ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

52. BÖLÜM: REYC

93.8K 6.4K 4.3K
By binnurnigiz


🗝️


Cem Adrian – Zincir


52. BÖLÜM

REYC


Salıncakta o kadar fazla sallanmıştım ki, dizlerimin arkası acımaya, morarmaya başlamıştı.

Eğer bir bıçak olsaydım, köreldiğime değil, saplandığıma ağlardım.

Salıncağın zincirden demirlerine daha sıkı tutundum ve ayaklarımla yavaşlattığım salıncağın tamamen durmasını bekledim. On iki yaşlarındayken, oturduğum eski sokağın dar ve dik yokuşunu çıkıyor, bir yandan da babamdan yediğim azar ve tokat yüzünden yutkunarak gözyaşlarımı öldürmeye çalışıyordum. Dejavu. Bir an sanki yirmi yaşında değilmişim, şu an bir salıncağın üzerinde değilmişim de, o yokuşu tırmanıyormuşum, yanağımda bir 'herkese, kendime bile küstüm' tokadı izi, dizlerimde'babamın busesi' yaralar öylece eve doğru yürüyor, ağlamamak için dudaklarımı ısırıyormuşum gibi hissettim.

Gözlerim, hemen karşımda duran, etrafına yılan gibi dolanmış ışıkların yanıp sönerek görsel bir ışık şöleni oluşturduğu çam ağacını izlerken bakışlarım her zaman olduğu gibi Ölüdeniz'in durgun suyunu anımsatıyordu.

Oturup uzun uzun kendini anlattıktan sonra ağlamamak için etrafa bakarken takındığın o 'iyiyim' ifadesinin arkasında çığlık atan 'ölüyorum orospu çocukları, görsenize' iniltisi her daim yüzümün duvarını kaplayan alçıydı. Alçının üzerini ifadesizlik rengindeki boyamla boyuyor, duvarımın önüne birkaç tane yapay çiçek koyuyor, kimse anlamasın diye yapay çiçekleri suluyordum.

Yapay çiçeklerin içi, diplerindeki plastiği çürüten su ile doluydu.

Bedirhan, yuvarlak, gümüş rengindeki yılbaşı süsünü aniden kafama atınca dalgın bakışlarımı ağaçtan uzaklaştırıp ona çevirdim. Süsün üzerindeki simler burnuma dökülmüştü.

"Kız!" diye bağırdı ileriden. "Beyni memesinden küçük olan karı, gelip yardım etsene bana!"

Billur'un kafasında bir Noel Baba şapkası vardı. Ağzındaki yılbaşı süsüne üflüyor, ne olduğunu bilmediğim o süs tuhaf bir ses çıkararak öne doğru fırlayıp bir filin hortumu gibi uzuyordu. Bedirhan'ın bahçesindeki salıncağın üzerindeydim, içerideki çam ağacını çoktan süslemişler, şimdi de verandada duracak olan çam ağacını süslemeye başlamışlardı.

Yere düşen gümüş renk simli süsü elime alıp yavaşça salıncaktan kalktım.

"Ben hayatımda hiç yılbaşı ağacı süslemedim ki," dedim kısık bir sesle. Duymadıklarını biliyordum. Ağır adımlarla onlara doğru yürümeye başladım. Beyaz sporlarım ıslak çimlere bastığım için yer yer lekelenmişti. Gözlerimi Billur'a çevirip, "Ne anlıyorsunuz bundan?" diye sordum gözlerimi bayarak.

"Bir şey anlamamıza gerek yok ki, Buzlar Kraliçesi. Eğleniyoruz işte."

"Çok eğlenceli görünüyor," dedim gözlerimi devirerek.

Billur kıkırdadı. Top gibi olan simli süslerden iki tane alıp kulaklarıma astı. Yüzümü buruşturarak ona baktım. "Bu ne şimdi ya?"

"Aman be, huysuz!"

Ona cins cins baktım. Yılbaşını yarın akşam kutlayacaktık. Aslında ben kutlamak istemiyordum ama Bedirhan ve Billur'un ısrarlarını kıramamıştım. Yine de eğlenmek pek doğru gelmiyordu. Yılbaşı ağacı birkaç gün önceden süslenirdi, ben öyle biliyordum ama bizimkiler neredeyse son güne bırakmıştı.

Karan'ın balık halindeki bir restorandan rezervasyon yaptırdığını biliyordum.

Son birkaç gündür dedesiyle az da olsa birkaç kelime ediyor, konuşuyordu ama yine de o sessizlik hâlâ üzerindeydi. Annemin mezarını ziyaret etmiştim, bu yüzden kendimi daha iyi hissediyordum. Karan annemin mezarıyla özel olarak ilgilenmişti resmen, annemin kabri çiçek gibiydi. Kendisi gibi.

Defne boşluk bulduğu her yerde finallere çalışıyordu, ben daha bir kitabın kapağını açıp göz bile gezdirmemiştim. Defne ile birkaç kez ayrı eve çıksak nasıl olur şeklinde konuşmuştuk fakat Sergen her seferinde bu konuşmanın ortasına dalarak, bu konuşmayı yapmamıza engel olmuştu.

Annemsiz gireceğim ilk yeni yıl olacaktı. Buna pek hazır hissettiğim söylenemezdi.

Yetim'i buraya, Bedirhan'ın evine getirmiştik çünkü bu gece Bedirhan'da kalacaktık ve Gülseren Hanım kediyle pek anlaşamıyordu. Yetim'in bakımı tamamen üzerimde olduğundan, gittiğim her yere onu da taşımaya başlamıştım. Her ne kadar Bedirhan, Yetim'e kötü kötü bakıp, "Buralarda bir yerde kakanı görürsem, kafanı kakana sokarım senin!" diye tehditler savursa da, aslında Yetim'i sevdiğini biliyordum.

Billur, Karan ile ilgili olan durumu öğrenmişti fakat sessiz kalmayı tercih etmiş, bana konu hakkında pek soru sormamıştı.

"Hadi bakalım, Merdane," dedi Bedirhan elindeki süsleri bana uzatarak. "Geri kalanını sen yapacaksın. Konuştur zevkini..."

Düz düz baktım. "Ben nasıl yapılır bilmiyorum."

"Ayol altı tarafı iki süs takacaksın. Neyini bilmiyorsun? Atomu mu parçala dedik?"

Üstümdeki gri, yünlü hırkanın kumaşını avuçlarımın arasına alarak, "Siz yapın işte," diye geçiştirdim.

Defne taşıdığı küçük koliyle içeriden çıkınca bakışlarımı ona çevirdim. Elindeki küçük kolinin içinde süsler vardı. Saçlarını atkuyruğu şeklinde toplamış, uzun zamandır sürmediği o renkli farlarından bugün sürmüştü. Bedirhan, Defne'nin elindeki kutuyu aldı ve yere koyup, "Derhâl bu ağacı süslüyorsun, kürdan bacaklı," diye söylendi.

El mahkûm bir şekilde kalan ışıkları ve süsleri gönülsüz bir şekilde ağacın dallarına takmaya başladım. Ben ağacı isteksiz bir şekilde süslerken, Bedirhan hemen arkamda sıcak kahvesini yudumluyor, arada Billur'un saçlarını yoluyor, kimsenin anlamadığını sanarak göz önünde bildiğin cilveleşiyorlardı.

"Bana bunun bir şaka olduğunu söyle!" diye bağırdı Bedirhan aniden dibimde biterek. Yüreğim yerinden hoplarken irkilerek ona baktım. Elindeki kahve bitmişti, boş kahve fincanını yavaşça kafama vurdu. Gözlerini koskocaman açmış, süslediğim ağaca bakarken dehşet içinde görünüyordu. "Zevksiz! Bu ne?"

"Ne, ne?"

Defne, "Bu benim kıyafetlerimden bile kötü Merve..." dedi umutsuz bir şekilde, süslediğim ağaca bakarken.

"Dekor denen şeyin ne olduğunu bilmiyor, yazık zevksiz galiba..." dedi Billur başını yavaşça sallayarak.

"Ya ne alaka?" Ağaca baktım. "Gayet de süsledim işte. Süs yani. Takıyorsun, oluyor. Bunun dekorla, bilmem neyle ne ilgisi var?"

Bedirhan verandanın korkuluklarına tutunurken, "Ay bana bir şeyler oluyor!" dedi titreyen bir sesle. Yapay bir şekilde dizlerinin bağını kendi kendine çözerek, "Tansiyonum!" diye cırladı. "Hiç sanat gözü yok, hiç! Rahmetli Zeki Müren'e hakaret senin varlığın. Yıkıl karşımdan!"

"Ne yaptım ben ya?"

Billur yerdeki renkli yılbaşı süsünü boynuna dolayıp, "Canım Ege'mden saygımla geldim," diye dalga geçti.

Defne günler sonra ilk kez içten bir şekilde kahkaha atmaya başladı. Bir an bu durumu yadırgayıp irkilerek ona baktım. Ardından kalbimi kaplayan o kara bulutlar bir anlığına onun gülüşünün etrafına dağıldı, göğsümde güneş açtı.

Bedirhan yerdeki yapay kar spreyini alarak Defne'ye doğrulttu, ardından acımasızca karları sıkmaya başladı. "Gülme işte öyle, gülme!" diye bağırdı korkuyla. Defne yüzüne, saçlarına, üstüne başına sıkılan yapay karlar yüzünden âdeta bir kardan kadına dönüşmüştü. Kahkahalarının arasına çığlıklar iliştiriyor, ellerini yüzüne siper ederek kardan korunmaya çalışıyordu.

Karan ve Sergen akşam ezanı okunmadan geldiler, ellerinde Bedirhan'ın siparişi olan paketler vardı ve Karan diğer günlere nazaran daha aydınlık bir ifadeye bürünmüştü. Bedirhan'ın yersiz esprileri onu geriyor olsa da, çok fazla üzerine gidip Bedirhan'ı korkutmadı. Bedirhan'ın siparişini verdiği paketleri açmak için gecenin geç bir saatinde salonun ortasına toplandık ve hepimiz yere oturarak paketleri açmaya başladık.

Yaldızlı paketlerin içinden abartılı maskeler, ışıklar, abartılı aksesuarlar ve kostümler çıkıyordu. Sergen yerde bağdaş kurmuştu, ilk kez üzerinde bir takım elbise değil, normal kot bir pantolon ve kazak görüyordum sanırım. Kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı, pahalı marka saati göz alıcıydı. Her zamanki gibi ifadesiz bir yüz ile bize yardım ederek paketleri açarken, açtığı paketin içinden aniden geyik boynuzu çıkınca irkildi.

"Bu ne?" dedi parmaklarının arasında tuttuğu boynuzları bize doğru göstererek.

"Boynuzların," dedi Bedirhan dişlerini göstererek. "Senin için özel yaptırdım..."

"Daha çok senin için tasarlanmış bir aksesuara benziyor derdim ama malûm senin bu tarz bir aksesuara ihtiyacın yok. Çünkü zaten sende doğuştan olan bir şeyi para vererek satın alman aptallık olurdu." Sergen son derece ciddi söylediği bu şeyin arkasından Bedirhan'a düz düz baktı.

Bedirhan şoka girmiş bir şekilde Sergen'e bakarken, Karan dudaklarını birbirine bastırıp, "Ağırdı," dedi keyifli bir sesle. "Ama hak etmedi desem yalan olur."

"Üstüme iyilik sağlık, bana boynuzlu dedi herif..."

"Boynuzlu demedim Bedirhan," dedi Sergen düz bir sesle. "Ama sen bunu kabul ediyorsan, karşı çıkmayacağım. Boynuzlu."

Bedirhan önündeki açılmış yaldızlı paketi Sergen'e fırlatıp, "Robokop!" diye homurdandı. "Ben adama evimi, yuvamı, bağrımı, yatağımı açıyorum, o bana diyor ki, boynuzlu..."

Billur dudaklarını ısırarak güldü. "Yatağını açıyorsun demek..."

Sergen yüzünü buruşturarak Billur'a baktı. "Duymamış olayım."

"Yatağım da sana çok meraklıydı... Senin damarlarından kan değil, elektrik akıyor! Pilin bitsin, şarj yerin bozulsun inşallah! Şarjın bittiği sırada elektrikler kesilsin inşallah!"

"Bedirhan, eğer elektrikler gidecek olursa sen o saçlarını nasıl fönleyeceksin?" diye sordu Defne saf saf. "Kesilmesin elektrikler..."

"Kız çok haklısın şu an," dedi Bedirhan gözlerini kısarak. "Umarım pille çalışıyordur da, pili biter o zaman. Takmam ona pil falan. Hık diye donar kalır öyle..."

Önümdeki paketlerden birini yavaşça açarken gözlerimi devirdim. Defne bu kez gözlerini Sergen'e çevirip, "Ben sana pil takarım, merak etme," dedi kısık bir sesle. Sergen, gözlerini Defne'nin yüzüne çevirdi ve aralarında var olan uzun soluklu o bakışmanın tohumları benim gözlerimin topraklarına atıldı.

Sergen ve Defne'ye çevrilen gözler, Karan'ın, "Bu ne lan?" demesiyle onlardan ayrılarak Karan'ı buldu. Karan elinde tuttuğu Noel Baba kostümünü ve aksesuarlarını sallayarak Bedirhan'a baktı. "Bu nedir, oğlum?"

"Nedir Karan Beyciğim?" dedi Bedirhan tatlı tatlı gözlerini kırpıştırarak.

"Bu paketin üzerinde adım yazıyordu. Benim için mi bu şey?"

"Evet..."

Gülmemek için kendimi sıktım. Defne, Billur ve hatta Sergen bile gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "Ben mi giyecekmişim bunu?" diye sordu Karan tek kaşını kaldırarak.

"Yani tabii istersen... Ama şimdi bu evde de senden başka baba olabilecek ağırlığı olan birisi yok, biliyorsun..." dedi Bedirhan, sesi ciddiydi ama gözleri alayla parlıyordu. Bu kez gözlerini Sergen'e çevirdi. "Geyiğin de hazır..."

Sergen, "Döverim seni," dedi sakin bir sesle. "Sarsa sarsa döverim."

"Titret beni Sergen..."

"Bunu giyeceğime gerçekten inanarak mı sipariş ettin? O paketleri açıp kontrol etmeliydim," dedi Karan gergin bir sesle.

"Sanki her gün yeni yılı kutluyoruz, ne var yani giysen ya..." Bedirhan pilli küçük ışıkların kablosunu boynuna doladı ve ışıkları yaktı. Mavi, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı ve mor ışıklar bedeninde yanıp sönerken dudaklarını büktü. "Bozmasanıza partimi ya! Noel Babasız parti mi olurmuş?"

"Hayatında kaç kez Noel Baba ile birlikte partiye katıldın acaba?" diye sordum.

"Sus kız sen." Yüzünü ekşitip bana cins cins baktı. "Seni hastanelerde altmış beş yaş üstü hastalardan önce içeri alıyorlardır. Malûm, bedeninde eksiğin var."

"Haha. Aşırı komiksin."

"Gül o zaman?" Pis pis sırıttı. "Hem beynin hem de memen eksik."

"Gâvur gâvur icatlar," dedi Karan yüzünü buruşturarak. "Noel Baba ne alaka? Noel'i değil, yeni yılı kutluyoruz biz. Bize ne elin göbekli moruğundan?"

"Yemin ederim çok haklı şu an," diye homurdandı Billur.

"Ya sen de mi ya!" Bedirhan bedeninden ışıklar saçmaya devam ederken Billur'a baktı. "Hiç mutlu olmasın mı bu çocuk..."

Sergen paketleri bir köşeye itip gözlerini Karan'a çevirdi. "Abi, aslında yakışır sana..."

Karan, "Öyle mi?" dedi kaşlarını kaldırarak. Ardından bakışlarını Bedirhan'a çevirdi. "Tamam, senin için bir Noel Baba ayarladım."

"Ay gerçekten mi?"

"Evet." Karan, Sergen'i işaret etti. "İşte Noel Baba."

"Abi..." Sergen şok olmuş gözlerle Karan'a bakarken artık hepimiz gülüyorduk. "Ama abi..."

"Bir itirazın mı var kardeşim?"

Sergen'in omuzları düşerken, "Yok," dedi. "Olurum ben..."

"Hadi kalk, şimdi ol." Karan çenesiyle kalkmasını işaret etti. "Hadi giyin gel."

"Nasıl? Şimdi mi?"

"Hadi, oyalanma. Kalk kalk."

"Ama abi yarın giymem gerekmiyor mu?"

Karan gözlerini kıstı. "İtirazın var demek..."

"Yok, giyeyim..."

Sergen, Karan'ın elindeki kostümü ve aksesuarları alıp giyinmek için üst kata tırmanmaya başladığında, ortamda oluşan o kısa süreli sessizlik, Billur'un volümünü gitgide artıra artıra yükselttiği kahkahasıyla yerle bir oldu. Sinirleri bozulmuş gibi gülerken, bir yandan da, "Görmek istediğimden emin değilim," diyordu.

Bazen kendimi ayağıma dolanmış bir zincir, zincirin diğer ucuna takılmış ağır bir sandık ile okyanusun dibine itilmiş gibi hissediyordum. Okyanusun zeminine ayak bastığımda, bileğime geçmiş o zincir daha da ağırlaşıyor, ne kadar çırpınsam da değil yüzeye çıkmak, biraz bile yukarı itemiyordum kendimi.

Sanki okyanusun hemen yüzeyinde, dalgalanan masmavi denizin üzerinde bir sandal vardı ve bu sandalın içinde biri bana sesleniyordu. Okyanusun dibinden bile sesini duyabiliyordum. Bağıramıyor, yardım çığlıkları atamıyor, hatta bir süre sonra çok fazla çırpındığım için yorgun düşüp kendimi yaklaşan sonun kucağına bırakıyordum. Onları böyle neşeli gördüğümde, hayatın devam ettiği gerçeği bir kez daha yüzüme vuruyordu ve sanki o okyanusun dibinde onların seslerini dinleyerek boğulmaya devam ediyordum.

Kahverengi gözlerimin içine diktiğim sönmüş mumların donmuş kalıpları, ifademin üzerini çamurdan yapılma bir heykel gibi kaplamıştı. Yaldızlı paketlerden kıpkırmızı olanı alıp onunla oynarken merdivenlerde duyulan ayak sesiyle birlikte kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne, yani merdivenlere baktım. Billur yere yatmış, ayağını yere vura vura gülüyor, Defne şok içinde merdivenin başında dikilen çakma Noel Baba'ya bakıyor, Bedirhan geyik boynuzlarını kaldırıp, "Yok artık!" diye bağırarak kahkaha atıyordu.

Sergen'in üzerindeki kostüm ona biraz boldu, içine giydiği yapay göbek onun üzerinde oldukça eğreti durması gerekirken, sanki ezelden beri göbekliymiş gibi tamamen ondan bir parça haline gelmişti. Beyaz sakalı iki göğsünün arasına kadar uzanıyordu. Ciddi bakan gözlerini yüzümüzde gezdirmeye başladı ve ağır ağır merdivenleri indi.

"Ho ho ho, demelisin," dedi Karan ve öksürerek boğazını temizledi. "Gerçekçi ol, rolüne bürün."

"Abi..."

"Sergen, ho ho ho?"

"Abi..."

"Sen daha iyi yapıyorsun," diye takıldım ona yandan bir bakış atarak. Bana kaşlarını kaldırarak baktı ama herhangi bir yorumda bulunmadı. Sergen hemen salonun ortasına gelip yerde yuvarlanarak gülen Billur'a düz düz bakarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Eğleniyorum..."

"Eğlenme anlayışın yerleri viledalamak mı?"

"Sen şu an nasıl göründüğünün farkında mısın ya?" Billur tekrar kahkaha attı. "Sen o göbekle bacadan içeri nasıl girebildin? Takılıp kalman gerekmiyor muydu? Şu an bacaklarının aşağı sallandığını, senin göbeğinle birlikte bacanın içine sıkışıp kaldığını hayal edeceğim..." Durdu. "Ettim..." Tekrar kahkaha atmaya başladı.

"Geyiğin nerede Sergen?" diye sordu Bedirhan.

"Bilmem?" Sergen tek kaşını kaldırdı. "Neredesin şu an Bedirhan?"

"Bana geyik mi demek istiyorsun sen?"

"Evet," dedi Sergen. "Değil misin?"

Bedirhan gözlerini kıstı. Bedenine doladığı rengârenk ışıklar yanıp sönmeye devam ediyordu. "Sana kayan kızak kaymış, ben geyik olsam ne olacak?" diye sordu, sesinin etrafına yayılan o alay somut bir şekilde âdeta bir bedene bürünerek ortamızda dolanmaya başlamıştı.

Billur, "Soktuğun yerden çıkartamıyorlar Bedirhan," deyince, Bedirhan'ın gözleri usulca Billur'a doğru kaydı. Dudakları sinsice yukarı kıvrıldı. "İyi biliyor gibisin," diye fısıldadı ama bunu yalnızca Billur duyabilmiş, bense dudaklarından okuyabilmiştim. Billur'un gözlerini kaçırdığını gördüm, ardından göz göze geldik ve kızaran yanaklarını benden saklamak istiyor gibi, kızıl saçlarını yanaklarının etrafından aşağı bıraktı.

Sabahın neredeyse ilk saatlerine kadar paketleri açmaya, Sergen ve Bedirhan'ın sürtüşmesini izlerken yer yer gülüp, yer yer dalıp gitmeye devam ettim. Bedirhan, Karan ve bana bir oda hazırlamıştı. Bu oda her zaman kaldığımız o oda değildi, o odadan daha geniş bir odaydı ama içerisi pek ışık almıyordu.

Üzerimdeki hırkayı çıkarıp yatağa girdiğimde, Karan pencere kenarında sigarasını içiyordu. Üstümüzü örten karanlığa gölgeyi düşüren dışarıda ufka masmavi bir darbe indiren şafaktı.

Gözlerim boşluğa takılı kaldı. Bir süre boşluğu izledikten sonra, "Bir kutlama yapmak istediğine emin misin?" diye sordum. Annem vefat edeli çok bir zaman olmamıştı, aynı zamanda onun da öğrendiği şey yenilir yutulur bir şey değildi. Belki de gerçekten biraz olsun nefes almaya, yaşamaya bizim de hakkımız vardı ama neden kendimi kötü evlat, düşüncesiz, bencil ve pislik birisiymişim gibi hissediyordum?

Gülümsemek ölüme ihanet miydi?

"Sen istemiyor musun?" diye sordu kanı içine toparlamış damarları anımsatan bir sesle. Dolgun dudaklarının yarığından dışarı sızan sigara dumanına baktım.

"Bilmiyorum," diye mırıldandım.

"Kafamızı dağıtmış oluruz." Bana doğru dönüp kalçasını pencerenin pervazına yasladı. Gözlerim yüzüne doğru tırmandı. Gözleri, simsiyah iki koca boşluk, karanlık ve derin bir çukur gibi bakıyordu. Parmaklarının arasında tuttuğu, ucunda turuncu bir ateş yanan sigaranın ölü külü iyiden iyiye uzamaya başlamıştı. Her an yere dökülebilirdi.

"Sen öyle diyorsan..."

"Eğer istemiyorsan bunu bana söyleyebilirsin."

"İstememek değil," dedim cansız bir sesle. "Sadece... Kendinle savaştığını görebiliyorum."

"Kendimle savaşmak?" Kaşlarını kaldırdı. "Kendimle savaştığımı mı düşünüyorsun?"

"Düşünmüyorum, görüyorum."

Yetim aniden yatağa zıplayınca gözlerim kedi yavrusuna kaydı. Mırlayarak kucağıma çıktı. Siyah, temiz ve parlak tüylerini okşamaya başladım. Karan'ın bana baktığını biliyordum ama nedense bu kez gözlerimi ona çevirip saplamadım. Sadece söyleyeceklerini duyacağım ânı kollamaya başladım. Yetim, cam gibi gözlerini yüzüme dikerek miyavlıyor, başını avucuma iterek sürtüyordu. Garipti.

Onu ilk bulduğum zaman verdiği tepkileri hatırlıyordum. Ona dokunmamız onu korkutuyordu, hatta dokunmamamız için kendini savunmak adına bize saldırmaya bile çalışıyordu. Oysa şimdi ona dokunmamı isteyen, sevilmek isteyen, bana güvenen o olmuştu.

"Ne dersem diyeyim, kabul etmeyeceksin," dedi Karan düşünceli bir sesle.

"Anlamadım?"

"Sana ne dersem diyeyim, söylediğim şeyi kabul etmeyeceksin."

"Yaşananları görüyorum ve seni tanıyorum," diye fısıldadım, sesim kuruydu. "Eğer sırf... Sırf annem öldüğü için bir şeyleri benden saklamaya çalışıyorsan..."

"Saklamıyorum," diye böldü bir anda. "Sana ne hissettiğimi anlatmıştım."

"Ama o geceden sonra bir daha hiçbir şey anlatmadın."

"Çünkü acıyı ne kadar çok diline dolarsan, o kadar çok batağına batarsın," dedi ve sigarasının ölü külü, cümlesinin bitmesiyle eş zamanlı olarak zemine döküldü. "Mesela sen," diyerek topu bana attı. "Yaşadığın şeyin ne kadar ağır olduğunu görebiliyor musun? O gün gördüğün şeyin ne kadar ağır olduğunu, senin yerinde bir başkası olsaydı belki de bu kadar çabuk toparlanamayacağını biliyor musun? Bunları canını yakmak için söylemiyorum küçücüğüm. Yalnızca anlamanı istiyorum. Sen yaşadığın o büyük travmaya rağmen hâlâ ayaktasın, adımlarını atmaya devam ediyorsun. Evet, yere düştün, defalarca kez o yere yapıştın ama sürünerek bile olsa ilerliyorsun. Seninle gurur duyuyorum." Sertçe yutkundu. Yutkunuşunun sesi şafağın içine karıştı. "Ama şunu unutma, ben senin geçtiğin o yollardan çok küçükken zaten geçtim. Nerede nasıl davranmam gerektiğini öğrendim."

"Ben..." Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yaşadıklarımdan söz etmesi nefes boşluğumu ağrıtmıştı. "Sadece..."

"Bir yanlış yapmamdan korkuyorsun, değil mi?"

Sadece gözlerinin içine baktım. O an söyleyebileceğim her şey kuş olup uçmuş, dilimin ucundan göç etmişti. Aklının içindeki odalarda sakladığı o düşüncelerin hangi kapıya çıktığını bilmiyordum ama evet, korkuyordum.

Yanlış yapmayacağını bile bile, onu yanlışa sürükleyecek şeyler yaşamasından ölesiye korkuyordum.

Aslında yaşamıştı ve belki de bir yanlışın eşiğinde el ele dikiliyorduk. Önümüz öylesine pusluydu ki, artık geleceğe dair hiçbir şey göremiyordum.

"Yeniden o bataklığa saplanmamdan mı korkuyorsun?" Akrep, sanki yelkovanmış gibi hızla dönmeye başladı. Yelkovan ise olduğu yerde donmuş, hareketsizce tek bir rakamın üzerinde dikiliyordu. Akrep, yelkovanın üzerinden her geçişinde, zehrini yelkovanın ensesine bulaştırıyor, yelkovanı felç ediyordu.

"Öyle bir şey yaşanmayacak," diyebildim.

"O zaman neden bu kadar çok korkuyorsun?"

"Sadece endişeleniyorum." Yetim yavaşça kucağımdan inip ayaklarımın ucuna uzandı, küçük bir top şeklini aldı ve çok geçmeden uykunun kollarına düştü.

"Dedemin en büyük korkusu beni tekrar o bataklığın içinde görmek," dedi kuru bir sesle. "Bunu biliyorum. Peki senin en büyük korkun ne Asi?" Elindeki sigarayı pencereden dışarı attıktan sonra ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı. "Sen neyden korkuyorsun?"

Tam önümde durduğunda kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Seni kaybetmekten."

Bu söylediklerim kalbimin bana fısıldadıklarıydı. Her şeyini kaybetmiş insanlar, elinde kalan son umut ışığının sönmemesi için elini ateşlere bile sokardı. Sanki Karan ıslak bir çıraydı, onu tutuşturmak o kadar zordu ki... Kor ateşler içinde yanan içimde yaşattığım o adam yavaş yavaş tutuşmaya başladığında, onu yakıp kül edecektim ama yine de o bencil tarafım, yanacaksa da içimde yansın istiyordu.

Kontrol altına alınması imkânsız olan, tüm ormanı kül ettiği yetmezmiş gibi şehre doğru inerek evleri yakmaya başlayan bir yangın gibiydik. Aynı yangının içinde ben benzindim, o ateş...

Karan yavaşça eğildi. Burnunu burnuma sürttü ve büyük eli yavaşça enseme kaydı, ensemi kavradı. Gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum. Dudakları ile dudaklarım arasında, cennet ve cehennem arasındaki o ince çizgi vardı ve ikimiz de o ince çizginin üzerinde birbirimize doğru yürüyorduk. Eğer dengemizi kaybedecek olursak, ya cennete ya da cehenneme düşecektik.

Dudakları dudaklarıma dokundu. Cehennem ateşleri harlandı, cennetin kapıları üzerimize kapandı. Beni önce usulca, ardından yavaşça ateşlenerek, sonlara doğru da âdeta cehenneminin içine kabul edip cayır cayır yakarak öpmeye başladı.

Ellerim yanaklarının iki yanına kaydı, sakallarının avucumun içindeki çizgileri doldurduğunu hissettim. Dilimi Karan'ın ağzına doğru ittiğimde, bu Karan'ı inletti. Tuhaf bir dürtüyle dilimi dilinin etrafına dolayarak onu ıslak bir biçimde öperken, kalbim dilimin ucunda atıyordu sanki.

Beni kıtlıktan çıkmış gibi öpüyordu.

Aslında ileri gidebilir, ikimize de cenneti haram edebilirdi. Cehennemden başka sığınacak kapımız kalmadığında, o cehennemin içinde bana yeni bir cennet kurabilirdi. Teni alev alev yanıyordu. Ona ne zaman dokunsam, beni bir türlü kül edemeyen acılarımın bile yapamadığını yaparak beni eriteceğini düşünüyordum. Artık ona karşı koymuyordum. Hatta onun istedikleri sanki benim de istediklerimdi.

Kafamın içinde tam olarak oturmayan onlarca şey vardı ama isteklerim kesindi, duru ve pürüzsüzdü, öylece orada duruyordu. Beni ateşinden geçiren yaşanmışlığa rağmen, sanki normal bir öğrenciymişim, tek derdim onu kimseyle paylaşamamakmış, en büyük düşüncem gireceğim sınavlarmış gibi, her şey normalmiş gibi onu istiyordum.

Bu istek artık bir ihtiyaca dönüşmüştü.

İhtiyacımdan beslenen cesaretimle onu kendime doğru çektim ve üzerime devrilmesini sağladım. Büyük bedeni, onun bedeni altında küçücük kalan bedenimi örttü. Yetim'e dikkat etmek için onu biraz daha kendime doğru çektim. Ellerini başımın iki yanından koyarak yatağa bastırdı ve beni büyük bir açlıkla öpmeye başladı.

Dudaklarının arasından kopup gelen o erkeksi hırıltılar beni daha da derin bir kuyunun içine itiyordu. Ellerim yüzünden ayrıldı, geniş omuzlarına doğru kaydı. Omuzlarını avuçlarımın arasında ezdim, ardından açık duran pencereye rağmen terleyen avuçlarımı omuzlarına sürterek aşağıya indirdim ve kollarını boydan boya okşadım. Karan ağzımın içine doğru inledi. Zaman bir baloncuk oluşturmuş, bizi içine hapsetmişti ve içeride saat yoktu, dışarıda kalanlar için zaman akmaya devam ederken, baloncuğun içindeki biz için zaman çoktan durmuştu.

Bir yanım deli gibi ileri gitmesini istiyor, diğer yanım doğru zamanın şu an olmadığını bana fısıldayıp duruyordu. Baloncuk gitgide daralıyor, tamamen birbirimize yapışarak zamanın bize dokunmaması için tek vücut hâline geliyorduk. Karan dilini çeneme doğru indirince irkildim. Dudaklarım aralıklı duruyordu ve verdiğim düzensiz nefesler onun sus çizgisini okşuyordu.

Bir eli yavaşça belime doğru kaydı, diğer eli hâlâ kafamın hemen yanında duruyordu ve öyle çok baskı yapmıştı ki, elinin olduğu yer içeri doğru çökmüştü. Karan belimin kenarını okşadı, ardından elini kazağımın içine sokarak çıplak belime dokundu.

"Bir gün sana gerçekten karıştığımda, benden kurtuluşun yalnızca ölüm olduğunu, ölümün bile seni benden almasına izin vermeyecek kadar saplantılı olduğumu anlayacaksın," dedi nefes nefese. Gözleri artık siyahtan da siyahtı.

"Bana yeterince karışmadın mı zaten?" diye sordum, benim de ondan bir farkım yoktu, resmen soluk soluğaydım.

Karan'ın büyük eli belimin boşluğunda dolanırken, "Seni hayatıma aldım Asi," dedi kendinden emin bir sesle. "Ama henüz altıma almadım."

Tek kaşımı kaldırdım. "Şu an altındayım Karan."

Hırladı. "Sen ne demek istediğimi o kadar iyi anlıyorsun ki..."

Yanaklarıma doluşan kana rağmen inatla onun gözlerinin içine bakmayı sürdürüyordum. Bu cesaretin temeli neydi bilmiyordum ama biraz sonra, yani bu cesaret bir balon gibi sönüp gittiğinde, çok utanacağımı içten içe biliyordum. Yıldızların süslediği gece siyahı, şafağın kanı olan mavi, güneşin erittiği sarı bir tuvalin üzerine dökülmeye başlamıştı ve o tuval bendim.

Tüm renkler birbirine karışıyor, kıpkırmızı bir manzara oluşturuyordu, ardından o kıpkırmızı manzaranın içine koyu mor gölgeler yayılmaya başlıyordu.

"Çok cesursun," diye fısıldadı.

"Belki."

"Belki dediğin zaman bunu evet olarak algılıyorum."

Gözlerimi yumdum, onu görmek istemiyordum. "Belki." Gözlerimi açtım, onu görmek istiyordum.

Dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı ama bu kıvrım o kadar sönüktü ki, sanki gecenin kül tablasında binlerce yıldız söndürülmüştü. "Çok kurnazsın, Yanardağ."

Gözlerinin içine bakarken, "Bana böyle seslenmen tuhaf hissettiriyor," diye fısıldadım.

"Neden?"

"Tuhaf işte."

Gözleri, yanan bir ormanın küllerinin havaya uçup oluşturduğu gri bulutlara benziyordu.

"Hoşuna gitmiyor mu?"

"Hayır," diye karşı çıktım. "Öyle demedim."

"Hoşuna gidiyor yani?"

"Öyle de demedim!"

Alnını alnıma bastırırken hafifçe güldü. "Sen nasıl bir dengesizsin ya," diye mırıldandı.

Dudaklarımı öne uzatarak homurdandım. "Ne dengesizliğimi gördün şimdi?"

"Seni var ya, teraziye koysak, teraziyi bozarsın sen..." Burnunu burnuma sürttü. "Öyle bir dengesizlik."

Gözlerim şefkatle kısılırken kollarımı onun incecik beline sardım ve derin bir nefes aldım. Onun yanındayken nefes almak, sadece yaşamak değildi. Onun yanındayken nefes almak, yaşadığını hissetmekti. Bu kadar acı bir şeyin, bu kadar iyi hissettirmesi de sanırım benim kanserimdi.


🗝


Tanrı, gökyüzüne diktiği güneş denen parlak düğmeyi çözdü, akşama az bir vakit kalmıştı. Pencereden içeri sızan lacivert renkteki ışık, gökyüzünün giydiği gömleğin kumaşının rengindeydi.

Tek tek ayırarak maşanın kızgın demirine doladığım saçlarım, onları ne zaman hür bıraksam, bir yılan gibi kıvrılarak belime dökülüyordu. Karşısında durduğum aynanın üzerine asılmış birkaç not, aynanın çerçevesine yerleştirilmiş beyaz ışıklar vardı. Defne hemen arkamda akşam giyeceği kıyafeti seçmeye çalışırken oldukça kararsız görünüyordu. Aynaya düşen yansımasına bakıyor, yüzünün aldığı şekilleri izlerken aslında eğleniyordum.

Billur siyah, transparan gömleğini gösterip, "Bu çok mu iddialı olur?" diye sorunca bakışlarım aynanın yüzeyinde hareket etti, yavaşça Billur'u buldu. Gömlek çok iddialı bir parçaydı fakat Billur'un bu tarz parçaları taşıyabildiğini biliyordum. Bedeninin askısı, iddialı parçalar için yaratılmıştı.

"Bence çok güzel," diye mırıldandım. "İçine büstiyer mi giyeceksin?"

"Evet," dedi başını sallayarak. "Sen ne giyeceğine karar verdin mi?"

"Fark etmez benim için."

Bir süre yüzümü izledi. Beni anladığını, ne hissettiğimi gördüğünü biliyordum. "Ne giyersen giy, çok güzel olacağını bildiğim için artık kıyafetlerine karışmıyorum," diye fısıldadı ve bakışlarını Defne'ye çevirdi. "Ee, sana yardımcı olayım mı?"

"Hiç fena bir fikir değil," dedi Defne yanaklarının içini şişirerek.

Saçlarımı tamamen maşaladıktan sonra hafifçe silkeledim ve sol omzumun üzerine atıp makyaj masasının önüne sıraladığımız makyaj malzemelerine baktım. Yüzümü biraz nemlendirmem gerekiyordu, son zamanlarda tenim çok kuruydu. Bedirhan'ın tavsiye ettiği nemlendirici kremi yüzüme sürdükten sonra bir süre bekledim ve göz makyajımı yapmaya başladım. Gözlerimi koyu tutup, dudaklarımı nötrlemeyi düşünüyordum. Siyah, buğulu bir göz makyajı yaptıktan sonra gözlerimin üst ve alt içlerine siyah bir göz kalemi çektim. Kirpiklerime maskara yardımıyla olduğundan çok daha hacimli bir görüntü kazandırdıktan sonra toprak rengi bir ruj sürüp makyaj masasından kalktım.

Basit siyah bir kot, siyah gömlek ve siyah, yapay bir kürk giyecektim. Kürkü giyecek olma sebebim, üzerime giyeceğim gömleğin gerçekten ince olmasıydı. Defne sonunda Billur'un da yardımıyla giyeceği parçayı seçmiş, çoktan giyinmişti. Üzerinde boyundan bağlamalı, kırmızı tonlarındaki birkaç farklı rengi içinde barındıran uzun bir elbise giymişti. Elbisenin üzerine şık bir ceket alacaktı. Güzel görünüyordu. Billur renkleri nasıl kullanacağını biliyor, Defne de renkleri üzerinde taşıyabiliyordu.

Kıyafetlerimi giyip, topuklu botlarımı da ayağıma geçirdikten sonra odadan çıkıp koridorda ilerlemeye başladım. Alt kattaki telefon çalıyordu, Bedirhan gece üst katın telefonunun fişini çektiğinden üst kattaki telefon sessizdi. Telefon çaldı, çaldı, çaldı... Açan olmadı. Tam merdivenlere yönelmiştim ki, dış kapının açılıp kapandığını duydum ve bir an tüm seslere dikkat kesildim.

"O elindekiler ne öyle?" diye sordu Sergen alt kattan.

"Bilmiyorum," dedi Bedirhan. Onu göremesem de dudak büzerek omuz silktiğini hayal edebilmiştim. "Biri kapının önüne bırakmış. Kargocu olsa kapıyı falan çalardı."

"Yine bir şeyler mi sipariş ettin yoksa?"

"Dedim ya, sipariş olsa kargo getirirdi."

"Paketi açıp bakalım," dedi Sergen temkinli bir sesle.

"Ay bomba mı var yoksa!"

"Bedirhan..." Sergin'in gözlerini devirdiğine emindim. "Biz bizeyken girme bari bu rollere."

"Alışkanlık," dedi Bedirhan aniden ciddileşen sesiyle. "Elimde olmadan rol yaparken buluyorum kendimi."

"Kızın önünde de yapıyorsun bunu." Adımlarım sekteye uğradı. Aslında insanların yaptığı konuşmaları dinlemeyi sevmiyordum. Sonuçta her zaman için duymak istediklerimi duymazdık. "Anlamıyoruz sanma. Billur'dan bahsediyorum. Aranızda bir şeyler başlayacaksa bile, sen böyle devam ettiğin sürece çok fazla ilerleme kaydedemezsiniz. En azından ona gerçekleri anlatırsan seni anlayabilir."

"Beni olduğum gibi kabul edebilen bir kadın o," dedi Bedirhan aniden. "Eğer özümde de böyle bir adam olsaydım, yani süsü püsü, gösterişi gerçekte de bu kadar çok seviyor olsaydım, onun beni bu şekilde de kabul edebileceğini şu an görebiliyorum. Ama onu bir şeylerin içine sürüklemek de istemiyorum."

"Sürüklemeye başlamışsın çoktan."

"Hayır," diye itiraz etti. "Deniyorum."

"Billur'un bir şeyleri bilmeye hakkı var. Belki bir şeyleri bilirse, ikiniz için de daha kolay olur. Dediğim gibi, seni anlayacağını düşünüyorum. Neden kendine hiç şans vermiyorsun?" diye sordu Sergen, sesi ciddiydi. Bir bardak dolusu kül yutmuş gibi olduğum yerde dururken, aslında Sergen'e öyle çok hak veriyordum ki. Billur, Bedirhan'ın başına gelenleri bilseydi, belki de onlar için işler çok daha kolay olabilirdi.

"Ailem düşündükleri gibi olmadığımı öğrenirse, eski defterler tekrar açılabilir," dedi Bedirhan kuru bir sesle.

"Şu an onların soyadlarına leke sürdüğünü düşünüyorlar. Artık senin tam tersi bir adam olduğunu öğrenseler bile peşine düşmeyeceklerdir. Sen Halfeti'de dedikodunun yayılmasını sağladın zaten."

"Anlamıyorsun," dedi Bedirhan sessizce. "Tüm bunları abime olan sadakatimden yaptığımı düşünerek ve herkese düşündürerek ortalığı tekrar karıştırabilirler. Oraya dönmeyeceğim Sergen."

"Oraya dönmene izin vermeyiz."

"O zaman şu an olduğum adama katlanmak zorundasınız."

Sergen'in, Bedirhan'a dikkatle baktığını hissedebiliyordum. Yaşanan bu sessizlik onların bakışmasından doğmuştu. "Billur ile olmayacak mı?" diye sordu Sergen bu kez, sesi daha sakin çıkmıştı.

"Olabilmesinin imkânı olduğunu mu düşünüyorsun?"

"En başta Merve ve abim hakkında yaptığımız konuşmayı hatırlıyor musun?" diye sordu Sergen bir anda. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sanki kulaklarım göğsümde, kalbim kulaklarımdaydı. "Onlar için ne demiştik? İmkânsız olduğunu, abimin bu kadar küçük bir kızla beraber olamayacağını, Merve'nin sonunda abimden kaçacağını... Bunları konuşmadık mı seninle? Bak, ne oldu? İkimiz de yanıldık. Kız yalnızca yirmi yaşında olmasına rağmen yaşanan her şeyi büyük bir ağırbaşlılıkla karşılıyor. Annesinin cesedini gördü, annesi kendini koridorun ortasına asmıştı. Tıpkı abimin annesinin cesedini gördüğü gibi. Onlar birbirlerine çok benziyor. Bunu kabul etmek bizim için zordu, hâlâ zor ama artık inanıyoruz çünkü bizi inandırdılar. Billur ve sen... Birbirinize benziyorsunuz. İkiniz de kendine ait olmayan deriler giymiş, içerideki yaralı deriyi saklamaya çalışan aynı türden yılanlar gibisiniz. Ne kadar kaçarsan kaç, olmayacak dersen de, olacağını görebiliyorum. Tuttuğunu koparttığın için mi onun elini tutmuyorsun? Onu kopartmaktan mı korkuyorsun?"

"Belki," dedi Bedirhan. Sanki üzerinde bir tabut kapağı kapalı duruyordu, bir tabut kapağının altından konuşuyordu.

"Kaçmayı bırak. Çünkü benim tanıdığım Bedirhan asla kaçmadı. Sadece kılık değiştirdi."

Bedirhan hiçbir şey söylemedi. Sessizlik tıpkı tavan gibi odanın içine çöktüğünde, merdivenleri yavaşça inmeye başladım. Benim varlığımı fark ettikleri anda ikisi de salonun farklı noktalarına giderek birbirlerinden uzaklaştı.

Son merdiveni de indikten sonra bakışlarım Bedirhan'ı buldu. Çoktan giyinmiş, saçlarına şekil vermişti. Üzerinde bordo, dar bir gömlek vardı ve gömleğin ilk iki düğmesi açık duruyordu. Altındaki siyah kumaş pantolon uzun bacaklarını sarmış, inceliğini ortaya sermişti. Elinde iki tane paket vardı, paketlerden biri simsiyah, diğeri alacalı bulacalı duruyordu.

"Güzel görünüyorsun," dedi çapkın bir şekilde gülümseyip göz kırparak.

"Gömlek çok yakışmış," dedim aynı şekilde gülümseyerek. Bedirhan'a karşı içimde gerçekten garip bir sevgi besliyordum. Neden bilmiyordum ama bazen onda bir abi şefkati buluyordum. Sanki aynı evin içinde sık sık kavga eden iki abi kardeş gibiydik.

"Kızıma mı asılıyorsun Bedirhan?" Sesin sahibini en çok da kalbim tanıyordu. Sertçe yutkunup sesin geldiği yöne doğru baktığımda, Karan'ın siyah, dar ve boğazlı bir kazakla mutfaktan çıktığını gördüm. Siyah kot pantolonu bacaklarını ikinci bir deri gibi sarmıştı. Kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamış, kalın ve damarlı bileğine siyah, mat bir saat takmıştı. İnanılmaz derecede genç ve tazelenmiş görünüyordu.

"Ay yok!" dedi Bedirhan gülerek. "Hiç tipim değil bu benim..."

"Senin tipin kırmızı kafalı kadınlar mı?" diye takıldı Karan ona.

"Teessüf ediyorum, Damperli Kamyon Bey."

"Abi bu sana kamyon diyor, döveyim mi?" Sergen, Bedirhan'a cins cins baktı.

"Sergen ben sana Noel Baba kostümünü çıkarabilirsin demiş miydim, abicim?"

"Ama abi dışarıya da mı onunla..."

Bedirhan aniden, "Merve," deyince ona doğru baktım. Elindeki paketlerden birini açmıştı. Bakışlarımız birbiriyle tokuşunca, "Bir gelsene," diye fısıldadı.

Ona doğru yürürken, "Ne oldu?" diye sordum. Billur ve Defne birlikte merdivenlerden aşağı iniyordu ama onlara bakmadım. Bedirhan gözlerini pakete indirip, "Bu paket sana," dedi kısık bir sesle.

"Nasıl yani?"

"Üzerinde adın yazıyor."

"Nasıl ya?" Bedirhan'ın elindeki pakete baktım. Bir başka paketin içindeydi, paketin üzerinde benim adım yazıyordu ama Merve değildi yazan ismim, Asi'ydi. Kaşlarım anında çatıldı. Bana Karan'dan ve Billur'dan başka Asi diyen hiç kimse yoktu. Bedirhan'ın elindeki paketi alıp koltuğa oturdum. Bedirhan renkli paketi de açtıktan sonra, "Ala kim be?" diye sordu yüzünü buruşturarak.

Gözlerim şokla irileşti.

Geçmişin kan lekeleriyle dolu bir paketi tutuyormuşum gibi irkildiğimde, Defne'nin de olduğu yerde öylece donup kaldığını hissedebiliyordum. Bir uçurumun dibinde iki kız kardeş öylece dikiliyorduk, üzerimizdeki elbiselerin etekleri rüzgârın kollarında dans ediyordu. Benim simsiyah elbisem ne kadar karamsar görünüyorsa, Defne'nin rengârenk elbisesi o kadar hayat dolu ve canlıydı.

Tıpkı ona verilen ama kimliğinden çıkartılması için gecelerce ağladığı ilk ismi gibi.

Ala Defne Karakuyu.

"Ala mı?" döküldü dudaklarından ablamın. Şu an benden ve Defne'den başka kimse bu ismin hikâyesini bilmiyordu. Bir zamanlar sahip olduğu bu isim, yıllar sonra tekrar önüne çıkmıştı. Ala. Babaannemin ablam doğmadan önce ablama koyduğu isim. Babaannemin vefatından hemen sonra, ablam bir daha kimsenin ona Ala demesine izin vermemiş, gecelerce ağlayarak kimliğindeki Ala ismini sildirmişti.

Bu ismi kim bilebilirdi ki? Bizim dışımızda...

"Ala kim?" diye sordu Sergen kaşlarını çatarak.

Paketi sıkıca kavrayıp ablama baktım. Merdivenin sonundaki tırabzana tutunmuş, bembeyaz kesilmiş bir yüzle Bedirhan'a bakıyordu. Dudakları birkaç kez aralandı, ardından kapandı ve sertçe yutkundu. Bedirhan, "Defne?" dedi sorar gibi. "İyi misin?"

"Ala benim," dedi bir anda ablam, dilinin bağı çözülmüş, bu iki kelime dilinden paldır küldür yuvarlanmış ve kan leş içinde ortamıza serilmişti. Karanlıkta bizi bekleyen o canavarın nefesi sırtımıza çarptığında, önünde durduğumuz uçuruma düşmemek için ele ele tutuşmuştuk.

Ortaya bıçak gibi saplanan sessizliğin sapında şaşkınlığın bayrağı dalgalanıyordu.

"Ablamın kimlikten sildirdiği ismi," diye devam ettim. Ablamın konuşmaya mecali yokmuş gibi hissediyordum. "Bu ismi ona babaannem vermişti."

"Anladım," dedi Bedirhan soğukkanlı bir şekilde. "Defne, bu paketi açmak ister misin?"

Ablama baktım. Tedirgin gözlerini usulca pakete indirdi. Yavaşça başını sallayarak, "Evet," diye fısıldadı. "Ben onun içinde ne olduğunu merak ediyorum."

Bedirhan paketi ablama uzattı ve ablam paketi Bedirhan'ın elinden alıp hemen yanıma oturdu. Gözleri bir an için benim elimdeki pakete kaydı, ardından bakışları kahverengi gözlerime bir misina atarak orada saklanan yaralı balığın pullarına saplandı.

Bakışlarımı ablamın sarmaşık gibi boğazıma dolanan gözlerinden uzaklaştırıp önümdeki pakete indirdim. Omuzlarıma tırmanıp, oradan sarkarak kalbime atlayan, atladığı kalbimde oradan oraya zıplayan hisler o kadar ağırdı ki... Bir süre ne yapacağımı bilemez şekilde elimdeki pakete baktım. Defne benden önce davranarak paketi açtığında tüm gözler bir anda ona dönmüştü. Göz ucuyla ona doğru baktım.

Açık kahverengi, elaya yakın renkteki sıcak gözlerinde garip bir parıltı görür gibi oldum. Yorgun gülümsemesi dudaklarının vidasını gevşetti. "Bu bir ayna," diye fısıldadı. Bakışlarım su gibi akarak elindeki şeye indi.

Ahşap, el oyması bir ayna... Aynanın hemen altında küçük bir çekmece vardı. Küçük bir sandığa benziyordu. Defne yavaşça çekmecenin küçük kulpunu tuttu, kendine doğru çekmesiyle birlikte çekmece açıldı ve kutudan tatlı bir melodi yayılmaya başladı.

Çekmecenin içinde, melodinin yükseldiği yerde rengârenk farlar vardı. Farkında olmadan dudaklarım aralandı. Rengârenk göz farları, Defne'nin her zaman kullandığı saçma sapan ama onun çok sevdiği renklerden oluşuyordu ve yan yana tıpkı bir gökkuşağı gibi görünüyordu.

Aynanın üzerindeki ahşap yüzeyde, 'Takvim yapraklarının sana renklerini geri vereceği bir yıl geçir Ala.' yazıyordu.

"Bu harika bir şey," dedi Billur bize doğru yaklaşırken. Ayağındaki topuklu ayakkabıların topuğu zeminde saatin her bir adımında çıkardığı sesleri çıkarmıştı. "Sen de açsana Buzlar Kraliçesi."

Olmadık yerlerde, olmadık şekilde hissetme huyumdan ölesiye nefret ediyordum. Sanki ben gökyüzünde süzülerek uçan bir kekliktim ve tüm avcıların gözü benim kara kanadımdaydı. Öyle hissediyordum. Nedense, bu paketin içinde beni kanadımdan vuracak bir avcının parmakları arasında tuttuğu tüfeğin mermisi varmış gibi geliyordu bana. Bir armağanı bile cehennemden gelmiş bir taş olarak görebilecek kadar günah şurubu içmiştim.

"Aç şunu," dedi Karan kaşlarını çatarak. Aslında ona bakmamıştım ama o biçimli kaşlarını çattığını görmesem bile biliyordum. Onun ses tonunun mimiklerini ezberlemiştim.

Paketi açtım. Kendimi sakladığım yerden çıktım ve onu avuçlarımın içine aldım. Bu bir anahtardı. Beyaz altından yapılmış zarif bir zincirin ortasında duruyordu. Büyüktü, tam kalbinin ortasında koyu mor parıltılı ve değerli bir taş asılı duruyordu. Sanki anahtarın kalbi, o koyu mor taştı. Anahtarın etrafı hırpalanmıştı, kırıklarla doluydu. Yutkundum.

Bu anahtar bana benziyordu.

Kolyeyi içinde saklayan paketin iç kısmında ise şöyle yazıyordu:

'Takvim yapraklarının sana kalbini geri vermesine izin ver Asi.'

Hiç kalbiniz yerinde duruyor mu diye elinizi göğsünüzün üzerine koyup, orayı yokladığınız oldu mu? Kalbim o kadar doluydu ki, içine iğne atılsa, ben bile kalbime batıyor olmasına rağmen o iğnenin yerini bulamazdım.

"Takvim yaprakları," diye fısıldadım kendi kendime ama üzerinde durmadım. Kolyeyi yavaşça paketin içine geri bırakırken bakışlarım Defne'ye kaydı. Kahverengi tonlarındaki göz makyajı akacak gibi görünüyordu çünkü gözleri dolmaya başlamıştı. Bunu bize yollayan kimdi? Aklım almıyordu. Önüme yatırabileceğim bir isim yoktu.

Karan sorgulamadı. Hatta ortamdaki kimse bizi sorgulamadı. Evden çıkarken Yetim'in mamasını, suyunu, oyuncağını ve kumunu evin ortasında bırakmıştık. Her ne kadar bu Bedirhan'ın hiç hoşuna gitmese de bir yorumda bulunmamıştı. Karan'ın Range Rover'ı yeterince geniş olduğundan hepimiz onun aracına binmiştik. Yol boyunca emniyet kemerimin tokasıyla oynayarak gelen o paketi, paketin içindeki kolyeyi düşünmüştüm. Neden ve nereden gelmişti bilmiyordum ama bir yanım zaten bunu öğrenmek istemiyordu.

Şehrin ışıkları bugünün önemini fısıldıyordu. İnsanların içinde daima yanan, ateşin ilk icadından beri sönmemiş olan bir yaşama arzusu vardı. Küçük bir market kasabının bile camlarında yanıp sönen yılbaşı ışıklarını, camlara yılan gibi dolanarak tutturulmuş yılbaşı süslerini görebilirdiniz. Şehir o kadar ışıl ışıldı ki, ben bir geceydim ve şehir sokaklarımda yanan sokak lambalarıydı.

Aracın içine tümör gibi yerleşerek yavaşça büyüyen sessizliğin sebebi Defne ve bendim. Bunu anlayabiliyordum. Asla gitmeyeceğim bir şehirden ev tutmuşum gibi hissediyordum. Önümde akıp giden yolu izliyordum. Öyle dikkatli izliyordum ki, sanki aracın önünde bir cam yoktu, bir sinema perdesi vardı ve perdeye kanlı bir vahşet filminin görüntüsü yansıtılmıştı.

"Abi, saat daha akşamın altısı," dedi Sergen. "Yemek için çok erken değil mi?"

Saat akşamın altısı olmasına rağmen karanlık neredeyse tam anlamıyla çökmüştü. Gökyüzü lacivertti. Havanın ne kadar soğuk olduğunu bilmek için araçtan inmek gerekmiyordu. Göğü kaplayan renk bile soğuğu ele veriyordu. Bir ninni gibi korkunç hikâyeler fısıldayan rüzgârın sesi sanki aracın içindeydi. Karan dikiz aynasından Sergen'e baktı.

"Hemen yemeğe geçmiyoruz zaten. Bedirhan'ın Şemsiyeli Sokak'ta bir işi varmış."

Bakışlarım dikiz aynasından Bedirhan'a doğru kaydı. Gözleri camdan akıp giden yoldaydı. Adının geçtiğini fark edince sökülmeye başlamış bir kazağın yere toplanan yünden ipleri gibi ağır ağır bize doğru baktı. "Evet," diye mırıldandı, sesi bu kez neşeden kilometrelerce uzaktaydı. "Dilek feneri alacağım."

"Dilek balonu mu demek istedin?" diye sordu Billur.

"Fener de deniyor ona," dedi Bedirhan. "Evet."

Sonunda sessizlik bir canavarın dişleri tarafından parçalara ayrıldığından, "Dilek balonu mu uçuracaksın?" diye sordum. Aynada buluşan gözlerimiz cansız bir bakışmanın tohumlarını çatlattı.

"Evet. Siz de uçurmak ister misiniz?"

"Ben isterim," dedi Defne sonunda konuya katılma cesareti göstererek. Araca bindiğimizden beri çok sessiz ve dalgın görünüyordu.

Sergen ondan beklenmeyecek şekilde, "Ben de," dedi aniden. Araç Şemsiyeli Sokak'ın olduğu köşeyi dönünce bakışlarım Karan'a tutundu. Aracı kaldırım kenarına çekti ve orada ustaca park etti. Emniyet kemerimi çözüp araçtan inerken, üzerimdeki kürke rağmen dondurucu soğuğun tüm kemiklerimi titreteceğini biliyordum ve öyle de olmuştu.

Etrafımdaki her şey ağır çekimde ilerliyormuş gibiydi. Hemen dibimden geçen beyaz Toyota Corolla bir kaplumbağadan daha ağır bir şekilde yanımdan geçip gitmişti. Karan bana doğru dolanırken sanki bin asır geçmişti. Defne o kadar ağır bir şekilde karşıdan karşıya geçiyordu ki, o an bunun zihnimin bir illüzyonu olmadığını sanarak az kalsın hızlanması için ona bağıracaktım. Olanları algılamaya çalışırken Karan'ın büyük eli elimin içine kaydı, avuçlarımız birleşti ve parmaklarımız bir makinenin dişlileri gibi birbirlerini kapana kıstırdı.

Şemsiyeli Sokak'ta ilerlemeye başladık. Herkes birkaç adım önümüzde yürüyordu. Şehir öylesine kalabalıktı ki, sanki evinde oturan tek bir insan bile kalmamıştı, sanki tüm dünya önümüzde ilerliyordu.

"Çok kalabalık," diyebildim, yüzüm soğuktan resmen buz tutmuş, donmuştu.

"Böyle günleri bu yüzden sevmiyorum," dedi tok bir sesle. Kafamı kaldırıp ona baktım. Bakışları bir mızrak gibi doğrudan ileriye saplanmıştı. Pusulası avucunun içinde duran, okyanusun dev dalgalarına gemisiyle karşı koyan bir kaptana benziyordu. Güvertesinde binlerce ölü yetimi karaya taşımak için dümeni kırıyor, pusulayı avuçluyor, ölümcül dalgaların içinden bir samuray gibi sıyrılıp geçiyordu.

"Bedirhan," diye fısıldadım gözlerim bu kez Bedirhan'a doğru kaydığında. "Çok hüzünlü görünüyor şu an."

Karan bana bakmadan, "Ailesini bir yılbaşı gecesi terk etti," dedi kuru bir sesle.

Kaynar su içmiş gibi irkildim. "Kötüymüş. Yeni yılı kutlayacağı için çok heyecanlı görünüyordu oysa..."

"Hiçbir şey göründüğü gibi değildir Çakıltaşı."

Ona baktım ama bana bakmadı. Dilek fenerlerinin satıldığı büyük bir mağazanın önünde durduğumuzda, etrafımızda akıp giden kalabalığın uğultulu sohbetleri kafamın içinde dolanıyordu. Deniz'in ne giydiği umurumda değildi, Tuğba kimle birlikte olacağının hesabını yapıyordu, Sibel, Orkun'u ekmişti... Bana neydi tüm bunlardan? Neden her şeyi bu kadar net duymak zorundaydım? Zihnim, içine fısıldanan tüm cümlelerin üzerinden avuçlarında tuttuğu kara mürekkepli kalemle geçiyordu.

Ellerim Karan'ın ellerinden ayrıldığında artık Karan da Bedirhan ile birlikte mağazanın içindeydi. Billur ve Defne sessizce bir şeyler hakkında konuşuyor, Sergen öylece dikilmiş karşısında duran ışıklı vitrini izliyordu ama baktığı şey vitrindeki ışıklar olsa da gördüğü şeyin bu olmadığını biliyordum.

Yeni yılda insanlar birbirlerine hediye alırdı. Daha önce hiçbir yeni yılda bana hediye alınmamıştı, ben de birine hediye almamıştım. Sınıfta yapılan yeni yıl çekilişlerine bile katılmaz, kuralardan köşe bucak kaçardım. Böyle şeyler bana göre değildi. Şimdiyse bir yanım birilerine hediye vermek, onların yüzündeki mutluluğu görüp huzurla dolmak istiyordu. Sanırım bunun için biraz geç kalmıştım. Yanımda, yani kot pantolonumun cebinde bir süredir yanımda taşıdığım bir miktar para vardı ama yeterli vaktim yoktu. Bu para, bana annemin verdiği son paraydı.

Annemin verdiği bu parayı ölene dek saklayabilirdim. Ama biliyordum, annem öyle nahif bir insandı ki, eminim şu an bir yerlerde beni izliyorsa, o parayla arkadaşlarıma hediye almamı isterdi. Arka cebimde, her zamandan daha da ağır gelen paranın varlığını hissedebiliyordum. Olduğum yerden uzaklaşmadan hemen önce Sergen'e yaklaştım ve "Karan için bir şeyler bakacağım," diye fısıldadım. Gözlerini indirip yüzüme baktı. Sokak çarşının içinde olduğundan burada her şeyi bulabilmem mümkündü. "Beni idare edebilir misin?"

Sergen, "Mağazanın sahibi abimin yakın bir tanıdığı," dedi gergin bir sesle. "Bir konu hakkında konuştuklarına eminim. Adam ne zaman abimi yakalasa konu konuyu açar. Çok zamanın yok. Gecikme."

Başımı hızla salladım. "Bu iyiliğini unutmam."

"Tabii ya," dedi alayla. "Yine bana uyku ilacı verip arabamın anahtarını aşırırsın."

Yanaklarım ısınırken, "Bunu hâlâ unutmamışsın..." diye homurdandım.

"Karan Çakıl'ın gazabına sen uğramadın, ben uğradım. Bir asır boyunca nefes alsam bile o ânı unutmayacağım."

"Üzgünüm," diye fısıldadım gözlerimi kaçırarak. "Sadece..."

"Merve... Abim mağazadan dışarı adım atmadan hemen önce ona ne alacaksan al, tamam mı? Başımı tekrar belaya sokmanı istemiyorum. Hadi, hızlan."

Başımı hızlıca sallayarak oradan uzaklaştım. Billur ve Defne öyle çok dalmışlardı ki, uzaklaştığımı anlamamışlardı bile. Mağazaların önünden geçerken ilgili gözlerle vitrinleri inceliyordum. Bir kazak... Bir kazak onun için basit bir şey olacaktı. Atkı, eldiven, bere, pantolon? Bunlar da klasikti. Yine de diğerlerine bu tarz klasik şeyler alabilirdim. Bir mağazadan hızlıca herkes için birer kazak alıp oradan ayrıldım ama Karan için bir kazak almamıştım. Bir saat dükkânının önünden geçerken bakışlarım vitrindeki pahalı saatlerin üzerinde takılı kaldı. Belki de en klasiği bir kol saatiydi... Ama Karan saat kullanmayı seviyordu.

Mağazanın büyük, cam kapısını iterek içeri girdim. Kalabalığın bedenime çarpıp, bedenimi yıkmaya çalışan o dev dalgası kapının arkasında kaldı. İçeride hafif bir klasik müzik çalıyor, çok ağır olmayan hafif bir koku insanı kollarının arasına alarak sarıp sarmalıyordu. Genç, uzun boylu bir kadın, "Nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu. Kemik gözlükleri burnunun kemerinin üzerinde asılı duruyordu. Kalem eteği yüksek beldi, gömleği eteğinin içine sokulmuştu ve jilet gibi ütülü görünüyordu.

"Saatlere bakacaktım," dedim nefes nefese. "Erkek kol saati."

"Tabii ki." Genç kadın beni camekânların olduğu yere doğru yönlendirdi. Camekânların hemen altına yerleştirilmiş bir sürü şık saatler hemen orada duruyordu. "Kafanızda bir fiyat aralığı var mı?"

Kadına baktım. Karan'ın bir kol saati bile bir araba fiyatındaydı. Ben çok pahalı bir şey alamazdım. Üstelik birkaç kuruş bile olsa cebimde anneme ait olan paradan biraz kalsın istiyordum. Elimdeki poşetleri yere koyduktan sonra siyah kayışlı bir saati göstererek, "Bu ne kadar?" diye sordum.

"1500 lira," dedi genç kadın gülümseyerek. "Çok zarif bir seçim."

Diğer Merve kafasını kaldırıp bomboş gözlerle bana baktı. Uzun zamandır göz göze gelmediğim, neredeyse yok saydığım, öldü bildiğim o kadının yine orada olması, zihnimi örten duvardan yukarı tırmanarak gözlerini yüzüme dikmesini beklemiyordum. "Bu kadar paran yok," dedi can çekişir gibi çıkan sesiyle. "Buradaki saatler çok pahalı. Alamazsın."

"Daha uygun bir model yok mu?" diye sorduğumda, genç kadının gözlerinde uçuk kaçık da olsa beliren o şefkati görür gibi oldum. Gözlerimi hızla gözlerinden uzaklaştırdım. Tam şu an mağazadan apar topar kaçar gibi çıkmak istiyordum. Bana böyle bakılmasından ölesiye nefret ediyordum.

"Siz ne kadarlık bir şey arıyorsunuz?"

Gözlerim kol saatlerinde dolanırken, "Bilmiyorum," diye fısıldadım mahcup olmuş küçük bir çocuk gibi.

Mağazanın kapısı bir kez daha aralandı. Gelenin kim olduğunu merak etmiyordum ama daha fazla rencide edilmek istemediğimden sırtımı kadına döndüm ve o an kapının önünde dikilen kişiyle karşılaşmayı gerçekten beklemiyordum.

Enis.

Ela gözleri gözlerimin kahverengi tabutunun üzerini bayrak gibi örttüğünde, ikimiz de olduğumuz yere âdeta mıhlanmıştık. Onu görmeyi beklemiyordum. Günlerdir birbirimizin topraklarından değil, arazilerinin olduğu yerden bile geçmiyorduk. Şimdiyse onunla aynı toprak parçasının üzerinde öylece dikiliyorduk ve arazide kulakları uğuldatan bir rüzgâr esiyordu.

Beni gördüğüne şaşırmış gibiydi. Onu gördüğüme şaşırmıştım.

Aklımdan dışarıya ittiğim düşünceler arasında Enis'in ismi de vardı. Bir süre kapının girişinde öylece dikildi ve yüzümü inceledi. Yüzümde çok ağır olmasa da makyaj vardı ve giyinmiştim, gece için bir şeyler planladığım gün gibi ortadaydı. Acaba hakkımda ne düşünecekti? Herkes evimi benim yaktığımı değil, evimin kazayla yandığını biliyordu muhtemelen. Üstelik artık annem de yoktu. Evi yanmış, annesi intihar etmiş bir kızın bu kılıkta sokakta ne işi var, diye düşünür müydü? Ne düşündüğü zerre umurumda değildi ama bu düşüncenin varlığı bile zihnimin açık bir yara gibi sızlamasına, kanamasına neden olmuştu.

Yerdeki torbaları aldım ve kapıya doğru yürüdüm. Tam kapıdan çıkacaktım ki, "Nasılsın?" diye sordu kısık bir sesle.

Duraksadım. "Aynı," diye fısıldadım.

"Uzun zaman oldu."

"Çok da uzun sayılmaz," dedim, sesim bir sonbahar yaprağının iskeletinin üzerine basıldığı anda çıkardığı o sesi anımsatmıştı bana.

Genç kadının gözlerinin ağırlığını sırtımda hissedebiliyordum. "Anladım," dedi Enis. Yavaşça kapıyı açtı ve geçmem için bana yer verdi. Kendimi tekrar o kalabalığın içine attığımda, o da benimle birlikte mağazadan çıkmıştı. Kaldırımda birlikte yürümeye başladık ama o kadar gergin hissediyordum ki, dirseğimle ona vurup ondan uzaklaşmak istiyordum. "Finallere az kaldı," dedi tekrar konuştuğunda. "Çalışıyor musun?"

Ona, benimle dalga geçip geçmediğini sorgulayan bir bakış attım. Cevabı almış gibi başını yavaşça salladı. Ağır adımlarla caddenin diğer ucuna yürürken, "O adam nerelerde?" diye sordu bu kez.

"O da beni bekliyor. Gitmem gerek."

Tam ondan uzaklaşmak için bir adım atıyordum ki, "Neden benden kaçıyorsun? Yalnızca gerçekten nasıl olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sana zarar verecekmişim gibi, benden tiksiniyormuş gibi davranıyorsun," dedi kırgın bir sesle. Bir an duraksadım. Ona böyle hissettirmeyi ben seçmemiştim, isteyen de ben değildim.

"Sana böyle hissettirdiğim için üzgünüm," dedim, dudaklarımın arasından firar eden nefesin çizdiği kelimeler ortaya dökülürken, nefesimin yarattığı o kelime buharı gecenin içine karışıp kayboldu.

"Sorun değil." Omuzları düşmüştü. Ellerini kot pantolonunun ceplerine soktu. Kanımın içinde ağır ağır yüzen geçmiş arada bir kafasını çıkartıyor, damarlarımın tavanını izliyor ve tekrar kanımın içine gömülerek orada ilerlemeye devam ediyordu. "Toparlanamazsın diye endişelenmiştim."

Bakışlarım yavaşça yere devrildi. Kaldırımı oluşturan taşların şekillerini seyretmeye başladım. "Ben de öyle düşünmüştüm," diye iç geçirdim ama bunu dışarıya vurmadım, içimde dalgaları kıyılarıma vuran sesim, yine içimde bir yerleri yıkıp geçmişti.

"Devam edebildiğini görmek çok güzel. Artık senin için daha az endişelenebilirim," dedi. Soğuktan yüzü kızarmıştı, ince dudakları renksiz, hatta gri görünüyordu ve çatlamıştı. Burnunu çekerek boynunu deri ceketinin kalkık yakalarının içine gömdü. "İyi görünüyorsun Karakuyu."

Bir süre yalnızca onu izledim. Ne diyeceğimi bilemiyordum ve hava gerçekten çok soğuktu. Şehir, karanlığın göğsüne bir sütyen teli gibi battıkça, ışıklar tıpkı açık bir yara gibi parlayarak kanamaya başlamıştı.

"Teşekkür ederim," dedim emaneten giydiğim tebessüm dudaklarıma hafifçe bulaşarak yüzümü rengine boyarken.

Enis duraksadı. Gözleri, yorgun ama bir o kadar da silik ve cansız duran tebessümümde gezindi. Arabaların kornaları caddeyi inletiyor, önünde durduğumuz mağazanın altın rengi parıltılara sahip ışığı yüzümüzü aydınlatıyordu.

"Kapıdan içeri girmek üzere olan bu yeni yıl umarım senin için güzel geçer," dedi, sesinin yelkovanı dakikaları çiğniyordu.

"Umarım senin de yeni yılın dilediğin gibi geçer," diye fısıldadım. Artık gitmem gerekti. Karan'a hiçbir şey alamadığım için kendimi öyle işe yaramaz hissediyordum ki. Yine de yüzüme yerleştirdiğim, bir bıçakla çizilmiş gibi duran ifadeyi yüzümden koparıp atmadım. Bir maskem yoktu, maskenin çene kısmını tutup yukarı sıyıramaz ve onu dışarı atamazdım. Hâlbuki o maske yüzümün topraklarına kök salmış gibi hissediyordum.

"Saatçiye girdin," dedi Enis kaşlarını çatarak. "Ona bir hediye mi alacaktın?"

Bunu onunla konuşmak ne kadar doğruydu bilmiyordum ama yavaşça başımı salladım. "Evet," dedim.

"Sanırım ilgini çeken bir saat bulamadın?"

Kaşlarımı kaldırıp sıkıntılı bir ifadeye bürünerek, "Aslına bakacak olursan çok pahalı bir mağazaydı," dedim ne düşüneceğini umursamadan. "Oradan bir saat alabilmem için köşedeki bankayı soymam gerek."

Enis gülerek, "Ben de öyle düşünmüştüm," dedi dürüstçe. "Bayağı tuzlu bir yer. Annemin babam için sipariş ettiği saati almak için girmiştim aslında. Seni orada görmeyi beklemiyordum."

"Ben de aynı şekilde seni görmeyi beklemiyordum," diye itiraf ettim. "Artık gitmem gerek."

Enis duraksadı. "Ona bir şey almadan mı gideceksin?"

Durgun bakışlarımı mağazaların vitrinlerine çevirdim. "Yeterli vaktim ve nakidim yok..."

Enis, "Ona bir saat hediye etmek mi istiyorsun?" diye sordu bu kez.

"Evet."

"Oradaki pahalı bebekler sadece gösteriş için, emin olabilirsin," dedi beklenmedik bir şekilde anlayışlı bir tavırla. "Saat aslında çok derin anlamlara sahip bir hediyedir. Neden ona ruha sahip olan bir saat almıyorsun?"

Yüzümü buruşturdum. "Ne?"

"Şu arada," dedi ara sokağı işaret ederek. "Üçüncü dükkân. Yaşlı bir adamın karısı öldükten sonra açtığı bir antika dükkânı. Antika demem seni korkutmasın. Çok uygun fiyatlara, çok iyi şeyler yapıyor. Bu işi para için de yapmıyor üstelik. Biraz daha vaktin varsa, o yaşlı adamın yanına uğramanı tavsiye ederim. O dükkânda senin ilgini çekebilecek şeyler olduğunu düşünüyorum."

Söylediği yerdeki şeyleri merak etmeye başlarken yavaşça başımı salladım. Enis daha fazla üzerime gelmedi ya da bana bir şeyler sorarak beni germedi. Elimde poşetlerle ondan uzaklaşırken, onun ela gözlerinin benim sırtımda bir ok gibi öylece saplı kaldığını biliyordum ama arkama bakmadım. Bahsettiği ara sokaktaki antika dükkânını bulmam çok uzun sürmedi. Dükkânın önünde ahşaptan bir tabela vardı, tabelanın üzerine desenler işlenmişti. Tabelada el ile oyulduğu belli olacak şekilde, Arif Usta yazıyordu.

Cam kapıyı ittiğimde hemen tepemdeki rüzgâr çanı şangırdadı. Yaşlı adam, ahşap bir masanın arkasına oturmuş, elinde bir tornavida yardımıyla önünde duran ahşabı şekillendiriyordu. Tornavidanın sapına taşla vuruyor, tornavidanın sivri ucu ahşabı oyuyordu. Adam varlığımı fark edince gözlerini kaldırıp bana baktı. Gözlükleri burnunun ucunda duruyordu, gözlüklerinin ipleri kulaklarının arkasına doğru uzanmıştı.

"Buyur kızım?" dedi.

"Merhaba," diyebildim.

Yaşlı adam gözlükleri burnunun ucunda, gözlerini kaldırmış bir biçimde bana bakmaya devam etti. "Bir şeye mi bakacaktın?"

"Bana burayı bir arkadaşım önerdi," dedim adama doğru yürüyerek. "Ben bir saat bakacaktım."

Yaşlı adam gözlerini yumdu, tekrar açtığında gözlerinin içinde tavanda yanan sarı ampulün ışığı parlıyordu. "Nasıl bir saat arıyorsun?"

"Uygun fiyat..."

"Ne kadara arıyorsun diye sormadım."

Gözlerimi kırpıştırarak adama baktım. "Ruhu olan bir saat arıyorum," dedim.

Yaşlı adam tekrar gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı ve gözlerini tekrar gözlerini açtığında gözlerinde yaşanmışlığın çizgileri kahverengi dolambaçlar çizmişti.

"Dün ruhu olan son saatimi sattım," dedi umutsuzluk yemlerini düşüncelerime serperek.

Omuzlarım anında düşerken, "Anladım," diyebildim. Artık gerçekten dönmem gerekiyordu. Karan çoktan mağazadan çıkmış olmalıydı ve benim yüzümden Sergen'e bağırıp çağırmasını istemiyordum. Yaşlı adamın bakışlarını yüzümün her bir köşesinde hissedebiliyordum ama benim gözlerim zemine düşmüştü. Kumdan bir kale gibi önünde öylece yıkılmıştım.

"Ama ruhu olan başka şeyler de bulabilirsin burada," dedi ifadesiz bir sesle. Damarımın içindeki kan alevlenerek akmaya başladığında parıldayan gözlerimi yaşlı adama çevirdim. Yaşlı adam taşı ve tornavidayı kenara bırakıp ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Bana doğru yürüdü ama yanımda durmadı, kolu koluma sürttükten hemen sonra benden uzaklaştı.

Yaşlı adama doğru dönüp onun arkasından yürüdüm. "Poşetlerini şu köşeye bırakabilirsin," dedi sakin bir sesle. Elimdeki poşetleri yere bıraktım. Adam köşedeki büyük çekmeceli dolabın önünde durdu ve büyük çekmeceyi kulpundan tutarak kendine doğru çekti. Çekmece açıldığı an gözlerim şu ana dek gördüğü en esrarengiz mücevherleri görüyormuş gibi kocaman açıldı. Çakmaklar, zippolar, el oyması aynalar, kolyeler... Çekmecenin içinde bir hazine saklıyordu.

"Bunlar inanılmaz güzel," diyebildim.

"Hepsi yaşanmışlığı olan şeyler," diye ekledi. "Hepsinin senden daha yaşlı ruhları var."

"Daha yaşlı mı?"

"Evet," dedi yaşlı adam. "Şu gördüğün kolye..." Deniz kabuğundan yapılmış kolyeyi işaret ederken yorgun bir biçimde gülümsedi. "Yirmi dokuz yaşında."

Kaşlarımı kaldırdım. "Hepsini siz mi yaptınız?"

"Evet," dedi. "Bu deniz kabuğunu eşim bulmuştu. Ben de onun için bir kolyeye dönüştürmüştüm."

Kalbim acılar tarafından kucaklandı. "Ona yaptığınız bir şeyi bir başkasına vermek sizin için çok olmuyor mu?"

"Evet," dedi bu kez. "Elbette. Fakat... Fakat bunu o istedi. Anılarımızın asırlarca elden ele dolaşmasını istedi. Bir köşede, ben de öldükten sonra tamamen yok olup, unutulup gidecekti. Yitip bitecekti."

Bir an yaşlı adamın söyledikleri o kadar anlamlı geldi ki, geçmişten bir sarmaşığın bu kolyenin zincirine dikildiğini düşündüm. Bu kolyeyi kim takacak olursa olsun, geçmişin sarmaşığını da boynunda taşıyacaktı. Yaşlı adam bana çekmecedeki hazinelerin hikâyelerini anlatırken bir an gözüm bir kâğıt parçasında takılı kaldı. Yaşlı adamın sesi zihnimde dolanmaya devam ederken elim bilincim dışında kâğıda uzandı ve zipponun altındaki takvim yaprağını elime aldım.

Eski bir takvim yaprağıydı.

1995 yılının kasım ayına aitti. Bakışlarım takvim yaprağının üzerinde yazılı olan sayıya kaydığında nabzımın sesi, yaşlı adamın sesini parçalayarak kulaklarımı sağır edecek bir gürültüyle bedenimde zonklamaya başladı.

17.11.1995

Doğduğum güne ait olan bir takvim yaprağıydı bu.

Yaşlı adamın, "İlgini mi çekti?" demesiyle eş zamanlı olarak bakışlarımı adama çevirdim. Yüzüm bembeyaz, ellerim buz gibi olmuştu.

"Bu takvim yaprağı benim doğduğum güne ait," diye fısıldadım, dudaklarım saniyeler içinde kupkuru olmuştu.

Yaşlı adamın yüzündeki ifade donup kaldı. Birkaç saniye gözlerimin içine yıkılmış bir hastane, temeli çürümüş bir okul, tavanı bir bebeğin üzerine çökmüş ev gibi baktı. "Bu onu kaybettiğim günün takvim yaprağı," diye fısıldadı.

Onu kaybettiğim günün takvim yaprağı.

Oysa bu, Karan'ın belki de beni kazandığı günün takvim yaprağıydı. Birkaç damlaydım ama aslında seldim. Nefes alıyordum ve bir kitap sahnesiydim. Her şey birbirine karışmıştı. İçime değen boşluğu doldurduğum adama verebileceğim tek hediye belki de bu takvim yaprağıydı. Ama yaşlı adamdan bu takvim yaprağını nasıl isteyebilirdim ki?

"Bu takvim yaprağını herhangi birine mi hediye etmek istiyorsun?" diye sorduğunda, gözlerine çökmüş sorgunun gölgesi gözlerimdeydi.

"Hayır," diye itiraf ettim.

"Hediye edeceğin kişiyi bir kelimeyle tanımla," dedi bu kez.

"Canım," dedim hiç düşünmeden.

Dudakları yukarı kıvrıldı. "Takvim yaprağını canına götürebilirsin," dedi sessizce. "En azından o gün biri kazanmış."

Yaşlı adamın boynuna sarılmak ve ona minnettar olduğumu söylemek istiyordum ama en az benim kadar ifadesiz bir surata sahip olduğundan bunu yapamadım. Aramızda garip bir sessizlik oluştu, sonrasında yaşlı adam büyük avucunu omzuma koyarak omzumu yavaşça sıkıp gülümsedi. Herhangi bir ücret kesinlikle kabul etmemesi hoşuma gitmese de, onu sinirlendirmek istemedim ve poşetlerimi alıp dükkândan ayrıldım.

Takvim yaprağını benim için küçük bir pakete yerleştirmişti. Ona minnettardım.

Sokak iyiden iyiye kararmıştı. Şemsiyeli Sokak'a girdiğimde, hemen ileride, kalabalığın içinde öylece dikilen Karan'ı görünce adımlarımı daha da hızlandırdım. Kolundaki saate ve etrafa bakıyor, arada Sergen'e dönüp sinirli sinirli bir şeyler söylüyordu. Yeni yıl hediyesi nasıl verilirdi bilmiyordum, bu yüzden öylece uzatmayı düşünüyordum...

Billur ile göz göze geldiğimiz anda, Billur elini kaldırarak, "Orada!" diye bağırdı. "Geliyor!"

Yanaklarıma hızla yayılan ısı boynuma kadar sindi. Yürüyen bir ateş topuna dönmüştüm. Karan'ın bakışları elimde tuttuğum poşetlere kaydı. Nefes nefese yanlarında bittiğim anda, "Sen neredesin?" diye sordu Karan gergin bir sesle. "Az daha geç kalsaydın sokağı ayağa kaldıracaktım."

"Kaldırmadı da sanki," diye homurdandı Billur.

"Sen sesini kes Halkalı Möğ Kız."

"Ya şöyle deme bana!" diye cırladı Billur. Çakır gözleri bana kaydı. "Şuna bir şey de, möğ falan demesin bana ya!"

"Halkaları çıkarırsan demem."

Karan'ın bakışları tekrar bana döndü, gözleri yüzümü hızlıca taradı. "Her şey yolunda?"

"Evet," dedim omuz silkerek. "Sadece... Bir şeyler almıştım."

Karan gözlerimin içine bakıyordu. Ben de onun gözlerinin içine bakıyordum ama diyecek bir şey bulamıyordum. Saniyeler, zamanı örmeye devam ediyordu. Hızlı yürümüştüm ve hava da soğuktu, bu ikisi birleşince boğazımdaki yangının temelini oluşturuyordu.

Bedirhan, "Sanırım bizim için," dedi kısık bir sesle. "Öyle değil mi?"

Ne diyeceğimi bilemez hâlde Karan'ın gözlerinin içine bakarken yalnızca başımı salladım. Küflü siyah gözlerindeki örümcek kirpiklerinden aşağı sarkarak harelerinde ilerlemeye, ilerledikçe arkasında beyaz ağdan yollar oluşturmaya başlamıştı. Ağın her bir şeklini bir harfe benzetiyordum. Karan gözleriyle konuşmayı seven bir adamdı.

"Paran var mıydı?" diye sordu kısık, yalnızca ikimizin duyabileceği bir sesle. Yavaşça başımı salladım ama cevap vermedim.

"Hadi öyleyse yemek yemeye gidelim," dedi Bedirhan. "Restoranda açarız hediyelerimizi. Ne dersiniz?"

Ortamı yumuşatmaya çalışmıştı ama ortam şu an zaten gergin değildi. Yalnızca Karan çok fazla endişelenen, beni gereğinden fazla düşünen bir adamdı. Birlikte araca binip restoranın olduğu yere geçtik. Aslında restoran Şemsiyeli Sokak'ın hemen yanı başındaydı ama Karan aracını restoranın hemen önüne park etmek istediğinden oraya araçla geçmiştik.

Balık halinin içi bana her zaman sıcak gelmişti. İçeride bir sürü balık restoranı vardı. İnsanlar burada müzik dinler, içki içer, balık yerdi. Aslında balık restoranı olmasına rağmen yalnızca balık yapılıyor da denemezdi. İsteğe göre her şeyi pişirdikleri oluyordu. İki ağacın ortasında duran, hemen tavanında balıkçı ağı, balık maketleri ve küçük sarı lambaların asılı olduğu büyük bir masaya oturduk. Poşetler hemen yanımda duruyordu ama Karan'ın hediyesini herkesin içinde vermek istemiyordum. Bu yüzden o paketi kürkümün iç cebine koyup fermuarı çekmiştim.

Hemen yanımızda biri ut çalıyordu. Burada da yeni yıl süsleri vardı ama diğer yerlere oranla ağırlığını bozmamış, çok da fazla süslenmemişti. Servisler açıldı. Servisler açılırken ben de poşetteki paketleri tek tek sahiplerine uzattım. Bunu yapmak çok utanç vericiydi ama hepsinin yüzündeki o anlık değişim, ifadelerine yerleşen huzur görülmeye değerdi.

Bedirhan ona aldığım kazağı gerçekten beğenmişti. Sergen normalde kazak giyen biri değildi ama o da bu hediyeyi çok sevmişti. Billur ve Defne için hediye hediyeydi, onları her hâlükârda mutlu etmek zaten kolaydı. Herkese hediye verip Karan'a vermemem bir an için küçük bir durgunluğa sebep olsa da, bunun üzerinde durmadım.

Sergen, Karan'ın hediyesini en son vereceğimden emin olduğu için sadece gözlerimin içine bakıp başını yavaşça sallayarak, "Kazak için teşekkürler Merve. Çok güzel," demişti.

Masaya bir küçük rakının gelmesini beklemiyordum. Ortam anında gerildi. Karan ise her şey normalmiş gibi rakısını açtı, henüz yemek servisi başlamadan rakı bardağını yarısına kadar rakıyla doldurdu ve çıplak bileklerindeki damarları sergileyerek rakının kapağını kapatıp köşeye bıraktı.

İçimin gökyüzünü bulut gibi saran siyah balonlara doğru zıplıyor, onlara erişemiyordum, boyum bir türlü o balonları avuçlamaya yetmiyordu. Karan o balonlardan biriydi. Bakışlarım rakıya kaydı, geçmiş rakı kadehinin içindeki içkinin yüzeyinde cesetlerini yüzdürmeye başladı. Karan tünelden farksız bir odadaydı, oda kapkaranlıktı, floresan cızırtılı sesini duyabiliyordum ama ışık yanmıyordu. Kolları mosmordu, dudakları kuru ve griydi, yoksunluk krizi geçiriyor, bir yudum içki, bir tane hap için olduğu yerde titreyerek sallanıyordu. Bu düşünce damarımın içindeki kanın, şeytanın damarlarında dolanan cehennem ateşine dönüşmesine neden oldu.

Gergin bir şekilde Karan'a yaklaşıp, "Bu nereden çıktı?" diye fısıldadım. Ölesiye korkuyordum. Yoksa yeniden alkol kullanmaya mı başlamıştı? Sergen diğerlerine göre daha rahat görünüyordu ama bu zaten onun her zamanki haliydi.

Karan, rakının içine suyu damlattı. Su, rakıya elini uzattığı an tamamen ona karıştı ve iki şeffaf renk birleşip bembeyaz bir gelinliğe dönüştü, ardından bu gelinliğin rengi bulandı, kefene dönüştü.

"Özel günlerde içtiğimi söylemiştim, küçücüğüm," dedi kendinden emin bir sesle. "Neden bu kadar gerildin ki?"

Gerçekten öyle olmasını diliyordum. Gözlerinin içine dikkatle baktım, elimi farkında olmadan bileğine koymuştum. "Yılbaşı senin için özel bir gün değil," diye mırıldandım.

Karan kaşlarını çatıp, "İstersen içmem," dedi kuru bir sesle. Bunu yalnızca benim duyabileceğim bir şekilde söylemişti. Yüzümdeki buzlar yavaşça çözülmeye başladı ama zihnimin etrafına örülen çitlerin arkasında bekleyen sırtlanların ağzında düşüncelerimin parçalanmış etleri vardı ve toprağa kan damlıyordu, bu kanın içinde korkunç görüntüler vardı, bu kanın içinde korku vardı. Yine de onun üzerine gidip onu tedirgin etmek istemediğimden elimi yavaşça bileğinden çektim.

"İçki içmezsin diye düşünmüştüm," diye fısıldadım.

"Zaten içki içmiyorum," dedi gözlerimin içine bakarak. "Rakı içiyorum."

Ona bir şey diyemedim. Günah olmasını da geçmiştim, onun inançlarına bir şey deme hakkını kendimde bulmuyordum ama içkiden kurtulmak için Tanrı'ya sığınmış bir adamın şu an içiyor olması mıydı beni tedirgin eden yoksa onun tekrardan alkole başlamasından mı korkuyordum bilmiyordum. Yine de ona güvendim. Tekrar içmeyeceğini düşünerek buna göz yumdum.

Masada sadece kadeh ve çatal, bıçak sesleri vardı. Sergen ve Bedirhan da Karan'a eşlik ederek birer kadeh rakı doldurmuş, hemen ardından çatal bıçak sesleri kesilmiş ve koyu bir sohbet ortamı oluşmuştu. Rakı şişesi ne zaman boşalmış, yerine ne zaman yeni bir rakı şişesi gelmişti hiçbir fikrim yoktu ama Billur'un da onlara katılması uzun sürmedi. Bir İzmirli olarak rakının tadını iyi biliyor, rakıyla ilgili muhabbeti Billur döndürüyordu. Defne ve ben sessizce onları dinlerken ara sıra göz göze geliyorduk ama ikimiz de alkol almamıştık, önümüzde kutu kolalar vardı.

Karan aniden kendi rakı kadehini dudaklarıma sürtünce irkildim. Işıkların altında parlayan esmer yüzüne baktım, ona baktığımı fark edince, onun kara gözleri de yavaşça beni buldu ve yüzünde hafif bir tebessümle gözlerimin içine baktı. Bu beni mahvetmişti.

Öyle kahredici bir güzelliği vardı ki...

Rakının ağır kokusu yüzümü buruşturmama neden oldu. Karan kaşlarını kaldırarak kadehi tekrar dudaklarıma sürtüp, "Tatmadım demezsin," diye fısıldadı. "İç."

Başta ne kadar kararsız olsam da o benim zihnimi alaşağı eden bir fırtınaydı ve ben bu fırtınanın çırılçıplak bıraktığı o ağaçtım, köklerimden sökülüp bir köşeye fırlatılmak değil, onun kolları arasında şehirlerce, kıtalarca, ülkelerce öylece savrulmak istiyordum.

Rakıdan bir yudum aldım. Önce dilim uyuştu, ardından damağıma yayılan o yanma hissi yavaşça boğazıma doğru hareket etti. Nefes aldım, aldığım nefesi sanki yüzümü ateşe tutarak almış gibi yandığımı hissettim. Gözlerim iri iri açılınca, Karan'ın dudaklarının yukarı kıvrıldığını fark ettim. Gözlerim ona doğru kaydı. Karan, rakı kadehini bir kez daha dudaklarıma dayadı ve bu kez daha fazlasını içmem için kadehi biraz eğdi. Rakı ağzımın içine yavaşça akarken, yanmanın etkisiyle tamamını yutamadım ve rakı yavaşça çenemden aşağı akmaya başladı. Karan pürdikkat beni izliyordu.

Çenemde rakının çizdiği yolu, takip ettiği istikameti hissedebiliyordum. Nefes boşluğuma kadar ağır ağır aktı. Karan kadehi dudaklarımdan uzaklaştırırken gözlerimi kıstım, bakışlarım hemen tepemizden aşağı sarkan küçük lambalara ve balık maketlerine takıldı. Deniz kabukları da vardı... Bir an için gördüklerim, her zamanki görüntülerinden sıyrılarak daha güzel bir derinin içine girdi sanki. Baktığımda gördüğüm o şey, her zaman gördüğüm o şeyden farklıydı. Sanki ışıklar daha ışıl ışıldı, deniz kabukları hâlâ deniz kokuyordu ve yanan ampulün sarı ışığı zihnimdeki pistte dans ediyordu.

Elimin tersiyle çeneme akan rakıyı sildim. Karan, "Benim kadehimden içebilirsin," dedi saçlarıma doğru. Sıcak nefesi saçlarımın içinde bir savaş başlattı, saç diplerimde onun nefesinin elleri vardı ve düşüncelerim ona göre şekillenmeye başlamıştı. Kuvvetli bir muska, güçlü bir büyü, gizemli bir tılsım, ağızları açık bırakan bir sihrin etkisinde gibiydim ama aslında yalnızca onun etkisi altındaydım.

Zaman, rakının bardağı doldururken aktığı gibi akmaya, rakıyı içerken kadehi boşalttığımız gibi geride kalmaya başladı.

Ben bir soru işareti gibiydim. Çoğu kez kendimi soru işaretinin ucundaki nokta sandığım olmuştu ama varlığım, hislerim, bu dünyadaki kapladığım yer öyle şüpheliydi ki, bana sadece soru işareti olmak yakışırdı.

Kara gözlerinde içtiği rakının saf kokusu vardı, sanki nefesini gözlerinden veriyordu, sanki ciğerleri yüreğine taşınmıştı, sanki yüreği parmaklarının arasında tuttuğu sigara gibi yanıyordu, sanki parmaklarının arasında tuttuğu tek dal sigara bendim, izmaritime kadar yanıktım ama hâlâ beni dudaklarına götürüyordu.

Bana, hayatında ilk kez lunaparktaki dönme dolabı görmüş o küçük erkek çocuğu gibi bakıyordu. Belki de başı çok dönüyordu, belki de dünya şu an dönüyordu, belki de dünya bir dönme dolaptı ve en tepeye geldiğimiz anda, yani birbirimizi bulduğumuz anda dönme dolap durmuştu.

Arkada cızırtılı bir şekilde çalan Müslüm Gürses şarkısına eşlik eden adamın sesi çatallıydı, biri ut çalıyordu ama sesin nereden yükseldiğini bilmiyordum, gözlerimi Karan'ın gözlerinden ayıramıyordum. Sanki gözlerim bir bıçaktı, onun gözlerindeki yanık ekmeğin üstüne saplanmıştı, sanki gözleri bir makastı, gözlerimdeki siyah saçların uçlarını almaya başlamıştı.

Birbirine çarpan kadehlerin sesini dinledim, ardından bu sese utun sesi karıştı ve ardından Müslüm Gürses'in toprağı çamurlaştıracak kadar çok yağmurlar yağdırarak göğü ağlatabilecek olan o güçlü sesi kulaklarımda dolanmaya başladı.

Küflü siyahımın kafası hafif çakırdı.

Dişlerini sıktı, yanaklarında oluşan o kuyulara kaydı gözlerim. Uzun uzun o kuyuları izledim. Kısık bakan, etrafına kan bulutları çökmüş gözleri yüzümün her köşesinde dolanıyordu. Özel günlerde alkol aldığını söylemişti, yine de içimde bir yerlerde saklanan o korku kafasını kaldırmış beni izliyordu ama kafamın içinde patlayan o sis bombası etrafı duman altı bıraktığından o korkuya tam olarak ulaşamıyordum. Acaba yeniden içkiye başlar mıydı?

Büyük elini yüzüme yaklaştırınca gözlerim otomatik olarak kısıldı ve bakışlarımız tekrardan birbirleriyle buluştu. Ona nasıl bakıyordum bilmiyordum ama o bana öyle bir bakıyordu ki, bir erkek çocuğu göğsümün ekvator çizgisinde simsiyah bisikletiyle pedal çeviriyordu. Büyük işaret parmağı saçlarıma dolandı, hafif dalgalı bir şekilde yanağımdan aşağı sarkan saç telini parmağının etrafına doladı, gözleri gözlerimde kırık bir çerçevenin içindeki o eski fotoğraf gibi asılı kaldı.

Yaşanan onca şeye rağmen, bir dağ gibi, burada, gözlerimin içinde, dizlerimin dibindeydi.

Arkada çalan şarkıya eşlik eden adam elindeki kadehi yere fırlatınca, kadehin parçalanma sesi etrafa hızla yayıldı ama bu gürültü Karan ve benim gözlerimizin birbirinden ayrılmasına yetmedi.

"Sana tutuştuğum kadar, hiçbir ateşte yanmadım," dedi alkol kokan nefesiyle yüzümün haritasını turlarken. Parmağına sarılı duran saçıma baktı, parmağını bir kez daha saçımın etrafında çevirdi ve saçım bir kat daha çizerek onun parmağına dolandı. Diğer elini kaldırıp boynuna yaklaştırdı, işaret ve orta parmağıyla nefes boşluğuna bastırırken gözleri daha da kısıldı. Hemen tepemizde, balıkçı ağlarının içine yerleştirilmiş o küçük sarı ampullerin ışıkları yüzünde parlıyordu. "Ben seni nefes boşluğuma soka soka..."

Hani tam biriyle konuşuyorsundur, konu çok derindir, karşındakini yakından tanıyorsundur da, o seni tanısın istemiyorsundur ya, hani ağlayacağını hissedersin de, dudakların titreyerek gülümsersin ve yavaşça olduğun yeri terk edersin... Karşımda duran adamı tanıyordum, derinlerimde hissediyordum; karşımdaki adam beni tanıyordu, ağlayacağımı hissediyordum, dudaklarım titriyordu ama ağzımı açamıyordum, yerimden kalkamıyordum.

Hani her şeyini kaybedeceğini hissedersin, artık elinde bir şey kalmadığını düşünürsün, bittiğini bilirsindir de bir anda elini biri tutar, bitmediğini daha hissettirir ya, yaşlı gözlerle elini tutan elin sahibine bakarsın, ayağa kalkacak gücün yoktur da, seni kucaklayıp ayağa kaldırır ya hani... Sanki kötürümmüşsün gibi. Yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibisindir de, sana yürümeyi öğretecek olan anneni gözlerinin önünde bir kaplan parçalamıştır, öleceğini düşünürsün ama başka bir gölge üstüne düşüp sana yürümeyi öğretir ya... İşte ben de o ceylan yavrusu gibi, her şeyimi kaybettiğimi düşünmüşken, dizlerimin üstünde kaybettiklerimi izlerken, en baştan yürümeyi bu adamdan öğrenmiştim.

Sertçe yutkundum, damarlarımda dolanan alkolün kanıma nasıl karıştığını hissedebiliyordum. Tenimin altında, damarlarımın içinde havai fişekler patlıyordu. Herkes kendi âlemindeydi, Bedirhan'ın dudaklarından alkolün ona emanet ettiği şarkılar dökülüyor, Billur, yüzünü avucunun içine almış Bedirhan'ı izliyordu. Defne önündeki biraya bomboş gözlerle bakarken ilk kez bu kadar durgundu, Sergen sakin bir şekilde Defne'yi izliyordu.

Ânın getirdiği o cesaretle Karan'a doğru yaklaştım. Saçım hâlâ parmağına sarılı duruyordu. Boynuna doğru eğildim, boynundan yükselen rakı ve sert erkek parfümü kokusunu alabiliyordum, kendi kokusu da bu kokulara karışmıştı ve her zamankinden daha erkeksi bir koku salgılamaya başlamıştı. Burnumu sıcak boynuna bastırdım, teni cehennem gibi yanıyordu.

"Her gece koynumda uyutuyorum seni," diye fısıldadım, tüm gürültüye rağmen sesimi kalbinin içine fısıldıyormuşum gibi net duyduğunu biliyordum. "Her gece, koynumda uyuttuğum adamı, koynumda uyurken özlüyorum."

Zaman zaman yüzümü avuçlarına gömmek istediğim olurdu, onun avuçları her daim sıcaktı ve bu sıcaklık bana bir yuvayı hatırlatıyordu. O avuçlara yüzümü gömüp ağladığım gece aklıma gelince kalbim göğsümün altında iki duvarın arasında sıkışmış gibi sızladı.

Karan yutkundu, yutkunuşunun sesi, zihnimde bir kadeh kırılmış gibi yankı uyandırdı.

Saçımı serbest bıraktı. Büyük avucu omzuma doğru kaydı, avucunu omzuma bastırarak beni kendine doğru çekti ve diğer omzumu göğsüne yasladı. Dalgalı saçlarım onun göğsünü ve omuzlarını örterken bir süre yüzümü boynunun ininden çıkarmadım.

"Nefes boşluğumsun," diye fısıldadı Karan dumanlı bir sesle.

Yutkundum. "Soluk boşluğumsun," diyebildim, sesim titriyordu.

Karan'ın çenesini saç diplerime bastırdığını hissettim. Çenesini saçlarıma gömdü, bir süre öylece bekledi. Ardından yavaşça kafasını kaldırdı. Yüzümü boynundan çıkarıp yanağımı omzuna yasladım ve gözlerimi masaya çevirdim. Karan, uzun ve kalın parmaklarıyla rakı kadehini kavradı; kavradığı kadeh onun büyük elleri arasında küçücük kalırken, kadehin yarısını kaplayan o kırık beyaz sıvıyı yavaşça salladı. Rakı, kadehin içinde dalgalı bir deniz gibi hareketlendi, ardından Karan kadehi dudaklarına yaklaştırdı ve tek dikişte rakıyı içti; kadeh yarısına kadar dolu olduğundan, beyaz sıvı çenesinden aşağı doğru aktı ama onu tamamen ıslatmadı. Rakıyla ıslanan sakallarına bakarken yutkunma ihtiyacıyla doldum.

Karan aniden masadan kalkınca ne olduğumu şaşırmış bir halde şaşkın şaşkın ona baktım. Masadaki birkaç göz de ona dönmüştü. Ahşap, kireçle beyaza boyanmış sandalyenin sırtına koyduğu siyah paltosunu aldı ama giymedi, üzerindeki siyah boğazlı kazak ona çok yakışıyordu ama hava oldukça soğuktu, gerçi hemen kenarlara yerleştirilmiş elektrikli sobalar yanıyordu, ortam umduğum kadar da soğuk sayılmazdı. Elini bana doğru uzattı, hiç düşünmeden elini tuttum ve ayağa kalktım. Masadan uzaklaşmaya başladığımızda nereye gittiğimiz konusunda hiçbir fikrim yoktu. Balık halinin dışına doğru ilerledik, balık halinden çıktık ve Karan'ın aracını park ettiği kaldırım kenarına geldik. Birçok eğlence mekânından müziğin sesi yükseliyordu ve sokak ışıl ışıldı.

Ellerimiz ayrıldı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum meraklı gözlerle ona bakarken. Aracın uzaktan kumandasını avuçladı, tek bir dokunuş darbesiyle aracın kilidini kaldırdı.

Karan sürücü koltuğuna geçti, ben de onu takip ederek ön yolcu koltuğuna geçtim ve emniyet kemerimi bağlamaya çalışırken kafamı yana çevirip ona baktım. Aracın içi kapkaranlıktı, Karan emniyet kemerini tek bir hareketle ustaca bağlayıp aracı çalıştırdı ve tek eliyle tuttuğu direksiyonu yavaşça çevirdi. Araç, park alanından su gibi kayarak çıktı ve dümdüz bir yolda ilerlemeye başladık. Kafam kazan gibiydi, boynum ateş gibi yanıyordu ve sanki içtiğim rakı, yavaşça bedenimde dolanmaya başlamış, etkisini yeni yeni gösteriyordu. Başımı soğuk cama yasladım, gözlerim akıp giden yolu takip ederken Karan'ın telefonla konuştuğunu fark ettim ama gözlerimi camdan ayırmadım. Sokak lambalarının ışığı içeriye vurdukça, aydınlanan camda Karan'ın yansımasını görüyordum.

"Yerinde misin?" diye sordu Karan birden, telefonda konuştuğu kişiye. "Tamam, ayrılma. Ben geliyorum." Kısa bir sessizlik yaşandı. "Evet, çok uzun sürmeyecek. Geliyorum."

Gözlerimi yavaşça kırpıştırdım. "Nereye gittiğimizi söylemeyecek misin?"

"Bu yıl bitmeden, bu yıla bir iz bırakmaya gidiyoruz."

Kaşlarımı çatıp bir süre cama düşen yansımasını izledim. Aklımın içine sığdırdığım tüm düşünceler saatli bir bomba gibiydi ve kuracağım tüm cümlelerin önünde bir sis bombası patlamıştı sanki. Gideceğimiz yere vardığımızda Karan, kanında dolanan alkole rağmen aracı usta bir manevrayla park etmişti. Araçtan indim, hava o kadar soğuktu ki, üstümdeki kısa kürke rağmen tir tir titriyordum. Bakışlarım önünde durduğumuz binaya kaydı, binanın karşısında bir lise vardı ve bina, dar bir ara sokağın içine yerleştirilmişti.

Binanın önündeki sensörlü lamba bizi fark edince yandı, binanın kapısının önündeki paspasın üzerinde yatan siyah köpek kafasını kaldırıp bize baktı ama zararsız bir şekilde kuyruğunu sallayarak yüzünü tekrar kara patilerinin üzerine koydu ve gözlerini yumdu. Karan üst üste duran kutulardan oluşturulmuş zillerden bir tanesine bastı ve o an binanın kapısı mekanik bir ses çıkararak açıldı.

Karan kapıyı iterken ben eğilmiş, siyah köpeğin başını okşamaya başlamıştım. Köpek gözlerini araladı, yüzümü izledi ve kuyruğunu tekrardan sallamaya başladı. Birkaç saniye daha başının üstünü okşadıktan sonra doğrulup kalktım ve Karan ile birlikte binadan içeriye adımımızı attık.

Binanın içindeki sensörlü lambalar da yanmaya başlamıştı. Dar, uzun merdivenleri ben onun önünde, o benim arkamda yavaşça tırmanmaya başladık. "Biraz daha hızlı," diye fısıldadı. "Kalçalarını izlemek aklımı bulandırıyor."

İrkilerek omzumun üstünden ona baktım ama ters bir şey söyleyemedim çünkü aklım başımdan uçmak üzereydi. Görüş alanım bulanıp duruyordu. Aramızda bir merdiven basamağı bile yoktu. Gözlerine yayılan ifade, sesine bulaşan o tınıdan onun sarhoş olduğunu anladım ama aklı gayet yerinde görünüyordu.

Önüme dönüp, "Yaramaz çocuklar gibi bakıyorsun," dedim güler gibi çıkan sesimle.

"Yaramaz bir adamım," dedi, sesi neşeliydi.

Bir iki kat daha çıktığımızda, bir dairenin kapısının önünde Karan, "Burası," dedi beni durdurmak adına. "Geldik Yanardağ."

Başımı ağır ağır sallayıp gözlerimi kapıya çevirdim. Kapı numarası 9'du. Tam zile uzanıyordum ki, Karan zile uzanan elimin üzerine elini uzattı ve parmaklarım onun parmakları ile zil arasında asılı kaldı. Karan'ın parmakları parmaklarıma dolandı, zilin çalarken çıkardığı o sesi dinledim, elini elimin üzerinden çekmiyordu.

Kapı açıldığında ikimizin elleri hâlâ zilin üzerindeydi.

"Hey," dedi tok bir ses. "Kapıyı açtım, farkında mısınız? Zilimi bozacaksınız..."

Kafamı kaldırıp kapının önünde dikilmiş bizi izleyen adama baktım. Saçları sıfıra vurulmuştu, kafasının bir kısmında, bir kafatasının dokusunu anımsatan garip bir dövme vardı, dövme ensesine doğru iniyor ve kafatasından sarkan bir kemik, omzunda bir örümceğin bacağıyla birleşerek bütünleşiyordu. Tişörtünün her yeri yırtıklarla doluydu, vizon rengi tişörtünden omuzlarını, karnındaki birçok noktayı net bir şekilde görebiliyordum. Muhtemelen, kesikler ve yırtıklardan gördüğüm kadarıyla, göğsünü kaplayan büyük bir dövme daha vardı. Karan yaşlarında bir adamdı, iki dudağının arasına sigarasını yerleştirirken gözleri Karan'ın gözlerine sabitlenmişti.

"Bir zilin parasını ödeyemeyecek kadar kötü durumda değilim," dedi Karan burnunu çekerek. Elini elimin üzerinden çekmedi, parmakları parmaklarımın arasına bir makinenin dişlileri gibi yerleşti, parmaklarıma kelepçelendi. Elimizi yavaşça zilin üstünden çekti. "Dışarı mı çıkıyordun?"

"Bugün yılbaşı, eğlenmek benim de hakkım, değil mi ama?" Adam güldü. Arkadan sırtına vuran sarı ışık kahverengi gözlerinin daha da koyu görünmesini sağlıyordu. "Benimle işin uzun mu?"

"Hayır," dedi Karan, bir eli belime kaydı ve kolu belimi tıpkı bir yılan gibi sardı. Sırtımın onun geniş göğsüne yaslandığını hissettim. Bedeni sıcacıktı. "Hatta seninle bir işim olduğu da söylenemez. Malzemelerinle bir işim var."

"Her zaman olduğu gibi, kendi işimi kendim görürüm diyorsun yani," dedi adam alaycı bir sesle. Sigarayı iki parmağının arasına alıp göz kırptı ve geri çekilerek geçmemiz için yol açtı. "Stüdyo senin, Çakıl."

"Daima," dedi Karan.

Adam, "Sen alkol mü aldın?" derken şaşkın görünüyordu, kalın kaşları havaya kalkmıştı.

"Özel günlerde hep alırım."

"Sen yılbaşı kutlamalarını saçma bulursun."

Karan'ın belime yılan gibi sarılmış olan kaslı kolu tutuşunu daha da sıkı hâle getirince yüzümü buruşturdum. Adamın bakışları Karan'ın koluna kaydı, ardından o kahverengi gözler tekrar Karan'ın gözlerine tırmandı ve dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı. "Anlam kazandırmışsın."

Karan tekrar, "Daima," dedi yalnızca.

Adam güldü ama benimle tanışma girişiminde bulunmadı, hatta gözlerimin içine bile bakmadı. Karan ile birlikte içeriye girerken, adam koridorun diğer tarafına doğru yürüyerek, "Ben giyinip çıkıyorum, keyfinize bakın," dedi, ardından ekledi, "Çıkarken anahtarı kapının üstündeki kırlangıç yuvasının içine bırakırsın."

İçerisi küçük ama küçük olmasına rağmen ferahtı. Dört duvarın üçü bembeyaz, biri gösterişli tuğladandı. Duvarlardan birinde çerçevelenmiş dövme çizimleri, Hollywood devlerinin portreleri vardı ve hemen duvar kenarında bir masa, masanın üzerinde küçük oyuncak arabalar, bir kum saati ve ahşap el oyması kuklalar vardı. Bakışlarımı diğer köşeye çevirdim, büyük, dişçi koltuğuna benzer bir koltuk vardı, koltuğun hemen kenarında ayaklı bir lamba ve lambanın önünde de başka siyah, deri bir tekli koltuk vardı.

"Dövme stüdyosu," dedi Karan kuru bir sesle. "İlk kez insan görmüş bir Marslı gibi bakıyorsun. O yüzden açıklayayım dedim."

"Cidden," diye inledim gözlerimi devirirken. Ona doğru döndüm, gözlerini indirmiş hareketlerimi analiz ederken her zamankinden daha büyülü görünüyordu. Bakışları gözlerime kilitlenip kaldı. "Neden buradayız?" diye fısıldadım.

"Kafana bir beyin dövmesi yaptırmayı düşünüyorum," dedi gayet ciddi bir sesle.

Yapmacık bir şekilde güldüm. "Espri kaliten gün geçtikçe düşüyor."

"Espri yaptığımı düşünebilecek kadar düşünebiliyor olmana sevindim."

Ona düz düz baktım. "Karan."

Dişlerini göstererek güldü, dehşete kapılmış bir yüz ifadesiyle ona bakakaldım. Avucunu kafamın üzerine koydu, saçlarımı karıştırarak okşadı, o esnada hâlâ dişlerini gösteriyordu.

"Şimdi uslu bir kız ol ve o koltuğa uzan," dedi, kara gözleri, gözlerimin davasına bakan bir hâkim gibiydi.

"Ben neden uzanıyorum?" Kaşlarımı çattım. "Ne olduğunu söylemeyecek misin?"

"Uzanmayacak mısın?" diye sordu, gözlerini gözlerimden ayırmadan sorduğu bu soruya negatif bir yanıt verebilmemin imkânı yoktu. Tüm kalkanlarımı devre dışı bıraktırıyordu bana.

Karşı çıkamadım, tek kelime etmeden ona uydum ve ağır adımlarla koltuğa doğru yürüdüm. Koltuğun önünde durunca dönüp Karan'a baktım, beni izliyordu. Tedirgin bir şekilde koltuğa oturdum, bacaklarımı uzattım ve sırtımı koltuğa yaslayarak hafifçe uzandım. Karan ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladığında, gözlerimi ondan uzaklaştırdım ve tavana çevirdim, tavandan aşağı sarkan küçük sarı lambalar güçsüz bir şekilde yanıyordu, yaklaşık on tane ampul vardı, uzansam onları tutabilirmişim gibi yakın görünseler de aslında bayağı tepedeydi.

Gözlerimi tavandan çekmeden, "Bana bir dövme yapacaksın," diye fısıldadım.

Bu çok ortadaydı. Bir adamın tenime dokunmasına izin vermeyeceği kesindi, Karan iyi çizim yapan bir adamdı ve bir dövme stüdyosundaydık, bense dövme yapılan o koltukta yarı uzanır vaziyette onu bekliyordum. Zihnimin topraklarına ektiği tohumları, ona hissettiğim şeylerin akıttığı gözyaşları suluyordu. Sertçe yutkunurken, Karan'ın hemen dibimdeki tekli koltuğa oturduğunu fark ettim ama ona bakmadım. Dibinde duran küçük dolabı karıştırmaya başladı.

Avuçlarım ter içinde olmuştu bile. "Bana dövme mi yapacaksın?" diye sordum bu kez.

Yalnızca, "İstemiyor musun?" diye sordu.

"İstiyorum," dedim. Ne yapacağının bir önemi yoktu.

Aslında Karan kartlarını açık oynayan bir adamdı. Sadece ben kör olmayı tercih ediyordum, belki de bu körebe oyununda gözüne çaputu kendi isteğiyle bağlayan o ebe bendim. Karan eldiven giymedi, makinenin motordan güç alarak çalışmaya başladığında çıkardığı o sesi duyduğumda bedenim buz gibi oldu. Gözlerimi tavandan çekmeden, "Önce bir taslak çizmen falan gerekmiyor mu?" diye sordum. "Hemen mi yapacaksın?"

"Taslağı zihnimde çizdim."

"Zihninde çizdiğin taslak neremde duruyor?"

Karan buz gibi parmaklarını nefes boşluğuma bastırdığında gözlerim tavandan ayrıldı ve onun küflü siyah gözlerine doğru saplandı. "Burada," dedi bir çarşafın sardığı sömek sömek esrar gibi. "Tam burada Çakıltaşı."

"Soluk boşluğuma," diyebildim, sesim titriyordu.

"Senin soluk, benim nefes boşluğuma."

Soluğum kesildi, hiçbir şey diyemeden yalnızca gözlerinin içine bakıyordum. "Korkuyor musun?" diye sordu.

"Hayır," dedim, iğneden korkmuyordum, boğazıma saplanacak bir iğneden de korkmuyordum, boğazıma o iğneyi onun saplayacak olmasından da korkmuyordum.

"Güzel," dedi. "Bana güveniyor musun?"

"Daima."

Dudakları yukarı kıvrılır gibi oldu, bilincinin yerinde olduğunu görebiliyordum ama yine de ayık bir Karan değil de başka bir Karan vardı karşımda. Gözlerimi yüzünden ayırmadan onu izlemeye başladım. Evdeki adamın evden çıktığını çarpan kapının çıkardığı sesten anlamıştım.

Dövme makinesinin sesi kesildi, ardından tekrar çalıştı. Bir ayar yaptığını anlamıştım. Bir şeyler yapıyordu ama ben yaptığı şeye değil, yüzünü kaplayan o ifadeye bakıyordum. Yavaşça kafasını kaldırdı ve o an tekrar göz göze geldik. "Kafanı kaldır," dedi ayağa kalkarken. Dediğini yaptım. Önüme geldi, bacaklarını ikiye açarak bacaklarımın üzerine oturdu, bir an duraksadım ama kafamı aşağı eğmedim. Şu an onunla göz gözeydik, yüzü yüzüme çok yakındı ve rakı kokan sıcak nefesi yüzümü okşuyordu. Parmağını usul usul soluk boşluğumda gezdirdi, gözlerim kısıldı ve dövme makinesinin motorundan gelen o ses odanın içine hızla yayılmaya başladı.

Soluk boşluğuma ne yapacağı konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Hemen çaprazımızda duran masaya elini uzattı, parmağına bulaştırdığı vazelini hafifçe dövmeyi yapacağı yere yedirdi. "Başlıyorum," dedi erkeksi bir sesle. Başımı oynatmadan, yalnızca gözlerimi kırpıştırarak onu onayladım.

Dövmeyi yapacağı yere bir taslak bile çizmemişti, gelişigüzel bir şey çizeceği yer benim her zaman göz önünde olacağını bildiğim bir yerdi, merak ediyordum ama bu merakı dile de getiremiyordum. Makinenin ucundaki iğne, tenime dokunduğu an gözlerim daha da kısıldı, saniyede kaç kez derime saplanıyordu bilmiyordum ama çok fazla saplanıyor olmalıydı ki, derim bana sayıyı hissettiremeyecek kadar çok uyuşmuştu.

Gözlerimi yüzünden ayıramıyordum, ara sıra gözlerini gözlerime değdiriyor, ifademe katlanamıyor gibi hızla gözlerini gözlerimden uzaklaştırarak dövmeyi çizdiği boğazıma çeviriyordu. Ara sıra silerek çizmeye devam ettiği yer artık o kadar çok acıyordu ki, sanki makinenin ucundaki iğne boynuma değil, zihnime saplanarak tüm planlarımı kan leş içinde bırakıyordu.

Karan iğneyi yavaşça hareket ettirerek çizimine devam ederken, "Canını yakmaya çok mu alıştım?" diye sordu, bu soruyu daha çok kendi kendine sormuş gibiydi.

"Böyle düşünme," diye fısıldadım ama oraya devamlı olarak saplanan bir iğne varken konuşmak o kadar zordu ki...

Karan bunu anlamış gibi yüzünü buruşturdu. "Konuşma," dedi, sesi çatallıydı. Gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Acıyor mu?"

Dudaklarım yukarı kıvrıldı, acıyı boynumun, hatta zihnimin her köşesinde hissediyordum ama gülümsemeden de edemedim. "Hem konuşma diyorsun hem de soru soruyorsun."

"Sus," dedi tekrardan gözlerini dövmeye indirirken. "Sen bana gözlerinle de cevap verebiliyorsun."

"Öyle mi?"

Omuz silkti, yüzü hâlâ ciddiydi, işine tamamen konsantre olmuş gibi görünüyordu. "Öyle," dedi.

Ne yaptığını anlamıyordum çünkü orası tamamen uyuşmuştu, sadece bir yanma hissediyordum. Bir süre sonra tüm acılar katlanılabilecek kadar kolay gelmeye başlıyordu. Belki de cehennem de böyleydi, yanmaya alıştığımızda artık ne kadar daha yanacağımızın bir önemi kalmayacaktı. O zaman en kötü diye bir şey yoktu, yalnızca kötü vardı çünkü en kötü de yanmaya alışıyordu, az kötü de...

Karan aynı yerlerin üstünden birkaç kez geçti, az önce deli gibi acıyan o yerler artık yalnızca sızlıyordu ve daha rahat bir şekilde onu izleyebiliyordum. Dövme makinesinin motoru durduğunda Karan gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. Boynumdan sızan kanı hissedebiliyordum, çok değildi ama yine de oradaydı, küçük bir patika çizerek aşağı doğru iniyordu. Karan'ın gözleri gözlerimin rafında uzun soluklu bir kitap gibi öylece asılı durdu. Ardından o siyah gözler gözlerimden ayrılmadan yavaşça eğildi, dudaklarını boynumda hissettim. Gözlerini yavaşça yumdu, az önce acıttığı yere bir cennet sundu.

Gözlerimi yumdum, onun busesini açık yaramda hissettim.

"Bundan böyle," dedi kuru bir sesle. "Ne zaman yutkunsan boğazına takılacağım." Gözlerimi araladım, gözlerini araladı. "Ne zaman nefes alsan içine dolacağım." Çenesi çeneme sürtündü, gözlerimiz birbirine tutundu ve burnunu burnuma bastırdı. "Ne zaman soluk soluğa kalsan sebebi ben olacağım."

Kalbim göğsümün içinde bir savaş başlatmıştı, göğsümü kan götürüyordu. Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde ona bakmaya devam ettim. Zaman üstümüze örtülmüş, akrep ve yelkovan sayıların üstünde mürekkep gibi erimeye başlamıştı. Akrep ve mürekkep sayıları siyah bir örtü gibi örttü, saat siyah bir kuyuya dönüştü.

"Görmek istiyorum," dedim sonunda konuştuğumda.

Yavaşça üstümden kalkıp eliyle duvarda duran aynayı göstererek, "Gör," dedi, gözleri üzerimdeydi. Doğrulup kalktım. Ayağımdaki topuklu botlardan dolayı bir an sendelesem de son anda toparladım ve aynanın olduğu duvara doğru yürümeye başladım. Odanın içinde topuklu botlarımın topuk tıkırtısı dışında tek bir ses bile yoktu.

Gözlerimi aynaya diktim. Bakışlarım önce gözlerimi saran siyah göz makyajında dolandı, siyah göz makyajını taşıyan gözlerimin beyazı kıpkırmızıydı ve kırmızı damarlar, göğün göğsünü saran şimşekler gibi gözümün içini sarmıştı. Bakışlarım yavaşça toprak rengi rujuma kaydı, hemen ardından çeneme, ardından da boynuma...

Karşımda duran şeyi orada görmeyi beklemiyordum.

26

Dudaklarım aralandı. Etrafında kan lekeleri olan bu sayıya bakarken nasıl bir tepki vermem gerektiğini, ne hissetmem gerektiğini, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Sayı tam olarak soluk boşluğumda, boğazımda çatal oluşturan o iki kemiğin arasında duruyordu. Karan'ın arkamdan bana doğru ilerlediğini fark ettim ama bakışlarımı aynanın üzerinde kaydırarak ona kondurmadım, hâlâ soluk boşluğumdaki dövmeye bakıyordum.

Karan bir elini yavaşça karnımın üzerinde kaydırarak belime sarıldı. Diğer elini yavaşça boynuma getirdi, parmakların ucunda kalan kremi soluk boşluğuma bastırırken, o parmaklar soluk boşluğumu hafif hafif okşadı. Başka herhangi bir solüsyon kullanmadı, yalnızca vazelin olduğunu bildiğim kremle dövmemin üstünü parmaklarını kullanarak yavaşça temizledi. Gözlerimi yumdum, hissettiğim o küçük sızı yavaşça tüm boynuma yayıldığında dudaklarımdan kısık bir inilti döküldü.

"Şimdi sıra sende," dedi Karan karnımda duran parmaklarını göbek deliğimin hizasına bastırarak.

Gözlerimi araladım, aynaya baktığımda artık onunla göz gözeydik.

"Ne?"

Karan aynadan gözlerimin içine bakarken, "Bana dövme yapmanı istiyorum," dedi kendinden emin bir sesle. Donup kaldım. "Sana yaptığım gibi. Nefes boşluğuma."

Gözlerim dehşetle aralandı. "Böyle bir şey yapamam," dedim korkuyla. "Benim bir tecrübem yok. Hayatımda bırak dövme yapmayı, oturup bir şeyler bile çizmedim ben!"

"Ben de bir dövme sanatçısı değilim," dedi gözlerini yansımamdan çekmeden. "Ama insan vücudundaki en tehlikeli yerlerden birine dövme yaptım."

"Ben sen değilim," dedim.

"Yanlış," diye karşılık verdi. "O kadar bensin ki, seni unuttun."

Başımı iki yana salladım, düşünceler pusluydu ve sızı hâlâ boğazımda duruyordu. "Nasıl yapmam gerektiğini bilmiyorum, ya fazla bastırırsam ve iğneyi boğazına saplayıp seni öldürürsem?"

Karan güldü, alaydan uzak olsa da benimle dalga geçtiğini düşündüm. "Güzel bir ölüm biçimi," dedi parmağını karnıma bastırarak.

"Ben şaka yapmıyorum," dedim kuru bir sesle. "Sana dövme yapamam."

"Neden?"

"Bu konuda kendime güvenmiyorum," diye itiraf ettim.

"Ben sana güveniyorum."

O bana güvendiği zaman, zihnimde taze bir şekilde akan geçmişin kanının oluşturduğu o göl birden donuyor, donan gölün üstünde yürümeye çalışan hayallerim kaysa da, dengesini kaybetse de, düşse de bir şekilde yürümenin yolunu bulabiliyordu.

"Eğer bana anlatırsan..." dedim kararsız kalmış gibi. "Yani en azından bana tarif edersen, yapmaya çalışırım. Ama yapamadığımı hissedersem yarım bırakırım. Asla yapmam."

Karan'ın gözleri kısıldı, başını ağır ağır salladı ve ben de başımı sallayarak onun gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Beni dövmeyi yapmam için az önceki koltuğa doğru çekerken aslında çok kararsızdım. Kanımda çok olmasa da alkol vardı, hayır, sarhoş değildim ama yine de elim titreyecek olursa ne yapardım? Üstelik onun canını yakma düşüncesi etlerimi kıstırıyordu.

Karan koltuğa oturup yavaşça uzandı, gözlerini yüzüme çevirince, "Karan," diye homurdandım. "İğneyi değiştirmen gerekmiyor mu?"

"Yok," dedi kuru bir sesle. "Sana yaptığım iğneyle yap."

"Bu çok sağlıksız," diyebildim. "Hem ben bunu nasıl kullanmam gerektiğini bilmiyorum."

"Sana dövme yaparken zaten yeni bir iğne takmıştım, o ikimize de yeter?"

"Saçmalama," dedim kaşlarımı çatarak. "Sağlıksız bu."

"Ulan," dedi aniden gözlerini gözlerime iterek. "İçim içimden çıkıp içine yerleşti, daha fazla ne olabilir?"

Ona bakakaldım. "Ne yapmam gerek?"

Burnundan sert bir nefes verip makineyi koyduğu yerden aldı, kısaca nasıl çalıştığını gösterdikten sonra adım adım her şeyi anlattı. İğneyi batıracağım mürekkepten, onun tenine süreceğim vazeline kadar her şeyin açıklamasını yaptığında kafasını omzuna yatırıp gözlerimin içine baktı. "Artık yapacak mısın?"

Yutkundum. "Ne yapmamı istiyorsun?"

Simsiyah gözleri geceye açılan bir kapı gibiydi. "Zihnindekini," dedi.

Yutkundum. Gözlerimi gözlerinden ayırırken, elimde motoru çalışan dövme makinesiyle yavaşça onun kucağına çıktım, tam karnının üzerine oturduğumda, altımda durmuş hareketlerimi izliyordu ama ben inatla ona değil, elimde tuttuğum makineye bakıyordum. Parmak uçlarımda asılı duran vazelini hafifçe boynuna dokundurdum, boynunda ince bir tabaka oluşturup gözlerinin içine baktım.

"Başlıyorum," dedim sıkıntılı bir sesle. Kısık bakan gözleriyle beni onayladı. Aslında zihnimde oturmuş bir şey vardı, aynanın karşısına geçip soluk boşluğuma yerleştirdiği izi gördüğüm anda benim de zihnimde oluşmuş bir görüntüydü bu. Sadece altında bir taslak olmadığı için nasıl çizmem gerektiğini bilmiyordum.

İğneyi tam olarak bana dövme yaptırdığı yere bastırdığım anda kalbim yerinden oynadı. Karan'ın yüzü ise bir duvar gibiydi, sanki boğazına bir iğne batmıyormuş gibi rahat görünüyordu. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, biraz fazla bastırsam bir şey olur muydu? Parmaklarımın arasında tuttuğum makineye rağmen, her bastırışımda onun derisini hissediyordum.

Kalbim ağrıyarak şekli çizmeye başladım ama o kadar korkarak yapıyordum ki, Karan da fark etmiş olacak ki sonunda belime sarıldı. Onun büyük kolları belimi sıkı sıkı tutarken, titremelerim biraz olsun dindi ve çizdiğim şeklin üstünden geçmeye başladım. Ne zaman kan aksa, küçük bir peçete ve vazelin yardımıyla kanı siliyor, bazen dayanamadığım için gözlerim doluyordu.

Nihayet iğneyi son kez tenine bastırdığımda ve makineyi kapattığımda, kendimden geçmiş gibi yüzümü boynuna soktum ve sızlayan gözlerim, gözyaşlarını daha fazla hapsedemedi. Resmen soluğum kesilmişti. Karan'ın büyük avucu saçlarıma kaydı, saçlarımı okşamaya başladı. Canını acıtmış olma ihtimâlim bile canımı bu denli yakarken, ona benim yüzümden bir şey olduğunu hayal ettim ve bu hayal dünyayı başıma yıktı. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ne zamandan beri bu kadar kolay ağlayabilir olmuştum ben?

Onun yanında ağlamaktan utanıyor, onun yanından başka hiçbir yerde ağlayamıyordum.

"Şşh," diye fısıldadı, şefkatli sesi her zaman bir babayı anımsattığı için, göğsümde uyuttuğum kız çocuğu sakinleşti ama gözyaşlarım durulmadı. "Acımadı, Yanardağ."

"Acımadı," diye fısıldadım burnumu dövmeden uzak bir noktaya yaslayıp başımı sallarken. "Acımadı, değil mi?"

"Acımadı Körkuyum."

Başımı yavaşça salladım. Acıdığını biliyordum, acıdığını hissetmiştim, o da bir insandı, her ne kadar onu her zaman için bir insandan daha üstün görüyor olsam da, etten, kemikten, kandan bir candı. Yüzümü boynundan çıkarıp yaşlı gözlerle gözlerinin içine baktım. "Biraz daha ağlarsan gözüne sürdüğün o kara boyalar yanaklarına akacak ve ben bir pandayla yeni yıla gireceğim," dedi, sesi keyifliydi. Büyük avuçlarının arasına aldığı yanaklarımı yavaşça okşadı, yüzümü yanağına bastırıp burnumu çekerek ona baktım.

Dili dolgun dudaklarının arasında gezindi, kuruyan dolgun dudakları yavaşça ıslatıp yutkundu. "Görmek istiyorum," dedi, gözleri yaşlarla dolmuş gözlerimdeydi.

"Gör," dedim onu taklit ederek, bu onu buruk bir şekilde de olsa gülümsetmişti.

Yerinden kalkıp aynanın önüne gidene kadar oturduğum yerden kalkamadım. Sonunda kalktığımda, Karan aynanın önünde dikiliyordu. Gözleri yavaşça kızarmış boynuna kaydı, dudakları yavaşça yukarı kıvrılırken, gördüğü şey onu memnun etmişe benziyordu.

19

Bu yaptığımıza inanamıyordum, bu çılgınlıktı, bu geride bırakacağımız yıla ait bir izdi ve o yıl bizi birbirimize getirmişti. Ve aynı zamanda, nefes boşluğumuza işlenen bu sayılar, bizi birbirimize getiren yılın bize verdiği yaşlardı.

Evden ne zaman çıkmıştık, araca ne zaman binmiştik, ne zaman balık haline gelmiştik bilmiyordum, geçen zamanı bile fark edemeyecek kadar yoğun hissediyordum. Yeni yıla girmemize hemen hemen bir saat vardı. Geceye başladığımız masaya doğru yürürken el eleydik, Karan hâlâ paltosunu giymemişti ama sıcak bir ortama girdiğimiz için üşümediğini biliyordum. Boynumuzdaki kızarıklık barizdi, masalarda olan birkaç kişinin gözleri dövmelerimize kaydı, kısa süre de olsa dövmelerimizi incelediler. Kendi masamıza geldiğimizde, Bedirhan elinde rakı şişesiyle Sergen'in kadehine doğru uzanıyordu. Tam o esnada, masadaki tüm gözler bize döndü.

"Neredeydiniz?" dedi Billur şakaklarını ovalarken. "Hesabı bize kilitleyip kaçtınız sandım..."

Bedirhan kafasını kaldırıp yüzüme baktı. "Bir saate kalmaz yeni yıla gireceğiz," dedi, kafası hafif çakırkeyifti. "Mekâna geçelim artık. Dans etmek istiyorum..." Bedirhan'ın gözleri bir an boynuma doğru kaydı, gözlerini birkaç kez kırpıştırıp kısarak kafasını uzattı ve sanki gördüğünün gerçek olup olmadığını teyit etmeye çalışıyormuş gibi uzun uzun dövmeme baktı. Bakışları yavaşça yüzüme tırmanırken, Bedirhan'ın bakışlarını fark eden tüm gözler dövmeme çevrilmişti. "O ne lan?" dedi şaşkınlık içerisinde. "O bir dövme mi?"

Billur dehşet içinde, "Oha!" diye bağırdı. "Bir dövme mi yaptırdın?"

"Bir sayı mı?" Defne'nin sesi de şaşkındı. "Boğazına?"

"Soluk boşluğuna," diye düzeltti Karan. "Ve masada dövme yaptıran tek kişi o değil. Gözlerinizi onun boynundan bir an evvel çekseniz iyi edersiniz."

"Abi," dedi Sergen. "Senin boynunda 19 mu yazıyor?"

"Nefes boşluğumda," diye düzeltti bu kez Karan ve tüm gözler Karan'ın nefes boşluğuna kaydı. İkimizin de dövmesi aynı yerdeydi ama yine de benim dövmem soluk boşluğum, onun dövmesi nefes boşluğu olarak tanıtılıyordu herkese. Bir an gülümsememe mani olamadım.

"Siz ne yaptınız Allah aşkına!" dedi Defne şok olmuş bir şekilde. "Çılgınsınız. Alkolün etkisiyle falan mı yaptınız diyeceğim ama..."

Bedirhan, "Merve'nin sarhoş olunca yapamayacağı hiçbir şey yok, gidip başbakanlığa adaylığını bile koyar Defne," diye homurdandı. Gözlerini tekrar dövmeme kaydı. "Ama bu zaten ayık Merve'nin de yapabileceği bir şey."

Billur, "Bu sayıların anlamı ne?" diye sordu, gözlerini kocaman açmış dövmelerimizi izliyor, bir yandan da masadaki mezelerden tek tek alarak ağzına tıkıştırıyordu.

Bedirhan'ın bakışları Billur'a doğru kaydı. "Nerenin hanzosusun acaba?" diye sordu.

"Hanzoluk ve sorduğum sorumun birleşme noktası nerede başlıyor?" Billur dik dik Bedirhan'a baktı. "En yakın arkadaşım ilk dövmesini yaptırıyor ve bu dövmenin anlamını bilmek pek tabii ki benim hakkım."

"Şu an dövmenin ne anlama geldiğini ben bile anladım Billur," dedi Sergen ifadesiz bir sesle. "Sen nasıl bir arkadaşsın?"

"Hepiniz üstüme oynuyorsunuz ya!"

Karan ile birlikte yerlerimize oturduğumuzda, Bedirhan kolunu Billur'un sandalyesine atarak, "Açıklama yapmaktan nefret ederim ama hayatın boyunca bir sözlüğe ihtiyacın olacak, sanırım bu sözlük de ben olacağım," dedi alayla. Billur'un çakır bakışları Bedirhan'a döndü. Bedirhan konuşmaya devam etti. "Merve ve Karan tanıştıklarında, Karan yirmi altı, Merve on dokuz yaşındaydı."

"Birbirlerinin yaşları yani..." Billur'un gözleri bana doğru kaydı. "Elli yılınıza girdiğiniz de ellinci yıl dönümünüzü alnınıza 50 yazdırarak mı kutlayacaksınız?"

"Yemin ederim İzmir gibi bir cennetten nasıl senin gibi bir Bağcılar kekosu çıktı anlam veremiyorum. Yoksa sen aslında İstanbul Bağcılar'dan geldin de bizi mi yiyorsun ya?" diye homurdandı Bedirhan.

"İzmir Karşıyaka yavrum," dedi Billur bilmiş bilmiş. "Adamın önce ruhunu, sonra aklını alırız."

"Birkaç ay bile olsa İstanbul Bağcılar'da yaşamış biri olarak söylüyorum," dedi Bedirhan ciddi bir sesle. "Bağcılar kekoları seni görse, polise ihbar eder. Tipe bak, kanun kaçakçısı. Orada anlaşabileceğin tek bir kişi tanıyorum, o da eğer Katy Perry dinlemiyorsan seni Bağcılar sınırlarına kabul etmez."

"O kim be?"

"Küçük sıçanım Gizem, o zamanlar orada bir salonda çalıştım birkaç ay kadar. Kuzenleri olacak küçük karılar gelir baştan aşağı badana yaptırırdı, o kızcağız ise sadece bana Katy Perry dinletmek ve benimle güncel dedikoduları paylaşmak için salona gelirdi. Gördüğüm en elit Bağcılar kekosuydu..."

"Kimmiş bu Gizem ya?"

"Ne oldu kız, kıskandın mı İmparator'unu? Kıskandın mı şehzade doğup padişah yaşayan Bedirhan'ını?"

"Ya öf, kes be!" Billur bakışlarını bana çevirdi. "Şaka yapıyorum. Dövmeleriniz harika görünüyor."

Bedirhan parmağını Billur'un kızıl saçlarına dolayarak Billur'un saçını hafifçe çekiştirdi. "Sen de istersen alnına ayak numaramı yazdırabilirsin," dedi, bunu söylerken yayık yayık gülüyordu.

Billur dirseğini kırarak Bedirhan'ın boşluğuna vurunca Bedirhan inleyerek dudaklarını büktü ve küsüp kendi tarafına döndü, hesabı ödeyip masadan kalkana kadar Billur ile konuşmadı. Mekândan çıkıp araca bindiğimizde, Billur hâlâ Bedirhan ile barışmak için ona sırnaşıyor ama Bedirhan umursamıyor, kafasını çevirip trip atmaya devam ediyordu.

Mekân balık haline oldukça yakın olduğundan, araçla oraya varmamız iki dakika bile sürmemişti. Paspatur çarşısı ve balık hali hemen hemen aynı hizadaydı. Gideceğimiz mekân Paspatur çarşısında, yani Hamam Sokağı'ndaydı. Mekânın önünde uzun boylu, genç, çok iri olmayan ama yapılı vücutlara sahip çocuklar vardı. Muhtemelen mekânın güvenliğini sağlamak için orada duruyorlardı. Gençlerden birinde Noel Baba kostümü, muhtemelen yastıktan yaptığı bir göbek ve karnına kadar uzanan beyaz sakalları vardı.

Noel Baba kostümlü genç elindeki büyük deftere bakarken, "Karan Bey?" dedi gözlerini Karan'a çevirerek. İçeriden dışarıya akın eden müziğin sesi o kadar kuvvetliydi ki, genç çocuğun sesini çiğniyordu.

"Evet," dedi Karan.

"Masanıza kadar eşlik edeyim," dedi çocuk sevimli bir şekilde gülümseyerek. Billur çocuğa bakarken kıkırdamaya başladı. Gerçekten komik görünüyordu.

Mekânın içi ne kadar karanlık gibi görünse de, aslında spot ışıkları o kadar renkliydi ki, içerideki herkesin yüzü, spot ışıklarından yayılan renkli ışıkların rengine boyanmıştı. Uzun, üstü yuvarlak masaların önüne doğru yürüdük, Karan en önde bir masa ayarlamıştı ve DJ kabini hemen üstte, önümüzde duruyordu. Masaların etrafına yayılmış bir şekilde içkilerini yudumlayan, oldukları yerde sarsak hareketlerle dans eden gençler varlığımızı fark edip bizi göz hapsine aldılar, her ne kadar ortamda yeteri kadar ışık olmasa da sanki tüm gözlerin odağı Karan ve benim dövmelerimizdeydi.

Karan yalnızca bir soda söylemiş, masada açılan şampanya Billur ve Bedirhan'a yaramıştı. Yeni yıla girmemize yirmi dakika falan kaldığında, artık o kadar yorgun hissediyordum ki, ayağımdaki topuklu botlar bileklerime dökülmüş bir çimentoya dönüşmüş, sanki yavaşça kurumaya başlamış ve içindeki ayağımın üstünde betondan bir kalıp oluşturmuştu.

Yavaşça Defne'ye doğru eğilip, "Ayaklarım ağrıdı," diye sızlandım.

Defne kokteylinin pipetini dudaklarıyla çevirip, "Boğazındır o ağrıyan," diye söylendi. "Ne kadar tehlikeli bir yer, farkında mısın? Umarım işinde oldukça usta bir dövme sanatçısı yapmıştır!"

"Karan bunu kendisi yaptı," dedi kafamın içindeki o yorgun, yaralı, defalarca kez öldüğünü sandığım ama ölmeyen kadın.

Hiçbir şey söylemeden ablama alık alık baktım. Aslında böyle bir ortamdayken, yani müzik ve içkinin tamamen hakimiyet kurduğu, insanların yalnızca eğlenmek için geldiği bir yerdeyken kendimi anneme ihanet ediyormuşum gibi hissediyordum. Olduğum yerde yavaşça sallanarak saniyede bir yanıp sönen bar ışıklarını izlemeye başladım.

Karan sanki üstüme çöken o sakinliği fark etmiş gibi bileğimi tuttu ve beni kendisine doğru çekerek, "Küçücüğüm?" diye fısıldadı, tüm o gürültüye rağmen sesi damarımın içinde çağlayan kandan daha yakın ve içimden gelmişti.

Gözlerimi kaldırarak, "Hım?" diyebildim.

"Her şey yolunda mı?"

Başımı sallamakla yetindim ama Karan bununla yetinmedi. Sergen'e çenesiyle işaret yaptıktan sonra elimi tuttu ve birlikte mekândan çıktık. Mekânın önündeki koltukların üstüne yerleştirilmiş kırmızı ışıklar, mekânın önünü içinden daha gösterişli hâle getirmişti. Noel Baba kostümlü genç adam bana gülümseyince başımı yavaşça sallayarak ona karşılık verdim. Mekân kapısı kalabalıktı, soğuk havaya rağmen mini etekli, kısa elbiseli kızlar sanki hiç üşümüyormuş gibi gayet rahat hareket ediyor, kahkahalar atarak sohbet ediyorlardı. Hamam Sokağı'nın sonuna doğru yürümeye başladık, hemen sokağın bitişinde cadde, caddenin diğer ucunda da marina, yani Kordon Boyu vardı.

Hamam Sokağı'nın dar yolunda el ele yürürken, sokaktaki mağazaların vitrinine yerleştirilmiş yılbaşı ağaçlarını, yeni yıl süslerini izliyordum. Karan durgunluğumun farkındaydı ama üzerime gelecek, beni kabuğuma geri sokacak sorular sormaktansa, benimle birlikte sessizce yürüyordu. Onu diğerlerinden farklı kılan, yanıma kabul ettiren, buzlarımı çözmek yerine soğuğuyla diri tutan ama o buzların arasında benimle yaşatan da buydu. Buzdan kalemin içinde kendimden başka birini görmeye alışmıştım ve bu kişi Karan Ali Çakıl'dı.

Karşıdan karşıya geçtik, marinaya doğru yürümeye başladık. Marinaya demir atmış gemileri, yatları ve tekneleri izleyerek yürüyordum. Birkaç teknenin ışığı yanıyordu, teknelerden müzik sesi yükseliyordu ve kadehlerin tokuşurken çıkardığı sesleri duyabiliyordum. Denizin içinde hafifçe hareket eden yatlar, denizin hareketiyle çarpışarak tatlı şakırtılar çıkarıyordu. Kordon boyunu oluşturan yürüyüş bandında el ele yürürken gözlerim denizin üstüne düşen rengârenk yakamoz ışıklarındaydı.

Öksürerek boğazını temizledi ve "Yeni yıla birkaç dakika kaldı," dedi kuru bir sesle. "Yeni yılı nasıl karşılarsan, tüm yılın öyle geçermiş. Annem öyle söylerdi."

Boğazıma katran dolmuş gibi hissettim. Gözlerimi yavaşça ona doğru çevirdim. "Böyle şeylere inanıyor musun?"

"Anneme inanıyorum," dedi yalnızca.

Kalbime hançer gibi saplanan iki kelimelik cümlesi canımı öyle çok yakmıştı ki, sessizce gözlerimi kaçırdım. Sesindeki boşlukta sallanan özlemi hissedebiliyordum, kırgınlık da oralarda bir yerdeydi ama bunu bana göstermemeye çalışıyordu. Karan, annesine ve dedesine kırgındı, babasını ise çoktan gözden çıkartmıştı.

"Bu annemsiz ilk yeni yılım olacak," dedim, sesimde gözyaşlarımın tuzu vardı. Karan elimi daha sıkı kavradı, artık adımlarımız daha yavaştı.

"Benim kaçıncı yeni yılım olacak bilmiyorum, saymayı bırakalı çok oldu," dedi.

Utandım. "Yeni yıl kutlamıyordun sanırım," diye mırıldandım. "Bu yılın diğer yıllardan farkı ne?"

Gözlerimin içine uzun uzun baktı. "Bir şeyleri anladığın halde anlamazdan geldiğinde, olduğundan çok daha çocuksu görünüyorsun gözüme," dedi dürüstçe. "Farkı gördüğünü biliyorum."

Yanaklarıma kan oturdu. Karan'ın adımları kör bir bıçak gibi kesildi ve ben de ona uyarak durdum. Kordon'un ortasında dikiliyorduk, hemen çaprazımızda sonsuz gibi görünen ama sonunun adalarla birleştiğini bildiğim simsiyah deniz uzanıyordu.

"Bu annensiz ilk yeni yılın," dedi Karan gözlerimin içine bakarak. Bana doğru döndü, büyük ve soğuk avuçları yüzümü kucakladı, yanaklarım onun büyük avuçlarının arasında âdeta kayboldu. Burnumu çektim, soğuktan kıpkırmızı olan burnuma bakarken gözlerine is gibi sinen o şefkat, kırılmış kemiklerimi kaynatıyordu. "Benimle olan ilk yeni yılın. Bundan böyle, her yeni yıla benimle gireceksin," diye fısıldadı. "Ve bu bir Karan Ali Çakıl yemini."

Dudaklarım titrerken, "Senin yanında mutluyum," diye fısıldadım. Karan'ın gözlerine hızla yayılan o vahşi ifadenin bir rengi olsaydı, bu kesinlikle kan kırmızısı olurdu.

Gözlerini yavaşça kısıp, "Senin yanında mutluyum," dedi, sesi, bir kaya kadar sertti.

Kürkümün iç cebindeki paketi çıkarıp ona uzatırken, geride bıraktığımız tüm anılar bir köşede sırt sırta vermiş bize destek olurken, kendimi gerçekten sarhoş hissediyordum. Karan'ın gözleri pakete kaydı. Paketi onun için açtım ve takvim yaprağını Karan'a uzattım. Bakışları eski takvim yaprağının yüzeyinde dolandı. Küflü siyah gözleri tarihin üzerine âdeta çakılırken, varlığı da boğazıma küflü bir çivi gibi saplanıyordu.

"Bu, bir adamın bir kadını kaybettiği zamanın takvim yaprağı," diye fısıldadım. "Bu, bir adamın bir kadını kazandığı zamanın takvim yaprağı."

Karan belki bunu anlamamıştı, belki de anlamıştı, bilmiyordum. Ama onun gözlerinin içine baktığımda emin olduğum, gördüğüm tek bir şey vardı. Ben ona gerçekten doğru hediyeyi vermiştim. Karan bir elinde takvim yaprağını tutarken, diğer elini yavaşça kotunun cebine daldırdı. Cebinden gümüş bir köstekli saat çıkardığında bakışlarımı saatin kapağına sabitlemiştim. Gümüş köstekli saatin kapağı avuçlarından düştü, zincir belli bir seviyeye kadar aşağıya doğru boşaldı ve saatin yuvarlak kapağı önümde sallanmaya başladı.

"Allah günde yetmiş kez kulunun kalbini yoklarmış, benden ne ister kulum, diye," dedi erkeksi bir sesle. "Seni istediğim saate denk gelmiş."

Ona öylece bakakaldım. Saat aramızda zamanı örüyordu.

"Sana zamanı hediye ediyorum," dedi Karan.

O an çok önceden söylediği bir şey onun sesiyle kafamda yankı uyandırdı:

Ben zamanım.

Gözlerim tekrardan yanmaya başlamıştı ama bu kez dolmaması için durmadan kırpıştırdım, Karan bunu fark etmiş olacak ki hafifçe tebessüm edip dudaklarını alnıma bastırdı. Sıcak dudakları buz gibi olan alnıma dokunduğu anda, rıhtımda patlamaya başlayan havai fişeklerin ışıklarının altında kaldık.

Geride bıraktığımız 2015'in nefes boşluğumuza kondurduğu iz ile 2016'ya girerken, onun kollarında olmanın, yaşanan tüm yıkımlara rağmen, yaşamanın aslında güzel bir şey olduğunu yüzüme vuruyor, kalbim hâlâ çarptığı ve hâlâ nefes alabildiğim için Allah'a şükrediyordum.

Gecenin ilerleyen saatlerinde Bedirhan ile birlikte dilek feneri uçurmuştuk. Hava o kadar açıktı ki, dilek fenerinin küçücük bir ateş noktası oluşuna dek keyifle izlemiştik. Her şey bittiğinde, neredeyse tüm şehir ışıklarını bir bir söndürmeye başladığında, artık gitme zamanımız geldiği için içten içe üzgündüm.

Şehrin sokaklarına belirli aralıklarla yerleştirilmiş sokak lambaları, sigaranın ucunda yanan turuncu ateşi anımsatıyordu. Aracın camları açıktı. Uzun, siyah saçlarım rüzgâra ayak uydurarak aracın penceresinden dışarıya doğru uçuşuyor, bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Hemen önümüzden geçip giden yük kamyonuna baktıktan sonra gözlerimi dikiz aynasına çevirdim. Arka koltukta Sergen ve Bedirhan yan yana oturuyordu. Bedirhan'ın kolunun altında, cam kenarında Billur vardı, Sergen'in kolunun altında, diğer cam kenarında da ablam vardı. Billur'un kızıl saçları Bedirhan'ın yüzündeydi, Billur ara sıra elini camdan dışarı çıkararak rüzgârı avuçlamaya çalışıyordu.

Bedirhan'ı düşündüm. Acaba artık yılbaşı gecelerini seviyor muydu?

🗝

Gecenin avuçları arasında öylece yanan ayı ellerimle söküp alabilmeyi dilediğim zamanlar henüz on yaşlarındaydım. O zamanlar, avuçlarımın gece kadar siyah olduğunu, ayın avuçlarımın içinde de yanabileceğini düşünürdüm.

Sonra büyümeye başladım.

Artık ayı avuçlamak demenin, ayı söndürmek demek olduğunu biliyordum.

Sanırım gece benim kadar karanlık değildi.

Dimdik tuttuğum başıma rağmen düşmüş duran omuzlarımla burada, gecenin avuçlarında, zamanın koynundaydım. Son bir haftadır Bedirhan'ın evinde kalmamızın nedenini sorgulamıyordum, Bedirhan da sorgulamamıştı. Yalnızca Karan'ın uzaklaşma çabasını hissedebiliyordum.

Aslında hissettiklerim hiçbir zaman bunlarla sınırlı kalmadı. Bazı şeylerin arkası kesilmiyordu, gitgide büyüyor, yeşeriyor, hatta yosun bağlıyor ve intihar arzusuna ip geriyordu. Karan sınav için kaydımı yaptırmıştı. Ama ben ne yapacağımı bilmiyordum. Gecenin sesini dinlerken gözüm hâlâ dolunaydaydı. Karan ve Sergen iş için Fethiye'den birkaç saat uzaklıkta bir yere gitmişlerdi fakat nereye gittiklerini sormamıştım. Defne ve Billur evde değildi, Defne benim aksime finaller için çabaladığından birlikte kütüphaneye gideceklerini söylemişler, ardından beni arayıp biraz gecikeceklerini, bir yerlere gideceklerini söylemişlerdi.

Bedirhan ve ben evde yapayalnızdık. Bedirhan içeride Yetim ile oynarken, ben burada, verandanın korkuluklarının önündeydim.

Bahçenin büyük, demir kapısı aniden açıldığında saat akşamın sekizini gösteriyordu ama kış ayında olduğumuz için dışarıya bakıldığında, sanki saat gecenin on biri ya da sabahın ikisi gibi görünüyordu. Gözlerim karanlık demir kapıda dolandı ve hemen ardından bahçenin içinde gümüş işlemeli bastonun tıkırtı sesleri yükselmeye başladı.

Yaklaşan kişi Yaşar Çakıl'dı.

Verandanın merdivenlerini tırmanmaya başladı, ben ise sadece ona bakıyordum. Düşündükçe büyüyen sorunların bir sis bulutu gibi tüm zihnime yayıldığını hissedebiliyordum. Sanki hemen tepemde bir akbaba uçuyor, öleceğim ânı kollarken, etimin ne kadar lezzetli olduğunu düşünerek gözlerini kısıyordu. Günlerdir içimi kaplayan o huzur, anlam veremediğim bir hızla çökmüş, ben çöken o huzurun altında kalmıştım.

"İyi yıllar," dedi Yaşar amca sevecen gülümsemesinin misinasına taktığı ölümcül bir gerçeği hemen avuçlarının içinde, bedeninin arkasında saklıyormuş gibi.

"İyi yıllar," dedim yüzünü incelerken.

Derin, sancılı bir nefes aldı. Gözlerimi tekrar aya çevirdim. Yaşanan her şeyi düşünüyordum. Sanki güneşi silen gece gibi, hayallerimi silmek için orada duran bir gölge vardı ve o gölge yavaşça bana doğru yaklaşıyordu.

İçimdeki bu huzursuzluğa anlam yükleyemiyordum.

"Birkaç gündür ortalarda yoksunuz," dedi kısık bir sesle. "Sizi merak ettim ama Karan'ı aramaya da çekindim."

"Beni arayabilirdin," dedim ama sanki yalnızca bedenim buradaydı, ben ve ruhum çoktan bir atın üzerine atlamış, bir ormanda koşturmaya başlamıştık. Atın yeleleri yüzüme çarpıyordu, onu tutamıyor, onu dizginleyemiyor, ona hükmedemiyordum. Yalnızca birlikteydik, onun üzerindeydim ve bir bilinmeze doğru ilerliyorduk.

"Yalnızca sizi yalnız bırakmak istedim." Güldü, neşesizdi. Sanki bu gece, onun da yüreğine bir keder gibi çökmüş, acı bir hatıra gibi yerleşmişti. Her şey güzelken, bir anda sebepsiz yere böyle hissetmek, ibresi bozuk bir saatin önünde oturup sana belli bir bekleme süresi vermiş birini beklemek gibiydi.

"Karan saat on birden önce gelmez."

"Biliyorum," dediğinde şaşırmamıştım aslında. "O yüzden buradayım."

"Onu görmek için gelmiş olabileceğini düşünmüştüm," diye mırıldandım.

"Beni bir süre daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Yoksa neden Bedirhan'ın evinde kalsın ki?"

"Eğer seni görmek istemeseydi, dağ evinde falan da kalabilirdi. Atölyesinde de kalabilirdi..." Sustum. Aslında sadece kalabalık bir yerde olmak, kafasını dağıtmak istiyordu bence. Karan Çakıl'ın da böyle istekleri olabiliyordu demek ki. Burnumu çektim, ucu buz tutmuştu.

"Merve," dedi Yaşar amca. "Çok yakında biri gelecek."

Duraksadım. "Ne?"

"Bir hafta içinde birisi Fethiye'ye gelecek," dedi yavaşça. "Onu buraya ben çağırdım."

"Kimden bahsediyorsun?"

"Karan için önemli biri." Bir an duraksadım, gözlerim Yaşar amcanın kahverengi bir fındık kabuğunu anımsatan gözlerine aceleyle saplandı. "Karan'ı düştüğü kuyudan çıkaran biri."

"Daha fazla dinlemek istemiyorum," dedim aniden gerilerek. "Bir kadından mı söz ediyorsun?"

Yaşar amcanın gözlerinde şaşkınlık büyüdü. "Hayır," dedi kaşlarını çatarak. "Bir adam."

"Karan'ın birisine ihtiyacı yok," diye karşı çıktım. "Bu hareketin onu çok sinirlendirebilir."

"Onu sinirlendirecek biri değil. Onun gibi, büyük bir kayıp yaşamış birisinden bahsediyorum." Yaşar amca yavaşça omzuma dokundu. "Karan'ın kafasında dönen tilkileri sadece o adam görebilir."

Durulmuş bir su gibi baktım. Kendim için bir sebep dahi aramadan yaptığım şeyler olmuştu fakat söz konusu Karan olduğunda daima bir sebebe ihtiyacım vardı. Yaşar amca kimden söz ediyordu bilmiyordum ama Karan'ın daha bilmediği şeylerin varlığının gölgesi de önümüze düşünce, Yaşar amcanın yaptığı şeyin aslında mantıklı olduğunu fark ettim.

"Peki bunu neden bana söylüyorsun?" diye sordum. "Ondan saklayamam."

"Saklaman için söylemiyorum ki." Yaşar amca ağır ağır gözlerini yumdu, tekrar ağır ağır gözlerini açtı. "İkimizin de önemsediği kişi ortak. Onun için söylüyorum. Bilmeni istedim."

Yaşar Çakıl bir düğüm gibiydi; biri onu bağlamıştı ve o bağlayan kişiden başkası eline aldığında sadece daha da düğümlenmesine neden oluyordu. Onu açabilecek tek el, onu bağlayan o elin ta kendisiydi. Bir şeyleri önüme koyuyor, önüme koyduğu şeylerin onu öldürebilecek olan o silah olacak olmasını ise zerre önemsemiyordu. Karan'ın bu huyunu dedesine benzetiyordum. Belki de onu dedesi yetiştirdiği için böyleydi.

Toprağına kim dokunursa, onun ektiği çiçeği verirdin.

"Bahsettiğin adam Karan için çok mu önemli?"

"Evet," dedi, derin bir nefes aldı. "Dostu."

Gözlerimi Yaşar amcanın çizgilerle dolu yüzünde küçük bir tura çıkardım. Her ne kadar burada, Yaşar amcanın karşısında olsam da sanki koyu kırmızı ışıkların aydınlattığı dar bir koridorun ortasında öylece dikiliyordum ve bedenim çırılçıplaktı. Bileklerimden kanlar süzülüyordu, bu kanların nedeni bıçakların açtığı yarıklar değildi; bir ip bileklerimi kesene dek sıkmış, bileklerime düğümlenmişti ve ipi koparıp bileklerimi hapisten kurtardığımda, artık bileklerim kan leş içindeydi.

O koridorda, kırmızı bir ışığın altında, tavandan bedenime kan damlıyormuş gibi ağır ağır yürürken, koridorun diğer ucundaki koyu mor ışığı izliyordum. Zor seçiliyordu, bir nokta kadardı ve sanırım kapının deliğinden dışarı yavaşça süzülüyordu ama kırmızı ışık o kadar baskındı ki, koyu mor ışığı âdeta emiyor, yok ediyordu.

Bazen o kapının arkasında sonsuza dek bu koridorda hapis kalacağımı düşünüyordum.

"Karan'ın dostları..." diye fısıldadım düşünceli bir şekilde. "Var demek."

"Onun hakkında bildiklerin yalnızca acı hatıraları, yıkımlarla dolu geçmişi," dedi Yaşar amca.

"Evet," diye onayladım onu.

"Ama emin ol, onun dostlukları bile acılarla dolu. Sana anlatabileceğim güzel bir hikâyesi var mı, onu bile hatırlayamıyorum. O kadar çok ağır şey yaşadı ki, yüzümüzü güldüren anılar bu acıların altında ezilip zamanla yok oldu." Gözleri karanlığa daldı. "Zamanın içinde Karan'ın güzel anılarının kanı geziniyor."

"Aslında onunla güzel bir yılbaşı gecesi geçirdik," dedim dalgın bir sesle. "Hatta son bir haftadır her şey o kadar yolunda ki, ne onun ne de benim zor zamanlardan geçtiğimize inanmak istemiyordum. Belki de kendimi buna inandırmıştım."

"Hiçbir acı yoktur ki sonsuza dek sürsün," dedi Yaşar amca. "Hiçbir mutluluk da yoktur ki o da sonsuza dek sürsün."

Zamanın köşe kapmaca oynadığı o fani bedenler olarak, dünya denen kavramın içinde bir karmaşaya göz kulak olan ölümlü meleklerdik; tıpkı şeytanın da bir zamanlar melek olduğu gibi, aramızda kötüler de vardı ve devamlı olarak cennet ile cehennemin hesabını yaptığımız terazinin üzerinde dans ediyorduk.

"Bu adamın asıl geliş sebebi ne Yaşar amca?" Soru işaretinin kancadan ucu bir silah gibi doğruldu aramızda. Namlunun ucunda Yaşar amca vardı.

"Karan bir şeyleri çok güzel saklar, son ana kadar her şeyin yolunda olduğuna herkesi inandırır," dedi kuru bir öksürüğün arasından.

"O adamın bizden daha iyi görebileceğini mi düşünüyorsun?" Kollarımı göğsümün üzerinde topladım. "Farkında mısın, Karan zaten bilmediği başka gerçeklerin varlığının farkında. Bilmek istemiyor. Kendini tüm bu olaylardan uzak tutmak, tekrar o bataklığa saplanmamak için öğrenmemek istiyor belki de... Arda'nın bildiği şeyleri senin bilmediğini biliyorum ama aynı zamanda Arda'nın bildiği diğer şeylerin çok ağır şeyler olduğunu da biliyorum. Bunu bilmek için o şeylerin ne olduğunu öğrenmeme gerek yok."

"Karan'ın sağı solu belli olmaz," dedi Yaşar amca. "Ben işimi garantiye almalıyım. Benim görevim onu koruyup kollamak."

"O artık yirmi yedi yaşında. Yeri geldiğinde seni o koruyor, kolluyor. Yapmaya çalıştığın bu şey her neyse Karan'ı sana karşı daha da sinirli hâle getirebilir. Aranızın daha fazla açılmasını istemiyorum ben."

"Aramız açılmayacak," dedi Yaşar amca, sesindeki güven kemiklerime kadar sindi. "Güven bana. Aksine, Karan onu anlayan birini gördüğünde belli etmese de mutlu bile olacak. Üstelik o ne kadar büyürse büyüsün, benim gözümde her zaman o küçük erkek çocuğu olarak kalacak. Beni toprağın altına emanet etmediğiniz sürece, ben nefes aldığım müddetçe gölgem daima Karan'ın üzerine devrilmeye devam edecek."

Hiçbir şey söylemedim. Arkadaşının kim olduğunu merak ediyordum ama yine de yüzü buzlu bir şekilde silüeti oluşan o adamın adını öğrenmeye çalışmadım. Arda cephesi şu an için sessizdi ama bu sessizliğin çok da uzun süreceğini düşünmüyordum. O adamı değil İsviçre'ye, uzaya bile gönderseler, Karan'a kafayı takmıştı bir kere. Uğraşıp duracaktı. Yaşar amca bir süre verandanın önünde benimle öylece durdu ama ikimiz de konuşmadık.

Sonunda, "Ben artık gideyim o hâlde," dedi. Tam o esnada Bedirhan dışarı çıkmıştı. Yaşar amcayı görünce, "Yaşar Bey?" dedi ılık bir sesle. "Ne zaman geldiniz?"

"Sizli bizli konuşma benimle yahu," diye homurdandı Yaşar amca. "Gözünüzde korkunç bir moruk olmak istemiyorum."

"Yok ayol, estağfurullah," dedi Bedirhan. "Bir kere siz çok tatlı bir moruksunuz..."

"Bedirhan..."

"Tamam biraz da ketumsunuz... Darbeli Matkap Beyciğimin kime çektiğini de böylelikle çok net, HD ekran görmüş oluyoruz." Bedirhan güldü. "Turgut arabada mı bekliyor sizi?"

"Hayır," dedi Yaşar amca başını iki yana sallayarak. "Ben taksiyle geldim. Turgut'a yeni yıl izni verdim, kafasını dinlesin biraz."

Bedirhan duraksadı. "Taksi mi?"

"Evet." Yaşar amca yorgun gözlerle gülümsedi. "Size zahmet olmazsa, bana bir taksi çağırır mısınız çocuklar?"

Bedirhan'ın güzel yüzünde itirazın dalları uzadı, dallarda yapraklar endişeyle yeşerdi. "Olur mu hiç öyle şey?" diye çıkıştı aniden. "Ben sizi evinize kadar bırakırım."

"Yok yahu, hiç gerek yok. Taksi çağırmanız kâfi."

Bedirhan başını iki yana salladı. "Lamı cimi yok, bu saatte elin adamına güvenip de sizi takside yalnız başınıza yollayamam. Günümüz Türkiye'sinde insanın başına gelmeyen kalmıyor. Beş parmağın beşi bir değil, şerefiyle, namusuyla çalışan taksici, otobüs şoförü, dolmuşçu çok var elbette ama artık insan kime güveneceğine şaşırıyor."

Yaşar amca güldü. "Sağ ol, delikanlı ama benim için endişelenmene gerek yok." Bastonunu kaldırıp salladı. "Şu bastonu görüyor musun? Makatından sokar, ağzından çıkarırım alimallah."

Bedirhan omzunu attırarak güldü, Yaşar amcanın son cümlesi beni de gülümsetmişti. "Bence de Bedirhan bıraksın," diye arka çıktım Bedirhan'a.

"Çocuk muyum ben?" Yaşar amca kaşlarını çattı. "Yol iz bilmiyorum sanki..."

"Ne inat ettin be..." Bedirhan gözlerini devirerek söylemişti bunu. Yaşar amca bastonuyla Bedirhan'ın bacaklarına vurunca Bedirhan kısık bir çığlık attı. "Hemen de sinirleniyorsunuz Haşin Moruk Bey..."

Bedirhan'a, "Sen yine de eşlik et Yaşar amca," diye fısıldadım. Başını sallayarak göz kırptı. "Sen içeri gir. Ben onu ikna eder götürürüm."

"Anahtarlarını getireyim mi?"

"Cebimde zaten," dedi göz kırparak.

"O zaman ceket getireyim?"

"Kızım üşümüyorum ben, gir sen içeri." Bana doğru eğildi. "Bak, ne olur ne olmaz, kapıyı kilitle. Evde alarm sistemi var, bir sıkıntı olursa anında çalışır ve telefonumun sesi açık. Geç kalmam, tamam mı?"

Duraksadım. "Bedirhan, ben çocuk değilim..."

"Sus kız Çalı Süpürgesi. Benim gözümde çocuksun sen." Yanağımdan makas aldı, ardından bakışlarını Yaşar amcaya çevirdi. "Hadi inat etme, gadasını aldığım... Ben de geleyim."

"Kayseri size yaramış." Yaşar amca gülüyordu, boğazımdaki dövmeyi fark etmediği için mutluydum. Yavaşça oradan uzaklaşıp içeri girdim ve kapıyı kapattım ama Bedirhan'ı dinlemedim, yani kapıyı kilitlemedim. Aslında kapı sadece dışarıdan anahtarla açılıyordu ama ikinci bir zincir kilit vardı ve onu takma gereği duymamıştım. Anahtarı olmayan biri zaten içeriye giremezdi.

Yetim, ben içeri girer girmez bacaklarıma dolanıp mırladı. Bedirhan onun boynuna yeşil bir kurdele bağlamıştı, onun simsiyah tüylerinin arasında duran bu koyu yeşil kurdele ona çok yakışmıştı. Yetim'in başını yavaşça okşadıktan sonra mutfağa doğru ilerledim. Kendime bir kahve yapıp salona geçecek, televizyondaki kanalları karıştırarak Bedirhan'ın dönmesini bekleyecektim.

Mutfak ilk kez bu kadar soğuktu. Sanırım Bedirhan en çok mutfakta vakit geçirdiğinden buranın soğuk olmasını seviyordu. Her ne kadar sıcağı seviyor gibi davransa da bazen soğukta öylece oturduğunu görüyordum. Soğuğun gerçekten insan psikolojisi üzerinde ağır bir etkisi vardı, uyuşturuyor, dindiriyor ya da biraz olsun tampon görevi görerek yaradan sızan kanın azalmasını sağlıyordu.

Çok geçmeden bahçe kapısının açılma sesini duydum ve Bedirhan ile Yaşar amcanın bahçeden çıktığını anladım. Su ısıtıcısına su doldurup kaynamaya bıraktım ve zihnim yine dur durak bilmeden üretmeye, ürettiği şeyleri yüzüme çarpmaya başladı. Aklım bir süredir hep yeni yılı kutladığımız akşam isimsiz bir paketin içinden çıkan kolyedeydi. Göndericinin ismi yazmıyordu. Bu aklımı karıştırıp dursa da Defne'yle oturup bu konu hakkında tek kelime etmemiştik.

Kolye üst katta, Karan ile kaldığım odadaki komodinin çekmecesindeydi. Boynumda bir çakıl taşı kolyesi vardı ve ben o kolyeyle mutluydum, anahtar kolyesini takmak istemiyordum ama onu atamıyordum da. Her nedense o kolyede gizemli bir şeyler olduğuna kendi kendimi inandırmıştım ben. Cebimdeki telefon aniden titreyince irkildim.


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

Çepiç, sana zahmet olmazsa benim için biraz ekmek kızartır mısın? Açlıktan karnım sırtıma yapıştı. Ağır bir şeyler de yiyesim yok hiç. Hazır kesilmiş ekmek olacaktı sepette... Ama olmayabilir de... Eğer yoksa kesiver, eline yapışmaz! :) (21:32)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Hallederim. (21:33)


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

Çepiçlerin kraliçesisin! (21:34)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Tek istediğim araç kullanırken telefonla ilgilenmemen... (21:35)


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

Tamam be gudubet karı! (21:37)


Telefon hazır elimdeyken mesaj yaz kısmına girdim, bir süre kararsız kalmış bir şekilde telefona baktıktan sonra derin bir nefes aldım ve parmaklarım dokunmatik ekranın üzerine yerleştirilmiş harflerde gezinmeye başladı.


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Ne yapıyorsun? (21:39)


Elektrikli su ısıtıcısının sesiyle aniden irkilerek kafamı kaldırdım. Olduğum yerde sıçramama neden olmuştu. Fincana sıcak suyu doldurduktan sonra içine birkaç kaşık kahve ilave ettim ve karıştırmaya başladım. Tam o esnada telefonum titredi.


Gönderen: Karan Ali Çakıl

Dönüş yolundayım. Çok geç kalmam. Sen ne yapıyorsun? (21:40)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Şimdi Bedirhan Hazretleri için ekmek kızartacağım... (21:42)


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

İyi ki bir iyilik istedik. Kime atacaktın o mesajı da Allah çarptı yanlışlıkla bana attın? (21:43)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Çekil bir aradan ya. Of. (21:44)


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

Ulan mesajı bana atan sensin, aranıza giren ben miyim? (21:46)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Sana araç kullanırken telefonla ilgilenme dedim! (21:47)


Gönderen: Bedirhan Özoğlu

Tamam abya, neden kızdın ki abya? Kuyyanmam biy daha abya :( (21:48)


Gözlerimi devirerek bu kez Karan'a yazmak için özellikle onun adına tıkladım.


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Sana yollayacağım mesajı yanlışlıkla Bedirhan'a yollamışım... (21:51)


Kahvemden bir yudum aldım, gözüm bir ara bahçeyi gösteren cam duvara kaydı ve orada sessizliğin koynundan uzanan bir silahın tetiği çekilir gibi oldu, ardından dallar hafifçe hareket etti ve ıssızlık her yanı sardı.


Gönderen: Karan Çakıl

Fena faka basmışsın... Ne yazmıştın? (21:53)


Gönderen: Asi Merve Karakuyu

Mesajın başında 'Bedirhan Hazretleri' yazıyordu... Sen düşün... (21:54)


Gülümseyerek ekrana bakarken kahvemden bir yudum daha aldım. Onunla mesajlaşmayı seviyordum. Bu bana çok 'normal' hissettiriyordu. Aslında aramızdaki ilişkinin boyutunun ve yaşadıklarımızın 'anormal' olduğunun farkındalığından kaynaklı bir histi bu.


Gönderen: Karan Çakıl

Ona 'Bedirhan Hazretleri' demen onun hoşuna gider Çakıltaşı... (21:56)


Kıkırdadım. Telefonu tezgâhın üzerine bıraktıktan sonra kahvemden büyük bir yudum daha aldım ve bütün bir ekmeği çıkarıp, bıçaklıktan da büyük bir ekmek bıçağı aldım. Ekmek tahtasının üzerine yan yatırdığım ekmeği yavaşça kesmek için hazırlanıyordum ki bir gölgenin üzerime devrildiğini hissetmemle kalbim korkuyla göğsüme saldırdı ve o anki panikle elimdeki bıçağı kapıya doğru doğrultup irkilerek kapıya doğru döndüm.

Kalbimi saran zehirli sarmaşıkların üstündeki o kan kırmızı çiçeklerin rengi yavaşça griye dönmeye başladı, zehir kalbimde soluyordu. O an, karşımda, tüm dünyamı ekseninden kaydırarak uzayda kaybeden, oksijenimi nefes aldıkça kalbimi patlatmak ister gibi pompalayarak zehre çeviren adamı görmeyi beklemiyordum.

Karşımda babamı görmeyi beklemiyordum!

Saniyeler öyle hızlı akıyordu ki, yere damlayan her bir rakam bir sayı oluşturuyor, oluşan sayıların yanına binlerce sıfır düşerek uzun bir kuyruğu tek bir sıra şeklinde önüme diziyordu. Kalbim hem duracakmış gibi ibresini zorlayarak atıyor hem de çoktan durmuş gibi hareketsiz bir biçimde, sönmüş halde göğsümün ortasında asılı duruyordu.

"Sen," diyebildim. Sen. Kelimeler susmuş, gözlerini yüzüme dikmiş, kuracağım herhangi bir cümle var mı yoksa artık kalmadı mı diye öylece beni izliyordu. Üç harf, üç bin kelimelik bir metin gibi önümde uzamış, nefesim bu kelimede defalarca kez takılıp dizlerinin üstüne düşmüştü.

Ona doğru bir adım atsam, atacağım bu adım onun kaç asır sonra yanına düşerdi bunu yalnızca yerin ve göğün Yaratıcısı bilirdi.

Zaman sustu.

Kelimeler tavandan damlamaya başlayan kanın yerde oluşturduğu nehre atladı, yüzme bilmeyen kelimeler her bir kulaçta ölüme bir adım daha yaklaştı. Ve boğuldu.

Elimdeki bıçak ikimizin arasındaki o köprüyü inşa etmişti. "Senin burada ne işin var?" diye sordum, kekelemiştim. "Buraya nasıl girdin?"

Sakalları uzamıştı, perişan görünüyordu. Saçları bembeyazdı, nadiren araya serpiştirilmiş birkaç tel siyah saç onu hâlâ terk etmemişti ama sakalları... Sakalları artık griydi. Bana doğru temkinli bir adım attığında bıçağın hâlâ aramızda asılı olduğunu fark ettim.

"Burayı nasıl buldun?" diye bağırdım tüm gücümle. Babamın yüzündeki ifadeden anladığım kadarıyla canı çok yanıyordu ama bu fiziksel değildi, fiziksel bir boyuttan koparak ruhuna oturmuş, ondan bir parça hâline gelmişti. Babamın kalıbının şeklini alan acı, babamın gözlerinden bile çok net bir şekilde okunuyordu.

"Sadece... Konuşmak için geldim," dedi mahcup bir sesle. "Beni dinlemene ihtiyacım var."

"Seni dinlemek mi?" Ona inanamaz gözlerle bakıyordum şu an. Ne dediğinin farkında mıydı? Elim bir kapının kenarında duruyordu ve o elimi umursamadan kapıyı çarparak kapatmıştı. Parmaklarım onun olduğu kısımda kalmıştı ve ben kapının dışındaydım. Moraran, kan oturan parmaklarımı umursamamıştı.

Kapıyı kapatmış ve tekrardan asla açmamıştı.

Açmaya bile çalışmamıştı.

Ben kapının arasına sıkışmış ellerimle orada öylece gözyaşlarımı akıtırken, o parmaklarımın halini gördüğü halde odada gezinmeye devam etmiş, o lanet kapıyı açmamıştı.

"Burayı nasıl buldun, içeriye nasıl girdin bilmiyorum ama git buradan!"

"Lütfen," dedi kısık bir sesle. Titreyen elini bana doğru uzatınca, elimdeki ekmek bıçağını ikimizin arasına şerit gibi çekerek onu durdurdum. Elini yavaşça indirdi. "O uzun boylu adamın yedek anahtarı nereye koyduğunu görmüştüm," diye fısıldadı.

Şok olmuş gözlerle ona baktım. Bedirhan'dan bahsediyordu. Bedirhan'ın dediğini yapmalı, kapıyı içeriden de kilitlemeliydim. Şu an yaşananlara inanamıyordum. Aklımı kaçırmak üzereydim, onun burada ne işi vardı? Böyle bir şeyi nasıl yapabilirdi?

"Hemen git buradan!" diye bağırdım, sesim çatladı ama aldırış etmedim. "Hangi yüzle buraya gelebiliyorsun sen? Burayı nereden buldun, diyorum sana? Bizi mi takip ediyorsun sen? Gidip Handan denen o kadınla neden evlenmedin hâlâ?"

"Deme böyle," dedi acılar içinde. Kahverengi gözleri gözlerime öyle bir bakıyordu ki, orada gece, söndürdüğü güneş için ağlıyordu.

"Sana burayı nereden buldun dedim?" diye bağırdım tekrardan. Gözlerim yanıyordu ama ağlamayacaktım. Ekmek bıçağını tuttuğum elim tir tir titriyordu.

"Burayı bildiğimi bilmen gerekirdi," diye fısıldadı babam.

"Ne?"

"Kolyeyi... Beğenmedin mi?"

Bozguna uğramış gibi donup kaldım. Ben öylece bir hayalet gibi, yanmış bir arazinin ortasında duran, rüzgâr estikçe harlanan ama sönmek üzere olduğunun, artık bir yeri yakamayacağının farkında olan o köz tanesi gibi babama bakarken, babam da beni izliyordu.

Buna inanmak istemiyordum. Soluğum, kendi boğazıma bir ok olup girmiş, dibine kadar saplanmış, ciğerime taşıdığım şeyin nefes değil, oluk oluk kan olmasını sağlamıştı. Gözleri gözlerime dokunduğunda, beni cennetten çalan o şeytanın kendi babam olduğunu, benim ise Havva'nın rahminde değil de, Lilith'in rahminden hayata tutunduğumu kendi yüzüme onun gözleriyle vurmuştum.

"Bize bunu neden yapıyorsun?" diye sordum, ağzımda zehir vardı da dilim yavaş yavaş o zehrin içinde eriyordu sanki.

"Ben sadece..."

"Kolyenin olduğu paketin içinde yazan not..." Bıçağı yavaşça indirdim ama sapını daha sıkı kavradım. "O notta ne yazdığını hatırlıyor musun?"

"Evet," dedi, her an olduğu yere çöküp ağlayacakmış gibi bakıyordu.

"Madem bizim için yeni yıl dileğin o notta yazanlardı, peki o zaman neden buna izin vermiyorsun, baba?" Son kelime bir iğne olup damağımı boydan boya yardı ve damağımdan fışkıran kanlar dişlerimin arasına doluştu.

Kendi kanında boğulmak. Kendi kanında, kendi kelimelerini boğmak. Kendi kendini boğmak.

Boğulmak.

Bana yaşattığı şeyin adıydı bu. Boğulmak.

"Ben... Hatalarımın farkındayım. Yaptıklarımın farkındayım."

Her şeyin fitilini ateşe veren bu cümlesi benim daha da çıldırmama neden olurken bıçağın sapını tamamen kavradım. "Neden buradasın?"

"Çünkü burada olmak istedim," dedi üstüne basa basa. "Çünkü siz benim kızlarımsınız. Sen benim kızımsın."

Damarlarımda hızla ilerleyen sanki şeytanın kanı değil, şeytanın dölüydü. Damarlarımın odalarında rahimler oluşuyor, döller rahimlerin içine yerleşiyor; binlerce şeytan çocuğa gebe kalan kanım kendi kendini bulandırarak onu taşıyan bedeni, yani beni yavaşça zehirleyerek öldürüyordu.

"Hayır." İtirazımı başımı yavaşça iki yana sallayarak belirginleştirdim. Beni buna inandıramazdı. Artık çok geçti. Ben, annemin cesedini görmüştüm. Ben, annemin koridorun ortasında sallanan ayaklarını görmüştüm. O görmemişti, ben görmüştüm.

Tavan önce alev aldı, ateşler hızla tüm tavana yayıldı ve duvarlara kadar indi; ardından ateş aniden sönerek dondu, sonrasında tavandan aşağı kül yağmaya başladı. Küller, babamın yalanlarıydı. Donan ateş, bendim.

"Ne kadar inkâr edersen et," dedi babam, kaşlarının arasında oluşan çukurda ızdırabı gördüm. "Sen de, Defne de benim kızlarımsınız."

"Şimdi mi aklına geldik?" diyebildim delirmiş gibi. "Şimdi? Neler yaşandı?" Artık bağırmıyordum, yalnızca sesim titriyordu; yalnızca sesim değil, ellerim titriyordu. Tüm bedenim titriyordu. "Neler yaşandı Mehmet Karakuyu? Neler yaşandı?"

Babam bana doğru bir adım atınca, onu durdurmak için, "Sakın!" diye bağırdım bu kez. Sesim o kadar şiddetle yükselmişti ki, bir an ayaklarımın altındaki zemin bile sarsıldı sandım. "Bana yaklaşma! Benim annem... Annem..." Duraksadım, bedenim aniden titremeye başladı. "Annem," diye fısıldadım.

"Merve..."

"Deme! Sus!" Geriye doğru bir adım atarken bedenimin içinde kordan ateşler yanıyordu. Sanki organlarım organ değildi, organ boyutunda bir sürü kor parçası içimde asılı duruyordu. "Git o beş para etmez kadının yanına! Senin ailen o!"

"Hayır," diyebildi. "Benim sizden başka kimsem yok. Ne o ne de başkası benim umurumda." Babam da titriyordu. Bana doğru bir adım daha attı. "Handan benim umurumda bile değil."

"O kadından iğreniyorum," diyebildim. "Mutlu mu? Mutlu, değil mi? O küçümsediği, yerden yere vurduğu annem artık yok! Sen ona kaldın, mutlu olmuştur! Söylesene, o mutlu mu?"

"Merve, dinle beni..."

"Seni duymamak için kulaklarıma, hatta beynime şu elimdeki bıçağı saplayabilecek kadar çok..." dedim gözlerimi acımasızca gözlerine vurarak. "O kadar çok sevmiyorum!"

"Merve..."

Bir adım daha gerileyip bıçağı kaldırdım. "Seni hâlâ biraz olsun sevdiği için, senin için çarptığı için, şu kalbime elimdeki bu bıçağı saplayacak kadar çok!" diye bağırdım bu kez. "O kadar çok sevmiyorum!"

"Merve!" Babam panikle bana doğru atıldı. "Merve, sakinleş! Tamam, gideceğim!"

"Yaklaşma!" Korkuyla uzaklaşmaya çalışırken sırtım cam duvara yaslandı. Artık kaçabileceğim bir yer yoktu. Onun burada olması, o içine hapsolduğum kuyunun hemen önünde dikilmesi demekti. Kapağı kaldırmasını istemiyordum. İçeriye gün ışığı sızmamalıydı, ben onu görmemeliydim, bu kuyunun içinde kalmalıydım, burada kalmak istiyordum.

Yaklaşma kalbimin intiharı.

Yaklaşma baba.

"Bana yaklaşma," diye fısıldadım acılar içinde. Babam bana doğru atılacaktı ki, o anki korkuyla bıçağı doğrulttum ve bıçağın onu durdurabileceğini sandım.

Babam durmadı. Bana sarıldı.

Bana sarıldı, her zaman onun aramıza soktuğu ama bu kez benim elimde olan o bıçak, babama saplandı.

Göz göze geldiğimizde zamanın çeşmesi kırılmış, saniye isimli sular kuyuya akmaya başlamıştı. Kahverengi gözlerindeki o ifadeyi ölürken tabutumun içine koysalar, gömülürken benimle olmayacağından, o ifadeyi kefenimin içine saklamak istiyordum. Her şeyi mahvettiğini düşündüğüm adam kollarımdaydı, bana sarılmıştı ve bıçak benim elimdeydi. Hep burada olan ama aslında hiç burada olmamış bu adam, ruhumun bir hiç, kalbimin bir piç olmasına neden olmuştu.

Oysa şimdi, avucumda tuttuğum bıçağın sapına bile bulaşan sıcaklığını hissedebiliyordum.

Oysa onun damarlarından buzlu su aktığını düşündüğüm zamanlar olmuştu.

Kanı neden bu kadar sıcaktı?

Dudakları aralandı ama benim yüzümde tek bir kas bile oynamıyordu, oysa içimdeki deprem her şeyi yerle bir etmeye başlamıştı; bu felâket sona erdiğinde, çökmüş binalarıma bakarak yıkımı yaşayıp belki de en çok ben kahrolacaktım ama şu an anlam veremediğim bir sakinlik, kuru ruhumun üzerine sıcak şerbet gibi dökülmüştü. Bıçağı geri çekmeye çalışmadım, hareket dahi edemiyordum, kafamı eğip aşağıya bakamıyordum, göreceklerimden korkmuyordum ama yine de oraya bakmak istemiyordum.

"Kızım," diye fısıldadı babam, bu fısıltıyı daha önceleri onun sesinden zaten birçok kez duymuşum gibi kalbime batarlar saplanınca farkında olmadan iniltili, içli bir nefes aldım.

Babam bana tutundu, bir an onu taşıyamadım, bir an hiçbir şeyi taşıyamadım ve olduğum yere dizlerimin üzerinde öylece çöktüm. Dizlerimde hissettiğim ıslaklık, bir an için reddettiğim bu gerçeğin önüme bir beden gibi serilmesine neden oldu.

Babam yüzünü boynuma sokunca irkildim, avucumda duran bıçağın sapı terden dolayı mı bu kadar ıslaktı? Dudaklarım hafif aralık duruyordu, içeriye kabul ettiğim küçük nefes parçaları ciğerimin şeklini alan koru harlamaya yetmiyordu. Babamın eli üzerimdeydi, bedeni üzerimdeydi, kanı üzerimdeydi.

Gözlerim yavaşça aşağı kaydığında, üzerime yıkılan adamın bedeninden akarak yavaşça yere yayılmaya başlayan sıvıya baktım.

Rengi kıpkırmızıydı.

Kan.

Ete bürünen o duygu karşıma geçip kocaman gözlerle bana bakıyor, kucağımda yatan adam bana sığınmış, öylece burada, dizlerimin üzerinde oturuyordum.

"Arındır bizi," diye fısıldadı diğer Merve moloz yığını olan zihnimin içinden kanlı ellerini çıkararak. "Arındır bizi!"

Tüm sesler, görüntüler, kokular, anlar, anılar... Her şey birbirine girdi. Hem buradaydım hem İzmir'de kordondaydım hem Kayseri'de o bankın üzerinde oturuyordum ve yağan karı izliyordum, hem bilmediğim bir şehrin otogarındaydım hem bir tren garındaydım hem de kimsenin nerede olduğumu bilmediği bir zaman dilimi içinde, bir çölde yalın ayak, kızgın kuma basarak koşuyordum.

İzmir'deki o midyeci adamın küçük, ahşap tezgâhına uzanıyordum, birkaç midyeyi açıp limon sıkarak ağzıma atıyor, çiğnerken gözlerimi Karan'a çeviriyordum. Bu an hiç yaşanmamıştı ama oradaydım. Kayseri'de bir bankta oturuyordum, yalnızdım, avucuma düşen kar tanesi yavaşça eriyordu ve pişmanlıklarım omuzlarımda bir sandık gibi asılı duruyordu. Bu an hiç yaşanmamıştı ama oradaydım. Önümde sıradaki otobüs için bilet olduğunu söyleyen bir adam bileti satabilmek için umarsızca bağırıyordu, elimde bir valizle öylece bir otogarda dikiliyordum ve nerede olduğumu bilmiyordum.

Bu an hiç yaşanmamıştı ama oradaydım.

Ayaklarımın altı yanıyor, kumlar bir iğneye dönüşerek tabanlarımı parçalıyor, kendi nefesim ateş olup ciğerimi yakıyor ve ben deli gibi bir çölde koşturuyordum. Bu an hiç yaşanmamıştı ama oradaydım.

Tren garı. Kafamı kaldırıp hemen önümde duran büyük alçı kolonun üzerine yerleştirilmiş saate baktım. Akrep ikinin, yelkovan altının üzerinde duruyordu, akrep ve yelkovan birer anahtardandı. Gar bomboştu, son tren çoktan kalkmıştı ve ben kırmızı kabanımın büyük ceplerindeki ellerimi yumruk yapıyordum. Sol elimdeki zarf, yumruğumun içinde buruşuyor, yelkovan tam diğer rakama doğru hareket edecekken zarf bir bıçağa dönüşüyor, kendimi tekrardan burada, bu mutfağın içinde, dizlerimin üstünde, elimde kanlı bir bıçakla buluyordum.

Ve aklım, eğreti durduğu zihnimin içinde gelgitler yaşamaya başladı.

"Benden götürdüklerini nereye gömdün baba?"

Kan gitgide daha fazla yayılmaya, oluşturduğu nehrin içinde cesedimi yüzdürmeye başladı.

"O kadar edepli yok ettin ki beni, sanki elinde bir yastıkla önce boğdun beni, sonra öldü dedin bastın beni." Zaman öyle hızlı yayılıyordu ki, yerde bir nehir oluşturan kan bile zamanın hızına yetişemiyordu. Parmaklarımın arasında tuttuğum bıçağın ucundan damlayan kan, yeri kaplayan kan gölünün içine damlamaya, denize düşen yağmur damlaları gibi küçük oval dalgalar oluşturmaya başladı. "Biliyor musun, evden her çıkışında koridorda ayaklarının çıkardığı çıt sesine uyanırdım. Biliyor musun, ben o çıt sesini hep senin ayakların çıkarıyor sanırdım." Ona baktım, gözlerimin içine bakıyordu, sesi çıkmıyordu, nefes alıyordu, sadece beni izliyordu. "Meğer çıt sesi benim içimden geliyormuş."

Kan, tıpkı bir dalganın kıyıları örttüğü gibi mutfağın fayanslarını örtmeye başladı ama kanı dalgadan ayıran tek şey, dalganın geri çekiliyor oluşuydu. Babamın kanı geri çekilmiyordu.

"Çok denedim," diye fısıldadım ona sarılıp onu göğsüme bastırırken. Babam gözlerini kaldırmış yalnızca beni izliyor, dudaklarında hafif bir inilti, verdiği sert nefeslerle beni dinliyordu. "Biliyor musun, ben defalarca kez denedim."

Babam başını salladı. Biliyordu.

"Ben kötü biri olmak istemiyorum baba." Onun saçlarına dokundum, siyahına beyaz örtülmüş saçları artık kanının rengindeydi. Alnından başlayarak okşadım, saçlarını yavaşça arkaya doğru yatırdım. Göğsümde ağrıyan yerin üstüne onu basıyordum, ağrı geçer sanıyordum, ağrı tıpkı bir kanser gibi bedenime yayılmaya devam ediyordu. "Ama sen kötü birisin."

Babam başını salladı. Biliyordu.

"Bana hiç masal anlatmadın," dedim, gözlerimi boşluğa dikip, onun hızla mutfağın kapısına doğru akmaya devam eden kanının hareketini izledim. "Annemin bana aldığı masal kitabının içine en büyük kâbuslarım işlenmişti. O masal kitabının yazarı sendin baba."

"Kötü bir baba olduğumu biliyorum kızım," dedi, dudağının kenarından akan kana baktım, o hâlâ gözlerimin içine bakıyordu ama ben onun gözlerine bakmıyordum. Onun gözleri soğuktu, ben en kara kışlarımı o gözlerin içine bakarken yaşamıştım. "Ama kötü bir adam değilim."

Dudağının kenarından akan kanı yavaşça sildim, kan parmaklarımı ıslattı ve onun dudağından çenesine kadar normal halinden daha açık renk gölgeler bırakarak ilerledi. Gözlerim kanın gölgesine düştü. Çenesindeki çukurun aynısından benim çenemde de vardı. Bir damla kan çenesindeki kuyuda saklanıyordu.

"Beni bu kuyuya sen ittin, bu kuyunun kapağı senin ellerindeydi ve sen o kuyunun kapağını sıkıca kapattın. Kilitledin." Gözlerimiz buluştu, gözlerinde ben vardım ama benim gözlerimde babam yoktu, o vardı. "O kuyunun içinde bir yangın çıktı, hadi kapak kapalıydı, ateşleri görmedin diyelim... Çığlıklarımı da mı duymadın, baba?"

Elini koluma koydu, kolumu güçsüz bir şekilde sıktı. İlk kez bana vurmadı, bana dokundu. Kahverengi gözlerinin içinde zaman ölüyordu. "O adama söyle, leşimi düzgün bir yere saklasın," dedi kısık, acılı bir sesle. "O varken sana bir şey olmaz, biliyorum ama beni kimsenin bulmasına izin vermesin. Öylece silinip gitmek istiyorum." Gözlerini yumdu, kirpikleri titriyordu, nefes almaya devam ediyordu. "Ruhunun üstündeki gölge olmak istemiyorum daha fazla."

Ağzımın içinde her daim benimle olan jileti dilimle çevirdim.

"Sana bir masal anlatacağım," diye fısıldadım, öyle boş bir kuyuydum ki, içime düşmeye başlayan tüm anahtarlar zeminimde sekiyordu, hepsi kapağı açabileceğim kilide aitti ama eğilip birini bile elime almıyordum. "Sonra da seni burada, göğsümde uyutacağım."

Babam yavaşça başını salladı, buradaydı ama kapının eşiğindeydi sanki. Gitmek üzereymiş gibi hissediyordum.

"Yerin gök, göğün yerle birleştiği, herkesin birbirini sevdiği, gece karanlığının âşıklara yorgan olduğu bir zamanda, her şey gülistanken, tüm yüreklerde şefkat bir pınar gibi şarıl şarıl akarken... Takvim yapraklarının yaratılmadığı, zamanın sırtına saplanan akrebin bir camın içine hapsedilmediği, geçen zamanı yalnızca doğan güneşin ve parlayan ayın bildiği zamanlarda... Herkesin çok sevdiği, herkese iyilikleri dokunan, kanatsız bir melek gibi görünen çok zalim bir adam yaşıyormuş." Bıçak tuttuğum elim titriyordu, boş duran kanlı elimle onun saçlarını geriye doğru yatırdım, okşadım. Artık bana değil tavana bakıyordu, artık ona değil kapıdan dışarıya sızmaya başlayan kana bakıyordum. "Herkese iyiliği dokunan bu adam, tüm kötülüklerini tek bir kız çocuğuna kusar, kimseye gösteremediği yüzüyle o kız çocuğunu yüzleştirip dururmuş."

Derin bir nefes aldım.

"Adam yedi kat elin derdine koşar, kendi kanından olan kızının tek derdi olurmuş. Bir gün küçük kız kuyudan su almak için dışarı çıkmış, gecenin yine âşıkları örttüğü bir saatmiş, dışarıda kimseler yokmuş. Ay, yıldızlar ve Tanrı gökyüzüne oturmuş yeryüzünü izliyor, sessizce bir şeyler fısıldaşıyorlarmış. Kız yürümüş, kuyunun önüne gelmiş, elindeki kovayı kuyunun ipine bağlamış ve kuyuya salmış. Babası dalların arasından çıkagelmiş, kızın omzuna dokunmuş. Kıza ilk kez vurmadan dokunmuş." Babam gözlerini yumdu, tekrar açtı, gözlerinden yaşlar akıyordu. "Kız babasına bakmak için kafasını çevirmiş, gece susmuş, ay ışığını kapatmış, yıldızlar sönmüş, Tanrı sessizce izlemiş. Küçük kahverengi gözleri, babasının kahverengi gözlerine uzanmış, birbirlerine en kısa sürede en uzun bakışı yaşatmışlar. Babası tekrar sırtına dokunmuş. Kız gülümsemiş, babası kızının gözlerinden gözlerini ayırmadan kızını o kuyuya itmiş."

Babam bir kez daha başını salladı. Masalı biliyor muydu?

"Kız kuyunun dibine düşmüş, suyun yuttuğu bedeni dibe tıpkı bir taş parçası gibi çökerken o kadar ağırlaşmış ki, sanki bütün yükleri de beraberinde o kuyunun dibine, onun sırtındayken itilmiş. Oysa kızın sırtında yalnızca babasının elleri varmış. Eller çekilmiş, yükler çekilmemiş. Kız çırpınmış, çok uğraşmış, suyun yüzeyine çıkmış. Yüzme bilmiyormuş, kendine yüzmeyi saniyeler içinde öğretmiş. Ölüm ne tuhaf şey, baba," diye fısıldadım. "Onu isterken bile ona savaş açıyorsun."

Babam başını salladı. Biliyordu.

"Kuyunun kapağı kapanmış, kızın içinde çırpındığı su kararmış."

Babamın gözlerinden süzülen yaşlar çenesini kaplayan kızıl gölgelerin üstüne devrildi, kızıl gölgeyi yaydı, rengini açabildiği kadar açtı.

"Su yavaş yavaş yanmaya, alevler suyun içinde ilerleyerek kızın bedenini sarmaya başlamış," diye fısıldadım, parmaklarım bir kez daha babamın saçlarının arasından geçti. "Kız çığlıklar atmış, babası kuyunun önünde duruyormuş ama kapağı kaldırmamış. Alevler karanlık kuyuyu aydınlatmış, suyun içinde ilerleyen ateş önce ellerini, sonra bileklerini, sonra göğsünü yutmuş. Göğüs kafesinin içinde sakladığı o küçük kalp alev alıp yanmaya başladığında kız kafasını kaldırıp kuyunun kapalı kapağına bakmış. Artık çığlık atmıyormuş. Babası elindeki anahtarı kuyunun kapağındaki küçük deliğe sokmuş, çevirmiş çevirmiş çevirmiş... Kilitlemiş. Arkasını dönüp karanlığa karışırken kızın simsiyah saçları da artık ateşlerin içindeymiş. Kız gözlerini kuyunun kapağından bir an olsun ayırmamış. Gözleri yanmaya başlamış. Ateş en son zihnine uğramış, tüm güzel anılarını bir bir yakmış, babasıyla olanlara hiç dokunmamış."

Babamın düzensiz nefesinin hızla şişirdiği göğsüne baktım. Bir kuşun kalbi babamın göğsünün altına gömülmüş, kuşun kalbinin damarları babamın göğsünün topraklarına ağacın kökleri gibi yayılmıştı sanki. Öyle hızlı çarpıyordu ki kalbi, göğsünün üstünde yarattığı dalgayı görüyordum.

"Biliyor musun baba, ben küçükken hiç ölmeyeceğim zannederdim."

Zihnimin içinde bir salıncak sallanıyordu. Salıncak kız çocuğunun yandığı kuyunun dibindeki ağacın dallarına kurulmuştu. Boştu. İleri geri, yılan gibi kavisler çizerek, rahatsız edici bir gıcırtı eşliğinde sallanıyor, gecenin toprağına uğursuz kelime tohumları ekiyor, en korkunç cümleler gecenin topraklarında baş verip fanilerin dillerine bulaşıyordu. En büyük yalan gece söylenirdi, en acımasız cinayet gece işlenirdi, en ahlaksız ihanet gece edilirdi, bir baba kızını en çok geceleri katlederdi.

"Ama ben çok küçükken öldüm," diye fısıldadım ona sırrımı. "Hiç ölmeyeceğimi sandığım gecelerden biriydi."

"Seni ben öldürdüm," dedi, hissettiği çaresizliğin fısıltısı meleklerin attığı çığlıklara karıştı. İçinde bulunduğumuz bina çökmek üzereydi sanki. Gözlerimi kaldırıp tavana baktım, takvim yaprakları hızla koparıldığı yere geri saplanmaya başladı. Duvarların önce rengi değişti, tavan bir an için yok oldu, gecenin koynundaki yıldızlar, alev alev yanıyordu. Gözlerim yıldızlarda, babam benim kollarımdaydı. Açılan tavan yavaşça tekrar örülmeye başladı. Tuğlalar birbirlerine dokunarak birleşti, başımızda bir tavan oluştu ama bu tavan içinde bulunduğumuz evin değil, bir zamanlar içinde yakıldığım kuyunun kapağını anımsatan o evin tavanıydı.

Geçmişimden yankılanan bir deklanşör sesi, devamlı olarak eski hatıralarımın olduğu sahnelerin fotoğrafını çekerek önüme seriyordu.

Deklanşör sesini duydum fakat bu kez eski hatıralarımın fotoğrafı değildi çekilen.

"Merve," diyerek kapıyı açan annemdi. Gözlerimi kapıya çevirdiğimde onu görmeyi beklemiyordum. Kollarımda zar zor nefes alan babama daha sıkı sarılıp inanamayan gözlerle anneme baktım. Buradaydı. Üstünde kırmızı bir elbise, elbisenin üstünde papatyalı mutfak önlüğü vardı ve bakır rengi saçları lüle lüle olmuş, beline kadar iniyordu. Islak ellerini mutfak önlüğüne sildi.

"Anne," diye fısıldadım, gözlerim yanıyordu, yaşlar orada bekliyordu, yaşlar akmak istiyordu.

"Hadi güzel kızım, yemek hazır. Baban da geldi." Gülümsedi, gözlerinin etrafına yayılan kırışıklıklara bakarken ellerimi babamın yarasından sızan kana bastırdım.

"Anne?"

"Hadi!" Gülerek arkasına baktı. "Senin şu kızın da oyunu bırakmıyor bir türlü."

Babamın güldüğünü duydum. Gülemezdi, şu an acılar içindeydi. Bir anda babam, annemin arkasında belirdi; büyük, güçlü ellerini annemin beline sarıp çenesini annemin omzuna yasladı ve bana baktı. "Küçük kızımın karnı acıkmamış mı?" diye sordu şefkatli gözlerine yayılan o sıcağı benden esirgemeden. "Yeni açılan o pastane var ya, gelirken çikolatalı çöreklerin kokusu burnuma doluştu. Kara kızıma alayım da yesin dedim. Sen çok seversin çikolatalı çörekleri."

Ablam mız mız bir şekilde bağırdı. "Hep kara kızın zaten!"

Babam yan gözle arkasına baktı. "Sen de benim bal kızımsın. Kıskanma hemen, anası kılıklı!"

Titreyerek onları izlerken hiçbir şeye anlam veremiyordum. Hissettiğim çaresizliğin yüzgeçleri kıyıya doğru kıvrılmaya başladı, kollarımda duran babama daha sıkı sarılıp, anneme sarılarak bana gülümseyen babama gözlerimden akmaya başlayan yaşlarla baktım.

"Merve," dedi karşımda duran babam. "Bırak elindeki oyuncağı da hadi yanımıza gel."

Zihnimde dönen anılar birbirlerine çarparak yere yığılmaya başladı. Gözlerimden akan yaşlara aldırış etmeden gözlerimi kollarımda uzanan babama çevirdim. Babam orada değildi. Haykırarak ağlamaya başladım. Kollarımda duran, altı yaşlarında küçük, beyaz tenli, simsiyah saçlı bir kız çocuğuydu ve öyle çok kan kaybetmişti ki, aldığı cılız nefesleri izlerken kendimi tekrar orada, o kuyunun dibinde ateşler içinde yanarken buldum.

Kollarımda kan kaybeden kız çocuğu bendim.

Gökyüzüne tutunan bulutları kalbime tutunan acılara benzetiyordum. Defalarca kez aynı yerinden kırılmış bir kemiğin durmadan farklı şekillerde kaynaması gibiydi bu. Sonunda yine kırılacağını biliyordum. Kısır bir döngüye dönüşmüştü. Damarımda akan kan lava dönüşmüştü, tenimde ışıklar saçarak yanan damarlarıma bu rengi veren ateşti. Sarsıla sarsıla ağlarken geçmişin içinde miydim yoksa geleceğin kollarında mıydım bilmiyordum. Takvim yaprakları saplandıkları yerden aşağı buz sarkıtları gibi hızla düşmeye, zeminde yatan cesedimin sırtına saplanmaya başladı.

Ona sarıldım. Takvim yaprakları sırtıma saplanmaya devam ediyordu. Parmaklarımın arasında duran bıçak titriyordu. Gözlerimi yumdum, kız çocuğu kollarımdaydı; gözlerimi açtım, babam kollarımdaydı.

"Baba, senin kuyuda yakıp parlattığın cesedimi bir mağaraya sakladı o adam."

Kafamı kaldırıp mutfak kapısına baktım, kan nehrine kaya gibi saplanan siyah rugan ayakkabıları gördüm. Gözlerim uzun bacakları takip etti, tıpkı bir tablo gibi yavaşça oluşmaya başladı ve o an küflü siyah rengindeki gözleri gözlerime babama sapladığım o bıçak gibi saplandı.

Bakışları beni siyah küflü kollarıyla sardı ama gözlerine düşen yansımam o kadar büyük bir enkazdı ki, sanki o enkazın altında kalmıştı. Ölüm yaklaşıyordu, ölümün ayak seslerinin sessizliği üstümüze bir uğultu gibi çöktüğünde, buradaydım, babam kollarımdaydı, küçük kız çocuğu babamın kollarındaydı, zaman ölmeye kaldığı yerden devam ediyordu. İçimdeki o bataklık derinleşti, yavaşça içime gömülmeye başladım.

"Buradayız," diye fısıldadım Karan'a bakarken. Kazdıkça daha da derinleşeceğini bildiğim gözleri gözlerime öyle bir bakıyordu ki, dünya ikimizi ortasına almış, ikimizin başına aynı anda yıkılmıştı ama o sırf ben dünyanın altında kalmayayım diye beni altına almış, dünya onun sırtına batarken o beni kendisinin altında bırakmıştı. "Reyc Kuyusu'nun önündeyiz Ali."

İfadesi sarsıldı. Gözleri kısaca kucağımda yatan, titreyen babama kaydı ama çok uzun sürmedi, tekrar gözlerimin içine baktı.

Avucumda duran bıçağı daha sıkı kavradım, parmaklarımı damgalayan kan, bıçak ve elimin bir bütünmüş gibi birbirine yapışmasına neden oldu. Bıçağın sapı tıpkı bana ait bir kemikmiş gibi tenime kaynadı.

"Anahtar elimde, küçücüğüm," diye fısıldadı, harfler dudaklarından bir ninni gibi dökülmüştü. Harfler bir mezarın taşına döşenmeyi bekliyordu. "Bırak o bıçağı."

"Reyc Kuyusu'nun kapağı açıldı." Olduğum yerde sallanıyordum, babamın kafası her defasında göğsüme vuruyor, göğsümdeki ağrıyı vurarak tüm bedenime yayıyordu. "Ateşler parlayarak gökyüzünde yanıyor."

Karan bana doğru temkinli adımlarla yürümeye başladı. Adımlarının altında parçalanan mesafe gittikçe daralıyordu. Babamın dudakları son kezmiş gibi aralandı. "Kızımı kurtar," diye fısıldadı acılar içinde. "Kızımı kurtar."

Aramızda büyüyen sessizlik Azrail'in parmaklarının arasında tuttuğu ölüm flütüne üflenen o kesik nefes gibiydi.

"Reyc," dedi Karan kanların içinde dizlerinin üstüne çökerek. "Bırak kendini öldürdüğün o bıçağı."

Gözlerim hızla parmaklarımın arasında duran bıçağın kanlı aynasına kaydı. Yüzeyinde kahverengi gözlerim parlıyordu. Gözlerimin etrafında kan lekeleri vardı.

İçimdeki kız çocuğu kendini nefes boşluğundan vurdu. Şarjörün içine yirmi altı kurşun dizdi, yirmi altı el sıktı nefes boşluğuna. Yirmi altıncı patlama sesinde uykumdan uyandım ama onu kurtaramadım. Güzel olan her şeyin yalan olduğunu öğretenin masallar olduğunu fark ettiğimde, kendi masallarımı kendim yazdım. Kafamın içinde konuşkan bir kız çocuğu vardı, onu tanıyordum, onu görüyordum, onu duyuyordum, onu saklıyordum.

Onunla oyunlar oynuyordum.

Onu herkesten koruyordum, kendimden koruyamadım.

Yandım.

Ben hiçbir zaman kendi kuyumdan su içmedim.

Yansımama baktım.

Ben artık o kız çocuğu değildim.


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

207K 9.5K 34
Geçmişi yüzünden güven problemi olan Kadın, Kadını gördüğü anda Aşık olan adam. _________ "Sınırları aşma Yüzbaşı." dedim ciddiyetle. Aramızdaki boş...
5.1M 280K 29
Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar topar kaçan Kayra, birlikte old...
390K 1.7K 4
YENİDEN YAZILIYOR 🍷⛓️🌓 Enemies to lovers... ⛓️ ~mafya İyi kalpli ama yaşadığı ilişkiler yüzünden kırık olan Ahu ablası evlenince onunla aynı evde...
1.9M 31.4K 52
- Ahh...abim gelicek yapamayız.. Üstümdekileri delice yırtarak çıkardı. - Abini boş ver gece. Bugün gelmeyecek güzelim Erkekliğini boxer'ından çıkar...