ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI

76.1K 5.6K 3.7K
By binnurnigiz

🗝️


Aaryan Shah – Dissociation


47. BÖLÜM

MAYIN TARLASI


Bir salıncak sesi.

Bir balık sürüsü denizin içini yararak, birbirlerine sürtünen pul seslerini dalga seslerine emanet edip hızlı bir şekilde, damarda dolanan kan gibi göç etmeye başlamıştı.

Salıncak sallanmaya devam ediyordu.

Kitabın sayfaları hızla çevrilmeye, içinde yazan yazılar okunmayacak kadar bulanık bir hâl alarak yavaşça diğer sayfaların altında kalmaya başladı. Genç kadının parmakları sayfalardan birinin üstünde durdu, bir süre orada asılı kaldı; kalbi, sanki ilk romanını eline almış gibi hızlı çarpıyordu. Üst dudağı, alt dudağı temel alındığında o kadar inceydi ki, gülümsediğinde ya da ağladığında tamamen yok oluyor, Tanrı onu yalnızca alt dudağa sahip biri olarak yaratmış gibi görünmesine neden oluyordu. Dolu gözleri sayfanın üstünde dolanmaya başladı.

Hemen kapının önünde dikilen adamın yüzünde kaskatı bir ifade vardı. Yumruk şeklinde sıktığı parmak boğumlarına kan gitmiyor, elleri esmer tenine rağmen bir ölünün eliymiş gibi bembeyaz görünüyordu. Zamanın dikenli telleri evin dört bir yanını sarmış, evin içinde nefes alan kadının boğazına yerleştirdiği mayınları patlatacak olan o ayağın eve doğru bir adım daha atmasının zaferini gözlüyordu.

Adam yumruğunu kaldırdı, yüzüne kapanan kapılardan pek de bir farkı olmayan kapalı kapının yüzeyine ağır bir darbe indirdi, içeride çalışan elektrikli süpürgenin sesini ve hemen aşağı sokaktaki kendi kendine sallanan salıncağın sesini duyabiliyordu. Kalbinin sesini de duyabiliyordu.

Kadın kapının çaldığını, üçüncü yumruk kapıya çarptığında duydu. Elektrikli süpürgenin düğmesine bastı, o yoğun ses bir anda patlayan bir balonun içinden dökülen simler gibi etrafa saçıldı, yaşanan sessizlik zeminde parlamaya başladı. Kadın gözlerine doluşan yaşları itelemek istiyor gibi az önce çamaşır suyuna soktuğu hırpalanmış elleriyle yüzünü yellendirdi ve kapıya doğru yöneldi. Kalbi kapının dışında onu bekleyen kişinin Mehmet Karakuyu olmasını istiyordu, zihni buna karşı çıkıyordu. Devamlı olarak kendisiyle çatışıp diğer insanlara karşı pasif kalmayı Dilek Karakuyu'ya öğreten kişi Mehmet Karakuyu'ydu.

Karşısında görmeyi beklediği adamı değil, esmer, uzun boylu ve yaş olarak epeyce genç duran adamı görünce bir an duraksadı. Açık kahverengi gözlerinin etrafına yayılan çizgiler, şaşkınlığın da etkisiyle biraz daha derinleşti. Kimseye söylemese de karşısında duran adamı tanıyordu.

Karan Ali Çakıl'ı tanıyordu.

Mehmet Karakuyu'yla, yani kocasıyla sokak ortasında ettiği şiddetli kavgayı ayıran genç adamdı bu. Kızlarından biriyle görüştüğünü biliyordu, bir süredir birçok şeyin farkında olmasına rağmen susuyordu.

"Neden buradasın?" diye sordu Dilek. Gözlerine sarmaşıklar gibi yayılarak harelerini saran o endişe bir anda köklerini güçlendirip zihnine uzandı. "Kızım... Kızıma bir şey mi oldu?"

Genç adamın yüzünde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. Kuru dudaklarını yalayarak ıslattı. "Hayır," dedi, kadının onu tanıması onu şaşırtmamıştı; aksine, bu zaten beklediği, tahmin ettiği bir şeydi.

"O zaman neden buradasın?" Kadının gözleri hızla dışarıya uzandı, etrafı inceledikten sonra kapıyı tamamen açtı. "Mehmet seni buralarda görmesin."

"Kocanın beni görüp görmemesi zerre umurumda değil," dedi Karan yakıcı bir sesle. "Kızını görmeye gitmelisin."

Dilek Karakuyu durdu. Adamın kara gözlerinin tam içine baktı ama o gözlerde çözemediği o kadar çok şey vardı ki. Kızı bu adamı nasıl çözüyordu? Çözebiliyor muydu?

"Kızıma bir şey mi oldu?"

Genç adam elini kapının pervazına yaslayıp kadının yüzüne doğru eğildi, gözlerinde boşluk büyümeye başladı, kadın genç adama bakıyordu ama o gözlerdeki karanlık o kadar sonsuzdu ki, neyin nereye saklandığını göremiyordu bile.

"Kızının yanına gitmen için ona bir şey olması mı gerekiyor?"

Kadının kafasının içindeki o uğultu yerini çığlıklara terk etti. Hayatının tüm evrelerinde ezilen, çiğnenen, kullanılan olmuştu. Zafer bayrağını hiç eline almamış, o bayrağın sapını tutarken akıttığı gözyaşları hiçbir zaman mutluluktan olmamıştı. Hayatının her döneminde bedenine ağır bir darbeyle açılan yaraları taşımış, bu yaralar hiçbir zaman kabuk bağlamamıştı. Kadın elinde olmadan yaralarını kaşıyıp kanatmaya alışmıştı.

Gözyaşları karnına kadar aksa, rahminde taşıdığı çocuklar boğulacak diye korktuğu zamanlarda, gözyaşlarında kendi kendini boğmuştu.

Kendi kendini boğduğu gün karnında bir kız çocuğu taşıyordu.

"Ben hayatının hangi döneminde kızımın yanında oldum?" diye sordu genç adama. Dudaklarından dökülen bu sorunun mimarı onun kalbiydi, biliyordu. Kalbini ısırsa dili susar mıydı? Dilini ısırdı. Kalbi susmamıştı.

"Bu soruyu bana soruyorsun çünkü biliyorsun, senin yirmi yıl boyunca gözünün önünde olan kızını ben birkaç ay içinde senden daha fazla gördüm." Karan içeriye doğru bir adım attı, Dilek bunu bir tehdit olarak algılamadı ve geri çekildi, adamın içeri girmesine izin vermek istiyordu. "Hiç zoruna gitmiyor mu bakıp görememek?"

Kadının kolları güçsüz ve de savunmasız bir şekilde belinin iki yanına düştü. Parmaklarında çamaşır suyunun yaktığı ölü deriler kabarmış, bu ölü deriler, soyulmayı bekleyen bir kadının bedeninde yassı duran kıyafetler gibi görünüyordu.

"İçimde zehirli bir sarmaşık taşıyorum," diye itiraf etti Dilek kafasını kaldırıp ona namlu gibi uzanan siyah gözlere bakarak. "Ben o sarmaşığın içinde iki bebek taşıdım, onları doğurduğum gün, onların benden kurtulduğu gündü. Kızımı benden iyi tanıyorsun belki ama kızıma benim kadar yabancı kalmanın tadını asla bilmeyeceksin. Ne acı. İnsan en çok bir yabancıyı özler. Bir yabancıyı özlemek nedir asla bilmeyeceksin."

Genç adam güldü, bu gülücük onun gözlerine ulaşmadı ama ruhunda yanan o ateşin kokusu dudaklarının arasından dışarı dökülüp kadının burnuna doldu sanki.

"Sen bir yabancıyı yirmi yıldır özlüyorsun," diye fısıldadı. "Ne acı. Ben bir yabancıyı özlemeyi öğrendiğimde altı yaşındaydım. Yirmi bir yıldır o yabancıyı özlüyorum. Fazlası var ama asla azı değil."

Kadın genç adamın kara gözlerine baktı, kara gözler onun kahverengi gözlerine âdeta kilitlenmişti. Genç adamın bu bakışları kadının ruhunu bedeninden söküp koparıyordu sanki. Bir şeyler çalıp almak, söküp gömmek, yok edip gitmek istiyor gibiydi. İntihar düşüncesi bir zihne tohumlarını ekeli epey zaman olmuştu, tohumların çatlayıp sarmaşıklara dönüştüğü, zihninin duvarlarını intihar sarmaşıklarının ördüğü karşısındaki adama baktı.

Karşısındaki adama güveniyordu.


🗝️


"Biliyor musun, bugün aşağı mahalleden Hasret ablanın düğünü var. Yoksul olduklarından kına gecesini ayrı yapmadılar, düğünde yakacaklar kınasını. Aslında akşam evleneceği adamın babası muhtar ama biraz cimri galiba," dedi Ayşenur boyama kitabının kapağını kaparken. Bahçedeki çardaktaydık, karlar dipdiri duruyor, güneşin etkisiyle mücevher gibi parıldıyordu. "Sever misin düğünleri Yenge Abla?"

Durgun gözlerimi onun sarı saçlarında gezdiriyordum. Zihnen o kadar yorgundum ki. Gece yer yatağında uyumuştum, soba hâlâ yanıyordu ve tavana çarpan ateşin ışığını izleyerek uyuyakalmıştım. Karan başka bir odada uyumuştu.

"Düğünleri sevdiğim söylenemez," diye fısıldadım. "Gürültüden hoşlanmıyorum."

"Benim de başımı ağrıtıyor," dedi dudak bükerek. "Ama tepeye ip çekip iplere dizdikleri ampulleri izlemeyi çok seviyorum biliyor musun?" Genişçe gülümsedi. "Sanki güneşin kız kardeşleri gibi görünüyor onlar. Uzansam güneşi tutabilirmişim gibi."

Tebessüm ettim.

"İstersen gideriz bu akşam."

Ayşenur gözlerini iri iri açtı.

"Gerçekten mi?"

"Evet. Eğer ses seni çok rahatsız ederse sana kulaklık veririm, kulaklarını kapatır. Biraz olsun azaltır sesi."

Ayşenur gözlerini gözlerime dikti, birkaç dakika sessizce yüzümü izledi, dudaklarında garip bir tebessüm vardı ama bu tebessümün gözlerine uzattığı yansıma çok daha başkaydı. Bahçe kapısı aniden açıldığında Ayşenur'un da benim de gözlerimiz hızla açılan kapıya döndü. Yaşar amca elinde küçük bir valizle içeri girince gözlerim kocaman açıldı. Yaşar amcanın hemen arkasından Billur, Bedirhan, Sergen ve Defne de içeri girmişti. Yaşar amca gülerken etrafı kırışan, kaz ayakları derinleşen kısık gözlerini bana çevirdi, genişçe gülümsedi, kaz ayakları derin çukurlar oluşturdu.

"Yaşar dede!" diye çığlık attı Ayşenur oturduğu yerden âdeta zıplayarak kalkarken. "Dedeciğim! Dedeciğim!"

Yaşar amca kollarını genişçe açıp karların içinde dizlerinin üstüne çöktü. Ayşenur büyük bir hızla Yaşar amcaya doğru koşmaya başladı. Bedirhan küçük kızın ona doğru koştuğunu görünce bir adım gerileyip Billur'un arkasına saklandı ve yabancı bir cisim yaklaşıyormuş gibi kızı korku dolu gözlerle izlemeye başladı. Ayşenur, Yaşar amcanın kollarının arasına girdi, kollarını boynuna doladı ve küçük bir kız çocuğunun tüm bedenini saran şefkati parmak uçlarından Yaşar amcanın bedenine akıtarak ona sıkıca sarıldı.

"Benim güzel kızım!" dedi Yaşar amca gülerek. "Çok mu özledin sen dedeyi bakayım?"

Defne'nin gözlerini yüzümde hissedebiliyordum ama ona değil, hemen karşımda duran, birbirlerine son ümitleriymiş gibi sıkıca sarılan kız çocuğu ve yaşlı adama bakıyordum.

"Çok özledim dedeciğim!" Yaşar amca küçük kızı kucaklayıp ayağa kalktı, valizini karların içinde bırakıp bana doğru yürümeye başladığında Ayşenur onun kucağındaydı. Diğerleri de Yaşar amcayı takip ederek çardağa doğru yürüyordu. "Yenge Abla'yla düğüne gideceğiz bu akşam biliyor musun? Ben onu çok sevdim!"

"Yenge Abla ne ayol?" dedi Bedirhan gülerek. Gözlerimiz kesişti, Billur'un koluna girmiş yürüyordu. Bir an gözlerim ikisinin birbirine geçmiş kollarına kayınca Bedirhan duraksadı. "Kız, bizi bırakıp nerelere gidersin sen, hain gacı?"

Ellerimi dizlerimin üstüne koyup gözlerimi Bedirhan'dan uzaklaştırdım. Yaşar amca gülümseyerek bana bakıyordu. Hemen karşımdaki boş sandalyeye oturdu, Ayşenur'u da dizine oturtup sarı saçlarını arkaya doğru itti ve küçük kızın dar alnını öptü.

"Sen çok mu sevdin Yenge Abla'nı?" diye sordu, gözleri bendeydi, göz göze geldiğimiz an bana hafifçe göz kırptı.

"Çok sevdim ama Karan abim kadar sevemem." Ayşenur omuz silkerek gülümsedi. "Karan abim onu onunla olan fotoğraflarında bile kendisini görmezden gelip onu yakınlaştırarak izleyecek kadar çok seviyor. Ben bir fotoğrafta en önce kendime bakarım ki hep."

Bir an için Ayşenur'un söylediklerinin ne anlama geldiğini kafamda oturtamadım, anlayamadım. Yaşar amcanın bakışları hafifledi. Defne gülümseyerek elini yanağıma uzattı, avucunun sıcak içini yanağıma bastırıp yavaşça yanağımı okşadığında kafamı kaldırıp yanağımı okşayan ablama baktım. Saçları dağınık görünüyordu, güneşin ince sütunları saçlarının bir kısmını aydınlattığı için her zaman bal rengi görünen o saçları şimdi başak rengindeydi, kopkoyu bir sarı gibi duruyordu.

Bedirhan geldiğini belli eden cinsten bir patırtı çıkararak elindeki çantaları bir köşeye fırlatıp çardağın ortasına kuruldu. "Bakın şu moruk..." Durup öksürdü. "Şu mükemmel adam, adamın dibi bey, harikanın ötesi, yürüyen yaşlı cazibe Yaşar Çakıl Beyciğim olmasaydı, sizin nereye kaybolduğunuzu bilmeyecektik ve meraktan kudurup dağ, orman, oba, bayır sizi arayacaktık. İnsan bir not bırakır, biz gidiyoruz der be!"

Ayşenur anlamaz gözlerle Bedirhan'a bakmaya başladığında, küçük kızın karşısındaki adamın hareketlerinden hiçbir çıkarım yapamadığını anlayabilmiştim. Billur, Bedirhan'ın dizine oturup kızıl saçlarını kaşıyarak yüzünü buruşturdu. Billur'un Bedirhan'ın dizine oturmasını benden başka önemseyen kimse yokmuş gibi görünüyordu. Bedirhan'ın gözlerinin etrafına yayılan o ifadeyle kesiştiğimiz yol bir an çıkmaz sokakmış gibi ikimiz de bakışlarımızı birbirimizden uzaklaştırdık.

"Bana da ablam arayıp haber verdi, bu iki kaçağın burada olduğunu nereden bileceğim yoksa," dedi Yaşar amca, Ayşenur'un saçlarını şefkatle okşarken.

"İhtiyaçları vardı, bence büyütülecek bir şey yok." Billur hiç beklemediğim bir tepki vermişti. Onun yeşil gözlerine baktım, o gözler sanki benden bilerek kaçıyormuş gibi asla bana dokunmuyordu şu an. Bir an onun bu hareketinin altında ezildiğimi hissettim. Bana acıyor olamazdı değil mi? Ben onun bana acımasını istemiyordum.

"Ay aman da aman, sen büyüdün de insanları anlar mı oldun... Yolarım o cehenneme süpürge diye kullanmaktan bir an olsun çekinmeyeceğim kırmızı saçlarını." Bedirhan, Billur'un kızıl saçlarını avuçladı ama yolmadı. Billur yüzünü buruşturup dirseğiyle Bedirhan'ın boşluğuna vurdu. Gözlerim ikisinin üzerinde gezinirken Sergen sanki yoktu, o kadar sessizdi ki, bazen onun gerçekten aramızda olduğuna inanmak istemiyordum. Sanki buradaydı ama hiçbir zaman burada olmamıştı. Olamıyordu.

"Meral nenem biliyor muydu geleceğinizi?" diye sordu Ayşenur gözlerini Bedirhan'dan uzaklaştırıp Yaşar amcaya çevirerek. "Çok sevinecek, bir gitti Fethiye'ye bir daha dönmedi diyordu senin için. Nenem kulaklarını çekecek bilesin dedeciğim."

"Ay seni kart fasulye," dedi Bedirhan gözlerini kıza dikerek. "Kaynamış da çıkmış."

"Kaynamış mı?" Küçük kız gözlerini kırpıştırarak Bedirhan'a bakınca Bedirhan, bir an bozguna uğradı, duraksadı ve gözlerini kız çocuğuna dikti, uzun uzun kız çocuğuna baktı.

Meral teyze kardeşinin geldiğini görünce evi resmen ayağa kaldırmıştı. Karan geldiğinde dedesini ve diğerlerini görmeyi beklemiyordu ama yine de aşırı bir tepki vermedi. Bu saate kadar nerede olduğunu merak etmemiştim, muhtemelen tanıdıklarını görmeye falan çıkmıştı. Akşamki düğüne gitmek istediğimi söylediğimde masada oluşan o sessizlik o kadar utanç vericiydi ki, bir an, benim fikrim değil, diye bağırarak onlardan uzaklaşmak istemiştim.

Akşama doğru elinde bir ibrikle üst kata çıkan Fatma'yı görünce oturduğum yerden kalkıp, "Yardım lazım mı?" diye sordum gülümseyerek.

"Yok yok," dedi utangaç bir tavırla. "Benim kızı yıkayacağım."

"Banyoda neden yıkamıyorsun?"

"Banyo yok, hamam var," dedi aniden. "Bakma böyle eski göründüğüne, konaktır aslında burası." Güldü. "Ayşenur ezelden sevmez hamamda yıkanmayı. Korkuyor."

Başımı yavaşça salladım. Gözlerim bahçedeki donmuş süs havuzuna kaydı, alt kattaki mutfaktan Bedirhan'ın kahkaha sesleri yükseliyordu. Elim farkında olmadan kazağımın üstüne kondu, bilincim dışında sol göğsümün altına dokundum. Sütyenimin demiri batıyormuş gibi bir his göğsüme dalıp dalıp çıkıyordu sanki.

Fatma gözden kaybolana kadar sessizce elim sol göğsümün altında, donmuş süs havuzunu izledim. Bazı şeyler o kadar gerçekti ki, bir türlü yalanını yakalayamıyordum, rüyasından uyanamıyordum. Bazen, hiç beklemediğim bir anda, günün belirli olmayan alakasız saatlerinde artık annemin olmadığı gerçeği kalbime buzdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Bu böyle ömür boyu sürüp gidecek miydi?

"Asi," diye fısıldadı o tanıdık ses. Parmaklarımı göğsümün altına bastırarak olduğum yerde sıçradım ve omzumun üstünden sesin geldiği yöne baktım. Karan mutfak kapısını açmış, parmaklarının arasında yanan sigaranın dumanı güzel yüzüne doğru kavisler çizerek tırmanırken orada durmuş öylece bana bakıyordu. "Bu soğukta neden orada dikiliyorsun güzelim?" diye sordu. "Gelsene içeri."

Yavaşça başımı salladım, tenime batırdığım parmaklarımı birbirine kenetleyerek yumruk yaptım ve Karan'a doğru yürümeye başladım. Parmaklarının arasında tuttuğu sigaranın ucunda yanarak ölen tütünün külü yere devrildi. Karan'ın gözleri üzerimdeydi. Onun yanından kayarak geçtim, mutfağa girdim. Billur saçlarını dolma kalemle topuz yapmış, kalçasını tezgâha yaslamıştı, Meral teyze hemen onun önündeki mutfak masasının ahşap sandalyesinde oturuyor, Defne de Meral teyzenin karşısındaki sandalyede oturuyordu. Bedirhan'ın sırtı buzdolabına yaslıydı, buzdolabından bile uzun olan sırık Bedirhan beni görünce kısaca göz kırpıp bakışlarını Meral teyzeye çevirdi. Sergen pencerenin önünde duruyordu, sırtı herkese dönüktü ve ilerideki kar yığınını izlerken her zamanki gibi tepkisiz görünüyordu.

Mutfağın içi karanlık olduğundan tavandaki sarı ampulü yakmışlardı, sarı ışık mutfağı güçsüz bir şekilde aydınlatırken, "İlahi Bedirhan," dedi Meral teyze. "Sen çok yaşa, ne güldürdün beni yahu..."

"Aşkım çıkın çıkın gelin Fethiye'ye, bende daha ne anılar var, ne olaylar, ne bombalar... Bak sana yemin ediyorum saç dökmeyen rehabilitasyon cihazı gibiyim. Sıkıntı denen, iç huzursuzluğu denen o kanseri parça pinçik ediyor, öldürüyorum..."

"Geleceğim bir gün Fethiye'ye," dedi gülerek Meral teyze. Karan sessizce sigarasını içmeye devam ediyordu, onun da sırtı bize dönüktü. Kalçamı ablamın oturduğu sandalyenin sırtına yasladıktan sonra bakışlarımı Billur'a çevirdim. Bana baktı, bu kez tam gözlerimin içine baktı ve bu beni gerçekten rahatlattı. Göz kırptı. "Hiçbir yere götürmüyorsun beni sen Karan," diye iç geçirdi Meral teyze. "Alınıyor nenen sana."

"Ayol Damperli Kamyon Bey, neden götürmüyorsunuz kadıncağızı gezmeye?" diye sordu Bedirhan.

"Bedirhan," dedi Karan uyarıcı bir sesle.

"Aman sen de hep Bedirhan hep Bedirhan." Bedirhan mızmızlanarak omuz silkti. "Bir gün bir küseceğim, çat diye kırılacak kalbim, sonra çok üzüleceksin..."

"Kırmayın yakışıklımın kalbini!" Meral teyze güldü. "Döverim ben onları!"

"Ay ben bu karıyı çok sevdim ha," dedi Bedirhan kıkırdayarak. "Kız nasıl deniyordu o, hani biraz önce öğrettiydin ya... Ha... Yerim seni, gadasını aldığım!"

İçeriye Meral teyzenin torunu Özkan girince, Karan parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı bahçeye attı. Hâlâ yanan sigaranın karların içine saplanırken çıkardığı cızırtıyı duymuşum gibi irkildim. Meral teyzenin bakışları yavaşça bana doğru kaydı. Boş bakışlarım Meral teyzenin bakışlarının kafesine alındığımızı fark ettiği an yaşlı kadına doğruldu.

"Nasılsın?" diye sordu bana. "Akşam rahat edebildin mi yerinde? Biz âdet edindik, yatak yerine ya yer yatağa seriyoruz ya da divanda yatıyoruz. Bu evde yalnızca Yaşar'ın anasının, yani benim analığımın bir yatağı oldu, o da gelin geldi diyeydi. Hem biliyor musun, doktorlar bunu daha sağlıklı buluyormuş."

"Rahattı," diye mırıldandım. "Teşekkür ederim."

"Karan'ın kolları kadar rahat mıydı kız?" diye sordu Bedirhan bir anda. Duraksadım. Kan kulaklarımda uğuldarken yanaklarıma çöken baskı o kadar fazlaydı ki, utançtan karnıma bıçak yarası bir ağrı saplanmıştı. Bakışlarımı hiddetle Bedirhan'a çevirdim.

"Abooo!" dedi Meral teyze. "Abooo!"

Yüzümü ellerimle örtmek, çığlık atarak ters yöne koşup bir duvara çarparak durmak istiyordum. Billur sırıtarak bakınca ona cins cins bakıp, "Boş boş konuşma," diye hırladım.

"Abooo, değil mi kız?" diye sordu Bedirhan beni önemsemeden. "Bence de abooo... Senin bu torunun Karan var ya... Torunundu değil mi kız, yeğenin mi yoksa? Neyse... İşte o Karan bereket tanrısı gibi geziniyor ortalarda haberin olsun." Pis pis kıkırdadı. "Ee ne zaman yapıyoruz düğünü?"

"Bereket tanrısı ne ola ki?" diye sordu Meral teyze her şeyden bihaber. Eğer Fethiye gibi bir yerde yaşamasaydım kesinlikle ben de bilmezdim ama Paspatur sokağında çok küçükken defalarca kez denk geldiğim bereket tanrısı heykelini hatırlayınca... Lanet olsun.

"Google'dan bakayım mı ben nene?" diye sordu Özkan telefonunu göstererek. "Her şeycikler çıkıyor."

Bedirhan aniden yerinden zıpladı. "Ay bakma!" diye bağırdı telaşla. "Bakma yavrum, evladım bakma! Girme sakın! Bakma!" Bedirhan çocuğun üstüne yürüdü. "Allah belanı versin ki bakma."

Özkan, Bedirhan'dan kaçarken çoktan siteye o malûm şeyi yazıp görseline bakmıştı bile. "Aboo," dedi Özkan gözlerini irice açarak. "Bu adamın çıbığı neden bu kadar büyük Bedirhan abi?"

"Ne çubuğu, direk o evladım, direk!" Bedirhan çocuğun elinden kaptığı telefonu yukarıya kaldırdı. Hızla siteden çıkıp geçmişi sildikten sonra telefonunu almak için çırpınan çocuğa telefonunu verdi. "Gösterme yaşlı başlı karıya sakın," dedi kısık sesle. "Başımıza iş açma..."

"En çok da İzmir'i merak ediyorum ben," dedi Meral teyze iç çekerek. "Hiç göremedim biliyor musunuz?"

"Neden gitmedin ki?" diye sordu Billur. "Ben İzmirliyim bu arada."

"Valla mı?" Yaşlı kadın gülümsedi. "Güzelliğinden anlamam gerekirdi. Şey..." Gözleri önündeki ahşap masanın üstünü örten plastik örtüye kaydı. "Yaşar pek sevmez İzmir'i. Bundandır götürmedi beni."

"Kendin gitseydin kız," dedi Bedirhan. "Özgür kızlar gibi..."

Meral teyze güldü. "Güldürme beni, deli oğlan. İzmir, Yaşar'ın göğsünde yaradan bir bronştur."

Duraksadım. Defne'nin meraklı bakışları kadının üstündeydi. "Nasıl yani?" diye sordu sanki iç sesimi duymuş gibi. Oysa uzun zamandır diğer Merve'nin sesini duyamıyordum.

Meral teyze derin bir nefes aldı.

"Bu hikâyeyi neredeyse tüm Kayseri bilir. Yaşar'ım zamanında İzmirli bir kıza sevdalandı. Çok sevdi. Öyle böyle değil, esaslı sevdi. Kızı hiç görmedim, Allah bilir ya görmeden sevdiydim. Ne bileyim, kardeşimi mutlu ediyordu. Bu onu sevmeme yetmişti." Derin bir nefes aldı. Mazi havada uçuşuyordu sanki. "Yaşar'a kızı terk ettirdi rahmetli babam," dedi Meral teyze bir anda.

Ölü toprağı hepimizin tenine dökülmüş gibi suspus olduk.

"Zalim mi gördünüz babamı? Görmeyin. Vallahi çok iyi adamdı benim rahmetli babacığım, toprağı bol, mekânı cennet olsun. Ama olmayınca olmuyor. Sebepleri vardı babamın da. Sonradan o da pişman oldu ama geç oluyor bazı şeylere, yetişemiyorsun işte. Geri dönmüyor ki zaman denen meret."

Derin, içli bir nefes daha doldurdu kederli göğsüne.

"Yaşar'ı evlendirdiler hiç sevmediği biriyle. Gel zaman git zaman seversin dediler, aynı yastığa baş koyup birbirini sevmeyen mi olurmuş dediler. Yaşar sevmedi. Rana, Yaşar'ı çok sevdi, her şeyden çok sevdi. Gururundan, onurundan vazgeçecek kadar, geçmişteki o kadının gölgesinde yaşayacak kadar çok sevdi. Evlendi, çocuğu oldu, yaşı büyüdü, sevdası da sanki yaşıyla bir oldu büyüdü. Hiç kızamadı ona Rana çünkü biliyordu zaten, evlenirken de biliyordu, Yaşar'ın çocuğunu doğururken de biliyordu, Yaşar'a ne zaman baksa o kadını görüyordu."

Güldü Meral teyze, o kadar sönük bir tebessümdü ki bu, kalbim sızladı.

"Yaşar sevmez değil, sever İzmir'i. Şimdi gitse yatar toprağını öper o memleketin. Ama oraya adım atmaya ne yüreği yeter ne de ayakları oraya gider."

Bir anda mutfağın tavanı başımıza çökmüştü sanki. Yaşar amcanın koyu renk gözlerinde gördüğüm o ifade belirdi tekrar gözlerimin önünde. Bir gözü diğer gözünden daha kısık bakan Yaşar amcanın bakışlarının arkasında bir kadını sakladığını nereden bilebilirdik ki?

"Kavuşamadılar demek," dedi Bedirhan dalgın bir sesle.

"Öyle ya," dedi Meral teyze, artık gülüyordu. "Ne demişler, yaşarsın, aşk olur; ayrılırsın, adına sevda derler."

"Kavuşamayınca mı sevda oluyor bunun adı?" diye sordu Bedirhan.

"Yanındaysa sevdiğin, cehennem sana gülistandır; ayrı düşersen yardan, cennetteki melek bile başında duran gardiyandır."

Meral teyzenin söyledikleri zihnime ucundan siyah mürekkep damlayan bir kalemle işlenirken bakışlarım durgunlaşmıştı. Bedirhan'ın gözlerine oturan gölgeler sanki üzerime devrilmiş, tavanda yanan lambanın ışığı tıpkı bir sigaranın yanan ucu gibi tenimde sönmüştü.

"Adı neydi?" diye sordu Defne bir anda. "Yani... Söylemek istemezseniz anlarım ama... Kadını..." Defne gözlerini kaçırdı. "...merak ettim."

Meral teyze kederli bir gülümsemeyle, "Türkan," diye fısıldadı ve geçmişin zincirleri yerde sürünürken, zamanın hücresinde yatan kadın yavaşça kafasını kaldırıp hücrenin içine sızan ışığa baktı. Sertçe yutkundum. Türkan, zamanın içinde uyanmıştı.

Karan zaten tüm bunları biliyormuş gibi sakince dinliyor, gözleri ara sıra profilime dokunuyordu, onun bakışlarını hissettiğimde ben de ona bakmak istiyordum ama göğsüme ağır gelen bu his hâlâ göğsümdeki baskısını sürdürürken ona bakmamam gerektiğini biliyordum. Konu bir şekilde değişti ama Türkan sanki buradaydı, bir köşeye geçmiş, yıllar önceki hâliyle bizi izliyor, zaman hepimize dokunuyor ama ona ve göğsünün altında yatan sevdaya dokunamıyordu.

Sakince onları izlerken aslında kendimi o kadar çıkmazda hissediyordum ki. Yine de bunun rengini kimseye vermedim. Mutfaktan çıktım. Ayşenur ıslak saçlarıyla bana elbiselerini göstermek için elinde üç farklı elbiseyle alt kata inince, Fatma arkasından, "Kız hasta olacaksın!" diye bağırdı ama aldırış etmedi Ayşenur.

Herkes hazırlanmak için kenara çekilmiş, akşamki gideceğimiz düğünün telaşı evin içinde ışık gibi parlamaya başlamıştı. Billur'un zoruyla dümdüz olan siyah saçlarımı eski bir maşa yardımıyla dalgalandırmış, varla yok arası bir makyajı da yüzüme maske gibi giydirmiştim. Fondöten kullanmayı pek sevmiyordum ama yüzüm dehşet hâldeydi, göz altlarım inanılmaz derecede mor ve içeri göçmüş görünüyordu. İnce bir tabaka şeklinde sürdüğüm fondöten bu hasarı çok fazla gizleyememiş olsa da artık ifadem daha aydınlık duruyordu. En azından güneş oradaydı, yalnızca bulutların arkasına gizlenmiş gibi duruyordu.

Mahalle arasında olacak bir düğün olduğundan ve hava buz gibi olduğundan sıkı giyinmenin şık giyinmekten daha önemli olduğunu düşünmüştüm. Bordo, boğazlı bir kazak giydim, kazak bir triko gibi uzundu, altımda siyah, kalın bir tayt vardı ve ayaklarıma da siyah, düztaban botlarımı giymiştim. Dudaklarıma belli belirsiz dokundurduğum ruj, dudaklarımın pürüzlü yüzeyine doldu ve kuru dudaklarımın arasına girerek sanki dudaklarım yarılmış gibi kanlı bir görüntü oluşturdu. Her nedense bu görüntü hoşuma gitmişti. Hazırdım. En son hâlâ sıcak olan maşayla Ayşenur'un parlak sarı saçlarının uçlarını dalgalandırdım ve yanaklarını öptüm, yanaklarına dudaklarımdan bulaşan ruju parmaklarımla dağıttım. Gülümsüyordu.

"Bak, şimdi senin de makyajın var," dedim yanaklarına düşen bukleleri kulağının arkasına iterek. "Düğündeki en güzel kız sen olacaksın."

"Senden güzel olamam ki," dedi genişçe tebessüm ederek. "Ablan sana çok benziyor ama onun saçları senin saçların gibi kapkara, kömür gibi değil."

Duraksadım. "Benziyor muyuz?"

"Evet," dedi Ayşenur. "Yüzünüz çok benziyor. Burnunuz, dudaklarınız aynı gibi sanki ama senin gözlerin kahverengi, Defne ablanın gözleri bal gibiydi, sarı sarı. Güneş gibi." Kıkırdadı. "Senin gözlerin de ay gibi."

Defne kapının önünde belirince bakışlarım küçük kızdan ayrılıp ablama kaydı. Ablam da kalın giyinmiş, hatta üstüne bir kaban almış, kafasına da bere takmıştı. Dışarıdaki gürültüyü duyabiliyordum, davul ve zurna çalıyordu. Evden çıkıp düğünün olduğu yere gelmemiz beş dakikamızı bile almamıştı. Yağan karın buzlandırdığı yolda yürümek benim gibi karı yeni yeni keşfetmeye başlayan biri için o kadar zordu ki. Düğün bir kahvenin bahçesindeydi, gelişigüzel etrafa serpiştirilmiş sandalyelerin birkaçı dışında neredeyse hepsi doluydu. Bahçenin iki ucunda büyük çınar ağaçları vardı ve tepeye bir iple çekilmiş sarı ampulleri üzerinde taşıyan kablodan ipler ağaçların içine uzanıyor, ağaçlara bağlı duruyordu. Birkaç ampul ağaçların içinde yanıyor, ağaç âdeta fantastik bir yaratığa benziyordu.

Düğün sahipleri Yaşar amcanın elini öptü. Karan ile tokalaşıp onu selamladılar, şimdi yanında olduğum adamın insanların gözündeki ününü daha net görüyordum işte. Çalgı sesi o kadar baskındı ki, sanki davulcu tokmağı davula değil, kaburgalarıma vuruyordu. Gelin ve damat çok geçmeden düğün alanına gelmiş, ilk danslarını etmeye başlamışlardı bile. Olduğum ortamdan kopuk bir şekilde Karan'ın yanında öylece dikiliyor, hemen önümdeki kalabalığı bomboş gözlerle izliyordum. Kar yağışı şimdilik durmuştu ama karın soğuğu o kadar yoğundu ki, etrafımda koşuşturan küçük çocukların dudakları ve burunları soğuktan dolayı kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerim bir an ablama doğru kaydı, kollarını göğsünün üzerinde toparlamış, tıpkı benim gibi bomboş bakışlarını kalabalığa dikmiş öylece dikiliyordu. Göğsüme oturan o gaddar his, oturduğu yerde hareketlenmeye başladı. Annemizi kaybedeli ne kadar olmuştu da biz burada, bir düğünün ortasında, birbirimizin karşısında böyle tepkisizce dikilebiliyorduk?

Zaman o kadar zalimdi ki.

Yapayalnız orada, ışıkların altında dikilen ablamın yalnızlığına ilk balyoz darbesi Sergen'in gölgesi tarafından indirildi. Bakışlarım ikisine kilitlenmişti. Sergen avucunun içinde tuttuğu karton bardağı Defne'ye uzatırken Defne'ye değil kalabalığa bakıyordu. Defne ona uzanan, açık ağzından dışarı dumanlar tüten karton bardağı fark edince irkildi, bakışları kısaca Sergen'e doğru kaydı.

"Teşekkür ederim," dediğini duyamasam da dudaklarının hareketiyle bu cümlenin düğümünü çözebilmiştim. Sergen göz ucuyla ablama baktı, bakışları bir süre ablamın yüzünde gezindi. Ablamın dudakları yukarı kıvrıldığında kalbim atışlarını tekrar hızlandırmıştı. Sergen uzun uzun ablamın gülen yüzüne baktı, ardından bakışları birbirlerinden ayrılıp kalabalığa uzandı. Ablamın dudaklarındaki tebessüm izi silinmemişti.

"Fark ettin mi?" diye fısıldadı Karan, onun sıcak nefesini kulak boşluğumda hissedince ürperdim. Bakışlarım yavaşça ona doğru döndü, gözlerimiz sarı ışıkların altında birbirine tutundu.

"Neyi?"

Karan uzun uzun yüzüme baktı. Hiçbir şey söylemedi. Üstelemedim, sorumu tekrar etmedim, yalnızca onu izledim. Onun bakışları benden uzaklaştıktan sonra kaç dakika daha o şekilde onu izlemiştim bilmiyordum ama kına yakılmış, türküler söylenmiş, ardından da takı merasimine geçilmişti.

Gelinin ve damadın boyunlarına astıkları kırmızı ve beyaz kuşaklara baktım. Kuşaklar yavaşça paralar ve altınlar tarafından doldurulmaya başladı. Yaşar amca görüş alanıma girdi. Meral teyzenin anlattıkları zihnimdeki düzenli odayı darmadağın etmeye başladı. Yaşar amcaya baktığımda, her zaman orada olduğunu bildiğim geçmişi bu kadar ayrıntılı görmeyi beklemiyordum.

Yaşar amca gözlerindeki kaz ayaklarının derinleşmesini sağlayacak türden bir tebessümle gelin kızın yanağını okşadı, genç kız ağlıyordu. Elleri kırmızı bir şeyle bağlı olan kız Yaşar amcanın elini öptü. Yaşar Amca, kızın bileğine kalın bir altın bilezik taktı, bir şeyler söyledi ama susan müziğe rağmen sesler duyulmuyordu çünkü kalabalığın yarattığı bir uğultu vardı. Yaşar amca aynı şekilde damada da altın taktı, anladığım kadarıyla bu altın bir saat ya da künyeydi. Bedirhan'ın köşede iç çektiğini duydum, Ayşenur onun kucağındaydı.

"Acaba evlensem bana da takar mı?" diye sordu göz ucuyla bana bakarak. "Yani altın..."

"Bedirhan," diye fısıldadım. "Kucağında çocuk var."

"Bu küçük fasulye senden benden çakal, sulu getirir susuz döndürür." Ayşenur'un yanağından sertçe öpünce Ayşenur kıkırdadı. "Hele tipe bak, Susurluk ayranım benim."

Ayşenur gülümseyerek Bedirhan'ın boynuna kollarını doladı, gözleri kısaca bana uğradı. "Müzik susunca başım ağrımıyor, keşke açmasalar gene," dedi dudak bükerek. Bedirhan onun ne demek istediğini anlamamıştı ama ona bakmayan Karan ve ben onun söylediklerinin ne anlama geldiğini biliyorduk. Gözlerimi kaçırdım.

Mahallenin muhtarı olduğunu öğrendiğim adam eline mikrofonu aldı, aynı zamanda damadın da babasıydı. Kısa bir konuşma yapmış, kalabalık bu konuşmayı pek de umursamamıştı doğrusu. Sonunda, "Karan Bey'im de burada," dedi ama Karan'a neden beyim dediğini pek anlayamadım. Bakışlarım adamdan ayrılarak Karan'a uzandı. Tüm gözler tıpkı benim gözlerim gibi Karan'ın üzerine dönmüştü. "Bu gecenin hatırına, ha?" dedi adam beklenti dolu gözlerle. "Ne dersin?"

Ben daha ne olduğunu kavrayamadan Karan yavaşça benden uzaklaşıp gözden kayboldu. Onu tekrar gördüğümde ayağındaki ayakkabıları çıkarmış, yerine siyah çizmeler giymişti, beyaz gömleğinin manşetlerini kıvırmış, havadaki dondurucu soğuğa rağmen gömleğinin ilk üç düğmesini açmıştı. Altındaki siyah pantolon uzun bacaklarını sararken, dizlerine kadar uzanan siyah çizme de tıpkı pantolonu gibi bedeninde ikinci bir deri tabakası oluşturmuştu âdeta. Önce davulun o küçük tık sesleri yankılandı. Karan kara gözlerini kalabalığın arasında bir kurşun gibi kaydırıp gözlerime sapladı.

Zurnanın sesini duyunca kaşlarımı kaldırdım. Ağır ağır yürüdü, ortaya kadar geldi, yürüyüşü garipti. Kollarını sallayarak yürüyordu. Karan kollarını yavaşça kaldırdı. Kalabalık gerileyerek ona daha fazla yer açtı, kemanın sesi de diğer ikiliye katılarak düğün alanında çınlamaya başladı. Cesur bir adam görüntüsü her zaman onunlaydı ama şu anki duruşu bile o cesur adamı korkutacak kadar cesurdu. Kollarını yavaşça indirdi, sağ elini beline götürüp sanki belinde onu bekleyen bir silah varmış gibi gözlerini kıstı. Tek ayağını kaldırdı, yavaşça indirdi, ardından diğer ayağını da aynı şekilde kaldırıp indirdi. Onun zeybek oynadığını çalan müzikten ve sergilediği figürlerden de anlamıştım ama şu an ona öyle bir bakıyordum ki, sanki hayatımda ilk kez bu dansı görüyor, ilk kez böyle bir müzik duyuyordum.

Bedeni sanki bunun için biçilmiş bir kaftandı. Bazı gözler bana kayarken, çoğu göz ondan bir an olsun ayrılamıyordu. Nefesimi boğazımın içinde düğüm düğüm eden hareketlerini izlerken boynum yanmaya başlamıştı. Ayağıyla yarım bir daire çizdi, yavaşça sola döndü. Sol dizini yavaşça yere vurdu, yarım bir şekilde sola döndürdü, bu kez de sağ dizini yere vurdu. Bunu yaparken heybetli kolları açık duruyordu. Davulun, zurnanın ve kemanın sesi, sanki onun hareketlerini takip ediyordu. O her dizini yere vurduğunda kalabalık bağırıyor, alkışlıyor, küçük çocuklar onun fotoğraflarını çekiyordu.

Uzun bacakları her bir bükülüşünde, dizi her yere vuruşunda kalbim göğsüme ağır bir yumruk geçiriyor, arsız bir şekilde çarparak yönünü kaybetmiş bir pusula gibi ibresini pervasızca hareket ettiriyordu.

Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmadı. Bedirhan alkış tutuyor, Billur kahkaha atarken, kahkahalarının arasından ıslık çalmayı da ihmâl etmiyordu. Sergen'in gözleri Karan'daydı, Defne de şaşkın şaşkın onu izliyordu, şu an gözlerim Karan'ın gözlerine saplanmış olsa bile çevremdeki insanların hareketlerini görebiliyor, ifadelerini analiz edebiliyordum. Bir anda diğer tüm insanlar bulanık bir camın arkasında kaldı, yalnızca o netleşti.

Gece karası gözlerinde kibirli bir ifadeyle sol ayağını ileri attı, sağ ayağı yine geride duruyordu, yavaşça sola döndü; sağ ayağı biraz sola doğru çapraz bir şekilde atıldı, dikkatlice adımını yere bastı. Sol ayağını hafifçe kaldırdı, ardından yere tekrar bastı. Sol ayağını sağ ayağıyla yan yana getirdi, sol ayağının ucuyla yere bastı ve tekrar sol tarafa bir adım açılıp çizmenin burnunu yavaşça yere sürttü. Sağ kolu yukarı, sol kolu inik vaziyette durup kafasını yavaşça eğdi ama gözleri hâlâ gözlerimdeydi.

Bir alkış yağmurunun altında kaldık.

Her şey bitip bana doğru yaklaşmaya başladığında kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki. Yanıma gelip yüzüme düşen dalgalı saç telini kulağımın arkasına iterek göz kırptı. "Hayırdır?" dedi, arkasında değişerek çalan davul zurnanın sesi onun tok sesini yutmaya yetmemişti. "Sudan çıkmış balık gibi bakıyorsun."

Gözlerimi kaldırarak ona baktım. "Zeybek oynayabildiğini bilmiyordum."

Bana alaycı bir bakış attı. "Artık biliyorsun."

Gözlerinin tam içine bakarak, "Böyle üşümüyor musun?" diye sordum kısık bir sesle. Üşümesinin imkânı yoktu, boynundaki ter tabakasını görebiliyordum. Kahretsin... Karan gürültüden dolayı beni tam duyamayıp eğilince dudakları kulağıma sürtündü. Hiçbir göz üzerimizde olmasa bile sanki herkes bize bakıyormuş gibi utanarak geri çekilmeye çalıştım ama büyük avucunu çoktan belime yerleştirmişti bile.

"Hım?" dedi sorar gibi, nefesi kulak boşluğuma akarak oradaki soğuğu parçalara ayırıp eritti. Sanki teri benim tenimde ağır ağır, zamana ait bir gözyaşı gibi akıyordu.

"Böyle," diye fısıldadım. "Üşümüyor musun?"

"Üşüyorsam," dedi erkeksi bir tınıyla. "Isıtacak mısın?"

Bir an olduğum yerde daha da buz kesmeme neden olan sorusu aslında bedenimin yanmaya başlamasına neden olmuştu ama bedenimden yükselen alevlere rağmen üşüyordum. Karan'ın omzuna dokunan elle birlikte Karan yavaşça benden uzaklaşıp elin sahibine baktı. Yaşar amca bana gülümseyerek, "Karan, takı bitmişken sen de tak takacaklarını. Takı merasimi sırasında takmayı sevmediğinden çağırmamıştım seni. Ayıp olmasın aslanım," dedi. Ah, o kadar düşünceli bir adamdı ki.

Karan başını sallayarak, "Haklısın," diye onayladı dedesini. Sırtını dönüp aksi yönde ilerlemeye başladı. Yaşar amca yanağımdan bir makas aldıktan sonra Karan'ın arkasına takılarak gözden kayboldu. Biraz sonra dikkatimi çeken ilk şey, Ayşenur ve Bedirhan'ın dansı olmuştu. Birlikte pistin ortasında dans ediyorlar, Ayşenur kahkahalar savurarak gülüyordu. Bedirhan gerçekten de bir neşe kaynağıydı. Aniden sönen lambalar ve karanlığa gömülen sokak, kalabalığın dudaklarından dökülen çığlığa gebe kaldı. Olduğum yerde donup kaldım, gözlerim karanlığı taradı ama hiçbir şey göremiyordum.

"Sadece bir elektrik kesintisi," dedi bir adam. "Sakin olun. Çocuklarınıza sahip çıkın!"

Dudaklarıma örtülen kalın parmakları hissettiğimde, boşluktaki karanlığa tutunan gözlerim aniden irileşti. Sırtımda hissettiğim soğukluk neye aitti bilmiyordum ama göğsüm yaşadığım panik duygusuyla kabardı, bedenim ileri doğru yay gibi gerildi.

"Sesini çıkarmaya kalkma," dedi buz gibi, ölümcül bir sesle. Bu ses tanıdıktı ama geçmişin sayfalarını aralayıp sesin sahibinin yüzünü gözlerimin önüne getiremiyordum. Damarım kanıma dar gelmeye başladı.

Çığlıkları duyuyordum, kalabalığın uğultusu da korkudan ağlayan çocukların çığlıklarına karışmıştı. Dudaklarımdaki parmakların baskısı arttı, onun soğuk avucunu ağzımın her noktasında hissettim. Çığlık atmalı mıydım? Sırtıma dokunan soğuk şeyin ne olduğunu merak ediyordum. Korkmuyordum ama sesimi de çıkaramıyordum. Olduğum yerde donup kalmıştım.

Bir el belime dolandı, dokunuşu tehditkârdı. Beni çekerek kalabalıktan uzaklaştırmaya başladığında ters adımlar atarak ilerliyorduk. Ağzımı açsam, dişlerimi onun avucuna geçirsem çok rahat çığlık atabilirdim, bunu yapmadım. Zihnim karanlığın içine gömülmüştü.

Ayaklarım buzlu zeminde kayıyordu. Beni çekiştirerek hızla oradan uzaklaştırdı ama tüm sokağın elektriği kesildiği için hiçbir yeri göremiyordum. Gökyüzünde yanan yıldızlar bile ışığını söndürüp geri çekilerek uzayın derinliklerinde kaybolmuş gibiydi. Endişe damarlarımda tıpkı kan gibi hareket etmeye başladığında artık çırpınmam gerektiğini fark ettim ve ellerimi yakalayan elin üstüne koyup tırnaklarımı onun elinin yüzeyine acımasızca sapladım. Uzun tırnaklarım teninin içine battığında boğazından yükselen inilti enseme ölüm gibi çöktü. Beni biraz daha aydınlık bir araya soktu, artık sesler yoktu, yalnızca o ve ben vardık ama sırtım ona dönük olduğu için onun yüzünü göremiyor, teninden yayılan tıraş kolonyası kokusunu ve ağır parfümünün kokusunu soluyabiliyordum.

Aniden gelen farkındalıkla tırnaklarımı onun belimde duran elinin üstüne sapladım, uzun tırnaklarımın etine nasıl gömüldüğünü öyle net bir şekilde hissetmiştim ki. Arkamdaki adam hırıltılı bir nefes vererek inledi, elini belimden çekerken artık özgürdüm ama saç diplerimden yakalayarak beni arkaya doğru çekti, kafam onun boynuna yakın bir yerde asılı duruyordu. Hırsla ağzımın üstünde duran eline dişlerimi geçirdim, avucunu vahşi bir güdüyle ısırdığımda ağır bir küfür sarf ederek ağzımın üstündeki elini çekti.

"Bırak beni!" diye hırladım, duyduğum öfke boğazıma yapışmıştı.

"Bağırıp herkesi başımıza topla istersen," dedi aynı ölümcül sesiyle. Sesi tıpkı bir zehir gibi kanımın içinde akmaya başladı, kanımın içinde yüzerek zihnime ulaştı ve o vahşi tanıdıklık duygusu göğsümü ele geçirdi. Beni aniden belimden yakalayarak ters çevirdi, yüzümü yüzüne dönmemi sağladı ama ben daha onun yüzüne bakamadan beni hırsla duvara itip, sırtımı arkamda duran binanın duvarına yasladı. Çarpmanın etkisiyle gözlerimi yumdum, dudaklarımdan kısık bir inilti döküldü ve gecenin içinde bu adamdan yükselen öfkeden kaçar gibi arkasına bile bakmadan yok oldu.

Gözlerimi araladığımda karşımda onu bulmayı beklemiyordum.

Tenime dikilmiş mumlar gibi yanmaya başlayan şaşkınlık yüzümün tüm derisini kapladı, gözlerimde titreyen şaşkınlığı net bir şekilde görebildiğine emindim. Yüzü gölgeler tarafından yutulmuş olsa da, onu anında tanımıştım. Yeşil gözleri kahverengi gözlerime bir kaplanın pençesinin avına saplandığı gibi saplandı. Mayın tarlasının ortasına düşmüş, attığım tek bir adım ölümümün bekçiliğini yapan Azrail'in kollarına düşmeme neden olacakmış gibi dehşetle ona baktığımda, gözlerindeki yeşil mayınlar patlamaya hazır bir bombadan daha tehlikeli bir düzenek kurmuştu.

Bu adam Funda'nın sevgilisi Arda'dan başkası değildi.


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

64.8K 3.6K 28
TAHASSÜR Cihan ve Kamerin hikayesi... Yıllar önce birbirine verilmiş sözler... Yıllarca birbiriyle kavuşmayı bekleyen iki insan. Yıllar sonra tekrard...
105K 6.9K 19
Ömer abi: Melis nerde? BxB kurgusudur
305K 17K 59
Hadi ama nerden bilebilirdim ki okulun ilk gününden müdürün oğluna tekme atıcağımı!
930K 28.2K 34
Mardin'de ilk görevine başlayan Doktor Mine ve Mardin Ağası Baver. Mine Antalya'da uzun yıllar yaşamış ve "Asla Mardinli adamla evlenmem!" Diyerek d...