ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

8. BÖLÜM: KARANLIK

301K 15.2K 5.1K
By binnurnigiz

🦋


Antimatter – Wish I Was Here


8. BÖLÜM

KARANLIK


Karanlığın içine sığınan gölgeleri kimse görmezdi. Ben karanlık bir gölgeydim. Üstüme basıp geçseler bile onları suçlayamazdım, çünkü ben görünmezdim. Ruhumun kıyılarına vurmadan hemen önce tenimden geçen o şakımayı hatırlayınca irkildim. Ruhuma da bedenime de öyle büyük zararlar vermişti ki...

Dikiş yerlerinden sökülmüş, sökülen dikiş yerinden pamukları sarkan küçük ayıcığın elini daha sıkı tuttum. Koridorun başında dikiliyor, salondan yükselen gürültünün sebebini kavramaya çalışırken, içten içe çok korkuyordum. Babamın bağırışları beni her zaman korkutmuştu çünkü oldukça kalın bir sesi vardı ve kızdığında çok korkunç bakardı. Küçük kalbimin göğsümün içinde arka arkaya bin kez tökezlediğini hissettiğimde salonun kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Bir süre sessizce kapının önünde dikilen babama baktım. Dişlerini sıkarak, "Senin burada ne işin var?" diye bağırdığında olduğum yerde sıçradım ve oyuncak ayımın elini daha sıkı kavradım.

Dudaklarımı bükerek, "Neden bağırıyorsun?" diye sorduğumda bana atabileceği en korkunç bakışı attı. Bir adım geriledim ve iri gözlerimi kaldırarak babamın gözlerinin içine baktım. O gözlerin içine her baktığımda, bir mezarın bedenimi yutmak için orada beklediğini görürdüm.

Bana doğru bir adım attı, bakışları kısaca yüzümde dolandı. Hafifçe eğildi. "Ayak altında dolaşma," derken sesi tehditkârdı. "Yoksa ayağımın altında kalırsın."

Beni kolumdan tuttu, dirseğimin hemen altını saran büyük elleri acıyla yüzümü buruşturmama neden oldu. Beni sertçe ilerideki duvara doğru savurduğunda elimdeki oyuncak ayı yere düştü, sırtım şiddetle soğuk duvara çarptı ve küçük bedenimde öyle büyük bir acı hissettim ki, bir an dizlerimin üzerine eğilip kan kusacağımı sandım. Gözlerim ânında doldu, dudaklarım bükülürken içli bir hıçkırık sesi çıkardım. Babam bana nefretle baktı. Bana acımadı, gelip beni kaldırmadı, bana elini uzatmadı. Sırtını dönüp yatak odasına doğru giderken, annemin salondan yükselen ağlama sesleri, dudaklarımı büken hıçkırıkların daha da şiddetlenmesine neden oldu.

Bu kez geçen seferki gibi yüzüme vurmadığı için daha şanslı hissetmiştim kendimi.

"Daha iyi misin?" diye sordu Karan. Başımı güçlükle salladığımda, güçlü kollar beni yavaşça serbest bıraktı; büyük eliyle çenemi kavradı, yüzümü kaldırıp ona bakmamı sağladı. Kuzguni siyahı gözlerinin içindeki siyah perdenin ucu alev almış yanıyordu. Yağan yağmurun aksine onun gözlerinde kara bir yangın vardı. "Senden herhangi bir açıklama yapmanı beklemeyeceğim."

"Sağ ol," diye fısıldadım.

Karan bir şey demedi, sol eliyle sağ elimi kavradı, elimi kavrayan eli sıcacıktı. Benim küçük ellerim onun büyük ellerinin arasında kaybolurken nefesimi tuttum. Arabanın ön yolcu koltuğunun kapısını açtı ve yavaşça koltuğa oturmama yardım etti. Karan elini yavaşça elimden çekti, göğsümde kuyu gibi bir boşluk açıldı. Kapımı kapattıktan sonra sürücü koltuğuna geçti ve aracın motorunu çalıştırdı, ısıtıcısı çalışan aracın içi yavaşça ısınırken tenim bu sıcaklığı bir an reddetti, kemiklerim şokla sarsıldı ve kesik kesik sancıdı. Kaslı kollarının üzerinde hâlâ yağmur damlaları vardı. Soğuk tüm vücuduma ucu yanık bir bıçak gibi saplanırken, tenime yavaş yavaş akan sıcağa bir türlü alışamadığımı fark ettim.

Aracın kapıları kapalı olsa da yağmurun sesini tıpkı dışarıdaymış gibi çok net duyabiliyordum. Gözlerimi ön cama çevirdim, silecekler çalışıyor, ön camdan akıp giden yağmuru savurarak temizliyordu. Bedenimden yükselen ağrının sebebini sorgulamadım ama yine de bazen o ağrıya yoğunlaşabiliyordum.

"Hâlâ üşüyor musun?" diye sordu tok bir sesle.

Başımı iki yana sallarken, "Hayır," diye yanıt verdim, sesim çatlak çıkmıştı.

Karan burnundan içeri sesli, sert bir nefes aldı. Gözleri ön camda altımızdan akıp giden beyaz şeritli yoldaydı. Yağmur şiddetini azaltmaktansa daha da arttırmıştı sanki. Siyah gökyüzü, mavi damarları andıran şimşeğin etkisiyle aydınlandı, ardından ölen bir bedenin nabzı gibi yavaşça gökyüzünü terk edip söndü. Aracın içi oldukça karanlıktı, Karan tavan lambasını yakmadığı için ona minnettardım.

"Ağlamak istiyorsan kendini tutmana gerek yok," dedi düz bir sesle. Konuşurken kara gözlerini yoldan bir an olsun ayırmamıştı. Bir an dediği şeye gülmek istedim ama elbette bu isteği eyleme dökemedim.

"Ağlamak istemiyorum."

"Güzel," dedi kuru bir sesle. "Kendini sıkıyormuşsun gibi hissettim."

"Kendimi sıkmıyorum."

Hiçbir şey söylemedi. Araç bir süre şehrin içinde dolaştı, konuşmadık. Karan direksiyonu kırarak bilmediğim patika bir yola saparken hâlsiz düşmüştüm, göz kapaklarımı aralamaya çalışarak çevreme bakındım, nereye gittiğimizi belli eden herhangi bir tabela ya da işaret yoktu. Patikayı çevreleyen gitgide sıklaşan ağaçlardan oluşan ıssız bir yere gittiğimizi görebiliyordum ama bunun üstünde durmadım. Şu an beni götürdüğü yerde kesse bile umurumda olmazdı.

Aracın radyosunun üstündeki göstergeye baktım. Saat sabahın ikisiydi. Ne ara bu kadar çabuk geçmişti zaman? İçli bir nefes aldıktan sonra omzumun üstünden Karan'a baktım.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum kısık bir sesle.

"Çok daha güvende hissedebileceğin bir yere."

Kaşlarım çatıldı. "Anlamadım?"

"Seni almamı söyledin ve gelip seni aldım. Seni evime götürecektim ama şu an dedem evde. Seni evde görecek olursa yarın ilk işi imam nikâhımızı kıydırmak olur. Bu yüzden seni bağ evine götürüyorum."

"Sana yük olduğum için üzgünüm," diye fısıldadım gözlerimi önüme düşürüp dizlerimin üzerinde duran bembeyaz kesilmiş ellerime bakarken. Parmaklarım buruş buruş olmuştu.

"Bana yük olduğun falan yok Çakıltaşı. At şu saçma düşünceyi kafandan."

"Tavan lambasını yakmadığın için ayrıca teşekkür ederim," diye mırıldandığımda onun üstünden bana baktığını hissettim, onun bana bakmasıyla birlikte otomatikman ben de ona baktım. Kıyamet karası gözler karanlığı yırtacak kadar parlaktı. Gözleri bir mezarın ıslanmış toprağına benziyordu. O, toprağın acı şehvetiydi. Parmaklarım onun cehenneminin ateşine değmek istiyordu.

"Tavan lambasını kullanmıyorum," dedi düz bir sesle.

"Karanlığı seviyor musun?"

"Karanlığı sevmemem için hiçbir neden yok," dedi yalın bir sesle. "Karanlık beni içine kabul eden tek şey."

"Ben de seviyorum," diye fısıldadım tıpkı bir sır veriyormuş gibi. Bir an bakışlarının tamamen yüzüme kilitlendiğini fark edince midem kasıldı. "Yani karanlığı."

"Karanlık iyidir."

"İyidir."

Arabayı durdurduğunda gözlerimi ön camdan dışarı çevirdim. Hemen karşımızda tek katlı ama üstünde bir de çatı katının olduğu bir bağ evi duruyordu. Tamamen taş duvarlarla örülmüş evin dış görüntüsü oldukça şık ve göz alıcıydı. Bakışlarım Karan'a doğru kaydı, o da gözlerini bağ evine dikmişti. Düzgün burnu, etli dudakları ve uzun kirpikleri ona bakıldığında insanın dikkatini çeken ilk ayrıntılar gibi dursa da yüzünün her noktası pahalı bir sanat eseri esrarı taşıyordu.

Bakışlarını yavaşça bana doğru çevirdi. Sanki onu en ince ayrıntısına kadar ezberlemeye çalıştığımı hissetmiş gibi görünüyordu. Sessizlik ve karanlığın hakimiyet sürdüğü arabanın içinde göz göze geldik. Yavaşça kapıya uzanırken gözleri yüzümden ayrıldı, kapıyı açtığı an dışarıdaki soğuk büyük bir hızla aracın içine doluştu ve sıcağa anca alışan bedenim kaskatı kesilirken kesik kesik acıdı. Kapıyı kapattığında bile soğuk hâlâ içerideydi. Karan benim kapımı açmak için ön camın önünden dolaştı, kapımı açtığı an kafamı kaldırıp ona baktım. Yavaşça kolumu tutup araçtan çıkmam konusunda bana yardımcı oldu. Kafamı kaldırıp karşımda duran bağ evine baktım, yağmur atıştırmayı sürdürüyordu.

Ayaklarım güçsüz bir şekilde yerdeki toprağa bastı, toprak nemli olduğu için botlarım toprağın içine gömülmüştü. Zorlanarak birkaç adım attım, Karan kolumu bırakıp aracın uzaktan kumandası ile aracı kilitledi. Zihnimde zonklayan düşüncelerle bağ evine doğru yürürken Karan da hemen yanımda yürüyordu. Hemen önüme geçip bağ evinin kapısını açtı ve kapıya sırtını yaslayarak geçmem için bana yer verdi. Ahşap zemine çamurlu botlarımla bastığımda bir an duraksadım ve omzumun üstünden Karan'a bakıp herhangi bir onay bekledim.

"Sorun yok," dedi. "Benim ayakkabılarımın da seninkilerden bir farkı yok. Gir içeri."

İçerisi en az dışarısı kadar soğuk ve tozluydu. Karan içeri girdikten sonra kapıyı çarparak kapattı, duvarların titrediğini fark ettim. Ayaklı lambayı yaktı, lamba turuncuya kaçık sarı bir ışık yayarak ortamı aydınlattı.

"Sıcak su ne âlemde bilmiyorum ama şömineyi yakacağım," dedi ve şöminenin karşısında duran kanepeyi işaret etti. "Sen otur. Ben odunluktan yakacak bir şeyler alıp geleceğim."

Dediğini yapıp kanepeye oturdum, Karan'ı göremiyordum ama sesini duyabiliyordum.

"Karnın aç mı?" diye sordu, sesi olduğu yerde yankı uyandırmıştı.

"Hayır," diye yalan söyledim. Kesinlikle açlıktan gözüm her an dönebilir, onun bu pahalı kanepesini kemirmeye başlayabilirdim.

"Bunu evet olarak kabul ediyorum."

Cevap vermedim. Çok değil, birkaç dakika sonra Karan kolunun iç tarafına koyduğu birkaç odun ve çıra parçası ile içeri girdi. Üzerinde hâlâ o sporcu atleti vardı. Üşümüyor muydu? Bana kısa bir bakış attıktan sonra şöminenin önünde diz çöktü, şömineyi usta bir şekilde yaktı. O bunu yaparken ben gözlerimi bir an olsun onun üzerinden ayırmadım. Ellerini silkerek ayağa kalktıktan sonra çatık kaşlarla bana bakıp ensesini kaşıdı, derin bir nefesle kaslı göğsünü şişirdi.

"Burası birazdan içinde yaşanabilecek sıcaklığa ulaşır. Ben bir duş alacağım. Suyun sıcaklığına bakmış olurum hem."

"Tamam," dedim etrafı kolaçan etmeye devam ederken.

Şöminenin hemen üstünde duvara monte edilmiş siyah, LCD ekran bir televizyon vardı. Dev bir ekrana sahip değildi ama çok küçük de sayılmazdı. Televizyonun etrafında küçük raflar vardı ve rafların üzerlerine dizilmiş okumayı göze alamayacağın kadar kalın kitaplar vardı. Dağın başındaki bir bağ evine göre oldukça modern dizayn edilmişti. Biraz tozluydu ama bunun dışında oldukça modern ve güzel görünüyordu.

İçeriden gelen su sesinden anladığım kadarıyla Karan şu an duş alıyordu. Dışarıdan gelen yağmur sesi, içeriden yükselen onun tenine çarpan su sesiyle yarış yapıyordu resmen. Birkaç dakika öylece yanan ateşi izledim. Su sesi kesildikten bir süre sonra görüş alanıma girmeyi başaran Karan'ın göğsünden sicimle inen su damlaları tüm dikkatimi dağıtmayı başarmıştı. Altında siyah bir eşofman altından başka hiçbir şey yoktu. Çıplak göğsünden akan su baklavalarının arasındaki kıvrımlara inmeye çalışıyordu. Bir an gözlerim damarları belirgin kasıklarına kaydı. Kasığının sol kısmındaki dövme dikkatimi çekti. Gözlerimi dövmeye dikmiş, dövmenin şeklini bir şeye benzetmeye çalışırken bir an yanaklarıma kan oturdu. Gözlerimi hızla ahşap parkeli zemine çevirdim.

"Aman Allah'ım!" diye bağırdı diğer Merve arsızlıkla. "Kabul et, onun harika bir vücudu var!"

"Kes sesini!" diye bağırdığımda Karan'ın kaşlarının hayretle havaya kalktığını göremesem de hissedebilmiştim. Alt dudağımı ısırıp yüzümü buruşturduktan sonra göz ucuyla ona baktım. Tam da tahmin ettiğim gibi kaşları havaya kalkmıştı.

"Anlamadım?"

"Sana demedim," diye fısıldadım saç diplerimi hafifçe kaşırken.

İnanmadığı her hâlinden belliydi ama bir şey demedi.

Eliyle banyo kapısını işaret ederken, "Senin için bir şeyler çıkardım. Muhtemelen içinde kaybolacaksın ama elimden başka bir şey gelmez. Bu arada su buz gibi, banyo yapmasan iyi olacak," dedi.

"Banyoya kadar gidip duş almayacak mıyım?"

"Orası benim odam," dedi düz bir sesle. "Banyo odanın içinde. Tek başıma vakit geçirdiğim için böyle olmasını tercih etmiştim."

"Anladım," diye fısıldadım oturduğum yerden kalkarken. "Odana dal düz girmemde bir sakınca yok mu?"

"Yok," derken sesi ifadesizdi, kafamı çevirip ona baktım. "Takıl kafana göre. Yatağın üstüne bıraktım kıyafetleri."

"En azından elimi yüzümü yıkayabilir miyim?"

"Tabii ki."

"Teşekkürler."

"Asi bir Çakıltaşı'na göre bugün gereğinden fazla teşekkür etmedin mi?" diye sorduğunda cevap vermeden odasına girip kapıyı kapattım.

Kafamı kaldırıp loş bir ışıkla aydınlanan odasına baktım. Çift kişilik büyük yatağının siyah kadife nevresim takımı kaşlarımı kaldırmama neden oldu, yatağın başlığı da kadifedendi ve oldukça göz alıcı şekilde büyük, rengiyse beni şaşırtmayacak şekilde siyahtı. Ortada siyah, gerçek olmadığını düşündüğüm bir hayvan postu, yatağın hemen karşısında çift kapılı, kapıları geniş parlak siyah bir elbise dolabı vardı. Duvarlar dışında odada beyaz tek bir parça bile bulamamıştım. Duvarlardaki raflarda sayamayacağım kadar çok kitap vardı. Banyonun kapısı aralık duruyordu, içeriden ıslak ve aynı zamanda ılık bir şekilde onun kokusu sızıyordu.

Yavaşça banyoya geçip botlarımı çıkardıktan sonra elimi yüzümü sabunladım ve ayaklarımı yıkadım. Karan'ın biraz önce bedenine sardığı koyu renk havluyu görebiliyordum. Kaşlarımı çatarak gözlerimi havludan ayırdım. İşimi bitirdikten sonra odaya döndüm, Karan'ın yatağının üzerine bıraktığı kıyafetlere kısaca baktım. Siyah bir kazak, siyah eşofman altı ve siyah, dar bir boxer üst üste katlı şekilde duruyordu. Önce utansam da sonunda utanmanın manasız olduğunu fark ederek üstümdekileri çıkarıp Karan'ın benim için koyduğu kıyafetleri üzerime geçirdim.

Sütyenim tamamen ıslak olduğu için onu geri giyemezdim. Allah'tan Karan'ın kazağı çok genişti, sütyensiz göğüslerimi çok da belli etmiyordu. Çıplak tenimde hissettiğim kıyafetleri tenimin karıncalanmasına neden oldu. Hâlsiz hissediyordum. Şakaklarımı ovarak odadan çıkıp tekrar salona girdim. Kafamı kaldırdığım anda gördüğüm görüntüyle olduğum yere çakılmış gibi hissettim. Karan hemen salonun ortasında, tavanın biraz altında duran kirişe tutunmuş bedenini yukarı çekerken, karnındaki tüm kaslar ortaya çıkmıştı, teni terden parıldıyordu. Adonis kasının hemen üstünde, kasığının sol kısmında duran dövmesinin üstünden akan ter damlası damarlarına doğru yola çıkıp gözden kayboldu.

Soluğum kesildi. Karan içeri girdiğimi fark edince kendini yavaşça yere bıraktı ve uzun parmaklarını ıslak saçlarının arasından geçirerek saçlarını geriye doğru iterek derin bir nefes aldı.

"Uzun süre çıkmayınca içeride uyudun sandım."

"Yok," diyebildim.

"Uyusaydın orada," dedi gözlerini yüzüme dikerek.

"Yok. Uykum yok."

"Bir şeyler yemek istersen mutfak orada," dedi ileriyi işaret ederek. "Uzun zamandır uğramadığım için dolap ne âlemde bilmiyorum ama mutlaka yeni organizmalar yaratmamış, yenebilecek bir şeyler bulabilirsin."

"Küflenmiş şeyler yemeye niyetim yok."

"Sen bilirsin."

Yavaşça kanepeye oturduğumda onun bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum ama ona bakmadım. Gözlerimi hemen karşımda yanan ateşe çevirdim. Karan elindeki küçük el havlusuyla göğüs kaslarını kurularken hemen yanıma oturdu. Gözlerimiz karşımızda harlanan ateşin üzerinde buluştu; ikimiz de oldukça sessizdik. Şu an ne düşünüyordu bilmiyordum ama ne düşündüğünü deli gibi merak ediyordum.

"Dedene neden yalan söyledin?" diye sordum gözlerim yanan ateşten ayrılmazken.

"Ona yalan söylemedim. O anlamak istediği gibi anladı ve ben de bunu yalanlamadım."

"Bahsettiği arazi için mi yapıyorsun bunu?"

"Kısmen," dedi kısık bir sesle. "Hem onun için hem de beni biraz olsun rahat bırakmasını istediğim için."

"Neden seni rahat bırakmasını istiyorsun ki?"

"Ben yirmi altı yaşındayım Çakıltaşı. Tıpkı bir çocukmuşum gibi arkamı toplamaya çalışması hoşuma gitmiyor."

Bir an bu dediği şeye gülmek istedim. Sanırım dünyanın adaleti böyleydi. Kimisi ilgi dilenirken kimisi rahatlık için, özgürlük için yalana sığınıyordu.

"İnsanın arkasını toplayanının olması güzel bir şey bence."

Söylediğimi es geçerek, "Bana neler olduğunu anlatmayacaksın, değil mi?" diye sordu.

"Aslında anlatılacak bir şey yok."

"Anlatılacak bir şey olmadığı için mi beni aradın? O gün konferans salonunda tanıdığım kızsın sen. Bana dişlerini geçiren, haksız olduğunu bile bile bana meydan okuyan kızsın. Basit bir şey için beni arayacağına inanacağımı falan düşünmüyorsundur umarım."

"Anlatılacak bir şey olmadığından öyle demiyorum. Anlatacak hâlim olmadığından öyle diyorum."

"Kısaca özet geç," dedi, sesi biraz önceye nazaran biraz uykulu çıkmıştı.

"Ağlayamıyorum," diye fısıldadım.

"Ee? Ne var bunda?" diye sordu.

"Ağlayamıyorum hiç. Bazen acımla dalga geçer gibi kendi kendime gülüyorum. Gülmek istediğim için değil... O an farkında olmadan oluyor bu."

Omzumuzun üstünden birbirimize baktık. Gözleri uykulu bakıyordu, uzun kirpiklerini ağır ağır kırpıştırdı. Elini yavaşça kaldırdığında gözlerimi gözlerinden ayırmadım, işaret parmağını burnuma değdirdiğinde gözlerimi hızla kırpıştırdım. İşaret parmağıyla burnuma küçük fiskeler şeklinde vuruyordu.

"Şu dünyadaki en olgun kişi acıya gülendir," dedi burnuma ritmik hareketlerle vurmaya devam ederken.

"Ağlanacak hâlimize gülüyoruz," diye fısıldadım, gözlerinin içine bakıyordum. Onun kelimeleri benim omuzlarımdaki yükü kaldırıyordu sanki. Sessiz kaldı, gözlerini gözlerimden ayırmadı. Onun gözlerinin kara okyanusunun dibine gömdüğü hazinelerden biri de buydu, o insanlara huzur veriyordu.

"Benim olgun olduğumu kabul ettin yani?" diye dalga geçtim sessizliği bölmek için. Yüzünde eğlendiğini belli eden bir ifade belirdi ama dudakları yukarı kıvrılmadı.

"Diyelim ki kabul ettim, bu neyi değiştirir?"

Bir süre aramızda zamanın kalıplaştıramadığı garip bir bakışma geçti.

"Anlamadım?"

"Boş ver," dedi omuz silkerek. "Dedem gidene kadar kız arkadaşımmış gibi davranacak mısın?"

Başımı iki yana sallarken fısıldadım. "Onu kandırmak istemiyorum."

"Onu kandırmayacaksın." Duraksadı. "Onu kandıran benim. Sen değilsin."

Derin bir iç çektim. "Sana ortak olacağım sonuçta," dedim gözlerimi kısarak ona bakarken.

"Bu işten çıkarı olan tek kişi ben olmayacağım. Hem stajdan kurtulmuş olacaksın hem de okulda arkanı kollayacağım."

"Arkamı kollamak?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Karan başını salladı, bakışlarını tekrar karşımızda yanan ateşe çevirdi. Teni ateşin yansımasıyla tıpkı bir elmas gibi parlıyordu.

"Arkanı kollayacağım. Yani istediğin kişinin kafasından aşağıya gönül rahatlığıyla kahve boşaltabileceksin ama rica ediyorum kahve haşlak olmasın."

"O kız onu hak etmişti!" diye çemkirdim. "Yine olsa yine yaparım!"

"İşte diyorum ya, yine yapacak olursan arkanı kollayacağım." Sesindeki ciddiyet bir an için beni gerçekten güldürecek sandım, dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözüm duvardaki saate kaydığında saatin çoktan sabahın beşi olduğunu görmüştüm. Koltukta bağdaş kurarak oturdum, bakışlarımı tekrar Karan'a çevirdim.

"Saat sabahın beşi olmuş. Biraz uyuman gerek. Birkaç saat sonra şirkete gitmeyecek misin?" diye sordum.

Başını iki yana salladı. "Hayır," dedi düz bir sesle. "Sabah şirkete gitmeyeceğim. Bana bir cevap verecek misin artık Çakıltaşı?"

Bir şekilde ona yardım edip ödeşmemiz gerektiğini düşünüyordum. Yaptıklarının altında kalmak istemiyordum.

"Deden gidene kadar sana uymaya çalışacağım," diye fısıldadım. "Ama bunu senden korktuğum için değil, ödeşmek için yapacağım."

"Bahsettiğim şey bu değildi," diye fısıldadı ama o kadar kısık sesle konuşmuştu ki, duymadığımı sanmıştı. Bozuntuya vermedim ama kalbim hızlandı; bu bir böceğin kurumuş ve çatlak toprakta, etrafına döşenmiş sert taşların arasında hareket etmeye çalışmasından farksızdı. Aniden gözleri beni bulduğunda siyah bakışlarının yoğunlaştığını hissettim. Dikkatli bir şekilde yüzümü inceledi.

"Çakıltaşı," dedi aniden, ardından büyük eli yavaşça yanağıma kaydı. Tam gözlerinin içine baktım. "Yanağına ne oldu senin?"

Sorusu yanağımdaki acının varlığını hatırlattı.

Karan'ın gözleri bir cevap beklercesine gözlerimde dolanırken derin bir nefes alarak düz bakışlarımı onun yüzüne sabitledim. Onun soru işareti dolu gözlerine bakarken kendimi korkunç derecede küçük, korkunç derecede yalnız ve yitik hissettim.

Cevap vermedim. Büyük avucunu yanağıma kaydırdı, başparmağıyla usulca yanağımı okşarken gözlerim kısıldı, elime ayağıma düğüm atılmış gibi hissettiren bu dokunuşuna karşılık veremedim.

"Bunu sana kim yaptı?" diye sordu, sorusunun ucunda keskin, bilenmiş, siyah saplı bir bıçak vardı, o bıçak nefes boşluğuma saplanmış gibi hissettim. Başparmağıyla yanağımı okşamayı sürdürdü, avucundaki yoğun kokuyu içime doldururken, tenindeki sıcaklığı derimin altında hissediyor, avuçlarındaki damarlarda atan nabzın kışkırtıcı sesini duyabiliyorum.

Gözlerimi ondan kaçırarak sönmeye başlayan şöminenin fersiz ateşine baktım. "Babam," dedim düz bir sesle.

Kısa sessizliğin ardından, "Acıyor mu?" diye sordu.

Kaşlarım çatıldı. "Neden yaptığını sormayacak mısın?"

Sol dudağı yavaşça yukarı kavislenir gibi oldu ama bu hareket kesinlikle neşeden uzak ve cansızdı. Karanlığın kozasını yırtan, siyah kelebekleri ayaklandıran küçük bir tebessümdü. Belki de tebessüm bile değildi.

"Bunun bir nedeni olamaz," diye fısıldadı. Başparmağıyla hafifçe elmacık kemiğimi okşadı. "Bir baba, kızını yağmurun altında yalnızlığa terk edecek kadar gaddarsa, kız çocuğu ona ne yaparsa yapsın, haklıdır. Sana attığı tokadın bir nedeni olamaz Çakıltaşı. Hiçbir nedeni olamaz."

"Başka bir kadınla ilişkisi var." Dudaklarım bu cümleyi kurduktan hemen sonra sızladı. "Annemi durmadan aşağılıyor ve beni asla yapmayacağım bir şeyle itham etti."

"Seni neyle itham etti?" Sesi oldukça sakindi ama bakışları pek de sakin görünmüyordu şu an.

"Şeyle..."

"Neyle Çakıltaşı?" Sesi gitgide sertleşiyor, bakışlarındaki ruh çekiliyordu.

"Boş ver," dedim ama bana ne olduğunu anlamış gibi baktı.

Çenesinin seğirdiğini gördüm ama hiçbir şey söylemedi. Yaptığı tek şey elini yanağımdan çekmek ve hızla ayağa kalkarak bir süre ortalıktan kaybolmak olup odasına girdi. Çok değil, beş dakika sonra tekrar yanıma oturdu, elinde beyaz bir poşet vardı. Yağmur dinmiş, şöminedeki ateş tamamen sönmüştü. Kuş cıvıltılarını duyabiliyordum, içeri maviye kaçık aydınlık bir ışık sızıyordu. Sanırım şafak çoktan sökmüştü. Poşetin içinden iki krem çıkardı, derin bir nefes alıp kremlerden sarı olanın kapağını açtı. Parmağına belli bir miktar krem sıkarken gözlerim onun üzerindeydi. Sıkıntılı görünüyordu, kasvetli bir havası vardı.

İşaret parmağına sıktığı kremi yanağıma yaklaştırırken gözleri tekrar gözlerimi buldu. Küçük daireler çizerek yanağıma kremi yayarken hiç olmadığı kadar gergin görünüyordu.

"Babanın adı neydi?" diye sordu karanlık bir sesle.

"Mehmet."

"Mehmet Karakuyu?"

"Evet," diye fısıldadım.

"Daha iyi misin?" Karan'ın sesi ifadesizdi, ne düşündüğü konusunda hiçbir fikrim yoktu.

"Daha iyiyim," dedim çatlak bir sesle. Kasıklarımda büyüyen ağrıyı saymazsak gerçekten iyi hissediyordum kendimi.

"İyi," dedi benim aksime net bir sesle, parmağını yavaşça yanağımdan çekti. "Sen benim odamı kullanabilirsin. Ben burada uyuyacağım. Şöminenin ateşi odayı da ısıtmıştır, o sıcaklık akşama kadar idare eder seni."

"Teşekkür ederim," dedim ayağa kalkarken. Bir an dengemi kaybedecek gibi olunca Karan sağ bileğimi kavrayıp beni yakaladı ve düşmeme mani oldu. Uzun ve hâlâ nemli olan siyah saçlarım yüzümün önüne düşerken, saç tellerimin arasından Karan'ı görebiliyordum. Büyük bir dikkatle bana bakıyordu. "Pardon."

"Hırçın küçük bir kız çocuğuna göre bugün çok fazla teşekkür ettin."

"Farkındayım," diye mırıldandım, sesimde bilinmezlikler vardı. Bileğimi yavaşça avucunun içinden kurtardım. Saçlarımı yüzümden çekip kulağımın arkasına ittim ve göz teması kurmamaya çalışarak, "İyi uykular," diye fısıldadım. Topuklarımın üzerinde dönerek Karan Çakıl'ın odasına doğru yürüdüm.

"İyi uykular kız çocuğu."


🦋


İnsanın tutunduğu her dal kırılınca, sağlam olanı da kendisi kırardı fark etmeden.

Ben de öyleydim işte.

Yüzüme vuran güneşin ışığı siyah perdeyi yırtmayı nasıl başarmıştı hiçbir fikrim yoktu. Tenimi ısıtan güneşin varlığı sinir bozucu bir şekilde odanın içindeydi. Yumuşak yorganı ayaklarımla ittikten sonra komodinin üstüne bıraktığım cep telefonumu elime aldım, ekran kilidini kaldırdım. Mesaj ya da cevapsız çağrı yoktu. Saat sabahın yalnızca dokuzuydu, çok az uyumuştum. Yavaşça yataktan kalkarken karşımdaki elbise dolabının boy aynasına baktım. Dağılmış görünüyordum. Önemsemeden hızla banyoya geçtim. Kıyafetlerim epeyce nemliydi ama giyilemeyecek durumda değillerdi. Üstümü giyindikten hemen sonra Karan'ın yatağını hızlıca toparlayıp odadan çıktım. Salona girdiğimde karşı karşıya kaldığım manzara dudaklarımın aralanmasına, akrebin yelkovanın sırtına saplanmasına neden oldu. Karan kanepenin üzerinde uyuyordu.

Sol eli başının altındaydı, sağ elini koltuğun sırtına atmıştı, kaslı göğsü biraz terli duruyordu. Adonis kasının çıkıntısına yakın, kasığının sol kısmındaki dövmenin üzerinde de ter parıltıları vardı. Göğsü büyük bir dinginlikle aşağı yukarı inip kalkarken hiç olmadığı kadar masum ve savunmasız görünüyordu. Onu izlerken kalbimin parçalara ayrıldığını ve her bir parçanın göğüs kafesimdeki kemikten parmaklıklara takılarak asılı kaldığını sandım.

O, bir insanı kendi nefesiyle nefessiz bırakabilecek kadar güzeldi.

"Uzun kirpiklerinin yüzüne düşürdüğü gölgelere bak," dedi diğer Merve onun güzelliğine esir olurken. "O gerçekten uzun kirpiklere sahip."

Karan'ın siyah, uzun ve kıvrımlı kirpiklerine baktım. Bir kadını bile kıskandıracak güzellikte olan gür kirpiklerinin gölgeleri elmacık kemiklerine kadar uzanıyordu. Etli dudakları hafif aralıklı duruyordu, ağzından aldığı kısık, küçük nefeslerin çıkardığı sesi duyabiliyordum. Köprücük kemikleri oldukça belirgindi, hatta normal bir insanınkinden çok daha kavisli ve çıkıntıya sahipti.

"Bir daha yapmayacağım," dedi ürkek bir sesle. Gözleri kapalıydı, dudaklarının hareketlerini izlediğimde kasıldım. Kalbimdeki saatli bombanın yanlış kablosu kesilmiş gibi irkilirken, yaklaşan o gürültülü patlamayı bekledim. "Hayır!" diye bağırdığında olduğum yerde korkuyla sıçradım ve anlık bir cesaretle kanepenin önünde diz çökerek onun omzunu hafifçe tutup sarstım. Bu hâli beni korkutmuştu. "Bir daha yapmayacağım."

Sesi inilti gibi çıkmıştı. Karan aniden elimi yakaladı, büyük bir güç uygulayarak elimi sıktı.

"Bir daha yapmayacağım," diye fısıldadı. "Yalvarırım, ne olursun gitme."

Derin bir nefes aldığında alnı ter içindeydi, tuttuğu elimi daha sıkı kavradı. Düşünceler zihnime doluştu, ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Başını iki yana sallarken gür kaşları kavislenerek çatıldı, alnının ortasındaki pürüzsüz yolda endişenin açtığı yarıklar genişledi. Alt dudağını üst dudağının altına aldı, hafifçe emerken acıyla inledi.

"Gitme," diye fısıldadı, ilk kez böyle savunmasız görünüyordu. "Beni o karanlığa itme. Anne. Gitme."

Göğsümün çukuruna oturan o acı ayaklandı, yavaşça göğsümün sokaklarını gezmeye başladı. Yutkunmak istedim ama bunu yapamadım, sanki yutkunursam onun dudaklarından dökülen o kelime saplanacaktı nefes boruma ve ben, nefessiz bir şekilde o kelimede boğulup ölecektim. Anne.Parmaklarım ellerini daha sıkı kavradı, ona güven vermek istiyormuş gibi elini sıktım. Onun gibi bir adamın benim gibi küçük bir kızın yanında güvende hissetmesi imkânsızdı, ama yine de onun yanımda güvende hissetmesini istedim.

"Anne," diye fısıldadı tekrardan, sesi gitgide kısılıyor, tıpkı bir balon gibi yavaşça sönüyordu.

"Karan," diye fısıldadım, parmakları elimi daha sert kavradığında sertçe yutkundum. "Karan."

Acıyla inledi, parmakları parmaklarımı koparmak istiyormuş gibi sıkıca kavradı ve gözleri yavaşça aralandı. Eli avucumun içine kaydı, göğsü hızla yukarı doğru inip kalkarken şakağından akan ter kulak boşluğuna kadar sürüklendi.

"Çakıltaşı," diye fısıldadı kupkuru bir sesle, yalnızca birkaç dakika içinde tüm vücudu ter içinde kalmıştı.

"Buradayım," diyebildim. Elini daha sıkı tutup küçük avucumda kaybetmeye çalıştım ama eli o kadar büyüktü ki, avucuma sığmıyordu. "Sorun ne?"

Bir anda yüzündeki ifade dondu, kaskatı kesildi, gözlerini hızla gözlerimden çekip uzaklaştırırken elini de avucumun içinden çekip aldı. Gözlerini yumdu, dudaklarını yaladı.

"Sorun yok," dedi, sesi duygularını saklıyordu.

Kalbim göğüs kafesimin içinde eziliyormuş gibi hissettim. "Ama can çekişiyor gibi görünüyordun."

"Yalnızca bir kâbus."

"Sen..." Duraksadım, gözlerimi yüzünde gezdirdim. "Anne dedin."

Aniden gözlerini açtı, ruhsuz bakışlarını tavana sabitlerken dudakları dümdüz bir çizgi şeklini almış, çenesi gerilmişti. Bir süre gözünü dahi kırpmadan tavanı izledi. Tavanda ona anlatılan mutlu sonla bitmeyen bir masal vardı da her seferinde o masalın sonunun değişmesi umuduyla tavana bakmayı sürdürüyordu sanki. Gözünün siyahını profilinden bile görebiliyordum; uzun kirpikleri zehirli savaş okları gibi tavanı hedef almış, çıkıntılı âdem elması sık sık yutkunduğundan aşağı yukarı hareket ediyordu.

"Çakıltaşı," dedi, buzun yüzeyine tırnaklarını sürtüyormuşsun gibi çıkan pürüzlü sesiyle. Gözleri hâlâ tavandaydı. "Bana bir iyilik yap."

"Tabii ki. Ne istiyorsun?"

Gözleri mekanik bir hareketle bana döndü. "Sana sarılmama ve saçlarını koklamama izin ver."

Ona öylece bakakaldım, fanusu parçalanmış bir balık gibi hissetmeme neden olan bakışlarını yüzümden ayırmadı. Kalbim, göğsümün üstüne kanlı ayaklarıyla bastı ve o ayakları sertçe göğsümün duvarına vurmaya başladı. Gözlerimin içine öyle büyük bir istekle bakıyordu ki, istediği şeyi reddedebilmek benim için imkânsız hâle gelmişti. Savunmasızca kollarımı iki yana açtığımda önce gözlerimin içine, ardından da onun için açtığım kollarıma baktı.

Gözleri tekrar gözlerime tırmanırken kanepeden kalkmadan bana doğru kayıp kollarımın arasına girdi. Yüzünü saçlarımın arasına, boynuma yerleştirirken, boynumun derisinin üstünde derin bir nefes aldı. Kollarımı onun omuzlarının etrafından geçirdim ve onun büyük bedenine sarıldım. Bedeninin gevşediğini hissettim. O kollarını kaldırıp sarılışıma karşılık vermedi ama benim kollarımın arasında rahatladığını hissedebilmiştim.

Öyle güzel bir adamdı ki, neresinden tutsam elinde kalıyordum.

"Oldu mu?" diye fısıldadım yavaşça.

"Hepimiz bir karanlıkta yaşıyoruz," dedi, yüzü boynuma gömülü olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. "Ama önemli olan, karanlıktaki yıldızları görebilmek."

Doğruydu. Ben onun karanlığındaki yıldızları görebiliyordum.

"Ben senin karanlığındaki yıldızları görebiliyorum sanırım," diye fısıldadığımda sol elini saçlarımın arasından geçirdi, bana biraz daha sokulup saçlarımın kokusunu içine doldurdu.

"Belki de yalnızca senin görmene izin veriyorumdur yıldızlarımı," diye fısıldadı. Duraksadı ve derin bir iç çekti. "Kollarımda ufacık kaldın. Neden bu kadar küçüksün ki sanki?"


🦋

Continue Reading

You'll Also Like

111K 7.3K 20
Ömer abi: Melis nerde? BxB kurgusudur
306K 17.1K 60
Hadi ama nerden bilebilirdim ki okulun ilk gününden müdürün oğluna tekme atıcağımı!
3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
5.1M 280K 29
Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar topar kaçan Kayra, birlikte old...