ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

11. BÖLÜM: APSE

254K 14.6K 4.9K
By binnurnigiz

🦋


Opeth – In My Time of Need


11. BÖLÜM

APSE


Ruhumdaki apse sızlıyordu.

Perdeyi çekmek ve kendimi bu dünyanın aydınlığına kapatmak istiyordum. Karan'ın esmer teninin göğünde yıldızlar, galaksiler, halkası kırık gezegenler vardı. Parmak uçlarımdan zemine damlayan binlerce tonda, farklı renkler vardı. Tüm renkler aynı zeminde buluşup birbirine karıştığında çıkan ala bula görüntü siyaha çok yakın bir tondaydı.

Kendime doğrulttuğum silahın namlusu iki göğsümün arasında duruyordu.

Gözlerim bir süre aracın içindeki tek ışık olan radyo frekansının yazdığı kırmızı ışıkta takılı durdu. Aracın içi sıcaktı, düşüncelerimin erimeyen buzlarının aksine. Araç çalışmıyordu, denizin önünde park hâlindeydi ve tenimiz yağmurun altında yeterince ıslanmıştı. Islanan kazağım tenime yapışmıştı, ıslanan kazağımın altındaki beyaz tenim belli oluyordu. Aracın silecekleri arada bir çalışıyor, ön camın görüntüsünü puslandıran yağmur suyunu temizliyordu.

"Sence de bu altındaki şort böyle soğuk bir hava için biraz fazla kısa değil mi? Üşümedin mi?" diye sordu Karan, elleri direksiyonun üzerinde öylece ileriyi izlerken. Yaşanan sessizliğin bozulmasıyla eş zamanlı olarak gözlerimi kırmızı ışıktan ayırarak omzumun üstünden Karan'a doğru çevirdim.

"Üşümüyorum," dedim.

Birkaç saniye sessiz kaldı, alt dudağını yaladı, dilini iki dudağının arasından hafifçe dışarı çıkarıp sertçe ısırdı ve gözlerini kısarak ön cama bakmayı sürdürdü. Bronz teninin altında atan mavili yeşilli damarların şiddetle kabarışını görebiliyordum.

"Bence üşüyorsun."

"Bence sizi ilgilendiren bir şey yok Karan Bey," dedim resmiyeti önümüze çit gibi çekerek.

Karan aniden bana doğru döndüğünde irkildim.

"Çakıltaşı," dedi, tam gözlerimin içine bakarak, otoriter bir sesle. "Ben sabırlı bir adamım ama anlaşılmamaktan nefret ederim. Bunu bil. Benim hayatım, benim kararlarım kafasından şimdilik sıyrılsan iyi olacak velet. Çünkü Yaşar Çakıl şehri terk edene kadar benim küçük sevgilimsin. Yani bir süre bana maruz kalacaksın. Ayrıca..." Yavaşça yaklaştığında yüzü yüzüme çok yakındı. Nefesim kesildi. "...şu Karan Bey saçmalığından kurtulduğumuzu sanıyordum."

Benim küçük sevgilim. Bir an her zaman ruhumda taşıdığım, içime gömülerek kendine yer yapmış o apsenin sızım sızım sızladığını hissettim. Nefesimi tutarak onun kara gözlerine bakarken parmaklarım eteğin kenarını kavradı, eteği yavaşça avuçlarken dişlerimi sıktım. Gözlerim onun gözlerinden ayrılmazken söyleyebilecek tek bir kelimemin dahi olmadığını fark ettim. Dudaklarım birbirine dikilmiş iki farklı kumaş gibiydi.

Karan bir an duraksadı, gözleri kısaca dudaklarıma kaydı, ardından tekrar gözlerimin içine bakarak, "Tuhaf," diye mırıldandı.

Sertçe yutkundum. "Tuhaf olan ne?"

"O kaplan gibi kükrediğini sanan ama aslında yalnızca miyavlayan küçük kedi yavrusu bu kez beni tırmalamak için pençelerini çıkarmadı."

Gözlerimi gözlerinin yoğunlaşan siyahından ayırırken ön cama çevirip şortun kumaşını avucumun içine alarak sıktım, soğuk kumaş bir an bana iyi hissettirdi.

"Çıkarmamı mı istersin?" diye fısıldadım.

Karan güldü, cevap vermeden aracın motorunu çalıştırdı.


🦋


Sıcak çikolatalı çöreğin kokusunu alabiliyordum. Mavi kısa okul önlüğümün altındaki koyu mor külotlu çorabım bacaklarımı kaşındırsa da bu en sevdiğim çorabımdı ve annemden her defasında bu çorabı yıkamasını isterdim.

Henüz ikinci sınıfın başındaydık. Okuldakiler başka çorabın yok mu, diye dalga geçseler de bunu umursamazdım. Çorabımı yırtmamak için düşmemeye özen gösteriyordum. İki yandan kara zorla ördüğüm saçlarım dağınık görünüyordu ama yine de o televizyon programını izlerken kendi kendime saç örmeyi öğrenebildiğim için şanslıydım. Zamanla daha iyi örebileceğimi içten içe biliyordum.

Eve giden yokuşu çıkarken aklım hâlâ yokuşun başındaki yeni açılan pastanenin çikolatalı çöreklerindeydi. Öğlen yemeği için eve gidiyordum çünkü babam yalnızca sabahları simit ve meyve suyu alabileceğim kadar para veriyordu. Yokuşu çıkarken terleyen alnımı avucumun içiyle sildim, babamın bana doğru geldiğini soluklanmak için kafamı kaldırdığımda fark etmiştim.

"Annen halana yemek götürdü, yok evde. Boşuna gitme eve," dedi babam yokuşu inerken. Hemen yanımda durduğunda gözlerini yüzümde gezdirdi. "Yemeyiver bugün bir şey. Ölmezsin."

Karnım gerçekten açtı, sabah yediğim simitten başka mideme hiçbir şey girmemişti.

Burnuma doluşan çöreğin kokusu açlığımı ikiye katlamıştı sanki.

Gözlerimi kaldırıp babama bakarken, "Yokuşun başına bir pastane açılmış," dedim utana sıkıla. "Bana beş milyon verir misin?"

Babam durdu, kaşlarını kaldırdı. "Ne yapacakmışsın o kadar parayı? Pastaneyi mi satın alacaksın?"

Utanarak gözlerimi ellerime çevirdim. "O çörekler üç buçuk milyon. Üç buçuk milyon versen de olur."

Babamın alayla güldüğünü duydum, ayak parmaklarımı içeri çektiğimde ayakkabının üstü kabardı.

"Sabah verdiğim parayı ne yaptın sen? Yedin mi?"

Kızaran yanaklarımı saklamaya çalışıp utanarak babama baktım.

"Simit aldım onunla."

"Hiç kalmadı mı paran?"

"İki yüz elli bin liram kaldı." Gözlerinin içine bakarken yanaklarımın içini dişledim.

"Piknik bisküvi al onunla. Ye." Babam tam yanımdan geçip gidecekken dolan gözlerimi ellerimle ovalayarak, "Benim canım çikolatalı çörekten çekti babacığım," dedim dudaklarımı bükerek.

Babam bana doğru döndü, yokuşta birkaç adım atarak bana yaklaştı ve tek kaşını kaldırdı.

"Yemezsen ölmezsin, değil mi? Koskoca kız oldun." Kolumu dirseğimin altından yakalayarak tuttu, acımasızca sıktı, dudaklarım bükülürken acıyla inledim.

"Acıdı baba," dedim dudaklarım gitgide daha da bükülürken. "Babacığım, acıdı."

Babam kolumu daha sert sıkarken, "Kırayım mı şuracıkta çöp kadar kolunu senin, ha?" diye tısladı. "Git al bir piknik bisküvisi, zıkkımlan. Ananın karnından çörek yiyerek mi çıktın?"

Dudaklarım titrerken kolumda hissettiğim acı tüm omzuma yayıldı, kalbim korkuyla çarparken gözlerimi etrafa çevirdim. Nefise teyze balkonda acıyan gözlerle bana baktı ama babama olan korkusundan sesini çıkaramadan balkonunun kapısını kapatıp içeri girdi.

Gözlerimden akmaya başlayan yaşlarla, "Babacığım, söz istemiyorum, acıdı," diyebildim, hüngür hüngür ağlamama ramak kalmıştı.

"Ağlamasana!" diye bağırdı babam beni kolumdan tutup sarsarken. "Gören de bir şey yaptım sanacak sana!"

"İstemiyorum ki," diyebildim gözlerimden şıpır şıpır akan yaşlar çeneme doğru kayarken. "Yapmadın ki sen bana bir şey."

Kelimeleri tam olarak telaffuz edemiyordum, henüz yaşımın küçük olmasından kaynaklı olsa gerekti bu. Ama yaşımın küçük olmasına rağmen farkında olduğum bir şey vardı, yaralanıyordum ve açılan yaraların kabuk bağlamasına izin vermeyen bir adamın kollarında büyüyordum.

Beni aniden sertçe yere itti, yokuşun tırtıklı yolu dizlerimin yere sürtünmesiyle tenimin alev almış gibi yanmasına neden olurken saç örgülerimden bir tanesi çözüldü, avuç içlerimi yere bastırdığım için avuç içlerim de yanıyordu şu an. Babam beni umursamadan yokuştan inmeye başladı. Yavaşça yere oturup dizlerimi karnıma çekip dizime üfleyerek baktım. Külotlu çorabımın diz kısmı parçalanmış, parçalanan yerden kanım sızmaya başlamıştı. Çenem titreye titreye ağlarken nefesimi dizime üfledim, parçalanan avuç içlerimle gözyaşlarımı silerek babamın arkasından bakmaya devam ettim.

Bir kez olsun dönüp arkasında bıraktığı bana bakmadı.

Elimde tuttuğum kitabın kapağını sertçe kapatırken zihnimi oyan bu anı dişlerimi kıracakmışım gibi sıkmama neden oldu.

Bir an sanki kolum yine onun avuçlarının arasında sıkılıyormuş gibi sızladı. Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım.

Sık sık uğradığım, neredeyse tamamı ahşaptan oluşan eski bir kitapçı dükkânındaydım. Burayı seviyordum çünkü huzurun kitap kapağının arkasına yerleştirilen güzel kokulu sayfalarda olduğunu biliyordum.

Beni tüketip, bir gün tamamen yok edeceğini düşündüğüm hastalıklı düşüncelerimin etrafına duvar örüp, onlardan biraz olsun uzaklaşabildiğim tek yer burasıydı.

Küçücük bir dükkân olmasına rağmen içine binlerce kitabı sığdırmıştı. Bir iki kitaba daha göz attıktan sonra ilk incelediğim kitabı elime aldım ve kasaya doğru yürümeye başladım. Burada çalışan Özdemir abi, babamın yaşlarında ama babamdan daha genç görünen, iyi bir adamdı. Beni sık sık gördüğünden artık beni tanıyor, hatta diğer müşterilerinin aksine benimle sohbet etmekten çekinmiyordu.

"Kaç gündür uğramıyorsun Merve," dedi gülümseyerek. "Ben de başına bir şey geldi sandım." Meşeden yapılma masasının arkasında oturuyor, hesap işleriyle uğraşırken bir yandan da müşterilerle ilgileniyordu.

"Vizelere az kaldı, pek vaktim olmuyor Özdemir abi."

"Ah doğru. Nasıl gidiyor okul?" diye sordu elindeki işleri kenara bırakırken.

Gülümsemeye çalışırken omuz silktim. "Aynı. Koşuşturmaca işte."

"Aman oku kızım, oku," dedi gülümseyerek. "Ee bu sefer hangi kitabı aldın bakalım?"

"Uzun zamandır Küçük Prens'i okumak istiyordum," dedim elimdeki kitabı kasaya bırakarak. "Borcum ne kadar?"

Özdemir abi genişçe gülümsedi. "Küçük Prens genç yaşlı herkesin okuması gereken bir kitap. Bu kitap benden sana hediye olsun, ne zamandır görmüyordum seni."

Reddederek başımı iki yana sallayıp omzuma astığım siyah spor çantadan cüzdanımı çıkardım.

"Hayatta olmaz," diye çıkıştım. "Böyle şeyleri sevmediğimi biliyorsun Özdemir abi."

Özdemir abinin güldüğünü gördüm ama üstünde durmadan cüzdanımdan biriktirdiğim harçlığımın bir kısmını çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Özdemir abi gönülsüz bir şekilde gereken miktarı aldıktan sonra paranın üstünü verdi, kitabı ve fişi poşetin içine koyup bana uzattı.

Kitapçının kapısı aniden açıldığında rüzgâr çanlarının şakırtısını işittim. Bakışlarım yavaşça cam kapıya döndü, Özdemir abi oturduğu yerden yavaşça doğrulurken, "Oo, Enis!" dedi. Bir an duraksadım, gözlerimi gördüğüm şeyin sevimsizliğine dayanamayarak devirdim. Karşımda duran o halkalı aptaldan başkası değildi.

"Merhaba Özdemir abi," dedi Enis.

Gözlerini bana diktiğini fark edince poşeti sıkıca kavrayıp, "İyi akşamlar Özdemir abi," diyerek kitapçının çıkışına doğru yürüdüm.

"İyi akşamlar güzel kızım, uğra yine," dedi Özdemir abi ama cevap vermedim, şu an hemen buradan çıkıp gitmek istiyordum çünkü çocuğu görmek bile sinirlerimin tepeme çıkmasına neden olmuştu.

Tam onun yanından geçerken, "Kaç bakalım atarlı," dediğini duydum ama umursamadan yanından sıyrılıp dükkândan çıktım. Ayaklarımı âdeta yere vurarak yürürken birkaç insanın durup bana baktığını fark ettim ama umursamadım. Şu an umurumda olan o halkalı gerzeğe dönüp iki laf sokamamış olmamdı. Özdemir abiyi gerçekten seviyordum, onun dükkânında tatsızlık çıkarmak istemediğim için kendimi tutmuştum. Kot pantolonumun ön cebindeki telefonum titreyince dişlerimi sıkıp telefonu cebimden çıkardım.


Gönderen: Billur Bayraktar

Unutulmuş gibi hissediyorum. Hiç mi gelmiyorum aklına? (19:49)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Ne zaman sinirli hissetsem sen yazıyorsun. Tuhaf. (19:51)


Gönderen: Billur Bayraktar

İçime doğuyorsa demek ki... Yine kim kızdırdı seni? (19:53)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Boş ver. (19:54)


Gönderen: Billur Bayraktar

Kim kızdırdıysa git onun koca götünü tekmele. Aptal insanlar için kendini sıkmaya değer mi? (19:56)


Billur'un yolladığı mesaja bakarken farkında olmadan sırıttım. Eve gidince ona bir şeyler yazacağımı aklımın bir köşesine not ederek telefonumu pantolonumun cebine sıkıştırdım ve elimdeki poşeti bileğime takıp, çantamı geriye doğru atarak düzelterek yürümeye başladım.

Yürüdükçe kasıklarıma resmen dikenler batıyordu ama hâlâ regl olmamıştım, gecikmişti, çoğu zaman böyle geciktiği oluyordu. Bijuterilerin olduğu sokağa girdiğimde takip ediliyormuş hissine kapılıp birkaç kez dönüp arkama baksam da sonunda bunun benim yaptığım saçma sapan bir evham olduğunu düşünerek önüme dönüp hızla yürümeye devam ettim.

"Atarlı!" diye bağırdı hemen arkamdan. Adımlarım bir bıçak kadar keskin bir şekilde sonlanırken omzumun üstünden sesin geldiği yöne baktım. Kumral halkalı büyük adımlar atarak bana doğru yürüyordu.

"Problemin ne?" diye sordum ona doğru dönüp kaşlarımı çatarak.

Şehrin ışıkları kumral saçlarının daha açık renkte ve parlak görünmesine neden olmuştu. Uzun bacakları sayesinde birkaç adımda yanımda bitti. Üstünde koyu yeşil bir kapüşonlu, kapüşonlunun üzerinde de deri ceketi vardı. Dar siyah kotu bacaklarını ikinci bir deri gibi sarmıştı, dudağındaki siyah halkayı diliyle döndürdü.

Omuz silkti. "Herhangi bir problemim yok aslında," dedi umursamaz bir sesle. "Aksine senin bir problemin olduğunu düşünüyorum. Hatta aslında problemin olduğunu da değil, senin problemli olduğunu düşünüyorum."

"Tek hücreli misin sen?"

Duraksadı. "Ne diyorsun kızım sen?"

"Tek hücreli misin?"

Enis kaşlarını çattı.

"Problemli."

"Kelime oyunu yaparak karşı cinsi etkileyebileceğini sanan bir tek hücreliyle uğraşsaydım, evet, gerçekten problemli olduğuma kendim de inanırdım."

Yüzüne yayılan o kendini beğenmiş ifade saniyeler içinde parçalara ayrıldığında ona bomboş gözlerle bakıyordum.

"Öyle olsam bile etkilemek isteyeceğim son insan bile olamazsın," dedi kendini beğenmiş bir şekilde.

Yüzünün ortasına çakmak istediğim yumruğu avucumun içine kilitlerken kaşlarımı kaldırıp gözlerimi devirdim ve yanaklarımın içini havayla doldurdum.

"Bak, sorunun ne cidden bilmiyorum ama sıkılmaya başladım. Beni görmezden gelmeye ne dersin Bay Görüntü Kirliliği?"

Yeşile kaçık ela gözleri kısıldı. "Çok yanlış insana çattığının farkında mısın?" diye sorduğunda içi boş bir kahkaha attım.

"Ya amma çok yanlış insan varmış ülkede. Her gün çatıyorum."

Bana düz düz baktı. "Sen harbiden sorunlu çıktın ya."

"Şu an asıl sorunlu gibi görünen sensin. Kaybol," dedim, yanından sıyrılıp yürümeye başladım. Çok değil, birkaç adım sonra arkamdan tekrar seslendi ama onu duymazdan gelmeye çalıştım.

"Yanlış yoldasın!" diye bağırdı.

"Seni duymuyorum," diye fısıldadım, ama bunu duymadığını biliyordum.

"Problemli! Bu iş burada bitmedi kızım, sen kaşındın!"

"Aa deli mi ne," diye söylendim kendi kendime.

Tıpkı bir deli gibi kendi kendine olduğu yerde bağırıp çağırmaya, saçma sapan tehditler savurmaya devam edebilirdi. Umurumda değildi.

Eve geldiğimde paltomu portmantoya astıktan sonra odama geçtim. Çok değil on dakika sonra annem yemeğe çağırmıştı, bu beni şaşırtsa da ona yemeyeceğimi söylemiştim. Biraz internette takıldıktan sonra herkesin uyuduğundan emin olunca odadan çıkıp mutfağa geçtim. Evin tüm ışıkları sönüktü, mutfak çift kanatlı buzdolabının göstergesinden yayılan ışık ve elektronik aletlerden yükselen birkaç küçük, nokta kadar ışık dışında karanlıktı. Kalın perdeyi yavaşça açtım, tül perdeyi çektim, sokak lambasının ışığı mutfağı aydınlatırken buzdolabını açıp, vişne suyu şişesini çıkarıp şişeyi kafama diktim.

"Uyumadın mı?" dedi annem aniden. İrkilsem de bozuntuya vermeden omzumun üzerinden anneme baktım.

"Yok," diye fısıldadım, sesimdeki cansızlığı fark etti mi bilmiyordum. "Sen neden uyumadın hâlâ?"

Benim kahverengi gözlerimin aksine, Defne'nin gözleri gibi ela olan gözlerini yavaşça ovdu.

"Uyku tutmadı," dedi ve tezgâha doğru yürüdü. Tezgâhın üzerindeki kristal sürahiye doğru uzandı. "Konuşalım mı biraz?"

"Olur," dedim elimdeki şişeyi buzdolabına geri koyup buzdolabını kapatırken. "Ne hakkında konuşacağız?"

"Senin hakkında."

İrkildim. "Dinliyorum."

Annem kristal sürahideki suyu su bardağına doldurduktan sonra ahşap sandalyeye oturdu, çenesiyle karşısındaki boş sandalyeyi işaret etti. Gösterdiği yere oturdum, varsayımlar kıyıya vuran dalgalar gibi zihnimi eşelerken, yüzümde sabit tuttuğum mesafeli bir ifadeyle annemin gözlerinin içine baktım.

Kısa süren sessizliğin sonunda, "Odanda bir elbise buldum," diye fısıldadı.

"Elbise buldun?" Kaşlarımı kaldırdım. "Bunu mu konuşacağız? Odamda bir elbise bulman çok mu anormal?"

"Merve, ben ciddiyim. Bahsettiğim senin odanda normal bir elbise bulmuş olmam değil. Senin dolabında evimizin bir aylık ihtiyacını karşılayacak fiyatta bir elbise bulmuş olmam."

"Esas konuya dönsek?" dediğimde kaşlarını çattı ama sessiz kaldı. Onun sorunu buydu. Bağıramıyordu. Lanet olsun ki ona ne yapılırsa yapılsın böyle suspus oluyordu. Onun bu huyundan nefret ediyordum.

"Harçlıklarınla öyle bir elbise alamayacağını, alabilecek olsan bile öyle bir elbiseye o kadar para vermeyeceğini biliyorum," dedi yavaşça.

"En azından beni biraz tanıyormuşsun," diye fısıldadım, duymaması için ağzımın içinden konuşmuştum.

Suyundan bir yudum alıp bardağı masanın üzerine bırakırken sertçe yutkundu. "O elbiseyi nereden buldun?"

"Ne zamandan beri odamı karıştırıyorsun?" diye sorusuna soruyla karşılık verdiğimde bir an duraksadı ama hemen ardından savunma moduna geçerek, "Sen benim kızımsın. Odanı toplamak için girmiştim. Odanı falan karıştırmadım," dedi.

"Odamı kendim topladığımı ve böyle bir şeye ihtiyacım olmadığını biliyorsun," dediğimde sesim de bakışlarım da ruhsuzdu, gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Kelimelerimin dokunduğu ruhu, aramızdaki uçurumun derinleşmesine neden oluyordu.

"Gittikçe daha da aşılmaz bir duvara dönüşüyorsun," dedi yavaşça. "Sana ulaşamıyorum Merve."

Başımı iki yana sallarken birkaç saniyeliğine gözlerimi yumdum. Gözlerimi tekrar açtığımda dişlerimi sıkıyordum. "Sorun şu ki," diye fısıldadım ayağa kalkarken. "Bana ulaşmayı bir kez olsun denemedin anne."

Bana bakakaldı. "Merve..."

"İyi geceler anne."

Mutfaktan hızla çıkıp odama geçtiğimde annemi orada o şekilde bırakmanın ağırlığını omuzlarıma almıştım sanki. Uzun, siyah saçlarımı kocaman bir kuş yuvasını andıran topuzumla bir şekle soktuktan sonra siyah, üzerinde Tazmanya Canavarı baskısı olan pijamalarımı giydim ve yatağın üzerine çıkıp dizlerimi karnıma çekerek oturdum. İfadesiz gözlerim duvarlar ve zemin arasında gezinirken komodinin üzerinde şarja takılı duran telefonum titredi. Bir an Billur'a mesaj atmadığımı hatırladım.


Gönderen: Karan Çakıl

Uyumadığını biliyorum velet. Kapıya çık. (02:26)


Bir an gözlerim kocaman açıldı, bakışlarım hemen yatağımın çaprazında duran pencereye kaydı. Ne yani, o burada mıydı? Neden gelmişti? Yine dedesi yüzünden falan mı gelmişti? Soru işaretlerinin ucundaki kancalar zihnime arka arkaya saplanırken yataktan indim, pencerenin perdesini kaldırıp sokağa baktım.

Turuncu sokak lambasının altında siyah Range Rover'ın kaputuna yaslanmış, kollarını göğsünün üzerinde toplamış, odamın camına bakan Karan'ı görünce kalbim boğazımdan çıkmak, odamda parende atarak turlamak istedi.

Dışarıda yağmurun çiselediğini, damlaların, sokak lambasının yaydığı ışığın etrafından sicimle yeryüzüne düşüşünden anlamıştım.

Üzerinde yalnızca kolları dirseklerine kadar sıvanmış siyah bir kazak ve kot pantolon vardı. Göğsü büyük bir ağırlıkla aşağı yukarı kalkıyor, onun dışında hareket dahi etmiyordu. Hızlıca perdeyi indirerek odamdan çıktım, küçük adımlarla koridordan geçip portmantodan siyah paltomu alarak omuzlarıma attım ve çıkış kapısını büyük bir dikkatle açıp dışarı sızdım. Anahtarı alıp kapıyı yavaşça kapattım. Karan'a doğru baktım, botlarımın üzerine basarak yavaşça ona doğru yürümeye başladım. Yürürken gözlerim etrafta geziniyordu.

Hemen yanına vardığımda, "Burada ne işin var?" diye fısıldayarak çıkıştım. Sert bakışları beni botlarımdan başlayarak topuzuma kadar süzdü, göğsünde topladığı kollarını yavaşça serbest bırakıp kalçasını yasladığı kaputtan çekildi ve aracın ön kapısını açtı. Ben meraklı gözlerle ona bakarken o aracın içinden siyah bir poşet ve şirketinde kalan spor çantamı çıkarıp bana uzattı.

Poşete bakarken, "Ne bu?" diye sordum.

"Kıyafetlerin," dedi düz bir sesle.

"Teşekkür etmeyeceğim," dedim ona dik dik bakmaya devam ederek.

"Memnun olurum." Gözlerimin içine bakarken alt dudağını yavaşça yaladı. "Bölüm Başkanı'yla konuştum, stajın bitti."

"Tamam."

"Tamam."

"Güzel," diye saçmaladığımda hâlâ gözlerimin içine bakıyordu.

"Öyle," dedi bana uyarak.

"Peki."

"Peki." Neden bunu yaptığımız konusunda hiçbir fikrim yoktu, sanırım biraz daha yanında kalmak istiyordum. Göğün yeryüzüne emanet ettiği yağmur damlaları saçlarımın arasına saplanıyordu.

"İyi o zaman," diye fısıldadığımda sertçe yutkundu.

"İyi," dedi, sanki normal bir şey konuşuyormuşuz gibi görünüyordu.

"Gidiyorum," dedim gözlerinin içine bakmaya devam ederek.

"Gitmelisin," diye fısıldadı karanlık bir sesle.

"İyi geceler." Topuklarımın üzerinde dönecekken duraksadım. "Yani iyi sabahlar da olabilir."

"Sıçtın, bir de sıvadın. Bravo," dedi diğer Merve elini alnına koyup başını iki yana sallarken.

Tam arkamı dönmüş gidiyorken, büyük, sıcak elini bileğime doladı, atacağım adım havada kalırken sertçe yutkundum. Aniden beni kendine doğru çevirdi, toprağın içindeki yılanlar göğsüme dolanıp kalbimi sıkıştırırken gözlerimi gözlerine diktim.

"Bölüm Başkanı seninle uğraşmayacak," dedi gözlerimin içine çizdiği resimleri yine gözlerimin içinde ateşe verirken. "Sen de birilerinin kafasından aşağı kahve boşaltmamaya çalış."

Tüm binalar sanki üzerime yıkılıyormuş gibi hissederken, "Tamam," diyebildim.

Bileğimi bırakıp gözlerini gözlerimden uzaklaştırdı. "Git hadi," dedi, sesi kuruydu.

Ona sırtımı dönüp eve doğru yürürken, düşündüğüm tek şey arkamda bıraktığım o adamdı aslında. Gecenin, hatta sabahın bu saatinde neden kıyafetlerimi getirmek için kalkıp buralara kadar gelmişti ki? Anahtarı kapının deliğine sokarken omzumun üzerinden ona baktığımda göz göze geldik.

Karanlığı deşen kuzguni siyahı gözleri parlıyordu.

"Teşekkür etmeyeceğim," diye dudaklarımı oynattığımda yavaşça başını salladı, dudağı hafifçe yukarı kıvrılır gibi oldu.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde yanaklarımı geren sırıtma isteğini bastıramadım. Tam o sırada telefonum bir kez daha titredi.


Gönderen: Karan Çakıl

Tazmanya Canavarı mı? Ciddi misin? (02:46)


Gözlerim yavaşça üzerimdeki pijamaya kayarken kaşlarım çatıldı.


🦋


"Eskiden en azından okula birlikte gelirdiniz. Şimdi tamamen kopmuş bir iplik gibisiniz," dedi Büşra elindeki karton bardaktaki çayı masaya bırakıp göz ucuyla karşı masada oturan Defne'yi gösterirken. Hemen ardından karşıma oturdu ve kafeteryadaki uğultulu kalabalığa bakarak yanaklarının içini şişirdi. "Stajın bitmiş."

"Öyle."

Karton bardağın içindeki sıcak kahveyi avuçlarımın arasında tutmaya devam ederken, acaba Büşra dün olanları görmüş müdür diye iç geçirdim ama görseydi şimdiye çoktan beni soru yağmuruna tutmuş olması gerekirdi.

"Damla buraya bakıyor," diye homurdandı.

"Baksın. Umurumda değil."

Kaşlarını kaldırırken, "İlgilendiğin başka bir şey mi var yoksa?" diye sordu imalı bir ses tonu kullanarak. Gözlerimi kahvenin yüzeyinden çekmeden derin bir nefes aldım, yanaklarımın içini dişledim.

"Yine ne saçmalıyorsun Büş?"

"Saçmalıyor muyum?" diye sordu yüzümü eşeleyen meraklı gözlerle. "Merviş'im, Kara Prens seni siyah atıyla... Ay pardon siyah cipiyle almaya geliyor ve ben saçmalıyorum... Öyle mi?"

"Tam olarak öyle yapıyorsun," diye homurdandım gözlerimi kaldırıp ona bakarak. Suçlu küçük çocuklar gibi sırıttı.

Çayından bir yudum aldıktan hemen sonra, "Olgun erkeklerden hoşlandığını biliyorum. Senin on sekiz, on dokuz yaşlarında biriyle çıkmayacağını şu okuldaki herkes az çok tahmin edebilir," dedi bilmiş bilmiş. "Hem seni kendi yaşıtın biriyle düşünemiyorum bile!"

"Saçma..."

"Lamıyorum!" diye tamamladı beni yüksek sesle.

"Seninle bu konu hakkında tartışmayacağım. Saçma sapan romantik dizileri izlemekten vazgeçtiğinde konuşalım."

Başını iki yana sallarken omuz silkerek dudak büktü. Kahvemi içerken Büşra'nın daha fazla soru sormaması işime gelmişti doğrusu. Büşra abartmayı seviyordu. Biri bin yapanlardandı, ben de onun bu huyundan pek hazzetmiyordum.

Aniden masama konan cam şişenin çıkardığı takırtıyla irkilerek şişenin sahibine baktığımda, Enis'in yüzünde kendini beğenmiş bir ifadeyle bana baktığını gördüm. Kaşlarım aniden çatıldı, yan masadan bir sandalye çekip hemen karşıma oturdu. Cam şişenin içindeki kolayı önüne çekerken gözleri hâlâ üzerimdeydi.

"Pardon?" dedim sorar gibi, kaşlarım alnıma kadar yükselmişti.

"Oturdum," dedi rahat bir tavırla.

"Oturduğun gibi kalkıyorsun. Hemen," diye emrettiğimde dudağı alaycı bir kıvrımla yukarı doğru kavislendi.

"Oturdum ve kalkmayı düşünmüyorum Bayan Problemli. Varlığıma alışsan iyi edersin," dedi, gözlerimin içine ısrarla bakmayı sürdürüyordu. Ela gözlerinde midemi bulandıran bir kararlılık vardı.

"Kalk," diye fısıldadı Büşra çekinerek. "Diğer masaya gidelim Merve."

Kaşlarım tamamen çatılırken, "Biz neden gidiyormuşuz Büşra?" diye sordum. "O gidecek!" Büşra gözlerini kocaman açarak bana bakarken omuz silktim.

"Siz nereye gidiyorsunuz Büşra?" diye dalga geçti Enis. Büşra utanarak kafasını farklı bir yöne çevirdi. Enis güldü. "Ne güzel oturuyoruz."

"Derdin ne?" diye sordum, sert kabuğumu gördü. Bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Dirseğini masaya yasladı ve bana hiç de normal olmayacak bir şekilde yaklaşarak gözlerimin içine baktı. Gözleri şu an elayı kesmiş bir yeşil rengindeydi.

"Derdim sensin," dedi kısık bir sesle.

"Gerçekten büyük bir dert," dedim gözlerimi onun gözlerine dikip, savaş bayrağını en üste çekerek. "Ama bu derdin seni umursamadığı kesin. Biliyor musun, sen ve senin gibilere çok gülüyorum. Beni eğlendiriyorsunuz. Sizi umursamayan, kafasına bile takmayan insanları dert edinebilecek kadar işsizsiniz çünkü. Ne yap biliyor musun? Git ve işine yarayabilecek bir hobi edin ve beni kendine fobi olarak gör. Asla yaklaşma."

Masayı sertçe ona doğru ittiğimde masanın kenarı karnına çarptı. Yüzünü buruşturarak acıyla baktı, onu umursamadan masadan kalktım ve kafeteryanın çıkışına doğru yürüdüm. Üzerimizde dönen meraklı gözlerin varlığını hissetsem bile umursamamıştım.

Girdiğim her ders karınca adımı hızında ilerlemiş, tüm günüm fakültenin mahzene benzeyen duvarları arasında geçmişti. Bu vaktin büyük bir kısmını düşünerek, sorgulayarak, anılarımın üzerinden siyah pilot kalemle geçip onları belirginleştirerek geçirmiştim. Sorun düşünmek değildi aslında. Sorun, düşündüklerinin içinden çıkamamaktı. Düşüncelere hapsolmaktı. Ne zaman bir düşünceye hapsolsam, bileğime görünmez bir neşter basıyordum.

Varlığı dahi olmayan bir kesik nasıl bu denli acıtabilirdi? Baba... Sanırım düşüncelerimi en çok meşgul eden kelime buydu. Tek kelime, iki hece, dört harf... Beynimin loblarını bıçağıyla dövdü durdu. Göğüs kafesimin ortasında siyah bir gül gibi açtı, zehirli dikenlerini kalbime batırdı.

Bu düşünceyi zihnimden savmama neden olan bir isim vardı. Bir adam. Karan Çakıl. Karan'la ilgili merak ettiğim, öğrenmek istediğim, zihnimin çekmecelerine yerleştirip, zamanı gelince açıp bakmak istediğim birçok şey vardı. Mesela doğum günü ne zamandı? Annesinin adı neydi? Babasının? Hiç âşık olmuş muydu? Ya da... Şu an birine âşık mıydı? Burcu neydi? En sevdiği yemek neydi mesela?

Onu tıpkı bir matematik problemiymiş gibi kafamı yorarak, mantığımı kullanarak, zamanımı harcayarak çözmek istiyordum. Aramızdaki o bariyeri yok etmek, bariyerlerin arkasına saklanan Karan'ı bulup onunla tanışmak istiyordum. Fakültenin çıkışına doğru yürürken zihnimin kaldırımlarını döven adımların sahibi o adamdı. Derin bir nefes alıp fakültenin önünde dikildim ve telefonumu çıkarıp rehberime girdim.

Karan Çakıl aranıyor...

"Çakıltaşı?"

"Okulun önündeyim," diye fısıldadım. "Seni bekliyorum."

Cevap vermeden telefonu kapattığında dudaklarım yukarı kıvrıldı. Bunun ne demek olduğunu biliyordum. Kabaydı ama en düşüncelisiydi kabaların. Çok değil, yalnızca on dakika sonra burada olacağını biliyordum. Bu düşünce yanaklarımı ısıtırken sırtımı okulun dış duvarına yasladım.

Yanılmıştım, on dakika içinde gelmemişti. Henüz dokuzuncu dakikaya girmeden siyah Range Rover okulun önündeydi. Ve ruhumda sızlamak için ufacık bir esinti bekleyen o apse, sonunda patlayıp pis kanı dışarı akıtmıştı. 


🦋

Continue Reading

You'll Also Like

931K 28.2K 34
Mardin'de ilk görevine başlayan Doktor Mine ve Mardin Ağası Baver. Mine Antalya'da uzun yıllar yaşamış ve "Asla Mardinli adamla evlenmem!" Diyerek d...
389K 1.7K 4
YENİDEN YAZILIYOR 🍷⛓️🌓 Enemies to lovers... ⛓️ ~mafya İyi kalpli ama yaşadığı ilişkiler yüzünden kırık olan Ahu ablası evlenince onunla aynı evde...
3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
1.1M 69.6K 48
Hale, sosyal medyada yazdığı bir yorumun hayatını bu denli değiştireceğini nereden bilebilirdi ki.