sırtımda taşımaktan yoruldum ben!"

Tıpkı annesi gibi bavulunu topluyor, babası gibi sözler savuruyordu.

"Bir çocuğunuz olduğunu hatırlarsanız, ulaşırsınız. Bundan sonra beni görün diye çırpınmayacağım!"

O gün hem annesini, hem de babasını anladı Ezo. Onlara kızmak, onlara kırılmak imkânsızdı.

Çünkü bir gün önce, halası telefonda birine şöyle dediğini duymuştu:
"Abim mecburi bir evlilik yapmak zorunda kaldı. Atandığı şehirde bir kadınla tanışmış. Kadın hamile kalınca da çocuk için bir arada kalmayı denediler. Zorlamayla olmuyor tabii. Neyse ki yeğenim Ezo akıllı bir kızdır..."

O gün hem annesini, hem de babasını affetti Ezo.

Kum torbasına inen her yumruk, tutkunu olduğu spora atılmış bir yumruğa dönüştü.

Ancak ne annesinin vurdumduymazlığı, ne de babasının huysuzluğu bitmedi.

Ezo, artık iki sorunlu çocuğa sahip bir ebeveyn oluvermişti.

Mızmızlanan bir çocuğu geçiştirir gibi yediği azarlardan sonra, "İlaçlarını almayı unutma baba," demeyi öğrenmişti.
Ben eczacı değilim nasıl olsa...

Hayal dünyasında yaşayan kız çocuğu gibi tozpembe yaşayan annesiyle evcilik oynar gibi gerçekçi noktalarla telefonu kapatmayı öğrenmişti. "Küçüğü öp benim yerime."
Yıllardır beni hiç öpmedin anne...

Öğrenmişti.
Ve şimdi olduğu kişiyi de, bir türlü olamadığı o kişiyi de kendi seçmişti.

Şans? Umut? İnanç? Bu bayat kelimelerin hiçbiri yanında değildi ki Ezo'nun.

Bu yüzden vakit isteyen her şey, onun için gereksizdi.

Ezo kendine yeterince geç kalmış bir kadındı.

Kum torbası, yumruk istilasına uğramadan bir gün önce, babasına gitti Ezo.

Doktorun rutinini, değişen ilaçlarını, eve uğrayan temizlikçinin işini ve tüm bunlardan hiçbir zaman memnun olmayan babasını kontrole gitti.

Buna bir önceki gece, kulüpte çıkan kavgadan hemen sonra karar verdi.

Evet, karar aşaması alakasızdı ancak içinde birleşen parçalar ayaklarını resmen babasına sürükledi.

Onur'u ilk gördüğünden beri, kendini alamadığı bir kıyasa düşüyordu hep. Onur ona Çağrı'yı hatırlatıyordu.

Fiziksel olarak hiçbir benzerliği yoktu. Ancak konuşma biçimi, giyim tarzı, sağlıklı vücudu, kibar yaklaşımı ona Çağrı'yı; aklında çizebildiği en hoş erkek profilini anımsatıyordu.

Bu kıyas o kadar kuvvetli avuçlamıştı ki onu, önce düşmanca sonra merakla yaklaştı Onur'a. Ters cevapların yerini, kibar sorular aldı zamanla.

Bu karmaşıklık da diğerleri gibi kafasını karıştırırken çareyi bir yumruk daha sallamakta bulmuştu.

Bu defa kum torbasına değil, Onur'un suratına.

Ancak ikinci yumruğu sallarken bu kum torbasının eli ayağı olduğunu unutmuştu. Kolu bükülüp kitlendiğinde ve kaslı bir vücut sırtına yapıştığında bu defa yumruk sallayan kalbi olmuştu.

O çok kısa an, Onur'un nefesi ensesindeyken kalbi göğsünü dövdü.

"Seninle kavga falan etmeyeceğim, kes şunu." Onur'un gülen sesi ve gizli meydan okuma ifadesi resmen yüzünü güldürmüştü. Tatlı bir iltifat almıştı sanki.

"Denesen iyi olur," dedi heyecandan hızlanan nefesiyle. İstemsiz sırıtıyordu. "Çünkü buna ihtiyacın olacak."

Kafasını arkaya yatırarak bilindik bir hamleye başvurdu. Bu, yakın dövüşle ilgilenen her insanın hesaba katacağı bir şeydi.

Ancak Onur beklenmeyecek şekilde tecrübesizce hamleye kurban gittiğinde şaşırdı Ezo. Gerçek bir dövüş olsaydı, o pozisyonda yere serebilirdi Onur'u. Ama zaman tanıyarak döndü ve düz bir şekilde gözle görülür açık vererek atıldı.

Onur, bunu kolayca bertaraf edebilmişti bu defa. Zaten kolunu bu kadar iyi kilitleyen birinin o darbeyi nasıl yediğini anlamış değildi Ezo.

Bu yüzden, birbirlerini dener gibi idmanı andıran bir formatta sürdürdüler bunu. Dövüşten anlayan biri, şu an gerçek bir karşılaşmanın söz konusu olmadığını çok rahat çözerdi.

Onur dalga geçer gibi gülümsüyor, Ezo'nun savrulan uzuvlarını kibar denecek kadar naif karşılıyordu.

Kendisini ciddi almaması içindeki heyecana hırs kattı Ezo'nun. Riskli bir hamle ile Onur'un diz kapağına diklemesine bir tekme salladı.

Literatürde bunun iki karşılığı vardı; erken davranırsanız bacağı ortadan kaçırırdınız ya da ikinci bir tekmeyle kaval kemiğine sağlam bir zarar verirdiniz.

Ezo'nun o topuklularla karşısında hiç şansı yoktu.

Onur, Ezo'yu şaşırtacak şekilde hızla bacağını kaçırdığında Ezo'nun tekmesi hemen arkadaki saksılardan birini buldu. Böylece, kendisiyle eğlendiğinden emin oldu.

Ve kaburgasına oturttuğu bir yumruk ile Onur'u uyardı.

İnleyen Onur, yine özenle bileğini yakalamak yerine onu dirseğiyle uzaklaştırdı. Üstüne bir de güldüğünde Ezo'nun heyecanı da hırsına katılmıştı.

"Kesin şunu!" diye bağırdı Yankı.

Ezo onu duymuyor ve kendisine sırıtmakta olan Onur'a tekin olmayan bakışlar atıyordu. Diğerlerinin konuşması eşliğinde Onur'a doğru bir adım attı. Onur yine geri kaçmıştı.

Uzatırsa bunun kovalamacaya döneceğini biliyordu. Bu yüzden aradaki mesafeyi hızla kapatacak ve Onur'a iyi bir ders verecek son hamle için yerden sekti. Topuklu ayakkabısının ucu, havada yarım bir daire çizerek Onur'un çenesine kondu. Birkaç saniye sonra genç adam iki seksen yere serildi.

Onur, bunun aslında bir cevap olduğunu biliyordu. Doğrulduğunda kendine uzanan ojeli eller bunu onaylamıştı.

Ezo gereken cevabı verdiğine emin ve bunun için de mutluydu. Onur'a olan merakı biraz daha artarken elini uzattı.

"Tanıdığım bir çene cerrahı var."

Buysa, etraftakilerin anladığının aksine bir soruya verilmiş ikinci bir cevaptı.

Onur'u cevaplarken, onunla ilgili sorular çoğalıyordu Ezo'nun kafasında. Kısa kısa gerçekleşen her sohbette gerim gerim geriliyordu.

Mert'in her "Sevgili var," dediğinde, inanmasa da içinde uçsuz bucaksız bir merak oluşuyordu.

Yanındaki deliye rağmen ağır başlıydı Onur. Kibar ve bazen gerçekten eğlenceliydi. Sevgilisi varsa eğer, Ezo onu görmeyi nasıl bir kadın olduğunu bilmeyi çok istiyordu.

Yoksa şayet, bu konuda ne düşündüğünü aynı ölçüde bir merakla eğitiyordu.

Bu merak, insana kum torbası yumruklatırdı.

Parti günü, onu bir köşede otururken bulduğunda adımlarını ona doğru iten de bu meraktı. Sevgilisi varsa, en azından partiye birlikte katılmazlar mıydı?

"Ne ara geldin?" diye mırıldandı Ezo. Karşına geçip oturdu.

Yerinde dikleşen Onur gülümsedi. "Çok olmadı."

Gözleri, esmer tenini saran mor elbiseye ve yüzünün iki yanından akan saç tutamlarında hızla gezindi.

"Çok hoş görünüyorsun," dedi kibarca.

Ezo, hayatında ilk defa iltifat almıyordu elbette ancak yüzünde daha önce oluşmayan bir gülümsemeyi oluşturacak kadar şaşırmıştı.

"Teşekkür ederim. Sen de öyle."

"Bunlar arkadaşlarınız mı?" diye sordu Onur, sadece bir defa baktığı grubu işaret ederek. Gözlerini Ezo'dan neredeyse hiç çekmiyordu.

"Evet," dedi Ezo. "Şunlar Gaye'nin okulundan, şurası da bizim eski tayfa..."

Ezo anlatıyordu ama Onur duyuyor muydu? Ezo bundan emin değildi çünkü Onur gözlerini bile kırpmıyordu.

Yankı yanlarına gelene kadar kısır bir sohbet içinde döndüler. Devamında Yiğit ve ortalık karıştırmaya planlanmış Burak dahil oldu. Bir süre sonra masanın etrafı dolmuştu.

Ezo, Onur'un bu sakin ve uyumlu hâline içten bir hayranlık besliyordu.

Pasta kesilirken, dans edilirken, sohbet edilirken Onur hep yerinde ve kararınca yaklaşıyordu.

Bir de, o kadar sık bakıyordu ki Ezo'ya, Ezo ona bakamadığı için buna eser miktarda dertleniyordu. Böylece ortaya sık sık çarpışan bakışlar çıkıyordu.

Bu bakışlar birer taş olsa, ateş yeniden icat edilebilirdi.

Bakışlar yerine parmaklar ve bir müzik aleti buluşsa, bütün gece çalabilecek bir beste ortaya çıkabilirdi.

Bu bakışlar, biraz bile birbirinde sabit kalsa kim bilir ne olurdu?

Ezo ne olduğunu bir süre sonra öğrendi: Onur, Yiğit'le birlikte ayaklarının dibine yuvarlandığında ve onu yerden kaldırıp dışarı çıkardığında öğrendi.

Yiğit'e yumruk sallayan, sarhoşluktan ayakta duramayan Onur, şimdi Çağrı'ya değil annesinin şu an evli olduğu o korkunç adama benziyordu.

"Annene çekmişsin."
İkisini kolundan sürükleyerek dışarı attığında babasının bu cümlesi, içinde bir tiksinti uyandırdı.

"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?"

"Sorun yok," dedi Yiğit. "Aramızda anlaştık biz."

Onur'la bakışık güldüklerinde Ezo yüzünü buruşturdu. İçindeki tiksinti büyüdü.

"Kavgayla mı anlaşıyorsunuz?"

"Of Ezo, annem misin ya, çekil bir önümden," dedi Yiğit yanından geçip giderken. Bu Ezo'nun umurunda değildi.
Doğrudan Onur'a bakıyordu.

"Sen de kavgayla anlaşıyorsun," dedi Onur gülerek. Sonra gülümsemeyi kesip öfkeyle parlayan zeytin gözlere baktı. Bir şey söylemek üzere gibiydi ancak Ezo buna izin vermedi.

"Göründüğün gibi biri değilmişsin."

Bakışlar birbirinde sabit kalsa ne olur, diye düşünen Ezo siyah gözlerinin bir karadeliğe dönüşüp Onur'un kahverengi gözlerindeki bütün ışığı emdiğine şahit oldu.

O sabah da ayaklarını babasına götüren de buydu. Annesine benzemediğini, tek taraflı kanıtlamaya çalışıyordu.

"Hangi rüzgâr attı sabah sabah?" dedi babası gün ortası haberlerini izlerken.

"Bir göreyim dedim." Geçip yanına oturdu. "Nasılsın?"

"Çok umurunda sanki."

"Umurumda olmasa niye geleyim baba? Aş artık şunu." Derin bir nefes verip televizyona döndü onun gibi. "İstemiyorsan giderim."

"Benim istememle olsaydı..."

Babasının cümlesini on farklı şekilde tamamlayabilirdi Ezo. Eşi, kızı tarafından terk edilmiş bir adam için uygun bir başlıktı gitmek.

Bu yüzden bunu söylediğine pişman oldu o an Ezo. "Yemek yedin mi? Bir şeyler hazırlayabilirim."

"Yedim."

Tek kelimelik cevaplara alışıktı Ezo. Ancak o gün, hiç olmadığı kadar konuşası vardı babasıyla. Burada olsaydı, annesiyle de öyle.

"Meyve tabağı yapayım mı?"

Gözlerini televizyondan çeken yaşlı adam ona ters bir bakış atıp önüne döndü. "Ayılamamışsın sen daha belli..."

Yorgun surat ve kızarmış gözler birçok şey olarak yorumlanabilirdi. Ancak eski bir polis için kızının geceden kalmış olduğunu anlamak zor değildi.

"Sadece birkaç kadeh," diye mırıldandı Ezo. "Biliyorsun, her zaman olan bir şey değil..."

"Bilmek istemiyorum," dedi televizyondan ayrılmayan bakışlarla yaşlı adam. "Ne hâlin varsa gör."

"Zaten öyle," dedi Ezo sinirden gülerek. "Kendimi bildim bileli ne hâlim varsa tek başıma görüyorum. Merak etme sen."

"Bu sözler bana bir yerden tanıdık geliyor."

"Annemden mi? Aa nasıl da bildim değil mi baba?"

"Hayır," dedi adam sakin bir sesle. "Kendimden."

Ezo bu cevabı beklemiyordu. Bu yüzden şaşkınlığını gizlemeden söndü ona.

"Nasıl yani?"

"Yıllardır, ne hâlim varsa kendim görüyorum işte." Omuz silkti. "Bu yüzden bu saçma ziyaretlerinin, zorlama ilginin bir anlamı olmadığını bil."

Cümledeki her kelime birer yumruya dönüşüp Ezo'nun boğazına dizildi. Gözleri yaşlanırken babasının ona bakmaması ilk defa işine gelmişti. Sessizce kalktı ve evden çıktı.

Ağlamak iyi gelebilirdi ama bunu duşun altına girdiği zamana bıraktı. Bunun için olağan hızıyla kapıdan girip banyoya ilerlediğinde duştan çıkmış olan Yankı ile karşılaştı.

Ona bir kez daha tanrı tarafından anne ve babasına gönderilmiş bir ceza gibi hissettiğini söyleyecek oldu ancak sesi çıkmadı. Bunun yerini bakışlarını indirerek banyoya girdi ve kapıyı arkasından kapadı.

Bu defa kum torbasına bir yumruk inmedi.
Ama bir yumruk, midesine inseydi ancak bu kadar acıtabilirdi.

Şans? O hâlâ ortalarda yoktu.

Ama çok yakınlarda şanslı bir adam vardı...

Kaydırrrrr...

Continue Reading

You'll Also Like

375K 26.1K 36
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...
618K 36K 33
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
404K 32.3K 45
Yıllardır beni kardeşi yerine koymuş bir adamda takılı kalacak kadar aşıktım. NOT: Hikaye eşcinsel evliliklerin gerçekleşebildiği bir zaman diliminde...
529K 34.7K 28
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...