ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

27. BÖLÜM: KİLİT

531K 14.7K 19.8K
By binnurnigiz

🗝️


Judas Priest – Angel

Sleep Dealer – The Way Home


27. BÖLÜM

KİLİT


Bazen sessizlik öyle çok yere yayılırdı ki, duyduğun tek şey kalbinin içinde sakladığın acının sesi olurdu.

Yok olmak nedir biliyordu, kaybolmanın, eksilmenin, sessizliğin büyüdüğünde getirdiği felaketin, her şeyin ne olduğunu biliyordu.

Bunlarla tanıştığında sadece bir çocuktu.

Elleri cebindeydi, sessizlik her yerdeydi ama en çok da kara gözlerindeydi.

Sergen içeri girdiğinde oluşan sessizlik başka birine ait kalp atışlarıyla ikiye bölündü. Kara gözlerini usulca Sergen'e doğru çevirirken, "Bir gözün devamlı o herifin üzerinde olsun," dedi. "Şu Mehmet Karakuyu'nun."

"Bir sorun mu var abi?"

"Sen dediğimi yap, o herifin attığı her adımdan haberim olsun istiyorum. Yediği her naneyi bileceğim."

Sergen başını salladıktan sonra, karanlıkta yeni bir soru doğdu ve "Abi... Peki ya o kişi? Onu izlemeye devam edecek miyim?"

O an, kara gözlerde ilerleyen karanlık, bir meleğin cebinden zemine düşmeye başlayan ölüm gibiydi.

"Evet. Onu da izlemeye devam edeceksin. Her hareketinden haberim olacak onun."

"Merve Karakuyu?" dedi sorar gibi. "İstersen onu da izlerim."

"Gereği yok," derken sesi demirden sert, buzdan soğuktu. "Onun yanında daima ben varım. İstediği sürece yanında, istemediğinde de yere düşen gölgesinde."

Sergen bir süre önce hakkında her şeyi öğrenip Karan'ın huzuruna sunduğu kızı henüz hiç yüz yüze görmemiş olsa da dudaklarında gizlemekte zorlandığı bir tebessümün sebebi o kızdı.

"Abi," dedi ve bir süre durup haddini aşıp aşmadığını düşünerek sorusunu kendi içinde ölçüp tarttı. Karan'ın ısrarcı kara gözlerinden kaçamayacağını anladığındaysa, "O kızı önemsiyor musun?" diye sordu.

"Önemsemek..." Karan ayağa kalktığında, zaman da onunla beraber ayaklandı. Takvim yaprakları kızı ilk gördüğü günde takılıp kalmış gibiydi. "Ben buna önemsemek demezdim. Önemsemekten de öte. O kızda bir şey var ve ben o kızdan uzak duramıyorum."

Gözleri boşluğa takılıp kaldı.

"Asi," diye fısıldadı. "Tıpkı ismi gibi. Çok asi."


🗝️


Bozduğu kelebek yuvasını elleriyle düzelten küçük bir kız çocuğunun kanatlarına yağmurun yirmi altıncı damlası düştü, kanatları eridi.

Tanrı, göğün buzlu camına kutsal elleriyle döktüğü suyun yeryüzüne akması için göğün berrak camını çatlatmıştı, çatlayan gök, çatlaklarından sızan suları yeryüzüne hızla kusmaya başladı.

Aynı deniz kıyısında, aynı uçurumun hemen aşağısında, saçlarım yağmurdan ıslanmış bir hâlde yüzüme yapışmış, yere çökmüş şekilde dizlerimin üstünde oturuyordum.

Yağmur, tıpkı bir kurşunun bir kalbi deldiği gibi tenimi delmek için tenime saplanırken, olduğum yerde hafifçe sallanıyor olduğumu fark etmem çok da uzun sürmedi. Saatlerdir bu hâldeymişim gibi hissediyordum. Kollarımı birbirine bağlamış, avuçlarımı da kollarımın üstüne yerleştirmiş, tırnaklarımı çıplak ve ıslak kollarıma batırarak, olduğum yerde hafifçe sallanıyordum.

Küçük bir erkek çocuğunun hıçkırık sesini duydum.

Kafamı yavaşça kaldırdım, saçlarım yüzümün önünü örttüğü için etrafı göremiyordum, yine de saçlarımın yarattığı ıslak parmaklıklar bana karşımda ne olduğunu göstermeye yetiyordu. Poseidon birilerine kızmış olmalıydı, yükselen dalgalar bunun işaretçisiydi. Yükselen dalgalar o kadar griydi ki, yağan yağmurun neredeyse yere kadar indirdiği koyu gri bulutlar ile birbirlerine dokunup, çok da ayırt edilemeyecek kadar küçük bir renk farklılığıyla birbirine karışıyorlardı. Hıçkırık sesinin gitgide daha da şiddetlendiğini fark ettim.

Zeus, göğün kırılan camının arkasından öyle bir çığlık attı ki, kükreyen gök başıma yıkılacak sandım.

"Anneciğim," dedi hıçkırık sesinin sahibi, henüz çok küçük olduğu sesinin tınısına yansımıştı. Küçük bir erkek çocuğuna ait olan bu sesin nereden geldiğini merak ediyordum ama kafamı sesin geldiği yöne çevirmeye, o manzarayı görmeye hazır hissetmiyordum kendimi. "Anneciğim, neredesin?"

Sesi, kimsesiz bir kuşun bir çalılık bulup içine saklanarak diğer yırtıcılardan kendini nasıl koruyacağını düşünürken, gözlerinin annesini aramasını hatırlatmıştı bana. Küçük, kırgın ve öksüz yüreği korkular tarafından sarılmıştı. Yutkunsa, yuttuğu şey acı ve korku olacaktı.

"Anneciğim, hiç üzmeyeceğim seni, geri gel, ne olursun anneciğim."

Tırnaklarımı sapladığım etimden çıkarıp yüzümü örten ıslak saçları kulağımın arkasına sıkıştırdım. Kendimi hâlsiz hissediyordum. Sanki bir mezarın içinden kendi tırnaklarımla toprağı kazıyarak çıkmıştım. Canlı bir cenazeydim; tabutu yakılmış bir ceset, toprağı kazımış bir ölüydüm. Gök bir kez daha gürledi; dalgalar sertçe kıyıya çarpıyordu, dalgalardan sıçrayan tuzlu su damlaları yüzüme uçuyor, zaten ıslak olan ve yağmurun altında ıslanmaya devam eden tenimi hedefi hâline getiriyordu.

Gözlerim küçük çocuğun sesinin geldiği yöne doğru hareket etti. Başımı çevirecek hâlim yoktu ama onu orada, o kumların arasında, dizlerini karnına çekerek oturmuş şekilde gördüğümde bedenim tüm gücünü kuvvetini bir anda toparlayıvermiş gibi hissettim.

Siyah saçları yağmurun altında sırılsıklam olmuştu, dizlerini göğsüne doğru çekmiş, kollarını bacaklarına bağlayarak yüzünü dizlerine gömmüştü. Ağlıyordu. Ağladığını inip kalkan sırtından, titreyen bedeninden ve ondan yükselen hıçkırık seslerinden anlayabilmiştim. Oturduğum yerden yavaşça kalktım. Dalgalar artık daha ileriye gelebiliyor, çıplak ve çamura bulanmış ayaklarımı durulayıp geri çekiliyordu.

Önünde durduğumda yavaşça eğildim, benim varlığımı fark etti ve varlığım onu ürküttü. Geri çekilecekti ki, onu tutarak çekilmesine engel oldum. Kafasını kaldırdı. Henüz yaşça çok küçük olmasına rağmen öylesine tılsımlı, öylesine güzeldi ki... Uzun, siyah ve gür kirpikleri, çocukluğunun getirisi olan iri gözlerinin üstüne ve altına dikilmiş alev alev yanan siyah mumlar gibiydi. Gözünün duru beyazını örten kırmızı damarlar, saatlerdir ağladığının görsel bir kanıtı olmuştu.

Alt kirpikleri bir örümceğin bacaklarına benziyordu.

Gözünden akan yaş, alt kirpiğinde asılı kaldı. Burnunu çekti. "Annemi gördün mü?" diye sordu, sesi titriyordu. Sesi, çok fazla ağladığı için pürüzlü geliyordu. Bana, son umudu benmişim gibi baktı.

"Annen kim?"

"Işık," dedi, alt kirpiğine takılan ılık gözyaşı elmacık kemiğine doğru damladı, elmacık kemiği boyunca kayıp yanağına aktı. "Annemi gördün mü?"

Duraksadım. Sanki kalbim bir balıkçı ağıydı, bu küçük erkek çocuğu elindeki ağ kurşununu tek seferde kalbime takmıştı. Onun gözlerinin içindeki aynada kendi yüzümü görüyordum, yağmur sanki onun gözlerinin perdeleri çekik penceresinin arkasında yağıyordu.

Gözlerine yayılan o saf umut, ışığını yavaşça söndürürken, "Görmedin mi?" diye sordu bu kez, sesinde hayal kırıklığı vardı.

"Görmedim," diyebildim, bunu söylemek o kadar zor gelmişti ki. Çok zordu... Yalnızca sekiz harften oluşan bu cevabımın bütün harfleri kötürüm olmuştu sanki. Dudaklarımın tekerleği onları taşıyamamış, dilim denen pedalı çevirememiştim.

Omuzları düştü. Gözlerindeki o ışık söndü, zaten siyah olan o gözleri, tüm ışıkları sönmüş bir şehir gibi karanlığa gömüldü. İçimde büyüyen o yangını söndürmeye yetmedi yağan yağmur... Küçük erkek çocuğunu kendime doğru çekip kollarımın arasına alırken zihnimin yarattığı enkazın altında kalmıştım. Ruhumu bu çocuğun ruhunun üstüne örtsem, biliyordum ki yine de hava alırdı ruhunun yaraları, çünkü benim ruhum deliklerle doluydu. Erkek çocuğu sanki bunu bekliyormuş gibi kollarıma sığındı.

Ona öyle sıkı sarıldım ki, ne yağan yağmur ne de hemen arkamızda yükselip ayaklarımın dibinde patlayan dalgalar ona zarar verebilirdi. Yüzünü göğsüme gömdü, onun ılık gözyaşlarını göğsümün ortasında hissettim.

Göğsümdeki kuyuya vura vura ağladı.

Kilit kırıldı.

Kuyu açıldı.


🗝️


Yıllar önce/FETHİYE

Mavi gözlerin üstünü örten açık renk kirpikler yavaşça yukarı kalktı, uzun kirpikleri, tıpkı kirpikleri gibi açık renkte olan kaşlarına kadar değiyordu. Beyazdı. Bir ölünün tenini aratmayacak kadar beyazdı. Dudakları bir anlığına yukarı kıvrılır gibi oldu.

Bir ölü tenli, ölürse şeffaf mı olurdu?

Uçurumun eteklerine vuran dalgalara baktı. Dalgalar o kadar yüksek ve kızgındı ki, şimdi kendini buradan aşağı bıraksa, dalgalar onu yutabilirdi. Denizin kalbine gömülür, cesedi şeffaf bir renk alırdı... Uzun, temiz, altındaki etin bile pespembe göründüğü şeffaf tırnaklarını avuçlarının içine batırdı. Rüzgâr, elbisesinin beyaz tülünü yukarı doğru uçuşturuyordu.

Aslında her şey açıyla alakalıydı. Tek bir yanlış, onu denize değil, taşların içine gömebilirdi. Oysa o, denizi istiyordu. Sertçe yutkundu. Artık bu acıya katlanamıyordu. Göğsünün içinde büyüyen karadelik, onunla ilgili her şeyi yutmaya başladığında, geriye bıraktığı tek bir şeyi yutmaması için artık kendini yok etmesi gerektiğini biliyordu.

Göğsündeki karadeliğin, her şeyden bihaber olan küçük oğlunu yutmasından ölesiye korkuyordu.

"Ben adımın hakkını verip senin ışığın olamadım," dedi, sesi narindi. Genç bir kadına göre çocuksu bile denilebilirdi. Sarı, küllü bir tona yakın olan açık renk saçları rüzgâra eşlik ederek uçuştu. Hava bozuyordu. Ruhu çoktan bozulmuş, kalbi de bozulmak için an kolluyordu. Henüz bozulmamış kalbinin sesini kesmesi gerekti. Kötü biri olmaktan öyle çok korkuyordu ki...

"Bir gün beni anlar mısın?" diye sordu tekrar ince, yumuşacık sesiyle. "Bir gün asıl karanlığın benim ışığım olduğunu, zaten bu ışığı söndürmezsem sonumuzun kıyamet olacağını sana şimdi anlatsam, beni şimdi anlar mısın?"

Aşağıda onu izleyen küçük erkek çocuğunun varlığından haberdardı.

"O kadar her şeyden habersizsin ki..."

Bunu bitirmek zorundaydı. Bunu bitirmek zorunda bırakılmıştı. Tam şu an kalbi, betondan daha ağırdı aslında. Göz ucuyla, çaktırmadan, belli dahi etmeden küçük çocuğa baktı. Biliyordu, tam şu anda o çocuğun kaderinin üstüne siyah bir çarşaf örteceğini çok iyi biliyordu. Tam o esnada, ikisinin olduğu o kıyıdan epeyce uzaklarda bir çekmece açıldı; çekmecenin içine saman kâğıdından yapılma bir mektup zarfı kondu, çekmece kapandı. Kadın gözlerini tekrar denizin yükselen dalgalarına çevirdi. Ölümü istedi. Yaşamı gözden çıkarmıştı.

Oğlunu gözden çıkarmıştı.

"Anne!"

Gözlerini yavaşça erkek çocuğuna doğru çevirdi. Çocuk, heyecanla annesine doğru el sallıyordu. Çocuğun heyecanı kadını durdurmadı, sesindeki neşe onu frenlemedi; sarı saçlar rüzgârla uçuştu, istasyonda bir tren hareket etti, bir yerlerde birilerinin dünyası başına yıkılırken, bir yerlerde biri bir bebeği kucağına alırken sevinç gözyaşları dökmeye başlamıştı. Dünyası başına yıkılanların arasında henüz altı yaşında olan küçük Ali'si de vardı.

"Affet, Ali'm," dedi kadın kendini boşluğa bırakırken. Çocuğuna son kez bakabilmek için, açıyı tutturamamayı göze almıştı. Bedeni önce özgür bir kanadın ortasında duruyormuş gibi havalandı; ardından bir avcı avucundaki tüfeğin namlusunu kanatlarına doğrulttu, silah patladı, kanatlarından vuruldu. Gözlerini acıyla yumup kendi boşluğundan düşüşünü hissederken, "Ali," diye fısıldadı.

Narin bedeni denizi teğet geçti. Poseidon bu kanlı cinayeti üstlenmeyi kabul etmedi. Sahildeki çakıl taşlarının içine öyle hızlı, öyle sert bir şekilde çakıldı ki, küçük erkek çocuğu avucunda tuttuğu taşlarla olduğu yerde öylece donakaldı. Kara gözleri kocaman açılmıştı, yüzünde mimik oynamasa da, o iri kara gözler her şeyi açıklıyordu. Dünya, küçük bedeninin üstüne tıpkı kökleri sökülmüş bir ağaç gibi yıkıldı; küçük çocuk yıkılan o ağacın altında kaldı. Kan hızla bembeyaz çakıl taşlarının arasına girip çıkmaya, taşların beyazını kanın kızıl rengine boyamaya, büyük bir hararetle yayılmaya başladı.

Erkek çocuğunun avucunda tuttuğu çakıl taşı yere düştü.

"Anne?"


🗝️


Kuyunun kapağının açılacağını hissettiğim o an, yıllardır çıkmak istediğim bu kuyudan aslında çıkmak istemediğimi anladığım andı.

Ben bu kuyudaki mağaraya aittim.

On dokuz yıllık maratonumun yirminci yılına girmeme son birkaç adım kala, koştuğum o sonu belirsiz karanlık yolda ilerlerken biri bileğimden tutmuş, beni yolun kenarındaki ormana çekmişti. Orman karanlıktı, ağaçlar ve yabani otlar sıktı. Kendimi hiç tanımadığım o elin sahibinin arkasında, onun ritmine ayak uydurarak koşarken bulmuştum. Bedenim çiziliyordu, ağaçların dalları kollarıma çizikler atıyordu, yabani otların dikenleri tenimi tırmalıyordu ama umurumda değildi.

Belirsiz bir yolda koşmaktansa, yaralar içinde bu eli tutarak koşmak bana daha güzel geliyordu.

Gözümü deşen güneş ışığı, göz kapağımın perdesini yırtarak harelerimi zorlarken yüzümü hoşnutsuzlukla buruşturdum. Güneş, gözüme ateşten bıçağıyla bir şeyler karalıyordu.

Tenime baskı yapan sıcaklığı hissedebiliyor, bu sıcaklığın hükmü altında huzurla nefes alıp veriyordum. Burnumdan içeri çektiğim nefesle içime dolup, ciğerlerime kadar akarak içimi baştan aşağı dolduran acı çikolata kokusu huzur vericiydi. Gözlerimi zorlanarak da olsa aralamayı başardım.

Zihnimde devrilen harfler yan yana durmaya çalışarak bir cümle oluşturma sızısıyla birbirine yaslanırken, hemen karşımdaki pencereden yüzüme ince bir sütun şeklinde çarpan güneşle burun buruna geldim. Bembeyaz karlar etrafında kristal bir parıltı oluşturmuştu, sanki beyaz bir çarşafın üstüne sim dökülmüş gibi görünüyordu.

Dışarıdaki soğuğun aksine, sıcacık kollarda güvendeydim.

Sırtım ona dönüktü. Geniş göğsüne yaslandığım için kendimi tamamen güvende hissediyordum. Sanki o benim sırtımı dayadığım bir dağ, kapısı güvenilir kilitlerle örülü bir kapıydı. Aldığı her nefes, kaslı göğsünün şişmesine neden oluyor, şişen göğsü beraberinde beni de ileri itip, sönerken tekrar geri çekiyordu. Büyük eli karnımdaydı, avucunun ılık baskısını karnımda hissedebiliyordum. Bacaklarımız birbirine dolanmıştı, teninden akan o sıcak benim uzuvlarımın erimesine neden oluyordu.

Onun sıcaklığıyla dinginleşmiştim. Dışarıyı izlemeyi sürdürdüm. Kar birikintisini yararak ileri doğru uzanan ışıltılı, sarı güneş sütunlarının etrafında uçuşan o kristal görüntüyü izlerken uyku yavaşça bedenimden ayrılıp yere dökülmüş, döküldüğü yerde eriyerek yavaşça yok olmuştu. Uzun, güçlü ve kemikli parmaklarını karnıma bastırdı, enseme doğru sıcak bir nefes bıraktı, omuriliğimin çekilerek titremesine neden olan bu hareketi aynı zamanda midemin de tepetaklak gelmesine neden oldu.

Ayakları çırılçıplaktı, benim ayaklarımda çorap olmasına rağmen onun ayaklarını çok net bir şekilde hissedebiliyordum. Parmaklarımı onun karnımın hemen üstünde duran parmaklarının üstüne örttükten sonra başımı yavaşça ona doğru çevirdim. Uyuyordu. Kurum siyahı kirpikler, gözünün altındaki mezarı anımsatan çukurları örtmüş, kirpiklerinin gölgesi onun karanlık güzelliğine mücevher suyuna batırılmış bir fırça darbesi indirmişti.

Onun güzelliğini izlerken ruhum soluklanıyordu.

Kilidi sıkışmış bir odanın içinde, kendi hayatımla baş başaydım; aynı odanın içinde o duvar senin bu duvar benim koşturarak hayatımdan kaçarken, bir gün kapının kilidi kırılmış, içeri bir adamın gölgesi devrilmişti. Odaya düşen gölgenin altına saklandığımda, hayatımın beni bulamadığını fark etmiştim.

Derin bir nefes alıp yavaşça ondan uzaklaşmaya çalıştım ama güçlü kolları beni öyle sıkı tutuyordu ki, ondan uzaklaşmak gerçekten çok zordu. Burnundan verdiği sıcak nefes yüzüme çarptı, dudaklarıma dağılarak tenimin ısınmasına neden oldu.

Diğer Merve zihnimin içinde çok derin bir uykudaydı. Kafamın içindeki sessizliğin tadını çıkarıyordum. Karan dolgun dudaklarını yaladı, göz kapakları titredi ama kuzguni siyahı gözlerini açmadı. Alt ve üst kirpikleri birbirine yapışmış hâldeydi.

Güzelliği, göğsümün altında uyuyan kimsesizin avuçlarına uzatılan bir parça ekmek gibiydi.

Onun kollarından kurtulup ayağa kalktım. Üstümdeki bol kazak kalçalarıma kadar sarktı, bir an kazağın içinde kaybolacağımı sandım. Üstümdeki bu siyah kazak ona aitti. Muhtemelen onun deve gibi olan boyuna uygun olan bu kazak, benim üstümde kısa bir elbise gibi duruyordu. Ellerim kazağın uzun kollarının içinde kaybolmuştu.

Yüzümü buruşturarak kazağın kumaşını avuçladım, yün kumaşı sıkarak odadan çıkıp lavaboyu kullandıktan sonra alt kata indim. Gözlerimi mutfakta gezdirdim. Yemek yapma konusunda bir facia olduğum kesindi, ama belki düzgün bir kahvaltı hazırlayabilirdim, bilmiyordum. Kaşlarımı çattım. Aslında bunu da yapabileceğimi sanmıyordum. Ben mutfak konusunda tam bir beceriksiz olduğumun bilincindeydim; hamarat kelimesinin yanından geçemeyeceğim gibi, bir beceriksiz unvanına sahiptim.

Belime kadar inen uzun saçlarımı pratik bir şekilde tepemde kuş yuvası gibi topladıktan sonra buzdolabının kapağını açtım ve hemen ortadaki ada tezgâha kahvaltı için kullanabileceğim ne varsa hepsini çıkardım. Yumurtaları haşlamaya bıraktım, iki çeşit peyniri aynı servis tabağına dilimledim, ardından domates ve salatalıkları doğrayarak farklı bir tabağa aldım, birkaç yeşil biberi de üstlerine koyup tek kaşımı kaldırdım.

Tamam, en azından ekmek kızartma konusunda iyiydim. Bazı günler evde kimse olmadığında ekmek kızartır, yanında da sert bir kahve içerek kızarttığım ekmeklerle karnımı doyururdum. Salamı dilimleyip ayrı bir tabağa aldım. Reçeli de çıkarıp, hepsini tek tek masaya taşımaya başladım.

Kızarmış ekmeklerin başında dururken sırtımda dolaşan gözlerin keskinliğiyle aniden kendimi çırılçıplak hissettim.

"Şuna da bakın siz," dedi Karan aniden. Sesindeki eğlenceli alaya rağmen olduğum yerde yavaşça sıçramama engel olamadım. Omzumun üstünden mutfak kapısına doğru baktım; üstünde tişört yoktu, dövmesini ve kasıklarındaki tüyleri görebiliyordum. Altında neredeyse kıçından düşmek üzere olan siyah, bol bir eşofman vardı.

Kaşlarım çatıldı.

"Uyandın mı?"

"Yok," dedi tek kaşını kaldırıp, çıplak omzunu kapının pervazına yaslayarak. "Uyanmış gibi yapıyorum."

"Sabah sabah yine çok şakacısın," diye homurdandım, yüzümü buruşturmuştum.

"Yemek yapmayı bilmeyen kızımıza bak sen, kahvaltı masasında bir ben eksiğim."

"Karnım acıktı," dedim yanaklarıma kan otururken. "O yüzden hazırladım yani."

Kaşlarını kaldırdı. "Ha, kendime Müslümanım, diyorsun yani?"

Yanaklarımın içini dişleyerek önüme döndüm. "Evet, tam olarak öyle diyorum."

"Cürmün ne ki senin? Tek başına mı yiyeceksin tüm bunları?" diye sordu. İçeri girdiğini çıplak ayaklarının ahşap parkede bıraktığı yalın seslerden anlayabilmiştim. Hemen masanın önünde dikildi. "Hadi ama Çakıltaşı, bana masal okuma."

"Yemene izin verebilirim belki," dedim ifadesiz bir sesle.

"Hadi ya?" dedi, sesinde alay vardı.

Son ekmeği de kızartıp, emekleri doldurduğum küçük kabı aldım ve masaya yöneldim. Kabı masanın ortasına koydum, haşlanmaya bıraktığım yumurtaları ocaktan indirdim. Ben tüm bunları yaparken Karan pürdikkat beni izliyordu. Onun bakışları bu kadar yoğun bir şekilde benim üstümdeyken bir şeyleri yapabilmek o kadar zordu ki. O bunu asla bilemezdi.

Masanın diğer ucundaki sandalyeyi çekip oturdum, tek kaşımı kaldırıp hemen dibimde dikilen Karan'a baktım. Onun da tek kaşı havada, gözleri benim üstümdeydi. Eğlendiği, gözlerine yayılan o muzır ifadeden okunuyordu. Yeni uyandığını ele veren kısık bakışlı siyah gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri bile dağınık görünüyordu. Dudakları daha dolgun ve kızarmıştı, yüzünün kemikli yapısı çok daha belirgindi.

"Oturacak mısın?" diye sordum çenemle karşımdaki sandalyeyi işaret ederek. "Yoksa yalnızca izleyicisi misin?"

Gözlerinde garip bir ışıltı gördüm. Sandalyeyi çekip hemen karşıma oturduktan sonra, "Hani benim çayım?" diye sordu tek kaşını kaldırıp gözlerimin içine bakarak. "Kuru kuru kahvaltı mı yaptıracaksın bize kızım?"

Bir an duraksadım. "Onu unuttum ben," dedim kısık bir sesle. "Hem ben kahvaltıda çay içmem ki."

Karan çıplak dirseklerini masanın üstüne yaslayarak masaya doğru abandı, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Gözlerinin renginden daha koyu bakan siyah gözler ruhumun ilmeklerini çözerken ona bu kadar yakın olmak nefesimin hızlanmasına neden olmuştu.

"Ama ben içerim," diye fısıldadı, sesinin rüzgârı yüzüme çarpınca gözlerim kısıldı ama kendimi geri çekemedim.

"Kalk yap o zaman?"

Tek kaşını kaldırdı. "Sen ne değişik bir modelsin ya," diye homurdandı. "Her şeye bir cevabın var."

Kızarttığım ekmek dilimlerinden bir tanesini alıp ucunu yavaşça ısırdım, kaşlarımı kaldırarak ona baktım.

"Laf yetiştiremiyorum demiyorsun da."

Karan kafasını iki yana sallayarak ayağa kalktı, dolaptan koyu renk bir kavanoz çıkarıp masanın ortasına bıraktı. Gözleri tekrar gözlerimi buldu. "Reçel yemiyorsan, çıkarıp masaya koymanın manası ne? Marmelat seversin bence. Portakal marmeladı acıdır. Tam senlik."

Kıtır olan ekmeğimin ucunu dişlerken gözlerimi Karan'ın gece rengi gözlerinden uzaklaştırıp masanın ortasındaki marmelat kavanozuna çevirdim. Karan tekrar karşıma oturdu, kavanoza uzanıp kapağını açtıktan sonra bıçağın ucuyla kavanozun içindeki marmelattan bir çentik aldı, kızarmış ekmek diliminin üstüne sürdü ve gözlerini gözlerime sabitleyip ekmeği sertçe ısırdı.

"Çaysız da kahvaltı oluyormuş demek ki," dedim gözlerimi onun dikkat dağıtıcı ağzından uzaklaştırıp servis tabağımdaki boş yüzeye çevirerek. Parlayan beyaz porselene düşen yansımama baktığımda, diğer günlere nazaran daha aydınlık bir ifadeye sahip olduğumu fark etmiştim. Gözlerimi yansımamdan çektim.

Bu kalbimi ağrıtıyordu.

"Sayende."

"Sayemde mi? Kalkıp çayını koyabilirsin, seni tutmuyorum," diye homurdandım.

Güldü, gülüşündeki alay sinirlerimi tepeme topladı. "Zamanla öğrenirsin," dedi bir anda.

Duraksadım. "Neyi?"

Gözlerimin içine baktı. "Her şeyi."

Gözlerimi kaçırırken, "Belki," diye fısıldadım, sesim güçsüzdü.

"Önümüzde upuzun bir zaman dilimi var Asi. O zaman dilimine her şeyi sığdırabilirsin."

Yutkunmak istedim ama sanki tükürüğümü yutsam, bu tükürük bir zehir olup beni saniyeler içinde öldürecekti. Zihnimin gerilerinde yaşayan diğer Merve aniden kafasını kaldırdı; uykulu gözlerini ovuşturdu, koyu renk gözlerini tekrar yüzüme dikmişti.

Kalp atışlarım, göğsümün altındaki hareketini arsız bir şekilde yoğunlaştırırken gözlerimi tekrar porselen tabağa indirdim. Karan bana doğru uzandı, çatalıyla önüme birkaç dilim salam ve peynir bıraktı. Zeytinle pek aram olmadığından sofraya zeytin koymamıştım.

"Meyve suyu sever misin?" diye sordu, sesi sakindi.

"Meyve suyuyla aram yoktur," dedim tek nefeste. Kelimeler beni boğan bir darağacı ipine dönüşüyordu.

"Bundan sonra var öyleyse. Taze sıkılmış meyve suyundaki vitamine ihtiyacın var, bağışıklık sistemine yararı olacaktır."

Yanaklarıma kan oturdu. "Çok konuşuyorsun," diye homurdandım.

"Genelde tam konuşacağım sırada ağzıma lafları tıkıyorsun. Çok konuşabildiğimi de söyleyemeyeceğim şimdi velet."

"Bu konuşamayan hâlinse yandık."

Karan oturduğu yerden tekrar kalktı, çatalımla peyniri parçaladım, küçük bir peynir parçasını ağzıma götürdüm. Elektrikli su ısıtıcısının düğmesine bastı, su ısıtıcısının rahatsız edici kaynama sesi mutfakta yankı uyandırmaya başladı. Mutfak dolabını açıp bir fincan bir de büyük bir bardak çıkarıp dolabı kapadı. Kaynayan suyu fincana doldurdu, fincanın içine kahve ekleyip karıştırdı. Kahvenin cezbedici kokusu ciğerlerimi okşarken Karan buzdolabını açtı, buzdolabından meyve suyu şişesini çıkarıp, tezgâhın üstüne bıraktığı büyük bardağın içini meyve suyuyla doldurdu. Ağzına kadar meyve suyu ile dolu olan bardağı önüme koydu.

"Bu içilecek ufaklık," dedi kahvesinden bir yudum alırken.

"Biliyor musun, bana da kahve yapabilirdin."

"Biliyor musun, sana kahve yapmak zorunda değilim," dedi, karşıma oturup omuzlarını geri atarak sandalyesine yaslandı. "Bağışıklığı rezalet olan küçük kızlar meyve suyu içmeliler."

"Evet, on dokuz yaşında olmalarına rağmen küçümsenen şu sözde 'küçük kızlar' yirmi yedi yaşındaki adamlarla aynı yatakta da uyumamalılar değil mi Karan?" Ona dik dik baktım, o da gözlerini kısıp bana aynı şekilde dik dik baktı.

"Kahvaltını yap Asi," dedi, sesi gürdü.

Bakışlarına bulaşan o ruhsuzluk hızla tüm yüzünü kaplarken sertçe yutkundum. İliğime kadar buz tutmuş gibi hissetmeme neden olan bu hâli gözlerimi kaçırmama neden oldu.

"Emrivakilerinden nefret ediyorum."

Cevap vermedi.

Benim ona bakmadığım o süre zarfı boyunca o beni izledi ama ben kafamı kaldırıp o buz tutmuş siyah göle bakmak istemedim. Kaşlarım çatıldı, kaşlarımı biraz olsun yumuşatmadan kahvaltımı yaptım.

Telefonum kapanmıştı, Billur'a nasıl ulaşacağımı bilmiyordum ve telefon numarasını ezbere bilmediğim için onu Karan'dan da arayamazdım. Bana bir yabancıdan daha yabancı olan babamın bir sonraki adımının ne olacağını gerçekten merak ediyordum.

Yaşanan onca şeyden sonra olanları yok sayıp susacağına pek inanmıyordum ama ne yapacağını da tam olarak kestirebildiğim söylenemezdi.

Kahvaltımızı yapıp bitirdiğimizde bulaşıkları bulaşık makinesine yerleştirmiştim. Bu tür şeylerin nasıl kullanıldığını bilmediğimden Karan benim yerime halletmiş, ben de bu sırada Karan'ın telefonundan Bedirhan'ı aramayı akıl etmiştim. Karan telefonuna dokunulmasından hoşlanmayan bir adamdı, yine de üstelediğim için kabul etmiş, kurcalamamam gerektiğinin belirgin bir şekilde altını çizmişti.

Salondaki tekli koltuğun yanında duran ahşap komodinin üstünde siyah bir iPhone vardı. Yavaşça uzanıp Karan'a ait olan son model cep telefonunu aldım, kullanması biraz zordu ama başa çıkabileceğimi düşünmüştüm. Benim telefon rehberimin aksine bu telefon rehberi ağzına kadar dolu olduğundan gözlerim fal taşı gibi açılmıştı ama yadırgamamıştım da.

Sonuçta adam bir iş adamıydı, çevresi genişti. Diğer Merve elimdeki telefonun nasıl bir nimet olduğunun farkındaydı, zihnime o kadar yasaklı şeyler fısıldıyordu ki, ona uymak isteyen tarafım karnıma ağrılar saplıyordu. Beni gizliliğe tecavüze zorluyordu.

Bedirhan'ın adının üstünde durdum, ara tuşuna bastıktan sonra telefonu kulağıma yasladım, beklemeye başladım. İkinci çalışta telefon açıldı.

"Allah senin belanı versin asıl! Bela okuyor bir de bana o koca gözlerini belerte belerte! Sus kız, Kızıl Cinayet! Kapat o çeneni!" diye bağırıyordu Bedirhan. Kime bağırdığı o kadar belliydi ki... Kısa bir sessizlikten sonra, "Karan Beyciğim?" dedi kibar bir şekilde. "Ay pardon, sabrım sınanıyordu da."

"Bedirhan?" dedim sorar gibi. "Benim, Merve."

Bir patırtı yaşandı. "Kız koş!" diye bağırdı Bedirhan. "Bu hâlâ bakire galiba!"

Yüzümü buruşturdum. "Of şu bakirelik şakasını bir kenara bırakır mısın ya? Hangi çağdayız? Car car bağırıp durma. Sana kaldı benim bekaretimi konuşmak," diye söylendim keyifsiz bir sesle. Şömine yanmadığı için içerisi biraz soğuktu, kazağımın uzun olan kollarını avucumun içine toplayarak kavradım ve sıktım. "Telefonumun şarjı bitti. Billur'a haber vermek için aradım."

"Peki ben?" diye sordu. Dudaklarını büktüğünü göremesem de çok net hayal edebilmiştim. "Bedi'nin duyguları ne olacak peki? Hani kanka olmuştuk biz artıkçığıma?"

Duygularını incitmek istemedim, her şey, kurduğu sevimsiz cümleler bile iyi niyetindendi.

"Şey..." Yanaklarımın içini şişirdim. "Billur'u verir misin bir?"

"Lanet olsun sana beslediğim saf, temiz ve hijyenik kanka duygularına memesiz karı. Al da başına çal bu kavanoz kafalı, beyin hücrelerini kırmızı gulu gululu horozlara yem etmiş kızılı." Küçük bir patırtı yaşandı. "Al, seni istiyor memesizler şubesi bakanı."

"Öf, çekil kenara!" diye bağırdı Billur. "Ulan Buzlar Kraliçesi, neredesin lan sen? O telefon niye kapalı? Ödüm götümde patladı lan!" Öyle öfkeli bağırmıştı ki, telefonu yavaşça kulağımdan uzaklaştırarak gözlerimi yumdum.

"Yapacak bir şeyim yoktu," dedim kısık bir sesle. "Önce sakin ol, bağırma. Çocuk mu var senin karşın... Aman yani hattın diğer ucunda?" Kaşlarımı çattım. "Şarjım bitti. Karan'dan aramak da aklıma gelmedi. Şimdi dank etti."

"Ne yapıyorsanız artık, tabii gelmemiştir aklına..."

Yüzümü buruşturdum. "Çirkinleşme."

"Kafayı yiyecektim. Şarj cihazı bulur insan."

"Yaratacak mıydım?" diye söylendim. "Hem sana şarjımın bitmek üzere olduğunu söylemiştim. Çok merak ettiysen Karan'ı arasaydın."

"Aramadım falan mı sanıyorsun? Numarası bende kayıtlı değildi, Bedirhan'dan aradım ve o sinsi moruk telefonu meşgule attı! Numarasını aldım, kendi numaramdan aradım ve yine meşgule attı!"

Sessiz kaldım.

"Yaa, susarsın tabii..."

"Ona bunun nedenini sorarım," diye fısıldadım. "İyi olduğumu söylemek için aradım. Şimdi kapatmam gerek."

"İyi olduğunu bilmek bana yetiyor," dedi kısık bir sesle. "Ne zaman döneceğini sormuyorum. Biraz kafanı dinlemen gerektiğini düşünüyorum. Üstelik babalığın ne yapacağı da şimdilik akıllarda büyük bir soru işareti."

"Öyle."

Bakışlarımı duvarı kaplamış olan cama çevirdim. Kar tutmuştu. Ağaçların dallarına bembeyaz gelinlikler asılmış gibi görünüyordu.

"Bunu şimdilik kafana takma," dedi yatıştırıcı bir sesle.

Derin bir nefes alıp, "Kapatmam gerek," diye fısıldadım.

"Dikkatli ol," dedi, sesi durgundu.

"Sen de."

Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Sol göğsümün üzerinde yürüyen tüm o hislerin ayaklarının altında jiletler vardı. Atılan her bir adım kalbimin koruyucu zarını kesiyordu. Benim kalbim zaten korunmasızdı. Belki de bu hislerin kestiği kalbimin koruyucu zarı değil, kalbimin ta kendisiydi.

Gözlerimi telefon ekranına çevirdim. Göğsüme oturan o merak hissi o kadar yoğundu ki, parmaklarım benim isteğim dışında ekranın yüzeyinde yavaşça kaymaya başladı. Şu an kendime inanamıyordum. Fotoğraf galerisine girdim. Duyduğum utanç bile bir köşeye geçmiş, gözlerini kısarak beni izlemeye başlamıştı. Fotoğraflar aniden önüme döküldü.

Kalbim öylesine hızlı çarpıyordu ki, soluduğum şeyin oksijen değil de saf adrenalin olduğunu düşünmeye başlamıştım. İlk fotoğraf Sergen'e aitti, son model bir spor arabanın önünde duruyordu, siyah takım elbisesinin kravatı yoktu, gömleğinin ilk iki üç düğmesi açıktı ve yüzündeki o resmi ifade yerini koruyordu. Hemen yanında gösterişli bastonunu tutan, Sergen'in aksine daha içten bir şekilde kadraja bakarak gülümseyen Yaşar Amca vardı.

İkinci fotoğrafa geçtiğimde ise kalbim göğsüme öyle bir tekme indirdi ki, nefesim kesildi. İkinci fotoğraf Karan'a aitti, kameraya değil, hemen önündeki açık duran kitaba bakıyordu. Ondan habersiz çekildiği bariz bir şekilde belli olan bu fotoğrafın büyüsüne kapılmadan edemedim.

Bir insanın nasıl bu kadar güzel olabileceğini sorguladım.

Üçüncü fotoğrafta siyah bir araba vardı, Karan'ın arabalara olan ilgisinin zaten farkındaydım, bu çocukça gelmişti ama beni gülümsetmeyi başarmıştı. Parmağımı kaydırdıkça onun kadrajına ait otomobil fotoğrafları önüme dökülmeye başladı. Küçük bir erkek çocuğunun oyuncak arabalara duyduğu hayranlığı, Karan Ali Çakıl gerçek otomobillere duyuyordu. Onun pahalı oyuncakları... Parmağımı bir kez daha kaydırdığımda önüme düşen fotoğraf karesi hislerimin üstüne gece gibi çökerken, karanlığın altında kalan hislerim yere serildi.

Fotoğraf bana aitti.

Onun yatağındaydım, göz makyajım akmıştı ve uyuyordum. Derin bir uyku hâlinde olduğum, fotoğraf karesine yansıyan savunmasızlığımdan net bir şekilde anlaşılıyordu. Ona ait bir cekete sıkıca sarılmıştım. Öyle sıkı sarılmıştım ki, sanki onun ceketine dahi muhtaçtım. Onun ceketine bile muhtaç olmak? Bunu, benim karanlığa sakladığım ama içinde yanan ateşin sızdırdığı dumanlar yüzünden kendini ele vererek yakalanan yanık ruhuma sorabilirdiniz.

Donmuş bir göl gibi bakan kahverengi gözlerimin odağına yerleşen bu fotoğraf karesi beni korkutmuştu. Avuçlarımdaki kanın hızla çekildiğini hissettim.

"Gerçekten meraklı bir kızsın, değil mi?"

Bu ses tüm perdeleri ateşe verip evin içindeki ganimeti sokaktaki evsizlere sunduğunda, evsizlerden bir tanesinin eline geçirdiği ilk kaya parçasını pencereme fırlatıp camı patlatarak içeri sızacağını biliyordum. İçeri sızacak, ganimeti çalacak ve sonra da kirli ayaklarının arkasında bıraktığı is lekelerini parkelere bırakarak çıkıp gidecekti. Panik ruhumda tıpkı yaralı bir kurt gibi ulusa da, yüzümü ifadesiz tutmayı başardım ve kafamı çevirip sesin geldiği yöne baktım. Omzunu ahşap duvara yaslamış, çıplak üstü ve kalçalarından sarkan siyah eşofmanıyla orada öylece duruyordu.

Gözlerinden buz üflediğine yemin edebilirdim.

"Sana o telefonu arkadaşını araman için, özellikle de karıştırmaman gerektiğinin altını çizerek vermiştim Çakıltaşı," dedi buz gibi bir sesle. Sesinden dökülen harfler buz parçaları gibiydi, yere düşerek parçalandılar.

"Telefonunu karıştırmadım," diye yalanladım.

"Şu işe de bakın," dedi tek kaşını kaldırarak. "Telefon kendiliğinden fotoğraf galerisine girdi, değil mi?"

"Fotoğraf galerisine girdiğimi nereden çıkardın?"

"Gerçekten aptalsın, değil mi?" diye sordu bakışları düzleşirken. "Yarım saattir ekrana alık alık bakıyorsun. Fotoğraf galerisinden başka nereye girmiş olabilirsin ki?" Yavaşça sakalını kaşıdı. "Hım, yoksa son ziyaret ettiğim sitelerdeki videolardan birine mi denk geldin?" Son kelimelerini alayla vurgulamıştı, bir an kaşlarım çatıldı.

"Ne biçim sitelere giriyorsun ki sen?"

Gözlerini kıstı. "Bilmek istediğine emin misin?"

"Buna inanmamı bekleme," dedim yüzümü buruşturarak. "Öyle bir adam değilsin."

"Neden öyle bir adam olmayayım ki?" Yaslandığı yerden doğruldu, yavaşça bana doğru yürümeye başladı. Kalbim panikle çarpmaya, olduğu yeri dar bulup sıkışmaya başladı. Kara gözlerini gözlerimden ayırmadan burnumun dibinde bitince, gözlerimi kaldırıp benden çok daha yüksek duran adama baktım.

"Öyle videolar izlemezsin," diyebildim.

"Nasıl videolar?" Gözlerini yüzümden çekiyordu.

"Ahlaksız şeyler mi izliyorsun?" diye sordum bir çırpıda.

Bir an gözlerimin içine son derece ciddi bir ifadeyle baktı, ardından o ciddiyet buhar olup uçtu, kayboldu. "Ben izlemeyi değil, uygulamayı tercih ederim," dedi karanlık bir sesle. Bir an için irkildim. Bedeni bedenime oldukça yakındı. Geri adım atma isteği karnıma ağrılarını peş peşe saplarken, Karan'ın dudakları titredi. Benimle alay ediyordu resmen.

"Komik olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordum hoşnutsuz bir sesle. "Şayet şu an hiç komik değilsin."

"Amacım komik olmak falan değil Çakıltaşı." Gözleri yüzümün her bir köşesinde dolandı. Elimdeki telefonu yavaşça ona doğru uzattım, önce ona uzattığım telefona, ardından da bana baktıktan sonra, "Ne gördün?" diye sordu, sesindeki soru işaretinin ucunda kalbime saplanmayı bekleyen keskin bir bıçak vardı.

"Hiçbir şey," dedim bir çırpıda.

"Hiçbir şey tabii," diye homurdandı diğer Merve. "Alt tarafı koala gibi ceketine sokulup sarılmışız, panda gibi de makyajımız akmış, sen de acımasızca bizi o hâlde fotoğraflamışsın işte. Hiçbir şey yani."

Karan'ın keskinliğiyle kelimelerimi parçalayan siyah kavisli kaşları çatıldı. "Hiçbir şey?"

"Hiçbir şey."

Karan bana tamamen sokulunca o soğuk olan ortamdaki buzların eridiğini, hatta kaynayarak fokurdamaya başladığını hissettim. "Gözlerimin içine bak," dedi tok, içinde emir bulunduran bir sesle.

"Bakıyorum ya zaten?" diye kafa tuttum, gözlerim o kadar hızlı hareket ediyordu ki, Karan'ın karşımda duran görüntüsü bulanıyordu.

"Bakmıyorsun."

"Bakıyorum."

"Bakmıyorsun velet," dedi, sesi keskindi.

Telefonu sertçe karnına vurarak, "Al telefonunu," dedim, elim ayağım birbirine girmişti şu an.

Parmaklarının o buz gibi baskısını eklemlerimde hissettim. Gözlerim onda değil, elimdeki telefondaydı. Büyük eli komple elimi kapladı, sıcağın soğuğa indirdiği o çekiç darbesini hissettim. Zincirlerini koparmış bir canavar kadar vahşi olan bu hisler, tüm aç gözlülüğüyle göğsüme saldırırken, Karan tamamen yaklaşarak kişisel alanımı işgal etmişti.

"Al artık."

"Ver o zaman," dedi esrarengiz bir sesle. Bir an boğazım düğüm düğüm oldu. Sanki biri ıslak bir yumruğu nefes boşluğuma indirmişti.

"Elimi değil," dedim zorla. "Telefonunu alırsan sevinirim."

"Çok yaramazsın Çakıltaşı," dedi Karan. Parmakları eklemlerim boyunca kaydı, dokunuşu bedenimin karıncalanmasına sebep oldu ama bunu ona belli etmemeye çalıştım. Telefonu yavaşça aldı. "Bazen bir şeyleri yalnızca beni sınamak için yapıyormuşsun gibi hissediyorum."

"Kasıtlı olarak yaptığım bir şey yok benim." Telefonu eline bıraktım. Geri çekilmek için atakta bulunacaktım ki, diğer eli bileğimi yakaladı ve atağımı geri püskürttü. Bakışlarımı yavaşça kaldırıp, benden bir kafa boyundan daha uzun olan adama baktım. "Sorun ne?"

"Duvar örme," dedi yalnızca dudaklarını oynatarak.

Sertçe yutkundum. "Duvar örmüyorum."

Gözlerimin içine öyle dikkatli bakıyordu ki...

Eline aldığı baltayla ruhumu arkasına sakladığım o duvarları gelişigüzel parçalarken, bana, onun isteyip de yapamayacağı hiçbir şey olmadığını yavaş yavaş kavramam, bunu kabullenmem gerektiğini fısıldıyordu.

"Sana dokunmam seni rahatsız mı ediyor?"

Duraksadım. Bileğimi kavrayan o sert parmakları tutuşunu biraz olsun bile gevşetmedi ama canımı da acıtmıyordu. "Hayır," dedim dikenli bir sesle.

"Ne hayır?"

"Karan, kes şunu."

"Beni cevapsız bırakma Çakıltaşı."

Bana o kadar yakındı ki... Onun kokusunu içime çektikçe, kafamdaki her şey allak bullak oluyordu. Onun kokusunu içime çekmek, cennete çekilen sevap bayrağının ucunu cehennem ateşiyle tutuşturmak gibiydi.

"Bana dokunmandan rahatsız olmuyorum," dedim can çekişir gibi.

Kulaklarıma tırmanan ateş yanaklarımı çoktan tutuşturmuştu. Kuzguni siyahı gözlerinin derinliklerindeki o siyah aynanın parlak yüzeyi kesik bir yansımayla ışıldadı. Aramızda büyüyen çekimin zincirlerini koparmış bir canavar gibi kükrediğini, etrafından salyalar akan sivri dişlerini göstererek pençeleriyle mesafemizi yaratan toprağı eşelediğini görebiliyordum.

"Sana dokunabilirim yani?"

Sorusunun ağırlığı altında ezildiğimi hissettim. Ondan uzaklaşmam gerektiğinin farkındaydım ama bunu yapamıyordum, ben onun varlığını kabullenmiştim.

Biliyordum. O, çok acımasız, zalim bir girdaptı; kolumu kaptırdığım an tüm bedenimi içine çekecek ve beni yutacaktı.

Kolumu kaptırmıştım.

O kadar yakındık ki, artık soluduğum oksijen değil, onun nefesiydi.

"Sana dokunabilirim, öyle mi?" Sesi artık sanki kalbimin içinden geliyormuş gibi yakındı.

"Karan," diye fısıldadım.

Bileğimi serbest bıraktı. Tam ondan kurtulduğumu sanıyordum ki, yanıldığımı anlamam çok da uzun sürmedi. Büyük elinin sıcak avucunu belime yerleştirdi, belime sertçe baskı uygulayarak beni kendine yapıştırdı. Gözlerim dehşetle irileşti. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, kafasını eğmiş bana bakıyordu. Onun yüzü haricinde etraftaki her şey bulanıktı, şu an en net görünen Karan'dı.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum, sesim devrilmek üzere olan bir ağaç gibi titriyor, sallanıyordu.

"Sence ne yapıyorum kız çocuğu?" Sesi tok, tınısı boğuktu.

Bacaklarıma zehirli bir yılan gibi dolanan gerçek, bedenime doğru kıvrıla kıvrıla tırmanmaya başladı. "Kes şunu," dedim sesim titrerken. Koyulaşan bakışlarının elleri vardı da, ruhuma dokunuyordu sanki. Bana öyle bir baktı ki, göğsümü saran bu hissin temeline düşmeye başladım. "Ne yapıyorsun?"

"Sana dokunuyorum."

Bedenim, onun bedenindeki o erkeksi kıvrımları tanımaya başladı. Yaşam ile ölümü birbirine bağlayan o ince, keskin çizginin üstünde dimdik duruyormuşum gibi hissediyordum. Adım atmaktan korkuyordum, yaşama ya da ölüme tek bir adım atabilecek cesaretim bile yoktu.

"Karan."

Harflerim kadar tir tir titreyen, harflerim kadar korkan yoktu şu an. Korkan ben değildim. Dudaklarımdan dökülen harflerin, dudaklarımdan ayrıldıktan hemen sonra gebe bıraktığı kelimelerdi. Parmakları belimden biraz daha aşağıya kayacaktı ki, sertçe yutkunuşumuz aynı anda odanın içinde çınladı. Nefesim hızlandı.

Şu an ne yaptığını idrak etmeye çalışıyordum. Bağırabilir, ona karşı çıkabilir, onu itebilirdim ama içimde dizginleyemediğim bir tarafım onun bana asla zarar vermeyeceğinden o kadar emindi ki, bu dokunuşları huşuyla karşılıyordu.

Biz ilk kez bu şekilde yakınlaşıyorduk.

Yüzü yüzüme yaklaştığında, arkasında saklandığım kalenin duvarları Karan'ın indirdiği o sert darbeyle çatlamaya başladı. Açılan yarıkların arkasında duruyordum. O yarıklara bakarken Karan ile göz göze gelmiştik. Gözlerim, onun zifir koyuluğundaki gözlerine tutundu. Ruhumu bir köşeye çekmiş onunla sevişirken, bedenimin attığı çığlıklara dönüp bakmıyordu bile.

Burnunu yavaşça alnıma sürttü. Geri çekilmeye çalışmadım, çünkü kaçacak bir yerim olmadığını ben de biliyordum artık. Aldığım o güçsüz, kesik ve yetersiz olan korkak nefes onun etli dudaklarına çarptı. Karan'ın sertçe yutkunduğunu duydum. Burnunu yavaşça iki kaşımın ortası boyunca kaydırdı, burnunu burnumun ucuna bastırıp sürttü. Sıcak nefesi dudaklarıma çarpıyordu.

"Telefonumda ne gördüğünü söyleyecek misin?" diye sordu yakıcı, ateş gibi bir sesle. Konuştukça, sıcak nefesi dudaklarımı ısıtıyordu.

"Bir şey görmedim," dedim.

"Buna inanmadığımı biliyorsun." Parmakları hareketini kesmişti ama bedenimiz hâlâ birbirine haddinden fazla yakındı ve parmaklarının durduğu yer bütün dikkatimi dağıtmaya yetiyordu. "Küçük kız çocukları hep böyle meraklı mı olur?"

"Ben meraklı falan değilim," diye fısıldadım, sesimin tellerine yerleşmiş sancılı bir ıstırap vardı. Gözlerim ben farkında olmadan kısılıyor, kirpiklerimin üstüne binen yük o kadar ağırlaşıyordu ki, gözlerimi yummamak için kendimi zor tutuyordum.

"Sabrımı sınıyorsun." Sesindeki gizem tüylerimin ânında dikilmesine neden oldu. Parmakları yavaşça bel kavisime tırmandı. "Kimle oyun oynadığını bilmiyorsun."

"Ne?"

Bana biraz daha yaklaştığında, artık aynı vücudun iki farklı uzvu gibiydik.

"Çok tehlikeli bir kız çocuğusun sen," diye fısıldadı kulağıma doğru. Dudakları kulağıma temas ediyor, temas ettiği yeri tutuşturuyordu. Bel kavisime bastırdığı parmakları büyük bir istekle belimi kavradı. Uyluk kemiğimden kaval kemiğime kadar inen ısı, ayak bileklerimin bile yanmasına neden oluyordu. "Ama benim senden daha tehlikeli olduğumun henüz farkına varamadın."

İrkildim. Ben onun tehlikeli olduğunu zaten biliyordum ama bu tehlikenin bana verdiği güvenin dipsizliği içinde boğulduğum zamanlar oluyordu.

"Ne kadar ileri gidebileceğimi bilmiyorsun," dedi boğuk bir sesle. "Neler düşündüğümü, neler istediğimi, nasıl bir adam olduğumu bilmiyorsun. Bilme."

"Bilmek istiyorum," dedim kendimden emin bir şekilde. Gözlerimi kaldırıp çok daha büyük bir dikkat, gerçek bir istekle dibinde kaybolduğum, içinde neşter parçaları olan zehir siyahı gözlere baktım. "Nasıl bir adammışsın sen?"

Parmakları, bana tıpkı bir elbise gibi duran uzun kazağın eteğine inip kazağın eteğinin ucunu tuttuğunda bir an gözlerimi dehşetle aralamak istedim ama o kadar dikkatli bakıyorduk ki birbirimize, bunu yapamadım. Kalbimin şiddetli vuruş seslerini duyuyordum. Kalbim, göğsümü parçalayacak kadar hızlı çarpıyordu.

Kemikli parmakları kazağın eteğinden içeri dalıp tenime doğru tırmandığında kirpiklerim titredi ama ona bakmaktan vazgeçmedim. Soğuk ve sert parmakları tenime dokundu, tıpkı kendi zehrini içen bir yılan gibi kıvrıldım, artık tamamen onun kollarındaydım.

Belimin kavisinde dolanan parmaklar nefesimin hızlanmasına neden oldu.

"Telefonda ne gördüğünü söyleyecek misin?" diye sordu. Zaten kısık bakan o kara gözleri şu an tamamen kısılmıştı. Kelimeler dudaklarından tıpkı bir şelalede çağlayan su gibi akıyor, parmaklarının soğuk baskısı şiddet kazanıyordu.

"Hiçbir şey görmedim."

Parmakları, sanki yanlış bir cevap vermişim de kırmızı butonun ışığı yanmış gibi tehditle yukarı tırmandı. İrkildim, belim içeri doğru kavislenince karnım onun karnına yapıştı.

"Bana doğruyu söyleyecek misin, küçücüğüm?"

Sertçe yutkundum. "Sana doğruyu söylüyorum Çakıl."

Parmakları biraz daha yukarı tırmandı, artık mecalim kalmamıştı. Direnen tarafım pençelerimi çıkarıp onun yüzüne geçirmemi emrediyor olsa da, tüm bunları huşuyla karşılayan arsız tarafım yalnızca izleyici olmam konusunda beni uyarıyordu. Parmağı sutyenimin lastiğinin üstünde durunca gözlerim şokla irileşti ama bakışlarım onun bakışlarından ayrılmadı.

"Asi," diye fısıldadı, sesi karanlıktı.

"Karan." Sesim titriyordu. "Kes şunu." Kesmesini istemeyen tarafım âdeta hırlıyordu, Karan'ın bu hırıltıları duyduğuna emindim. İstekle dolu ulumalardı.

"Ben çok yanlış bir peronum," dedi, sesi boğuk, gözleri ihtirasın ateşiyle âdeta kavruluyordu. "Ve sen o peronda durmuş, seni kurtaracağını sandığın o trenin gelmesini bekliyorsun."

Parmakları sutyenimin klipsinin üstünde durdu, zihnimdeki düşünceler yan yattı. "O tren elbet bir gün gelecek Kehf," diye fısıldadım.

Burnundan sert bir nefes verdi, bu nefes sesi, alayla dolu bir gülücüğün yankısını taşıyordu tınısında. "Bir yanlış cevap daha," dedi ve yakıcı sesini takip eden sutyenimin klipsinin açılma sesi oldu. "Bu peron hiçbir trenin seni elinden almasına izin vermeyecek."

Tüm gerçekler bir anlığına yıkıldı.

Sutyenimin lastiklerinin ucu sarkarak sırtımı okşadı. "Gitmek istedikten sonra her türlü giderim ben, istemediğim sürece beni tutamazsın ki?"

"Benden başka bir şeyi isteyebileceğini mi sanıyorsun Çakıltaşı?"

"İsteyemeyeceğimi mi sanıyorsun?"

"İsteyemeyeceğini biliyorum," dedi erkeksi bir sesle. "Sen beni istiyorsun." Burnunu burnuma sürterken verdiği sıcak nefes düşüncelerimi parçalarına ayıracak kadar yoğundu. "Benden başka hiçbir şey istemiyorsun sen, küçücüğüm. Senin istediğin karanlıktı ve sen karanlığı avuçladın. Karanlık artık senin avuçlarının içinde."

Sırtım aniden tuğlayla örtülmüş duvara çarptı ve Karan'ın eli sırtım ile duvar arasında kaldı. "Benden kaçmana izin vermeyeceğim," dedi nefes nefese. "Asla." Dudaklarını yanağıma sürttü. Diğer eli tekrar kazağın eteğine indi. Onun hareketlerini tam takip edemiyordum ama kazağımın yukarı sıyrıldığını fark edebilmiştim. "Durdur beni," dedi acı çekiyor gibi.

Dudaklarını yanağıma bastırdı, çekerek aşağı doğru sürtüp çeneme indirdi. Telefonu tutan eli kazağı yukarı çekmeye devam ederken telefonun soğuk yüzeyi karnıma sürtündü. "Durdur beni, küçücüğüm."

Yapabildiğim tek şey, derin ve içli bir nefes almak oldu. Bu, sanki Karan'ı daha da tetiklemişti. Karan kazağı tamamen yukarı sıyırınca göğüslerimi belli belirsiz örten, arkası çıkık sutyen gözlerinin önündeydi. Kazağı kafamdan çıkarıp yere fırlattı, kazakla birlikte telefonu da yeri boyladı. Telefon yere çok şiddetli çarpmadı, sebebi kazağın üstünde kalmış olmasaydı. Çıplak tenini, kısmen çıplak sayılacak tenime bastırdığında, onun teninden benim tenime akan o kavurucu sıcağın, kapısı aralık kalmış bir cehennemden geldiğini düşündüm.

Teni tenime dokunurken zaman parçalara ayrılmaya başladı.

Aniden yüzümü büyük avuçlarının arasına aldı. Karanlık zihnime açılan kapıyı yakarken, onun büyük avuçlarının arasında küçücük kalan yüzümün de zihnimdeki o kapı gibi yandığını hissedebiliyordum. Alnımı, burnumu, yüzümün haritasındaki her bir noktayı büyük bir hızla, vahşice, önü alınamaz, asla dindirilemez ve durdurulamaz bir açlıkla öptü.

Kısa ve sert öpücüklerdi.

Kıvrımlı, kaslar tarafından örülmüş karnı, benim düz karnıma tıpkı bir kalıp gibi oturmuştu. Eşofmanının kasığımdaki sert kemiğe yaptığı o tüm düşünme yetimin şokla duraksamasına neden olan baskının yankısını bütün bedenimde hissediyordum. Dudakları dudaklarıma kaydı, açlığın var ettiği pençeleri dudaklarımın aralanmasına neden oldu. En ıslak öpücüğü o an bahşetti bana.

Bu Karan, tanıdığım Karan'dan daha saldırgan, daha aç, daha durdurulamaz ve çok daha zorbaydı ama bir yanım ânında tanımış, kucaklamıştı onu.

"Benden gidemezsin," diye hırladı ağzımın içine doğru.

Parmakları yüzümden kayarak belime indi, belime yerleşti, tutuşu sert ama bir o kadar da güven vericiydi. Parmak uçlarının arkasında atan nabzı, kanın uğultusunu bile tenimde çok yoğun bir şekilde hissedebiliyordum. Kanı tenimi parçalayacak, damarımın içine yerleşecekti. Dudakları boynuma indi, boynumdaki dik arazi boyunca kayan vahşi dudakları aralıklı duruyordu, dudaklarının iç kısmındaki ıslak tabakayı tenimde hissedebiliyordum.

Damarımı parçalıyordu.

Parmaklarımı bilinçsizce onun hacimli saçlarına daldırdım, simsiyah saçlarının asi tutamlarının arasına geçirdiğim ince parmaklarım, onun kuzguni siyahı saçlarının gürlüğü arasında resmen kaybolmuştu. Dudaklarını tamamen araladı, dudaklarının içindeki ıslak sıcaklığı boynumun yanan derisinin yüzeyinde hissettim.

Beni hayata bağlayan o kalın damarın üstündeki baskın varlığını hissettim. Dudakları damarın üstünde ağır ağır turladı, damarımın üstüne dudaklarını kapatarak ağzının içine aldı. Uçurumdan aşağı yuvarlanıyordum; onun taşlarına, kayalarına çarpıyordum ama hiç yara almıyordum. Yara almama izin vermiyordu. Belki de o uçuruma birlikte yuvarlanıyorduk ve bana öyle sıkı sarılmıştı ki, tüm yaraları kendi üstlenirken kendini bana siper etmiş, beni koruyordu.

Ellerimi yakalayıp bileklerimden kavrayarak duvara yasladığında, boynumda dolaşan dudakları tekrar çeneme tırmandı. Gözlerini hafifçe aralayıp yukarı doğru kaldırdı ve tamamen siyah bir kuyu hâline gelmiş derin gözleriyle bana baktı.

Gözlerinin ölüm çukurlarında boğazıma uzanmış hançerler vardı.

"Durdur beni," dedi gözlerindeki hançeri boğazıma dayayarak. Sesi ilk kez yalvarıyor gibi çıkmıştı, nefes nefese ve temkinliydi.

Dudaklarımı aralamaya çalıştım, bunu gerçekten denedim ama içine çekildiğim şey öyle görkemli ve de güçlüydü ki, beni yutuyordu. Dişlerini çeneme sürttü, elimde olmadan inledim. Dişlerinin çenem boyunca çizdiği yoldaki o hafif sızının üstünde onun ıslaklığı parıldıyordu.

"Karan," diye fısıldadım güçsüz bir sesle.

Kollarımı biraz daha yukarı gerdi ve tuğla duvarın tenime batmasına neden olacak şekilde beni duvara bastırdı. "Eğer dur demezsen, ne olursa olsun durmayacağım," dedi kararlı bir şekilde. Dişlerinin izini bıraktığı yerde dudakları dolaştı. "Beni senden başka hiçbir güç durduramaz. Durdur beni."

Ona vereceğim cevabı beklemedi, sanki duyacaklarından korkuyor gibiydi. Beni büyük bir hızla çevirdi ve yüzümü duvara yasladı, sağ yanağımı duvarın soğuk yüzeyine bastırdım, sonra sertçe yutkundum. Bileklerimi bırakmadı, beni duvara iyice bastırırken dudaklarını da enseme sürttü, ardından bastırdı.

"Konuş," diye hırladı, buna rağmen konuşmama izin vermeden saldırılarını sürdürüyordu.

Beni mahvediyordu.

Dolgun dudaklarının baskısını yanan ensemde hissedebiliyordum. Gözlerim cam duvara kaydı, dışarısı görünüyordu. Karın ormana indirdiği beyaz perdeyi izledim. Dudakları tutuşan ensem boyunca kaydı, omuzlarıma sürtünerek indi ve kürek kemiklerimde turladı. Her bir baskı, bir diğerinden daha arsız, daha can yakıcı ve göğüs körükleten cinstendi.

Ruhumu kıstırdığım kapanın demir parmaklıkları genişledi. Ruhum, tüm açlığıyla kollarını araladı ve onu kucaklamak istedi.

Dudaklarının tenime bıraktığı ağırlık, ruhumun omuzlarımın üstündeki ağırlığından çok daha fazlaydı. Bunu biliyordum. Koparıldığını düşündüğüm parçaların daha kanı kurumadan, çok sağlam bir parça, parçası kopan yere yerleşiyor, akan kanı kendi alçısı olarak kullanıyordu.

Dudakları, sutyenin iki yana düşen lastiklerini takip ederek tam ortadan ilerledi. Belimin ince çizgisinden başlayıp, omuriliğim boyunca kayan dudaklarının tenime dokunuşunu hissettiğimde, artık tenim değil, ruhum yanıyordu.

Hırladı. Bu o kadar ilkel ve tetikleyici bir sesti ki... Göğüs kafesimin, kalbim tarafından genişletildiğini hissettim. Yutkunamadım.

"Durdur," diye fısıldadı.

Parmakları bileklerimi serbest bırakıp kalçalarımın hizasından öne doğru kaydı, tıpkı zehirli bir yılan gibi belime dolandı. Avucunu karnımın biraz altında durdurup oraya bastırdı. Dudakları belimin kavisinin üstünde duruyordu. Hırıltılı nefesi tenimin karıncalanmasına neden oldu.

"Durduramayacak mısın?"

Tek yapabildiğim bir kedinin sevilirken çıkardığı mırıltıyı çıkarmak oldu.

Balta girmemiş ruhuma elindeki testereyle dalmış, ne kadar güçlü köküm varsa, o kadar hızlı bir şekilde o köklere elindeki testereyi savurup hepsini parçalara ayırmaya başlamıştı.

Nefesi burnundan ve ağzından olmak üzere iki sert cepheden bana acımasızca ateş ederken, güçlü parmakları karnımın altındaki deriye, kasıklarıma saplanıyordu. Bacaklarım titremeye başladı, bu bir yıkımın habercisi olan depremin artçı şokları gibiydi.

Aslında tam da şu anda o kadar savunmasızdım ki, benden istediğini belki de hiç uğraşmadan alabilirdi ama görüyordum, o da tam şu an kendisiyle büyük bir savaş veriyordu. Yaptığının büyük bir yanlış olduğunu biliyordu, bunu ben de biliyordum. Dudaklarını karanlık vaatlerle belimde gezdirirken tenim artık kaskatıydı.

"Küçücüğüm," diye fısıldadı iniltiden farksız bir sesle. "Konuş benimle Asi."

Dudaklarımı birbirine bastırıp dilimin ucunda dolanan ilkel iniltiyi yuttum. Beni belimden tutarak kendine doğru çevirdi, kollarım iki yana düştü. Nefes nefese kalmış bir hâlde ona baktım. Karanlığıma. Onun ateşe verdiği gökyüzünün altında eriyen çaresiz bir çakıl taşıydım.

Hemen önümde dizlerinin üstünde duruyordu. Buna rağmen kafası karnımın üstünde, göğsümün biraz altındaydı. Siyah saçlarını karnım boyunca sürterek gözlerini kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. Tutku erimiş, harelerinde dalgalanan zehirden okyanusun dibine çökmüştü.

Dudaklarını karnıma bastırarak gözlerini yumdu, uzun kirpikleri gözlerinin altındaki çukurların koyu masasına serildi. "Çok güzelsin," diye fısıldadı, bu bir inilti de olabilirdi. "Tazecik bir güzellik bu ve ben bu taze güzelliğe kendimi sürerek onu yok ediyorum."

"Hayır," diye itiraz ettim kara zorla. "Senin kendini sürdüğün hiçbir şey yok olmaz. Sen onu karanlığın içine saklar, tüm kötülüklerden korursun. Senin siyahında baba şefkati var."

Dudaklarını yavaşça yukarı doğru kaydırdı, doğrulup kalkarken o dudaklar köprücük kemiğimin üstünde asılı kaldı. Çatık kaşlarının altına yerleştirilmiş koyu renk gözlerinde şaşkınlığın ayak izleri vardı. Bana o şaşkınlığı biraz olsun saklama gereği duymadan baktı. Parmakları belimin iki yanına düşerek beni tuttu.

Sıkıca tuttu.

Sanki tek dalı benmişim gibi sıkıca kavramıştı beni.

"Benden korkmuyor musun?"

Sertçe yutkundum, dilim de damağım da çöl gibi kurumuştu. "Hayır," dedim yangın yerine düşmüşüm gibi. "Senden korkmuyorum."

Parmakları beni ürperterek belimin iki yanı boyunca kaydı, sutyenimin beni içinde saklayan kenarlarına doğru tırmandı. Bakışları karanlıktı. "Hiç mi?"

Tekrar sertçe yutkundum. Başım dönüyordu. "Hiç."

Güçlü parmakları sutyenin iki yana düşmüş lastiklerinin altından geçip içeri doğru kaydı, koltuk altımın hizasında duraksadı. "Hiç," diye tekrar etti. Gözlerinden dökülen o saf renk, yaralı bir kaplanın avını parçalamadan önce ona son bakışını anımsatmıştı.

Kaplanı yaralayan, parçaladığı o avdı.

Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. "Hiç."

Parmakları biraz yana kaydı, göğüs çizgimin hemen altında duruyordu. Biraz yukarı hareket etse, sutyen yukarı sıyrılacaktı ve o benim çıplak tenime dokunacaktı. Kalbimin hızlıca çarpışını parmakları aşağıda olsa bile hissedebildiğine emindim.

"Siktir," diye hırladı. Gözleri bir anda öyle bir karardı ki, korkuyla olduğum yere çökeceğimi sandım. Dudakları aralandı. Tam parmakları yukarı doğru hareket edecekken odada yankılanan melodi sesi ikimizin arasına bir bıçak gibi düştü. Aniden onu ittim ve ellerimi sutyenimin üstünden göğüslerime bastırdım. Karan afallamıştı. Gözlerini yavaşça kazağın üstünde çalan telefona çevirdi, çatık kaşlarının ortasındaki çizgi derinleşti.

"Minik jaguar," dedi Karan soluk soluğa sertçe yutkunurken. "Beni durdurmak için telefonun çalmasını mı bekliyordun?"

Cevap veremedim. Karan yavaşça uzanıp telefonu eline aldı. Az önce alevler için yanan tenim, şimdi soğuğu hissetmeye başladığından, olduğum yerde titriyordum. Karan sırtını bana dönüp telefonu açtı ve kulağına yasladı. Gözlerim sırtındaki o akıl almaz kaslarda dolaşırken, onun sırtının bana dönük olmasını fırsat bilerek sutyenimin kopçasını geçirip yere eğildim ve yerdeki kazağı alıp üstüme giydim.

"Söyle?" Sol kolunu kaldırıp saçlarını karıştırdı, sol kolundaki kaslar genişledi, pazılarını saran damarları görebiliyordum. "Her şey yolunda," dedi, sesi sakindi. "Durumlar nasıl? Ortalık ne âlemde?" Bir süre karşı tarafı dinledi. "Anladım. Hatırlattığın iyi oldu. Herhangi bir şeyden kıllanırsan ara beni."

Karan telefonu kapadıktan sonra bol eşofmanının geniş cebine attı, bir süre sırtı bana dönük şekilde önümde öylece dikildi.

"Uğramamız gereken bir yer var," dedi tok sesiyle. "Hazırlan, çıkıyoruz."

Kazağın uzun eteğini avuçlayıp sıktım, nereye gideceğimizi sormak istedim ama buna cesaret edemedim. Dokunuşunun bıraktığı yanık sızılar hâlâ oradaydı, sanki onun şifaya sahip olan büyük elleri hâlâ üstümdeydi.

Karan soğuk bir duş alıp giyindikten sonra ben de giyindim. Bu süre zarfında pek yüz yüze gelmemiş olsak da, sanki bunu kasıtlı, bilerek yapmıştık. Bu soğukta soğuk suya girmesini yadırgadım ama üstünde durmadım. Siyah, bana biraz bol ama yapısından dolayı içine aldığı bedenin şeklini alan likralı kotu bacaklarımdan geçirdim. Kalın lacivert kazağı da giydikten sonra kabanımı omuzlarıma attım. Çantamı omzuma atıp eğildim, postallarımın bağcıklarını bağladım.

Karan hemen çıkış kapısının önünde beni bekliyordu. Evden çıktığımızda karın sert soğuğu bedenimin çivi gibi olduğu yere çakılmasına neden oldu. Araca bindik. Karan motoru çalıştırdıktan hemen sonra ısıtıcıyı açtı, ön camı tamamen dolduran kar tanelerini yavaşça süpüren sileceklerin otomatik hareketini izlemeye başladım. Emniyet kemerimi bağlamıştım, araç hareket edip patika bir yoldan inene kadar aracın içinde duyulan tek ses, ikimizin de alıp verdiği nefeslerin sesleriydi. Bunun dışında ben de Karan da sessizdik.

Sonunda dayanamayıp, "Nereye gidiyoruz?" diye sordum, sesim kısık çıkmıştı. Nihayet sessizlik camını yaralı bileğimle patlatmayı başarmıştım.

"Önemli bir iş görüşmem var. Sergen onu hatırlattı. Dedemin halledebileceği türden bir görüşme değil. Kısa sürecek, merak etme." Sesi mekanikti. Sanki bilgisayara bir şeyler yazmıştı ve bunu sesli bir şekilde cihaza okutmuştu. Başımı yavaşça cama yasladım, sessiz kalıp hemen dibimde akmayı sürdüren yolu izledim.

"Merkeze inmiyoruz, rahat olabilirsin," dedi. Tek kaşımı kaldırıp yan gözle ona baktığımda, doğrudan yola baktığını gördüm.

"Rahatım zaten," dedim iğneleyici bir sesle.

"Bakıyorum da o pençelerini dışarı çıkardın yine."

"O pençeler hep dışarıda."

"Emin misin?" Dudakları yukarı doğru kıvrılır gibi oldu ve bana yandan bir bakış attı. Mideme oturan o hisle panik içinde gözlerimi gözlerinden uzaklaştırdım. Yanaklarıma oturan kanın sert baskısını çok net bir şekilde cildimin altında hissedebiliyordum.

Bedenimdeki yaralardan ziyade, ruhumdaki yaraların kendine tuz bildiği adamdı Karan Ali Çakıl.

Issız sokağın sonu hiç bilmediğim bir yola çıkıyordu. Trafiğe açık bir alandı. Bu sokak, hemen arkamızda kalan diğer sokağın ıssızlığının aksine işlek görünüyordu. Sessizliğimi yuttum, hemen önümüzde ilerleyen arabayı sollayıp önüne geçtiğimizde, arkamızda kalan araçların bizi takip edişini dikiz aynasından izliyordum.

"Fethiye'de görmediğim ne kadar çok yer varmış," dedim. "Küçük bir yer sanırdım hep."

"Evet, küçük bir yer ve şu an Fethiye sınırları içinde değiliz," dedi. Hemen yanımızda ilerlemeye başlayan araca kısa bir bakış attı. "Yakın bir yerlerdeyiz diyelim."

Sessiz kaldım. Dikkatle etrafımı incelemeye başladım. Sonunda boş bir sokağa girdik, araç sokağın sessizliğinden beslenerek arka tekerleklerin attığı çığlığı takip etti ve durdu. Kafamı kaldırıp olduğumuz yeri inceledim. Kül renginde pahalı taşlarla dekore edilmiş iki katlı bir binanın önünde duruyorduk. Binanın etrafı karlarla çevriliydi.

Camdan kapılarının içinden dışarı sızan loş turuncu ışık, soluk mavi renkteki sokağa uzun sütunlar çizerek uzanmıştı. İçerisi bir elmasın içi gibi parlıyordu. Cam kapının üzerindeki ahşap levhaya hoş bir el yazısıyla, Soluk, yazılmıştı. Ahşabın hemen üstünde altın renginde parlak bir maddeyle yazılmış isme bakarken Karan'ın bakışlarını üzerimde hissettim.

Emniyet kemerini çözüp, "İn," dedi kalın sesiyle. Kapısını açıp çıktı, emniyet kemerimi çözüp araçtan indiğimde gözlerim Karan'daydı. Postallarımla karın üstüne bastığım an, karın üstünde derin bir çukur oluştu. Aracın kapısını çarparak kapadım. Karan yanıma doğru dolaşıp arabanın uzaktan kumandası ile aracı kilitledi. Kül rengindeki taşlarla döşenmiş yeri işaret edip oraya doğru yürümeye başladı.

Ben de hemen onun arkasında, ona uydurduğum adımlarımla onu takip ediyordum. Otomatik kapı bizi fark edip iki yöne kayarak açılınca tepedeki klimanın sıcak rüzgârı saç diplerime ve ardından da tenime akın etti. İçeride büyük bir şömine vardı, şöminedeki ateş taze bir şekilde yanıyordu. Gözlerim hızla etrafı taradı. Deri koltuklar ve koltukların ortasında duran ahşap sehpalar oldukça lüks görünüyordu. Burası gerçekten pahalı bir yere benziyordu. Duvarlarda geyik başları vardı.

Karan kürek kemiğime dokununca ürperdim, onun da ürperdiğini hissedebilmiştim. "Yürü, velet," dedi kısık bir sesle.

Hemen şöminenin önündeki deri koltuklara yöneldik. Orada, sırtı bize dönük bir şekilde oturan adamı fark ettim. Saçları açık renkliydi, takım elbisesinin siyah ceketinin o keskin ütüsünün izlerini görebiliyordum.

Karan, "Arda Bey?" dedi mesafeli bir tavırla. Adının Arda olduğunu öğrendiğim adam Karan'ın sesini duyar duymaz oturduğu koltuktan yavaşça kalktı, bize doğru döndü. Su yeşili gözlerinin içi iri olmasına rağmen bakışları kısık ve gözleri çekikti. Simsiyah takımın içinde lacivert bir gömlek vardı, kravat takmamıştı. Hemen hemen Karan yaşlarında biri gibi görünüyordu.

"Hoş geldin," dedi Arda, sesi görüntüsünün aksine kalın ve ürkütücü bir tınıya sahipti. Karan'ın arkasında durup, çatık kaşlarla Arda'ya bakarken, su yeşili gözler beni yavaşça odağına aldı ama o kadar kısa bakmıştı ki, beni gördüğünden bile emin değildim. Arda elini Karan'a uzattı. Karan, Arda'nın ona uzattığı eline uzandı ve mesafeli bir şekilde tokalaştılar. "Tek geleceğini düşünmüştüm," dedi Arda mesafeli bir sesle. Su yeşili gözler tekrar beni bulduğunda, rahatsız edici bir his midemin ortasına yıldırım gibi düştü. Karan'a bakma gereği duydum.

"Tek geleceğimi söylememiştim."

Karan, Arda'ya oranla çok daha mesafeliydi. Eli elime kaydı, sıcak ve büyük avucuyla benim onun elinin altında küçücük kalan elimi kavrayıp avucunun içine aldı. Avuçlarımda yuvarlanan ateş topunu hissedebiliyordum. Parmaklarını parmaklarımın etrafından geçirip, demir parmaklıklar gibi birbirlerine mühürledi.

Arda su yeşili bakışlarını Karan'a çevirdi, hemen karşısındaki deri koltuğu işaret etti. Karan elimi bir an olsun bırakmadan deri koltuğa oturdu. Ben de hemen yanına otururken bakışlarımı Arda'ya değdirmemeye özen göstermiştim. Sehpanın üstünde, adamın önünde duran bir kadeh viski dikkatimi çekti. Gündüz vakti bu ağır içkiyi neden içiyordu ki?

"Ne içersin Karan?" diye sordu adam imalı bir sesle. "Sana da bir viski söyleyeyim."

Karan'ın elimi tutan elinin kasıldığını hissettim. "Alkol kullanmıyorum," dedi Karan, tok sesi sertti ama profiline bir alay yayılmıştı. "Nadiren içerim."

"Doğru ya, sen bırakmıştın." Arda güldü, gülüşü buz gibiydi. "Karan Çakıl farkı tabii. Arada Tanrı bile kaçamak yapar Karan." Son cümlesi beni rahatsız etti ama tepki vermedim. Gözleri kısaca beni odağına aldı. "Ne içersiniz?"

"Kahve içeriz biz." Karan elimi daha sıkı kavradı. Bakışları yavaşça beni buldu. "Sert olsun."

Hemen karşımdaki adamın su yeşili gözlerinin o ağır bakışlarını yüzümde hissediyor olsam da inatla o adama değil, Karan'a bakıyordum. Arda siparişleri verdikten hemen sonra, "Küçük Hanım kim Karan?" diye sordu bir kalıp buzu andıran ürkütücü sesiyle.

"Genç ve çıtır sevgilisi Ardacığım," dedi tanıdık bir ses. Gözlerim hızla bu tanıdık sesin geldiği yöne kaydı. Karşımda Funda'yı bulmayı beklemiyordum. Saçlarını bakır rengine boyatmıştı, üstünde pahalı, gümüş renginde bir kürk, altında binici pantolonu ve binici çizmesi vardı. Elinde tuttuğu porselen tabağı sehpanın üstüne bırakırken, "Sana tek gelmeyeceğini söylemiştim," dedi Arda'ya doğru eğilerek.

Bakışlarım şok içinde Karan'a doğru kaydı. Karan tek kaşını kaldırmış Arda'ya bakıyordu şu an. Durumu sorguladığı çok açıktı, şu anki ortamdan rahatsız olduğunu net bir şekilde görebiliyordum. Funda yeni boyattığı her hâlinden belli olan bakır rengi saçlarını savurarak Arda'nın yanına oturdu ve bacak bacak üstüne atıp genişçe gülümsedi.

"Nasılsın Karan?"

"İyiyim."

Karan'ın bu net cevabı Funda'yı incitmemişe benziyordu. Funda'nın yüzündeki sinir bozucu tebessüm daha da genişledi, bir sırıtışa döndü. Zehirli bakışları odağına beni aldı.

"Sen nasılsın ufaklık?"

Cevap vermek yerine dümdüz bakışlarımı Funda'nın pahalı kozmetik ürünleriyle bir şeye benzetmeye çalıştığı, doğallıktan uzak, estetik operasyonlarıyla yapaylığa mahkûm edilmiş yüzünde gezdirdim. Funda'nın yüzündeki o sinir bozucu gülümseme silikleşti. Onun gözlerinden bana uzanan ucundan irin akan kılıçların parlayan yüzeyinde kendi yansımamı görmüştüm.

Sehpanın üstüne koyduğu porselen tabağı bana doğru uzatarak, "Peynirlerin tadına bakmak ister misin?" diye sordu, yapmacık gülümsemesi tekrar yüzündeki yerini almıştı. "Daha önce tatma şansı bulamadığın şeyler olduğuna yüzde yüz eminim. Dünyanın en kaliteli peynirlerindendir bunlar."

Dudaklarım ruhsuz bir kıvrımla yukarıya doğru çekildi. Funda'nın dudaklarıma yayılanın bir tebessüm olmadığının farkında olduğundan emindim. Elimi Karan'ın elimden çekmeden, birbirine bağlı ellerimizi kaldırdım ve masanın üstüne koydum. Funda'nın gözleri ellerimize kaydı.

Bakışlarında parçalanan cama keyifle bakarken, "Bu masadaki en kaliteli peynirin kim olduğu belli ve ben onun tadını hiç merak etmiyorum," dedim alayla.

Karan'ın burnundan sert bir nefes vererek güler gibi alaycı bir ses çıkardığını duyan Funda'nın bakışları biraz daha sarsıldı ama cevap vermek yerine tabağı sehpanın üstüne geri bırakarak, "Ne kadar da saygılı bir çocuk," diye homurdandı.

Karan öksürerek boğazını temizledi, temiz giyimli bir adam dumanı tüten kahve fincanları zarif bir şekilde eğilerek önümüze bıraktı. Yanına çıtır kurabiyelerden de koymuştu. Kahve fincanımı önüme çekerken, Funda'nın neden bu masada olduğunu merak etmeye başlamıştım. Kahvemden bir yudum aldım. Arda, deri bir çantanın içinden birkaç dosya çıkarıp sehpanın boş yüzeyine koydu ve dosyanın içini karıştırmaya başladı. Karan kahvesini yudumlayarak sakince onu izliyordu. Funda'nın hoşnutsuz bakışlarının radarında olduğumun farkındaydım ama bunu önemsemedim.

Bir elim hâlâ Karan'ın eline mühürlüydü ve Funda'nın bunu izlemesinden acayip zevk alıyordum.

"Karan, Göcek'teki arazi ile ilgili Yaşar Bey'le görüştüm ama kendisi Kayseri'deki mülklerle ilgilendiği için bu konuyla ilgili pek bilgisi olmadığını söyledi. Recep Bey'in 2013 yılında kurduğu kooperatifin haklarını devraldım ve biliyorsun ki Göcek'te büyük bir proje başlatmayı düşünüyorum. Bu proje için sizin arazinize ihtiyacım var, çünkü projemin ana hatları tamamen sizin arazinizin olduğu mevkide. Sana mail yoluyla kendimi tam olarak ifade edemediğimi düşünüyorum, bu yüzden yüz yüze görüşmenin ikimiz açısından da çok daha verimli olacağını düşündüm." Arda viskisinden bir yudum aldıktan sonra dosyanın diğer sayfasını çevirdi. "Bu dosyada daha kapsamlı bir şekilde ilerleyeceğimiz yolların bir nevi haritası var. Anlaşma sağlayabileceğimizi umuyorum."

Karan kahvesinden bir yudum aldı. "Sana bunu mail yoluyla da belirtmiştim Arda. O araziyi satışa sunmayı düşünmüyorum."

"Yapma ama," dedi su yeşili gözlerini Karan'a dikip viski kadehini hafifçe sallayarak. "Biz birbirimizi yıllardır tanıyoruz Karan. Birlikte büyüdük sayılır. O arazi için ederinden fazlasını teklif ettim sana, farkında mısın?"

"Ben de o ederinden fazlasını teklif ettiğin arazimi satmayacağımı belirttim Arda." Karan'ın sesinde aşılması güç bir bariyer vardı.

"Ardacığım, bence Karan'ı değil de küçük sevgilisini ikna etmeye çalış sen," diye mırıldandı Funda, uzun, kırmızıya boyanmış süslü tırnaklarıyla oynarken. "Malum, Karan için küçük sevgilisinin söyledikleri bir emirdir." Zehirli bakışlarını Karan'a dikti. "Değil mi Karan?"

"Bana bak, senin sesin çok çıkıyor," diye hırladım aniden, kendimi tutamamıştım.

Karan parmaklarımı daha sıkı kavradı ve bana yandan bir bakış attı. "Sakin ol," diye fısıldadı. Bakışları mekanik bir soğuklukla Funda'ya döndü. "Onu kışkırtma."

Funda kıkırdadı. "Onun sevgilisi misin yoksa çok değerli zengin koruması mı?"

"Peki bunun seni ilgilendiren kısmı?" Karan'ın sesi bomboş, acımasız bir tınıyla yükselmişti. Parmakları parmaklarımı çok daha sıkı biçimde kavradığında, eklemlerinde ilerleyen öfkenin o yoğun ama bulanık kıvamını hissedebilmiştim. "Hem senin burada ne işin var?"

Funda dudaklarını alayla büktü. "Bundan böyle Arda'nın olduğu her yerde maalesef ki beni de görmek zorundasın Karan Çakıl," dedi küçümser gibi. Arda'nın koluna girdi ve başını Arda'nın geniş omzuna yaslayarak ahlaksızca sırıttı. "Biz birlikteyiz."

Arda'nın su yeşili gözlerindeki rahatsızlığı net bir şekilde görebilmiştim. Diğer Merve, zihnimin içinde kıkırdayarak, "Peki Arda'nın bundan haberi var mı?" diye sordu. Bir an gerçekten güleceğimi sandım.

Arda, "Ailelerimiz bunu uygun gördü," dedi duygusuzca. "Her neyse Karan, konumuz bu değil. Bak, gerçekten uzlaşabiliriz."

"Sizin adınıza gerçekten sevindim," dedi Karan. Üstünden koca bir yük kalkmışa benziyordu. "Ama dediğim gibi Arda. Onca işimin arasında buraya gelme sebebim seni yıllardır tanıdığımdandı. O araziyi kesinlikle satmıyorum." Oturduğu yerden kalkarken onun elini tuttuğum için ben de ona uyarak ayaklandım. "Bu kadar yeterli sanırım."

"Karan, o araziye gerçekten ihtiyacım var."

"O arazinin benim için manevi bir değeri var ve hiçbir maddi değer bunu karşılayamaz Arda," dedi Karan, yüklü bir miktar parayı masanın üstüne bırakırken. "Şimdi gitmemiz gerekiyor."

"Evet, evet, gitmeleri gerekiyor," dedi Funda ağız dolusu gülerek. "Madem Karan'ın parasını yiyor, Karan'ın da bazı şeyleri yemesi gerek, değil mi ama Arda?"

"Kes sesini," diye hırladım ama Funda beni duymuyor gibiydi, gözleri Karan'daydı.

"Merak ediyorum, seni gerçekten doyurabiliyor mu?"

Bu, bardağı taşıran belki de son damlaydı. İçimde çığlık çığlığa bağıran diğer Merve'nin eline geçeni duvarlara çarpışını, tuz buz olan düşüncelerimin kanlar içinde zemine dökülüşünü, her şeyi net bir şekilde, içimde, zihnimin derinliklerinde hissettim. Parmaklarım Karan'ın parmaklarından kopmadı, diğer elim büyük bir hızla sehpadaki yarısına kadar dolu olan sıcak kahve fincanına uzandı.

Her şey yalnızca birkaç saniye içinde gerçekleşti. Fincanın içindeki sıcak kahveyi Funda'nın üstüne fırlattığımda Funda'nın acı bir çığlık atarak ayağa kalktığını gördüm. Arda dehşet içinde Funda'ya doğru dönerken, Karan tepki dahi vermeden olan biteni izlemeye devam etti.

"Seni küçük fah-"

"O lafın devamı gelirse," dedi Karan yakıcı bir sesle. "Sana bu dünyayı dar ederim Funda."

"Sen!" diye bağırdı Funda, inanamaz gözlerle Karan'a bakıyordu. "O yabani kaltak beni cayır cayır yaktı! Sen bunun farkında mısın?"

Karan beni kendine çekip kolunun altına aldı. Ben de ona ayak uydurarak onun ince beline sarıldım. Kollarında küçücük kalmıştım. "Ağzını toplayacaksın. Sen bunu çoktan hak etmiştin," dedi Karan.

"Hak ettim, öyle mi? Demek 'çoktan' hak etmiştim?" Funda, yanmak umurunda değilmiş gibi dehşet içinde Karan'a bakıyordu. Birkaç kişinin de meraklı gözleri üstümüze dönmüştü. Arda, Funda'nın yanan tenine müdahale etmeye çalışıyordu.

Karan beni tamamen kendine bastırarak, "Aynen," dedi sert bir sesle. "Onun damarına basıyorsun. Bilerek yapıyorsun. Sonra da yaptığı şeyler için onu suçlu göstermeye çalışıyorsun." Durdu. "Geçmiş olsun," dedi alayla. "Buz koy, geçer."

Funda ağzını açıp tek kelime edemedi. Canının yandığını biliyordum ama Karan'ın söyledikleri daha fazla acıtmıştı canını. Karan beni çekerek çıkışa doğru yürüttü.

"Böyle olmamalıydı Karan," diye seslendi arkamızdan Arda. "Bu dostluğumuz açısından hiç iyi olmadı."

Karan arkasına bile bakmadan yürümeye devam etti. "Sikimde değil," dedi gür bir sesle.

Mekândan çıkıp araca bindiğimizde ikimiz de sessizdik. Aracı çalıştırıp ısıtıcıyı açtı, ben de bu esnada emniyet kemerimi bağlamıştım. Başımı sessizce cama yasladım. Karan arabayı geri geri sürerek caddeye kadar çıkardı, soluk mavi gökyüzü saatin kaç olduğunu yeryüzünden bile saklıyor gibiydi ama ışıksız aracı aydınlatan göstergenin kızıl ışığı saati ele veriyordu. Bir süre düz yolda ilerlemeye başlayan aracın içinde ikimiz de sesimizi çıkarmadık.

"Sana ima ettiği o çirkin şeyin aslı astarı yok, bunu ikimiz biliyoruz, diğerlerinin ne düşündüğü benim sikimde bile değil, senin de umurunda olmasın," dedi, sesindeki o sert kararlılık damarımın içindeki kanın bile uyuşmasına neden olmuştu. Gözlerimi yavaşça ona doğru çevirdim. Gözleri bende değil, altımızda akıp giden yoldaydı.

"Diğerlerinin ne düşündüğü umurumda değil Karan," dedim sakin bir şekilde. Gözlerim hemen yan tarafımda hızla bir belirip bir kaybolan beyaza gömülmüş ağaçlarda gezindi. "Neyin ne olduğunu kavrayabilecek yaştayım ben."

"Bu, kahveyle yaraladığın ikinci insan mı?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bu, kahveyle yaraladığım ikinci peynir. Bak, gerçekten bir hemcinsime hakaret etmek isteyeceğim son şey ama üzerime nasıl geldiğini gördün. Her seferinde damarımın üzerine çıkıp tepiniyor."

"Kahvenin dumanı tütüyordu," dedi. "Çok acımasızsın kız çocuğu."

"O kahvenin haşlak olmasını dilerdim. İnan bana, o an bunu dilerdim."

Dilerdim çünkü senin yaranı kullanarak seni kendine çekmeye çalışacak kadar kalleşti. Annenin intiharını kullanacak kadar iğrençti. Ama bunu sana söyleyemedim.

"Cani," dedi göz ucuyla bana bakarak. Bakışlarının üstümdeki ağırlığını hisseder hissetmez benim gözlerim de tekrar ona doğru kaydı.

"Onun bunu hak ettiğini söyleyen sendin ama..."

Direksiyonu kavrayan parmaklarıyla direksiyona vurarak küçük ritimler tutuyordu. "Hak ettiği konusunda hâlâ ısrarcıyım ama o kahveyi bir gün benim kafamdan aşağı döktüğünü düşününce..." dedi kısık bir sesle. "Ürkütücü."

Ona dik dik baktım. "Ona göre ayağını denk al."

"Çok korktum Çakıltaşı," dedi alayla.

Karan ceketinin cebinden telefonunu çıkarırken gözlerimi tekrar hemen omzumun hizasındaki cama çevirdim. Soluk mavi gökyüzü, karın beyaz rengiyle âdeta sevişiyordu. Ürkütücü, mavi bir ateşin söndüğünde arkasında bıraktığı ceset külü rengindeki o cansız ışık aracın içini oya gibi işliyordu. Camda Karan'ın yansımasını görebiliyordum. Bir an yüz ifadesi ciddileşti, bir numara çevirip telefonu kulağına götürdü.

Saniyeler dakikaların üstüne devrilmeye başladı. Hattın diğer ucundan yükselen o kalın sesi duyabilmiştim. "Kardeşim," dedi Karan, sesi hüzünlü gelmişti kulağıma. "Her şey tazeyken seni aramak pek doğru olmayacaktı. Cenazeye gelemediğim için üzgünüm, ama sana nedenleri belirtmiştim. Şehir dışına çıkma imkânım yoktu." Ne cenazesinden bahsediyordu?

"Başın sağ olsun," dedi Karan derin, oldukça karanlık bir nefes alarak. "Neye ihtiyacın olursa, her zaman telefonun diğer ucundayım, kardeşim, biliyorsun." Kısa bir sessizlik yaşandı. "Kayhan Bey nasıl oldu? Anlıyorum kardeşim. Tekrar başınız sağ olsun." Bir süre duraksadı, araba da yavaşlamıştı. "Tekrar arayacağım, dikkatli ol. Allah'a emanetsin."

Karan telefonu kapadığında aracın içine yayılan o yoğun merakı içinden sızdıran beden bana aitti. Gözlerimi yüzüne dikerek, "Ölen kim?" diye sordum.

Karan direksiyonu sağa kırıp, daha fazla ağacın olduğu dar bir sokağa girdi. Yolun ortası griydi, hemen iki yanında küçük tepecikler oluşturmuş kar birikintileri vardı. Yolun diğer ucundan görünen ay, dolunay şeklindeydi ama eksilmeye geçmeye başlamıştı. Mavinin etrafında silik bir beyaz gibi duran aya dikkatle baktım.

"Çok değerli bir arkadaşım kız kardeşini kaybetti bir ay önce," dedi gözlerini yoldan ayırmadan. "İnsanları acıları tazeyken rahatsız etmeyi sevmem. Üstelik tahmin edilemeyecek kadar kötü hâldeydi. Kimsenin sesini duymak istemeyeceğini biliyordum yani."

Kaşlarımı kaldırdım. "Anladım. Mekânı cennet olsun," diye fısıldadım burukça. Ölümlerden konuşmayı sevmiyordum. Durmadan ruhunu katleden biri ölümün tadını iyi bilirdi. "Kaç yaşındaydı?"

"Çok gençti," dedi Karan sabit tınılı bir sesle. Yol bomboştu, ağaçlar etrafımızdan geriye yıkılıyormuşçasına kaybolurken, içimin sıkıştığını hissettim.

"Neden öldü?"

"Yüksek doz uyuşturucudan dolayı kaybetmiş hayatını," dedi tek kaşını yavaşça kaldırarak. "Sigara dahi içmeyen bir kızmış. Onu hiç görmedim ama abisiyle konuşurken sesini duyardım, abisi hep anlatırdı bana kız kardeşini. Abisi ona ciddi anlamda tapıyordu. Onun uyuşturucu kullandığına kimse inanmadı. Bu bir cinayet Çakıltaşı. Gencecik bir ruha dikmişler gözlerini. Muhtemelen o aldığı şeyin bir uyuşturucu madde olduğunu dahi bilmiyordu."

Gerçek her zaman oradaydı. Bir toz bulutunun arkasında seni izler, ışıklarını söndüreceğin ânı beklerdi. Işığın söndüğü an ise ruhuna sızmanın bir yolunu muhakkak bulurdu. Ölüm bir gerçekti, ama bu gerçek diğer gerçeklerin aksine önce bedeni hedef alıyordu.

"Üzücü," diyebildim kısaca.

"Abisini iyi tanırım. Bu işin peşini bırakmayacağını biliyorum," dedi Karan parmaklarıyla direksiyona küçük ama etkili fiskeler indirerek. "Aynı şey benim de başıma gelmiş olsaydı, bunun peşini bırakmazdım."

"Kız kardeşi bir hastalıktan ya da bir kazadan dolayı ölmedi, Karan," dedim gergin bir sesle, gözlerimi dolunaydan çekmeden. "Kız kardeşi öldürüldü."

"O yüzden o adamı hiç kimse suçlayamaz," dedi buz gibi bir sesle. "Yine de kendine zarar verecek bir şey yapmasını istemiyorum. Umarım mantıklı hareket eder."

Bakışlarımı yavaşça ona döndürdüm. "Acının girdiği yerde mantığın işi ne?"

"Acı mantığı içeriye buyur etmezse, girdiği bedende koca bir karadelik şeklini alır ve kendi ruhu başta olmak üzere ona yaklaşan tüm ruhları içine çekip yutar Çakıltaşı."

"Yanan bir insandan bahsediyoruz Karan."

Ani bir frenle aracı durdurdu. Kuzguni siyahı gözler bana değil, hemen önünde duran boş yola bakıyordu. Profilinden ilahi görünen yüz hatlarına şaşkınlıkla baktım.

Düz burnunun ucu çok hafif yukarı bakıyordu, dolgun dudakları dışarı vurguluydu ve gerçekten etli bir görüntüsü vardı. Uzun kirpiklerinin altında gizlenen siyah gözlerini buradan bile görebiliyordum.

"Yanmadan sönmez kimse Asi."

"Sönünce geriye kalan yalnızca küllerin oluyor."

Dudakları alayla yukarı kıvrıldı. "Söndükten sonra geriye daha güçlü bir ruh kalıyor. Sen bunun en büyük kanıtısın."


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
4.1M 263K 45
Aylardır izlediği yayıncıya olan hislerinin arttığını düşünen İzem, artık onun dikkatini çekmek ister. Dağhan'a ilk mesajı değildi ama bu sefer onun...
195K 3.6K 20
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
66.2K 3.8K 29
TAHASSÜR Cihan ve Kamerin hikayesi... Yıllar önce birbirine verilmiş sözler... Yıllarca birbiriyle kavuşmayı bekleyen iki insan. Yıllar sonra tekrard...