ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

44. BÖLÜM: ÖTENAZİ

87.1K 6K 4.7K
By binnurnigiz

🗝️


Aaryan Shah – Et Tu?


44. BÖLÜM

ÖTENAZİ


Kalbimi bir it yese, olduğu yerde köpürerek, kan kusarak geberirdi.

Ben bir karmaşanın içine doğmuştum. Acıyı yudum yudum içtiğim evin tavanından bir çocuğun gözyaşları akıyordu.

Ben bir çocuğun gözyaşlarıyla boğazımdaki kuruluğu gidermiştim.

Çalmak için elimi kaldırdığım kapı, parmaklarımın üzerine kapanmıştı.

Şuurum sakatlanmıştı.

Dudaklarım yavaşça aralandı ama kelimeler öyle silik, öyle fersizdi ki, sanki konuşmayı unutmuştum.

Acının aniden attığı bir tekme nasıl olurdu da iskeletteki tüm kemiklerin aynı anda kırılıp dağılmasına neden olabilirdi? Ayaklarımın attığı adımların altında bebek cenazeleri ezildi. Çocukların çürümüş cesetlerini ayaklarımın altında eze eze ona doğru koşarken kaybın türküsü göğsümün mavzerlerinde patlayan kovanları ruhuma döküyordu.

Çıplak ayakları sallanıyordu.

Ömrüm o ayakların ucunda sallanıyordu.

Bacaklarını kavradım. Bacaklarına tutundum.

Beni bırakacak korkusuyla ayaklarına sarıldım.

Ağırlaşan bedenini ufacık cüssemle ayakta tutmaya çalışırken olup biteni kavrayamıyordum.

Çığlık atmak istiyordum ama boğazımda bir delik açılmıştı da, sesim tüm kelimelerini toplayıp bir kayığın içine binmiş, boğazımdaki deliğin kan nehrinde alabora olmak pahasına yüzüyordu.

Buz gibi ayaklarını tutarken, "Anne," diyebildim, fısıltım sessiz bir çığlıktı. Ağzımdan çıkmadan önce boğazımda düğümlenen bu kelimenin anlamını bana öğretmeden hiçbir yere gidemezdi. Bacaklarına daha sıkı sarıldım. "Anne!"

Anne. Yalvarırım anne.

Anne, yalvarırım.

"Yalvarırım," diyebildim. "Anne yalvarırım."

Onu yukarı itmeye çalıştım. Buz gibi ayaklarını avuçlarımın arasına alıp ısıtmaya çalışırken bir yandan da onu yukarı doğru itiyordum. Olduğum yerde çökmüş, küçücük kalmıştım. Dışarıda yağan yağmurun sesi içeri doluşuyordu. Ayakları donuyordu. Tıpkı bir zamanlar kalbim donduğu gibi, şimdi de onun ayakları donuyordu.

"Anne!" diyebildim tekrardan onu yukarı iterek. "Karan!"

Kalbimi çözen adam, nasıl çözdüyse kalbimi, annemin ayaklarındaki soğuğu da çözebilir miydi?

Annem neden bu kadar soğuktu?

Kalbim yanıyordu.

Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşti. Belki o birkaç saniye bir asırdı benim için, bilmiyordum. Tek bildiğim kalbim terliyordu. Ruhumun yanan uçları is olup yerlere dökülüyordu. Asırlarca yansam, yanarken çığlıklar atsam; sanki attığım çığlığı da, yandığım ateşi de kimseler görmeyecekti. Onu bir kez daha yukarı ittiğimde arkamda kalan kapının bir kez daha aralandığını duymuştum, o kadar.

Ruhumun yaralarına tuz basan bakışların sahibinin orada, kapının ağzında dikildiğini biliyordum.

Annemin buz kesmiş ayaklarını avucumla ısıtıp, omzumla annemi yukarı itmeye çalışırken fısıldadım:

"Yardım et bana. Lütfen."

Yüzümü buz gibi ayaklarına yaslayıp, omzumla onu yukarı iterken gözlerimi kapıya çevirdim. Dümdüz duruyordu. Gözlerini annemin buz kesmiş bedenine dikmiş, kirpiklerini birbirine bir kez olsun değdirmeden, ucu bıçaklı bayrağı kalbinin ortasına dikmişler gibi hareketsizce orada öylece bize bakıyordu. Sisler örttü kalbimizi. Yağmur beni yakan ateşin üstüne yağdı ama bu kez değil söndürmek, biraz olsun ıslatamadı.

"Yardım et bize. Lütfen."

Ayaklarım yerde kaydı. Dizlerimin üstüne düştüm, onun çıplak ayakları saçlarım boyunca sürtündü. Sallandı. Tekrar doğrulup kalkmaya çalıştım, ayağım bir kez daha yerde kaydı ve dizlerimin üstüne düştüm.

Siyah gözlerine yayılmış bir kıyamet vardı. Beni öldürmeye başlayan bu zehir, onu yavaş yavaş çözüyordu. Dizlerimin üstünde emekleyerek annemin ayaklarına yaklaştım ve buz tutmuş ayaklarını avuçlarımın arasına alıp ısıtmaya çalışırken, "Durma orada öyle!" diye çığlık attım. "Orada öyle durma! Örtü getir! Ceket getir! Çorap getir! Bana bir ip getir!" Hıçkırdım, gözlerimden bir damla dahi akmadı ama öyle bir hıçkırdım ki, kaburga kemiğimde yürüdü kalbimin tuzlu teri.

Bir el omuzlarımdan tuttu ama o kadar kısa sürdü ki dokunuşu, belki de bu benim hayal gücümdü. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda annemi kucakladığını gördüm. Karan, annemi tuttu ve daha yükseğe kaldırdı. Bakışları annemin yüzüne kilitlenmişti ama ben o bakışları takip edip anneme bakamadım. Bakmadım değil, bakamadım.

"Yapma," diye mırıldandı. "Sana yalvarıyorum, bunu ona yapma."

"Anne," diye fısıldadım ayaklarını avucumla ısıtmaya çalışırken.

Kan bu kadar çabuk soğumayı babamdan mı öğrenmişti?

Annemi oradan indirdiğimizden sonrası sadece yağmur sesiydi benim için. Gök bir şeylere kızgındı. Bağırıyordu, çığlık atıyordu, gözyaşı döküyordu; kendi göğsünde ışıklarını bir yakıyor, bir söndürüyordu. Sırtımı duvara yasladığımda ellerim uyuşuktu. Yerde oturuyordum. Bacaklarımı öylece ileri doğru uzatmıştım. Dışarıda yanıp sönen ambulans ışığını görebiliyordum, koridorun duvarlarını kendi rengine boyuyordu.

Duyularım her şeye kendini kapatmış gibi görünse de algılarım o kadar açıktı ki, gözlerimi kusmak, sesimi kesmek, aldığım kokuları kanatmak istiyordum.

Göğsüm o kadar boştu ki, biri duvar sanıp orayı yumruklasa, eli kalbimin içine girerdi; göğsüm o kadar doluydu ki, biri duvar sanıp orayı yumruklasa, tüm kemikleri kırılır, oluk oluk kan dökerdi.

Birkaç sağlık görevlisi içeri girdi. Biri çığlık atıyordu, attığı her çığlık sokağın altını üstüne getiriyordu. Bu çığlığın sahibinin Defne olduğunu biliyordum ama hiçbir şey hissetmiyordum. O ip koridorun ortasında duruyordu ama annem neredeydi bilmiyordum, aslında biliyordum ama dönüp o tarafa bakmıyordum.

Karan neredeydi bilmiyordum, aslında biliyordum ama dönüp ona da bakamıyordum. Üstü yağmur damlacıklarıyla dolu ceset torbasının fermuarı çekilirken gözlerimi sıkıca yumdum. Soğuk, gırtlağımı oyuyordu. Derinde bir yerde yaşayan diğer kız suskundu, annemi asan ip onun dudaklarını dikmişti.

Durdum. Gözlerimi açtım. Gördüğüm ilk şey duvar oldu. Ardından o duvara bir çift bacak girdi. Ve bir ceset torbası. Ve bir çift ayak daha. Benden uzaklaştırılan o torbaya bakarken göğsümün buruştuğunu, buruşan göğsümün içindeki kalbimin sıkıştığını hissettim.

"Anne," diye fısıldadım ceset torbasına bakarken. "Anne?"

Olduğum yerde yavaşça hareketlendim, kaçınılmaz sona yaklaştığımı, patlamanın başladığını anlamıştım. Kendimi tutmadım. Kendimi bir an olsun tutmadım.

"Anne!"

Öyle hızlı ayağa kalktım ki, tüm koridor gözlerimin etrafında döndü. Düşmemek için duvara tutundum ve kendimi sağlık görevlilerine doğru savurdum.

"Anne!" diye çığlık attım, diğer tüm seslere sağır bir şekilde. "Nereye götürüyorsunuz onu?" Gök bir kez gürledi, ben yirmi altı kez hıçkırdım kendi içimde. "Anne!" Kadını ittim ama annemi düşürmesinden ölesiye korktuğum için tüm kuvvetimi veremedim. "Ver annemi! Annemi ver! Anne!"

"Hanımefendi, lütfen."

"Öyle büyük bir haksızlık ki bu!" diye çığırdığımda biri beni koltuk altlarımdan tutarak kendine doğru çekmeye çalıştı. Ceset torbasının ıslak yüzeyine dokundum. "Bu çok büyük bir haksızlık! Bana bak. Görüyor musun? Öyle haksız yere gidiyor ki benden, bu çok büyük bir haksızlık!" Tırnaklarımla yüzümü boydan boya çizerken tekmelerim havayı dövüyordu. Sıcak kolların sahibi beni boynumun biraz altından kavradı ve bana arkamdan sıkıca sarıldı. "Haksızlık! Sen biraz daha uzağa itemezsin beni! Duydun mu Dilek Karakuyu? Sen beni böyle bırakıp gidemezsin!"

"Kız çocuğu," diye fısıldadı ama sesinde ölümden kalkmış bir gerçek vardı. Onu dinlemedim.

Çırpındım ama fayda etmedi.

Onu benden uzaklaştırmalarını izledim.

Yüzümdeki acıyı hissedemiyordum ama göğsümü dolduran bu şey o kadar kötüydü ki, elimi kalbime sokup, o şeyi deşip sökmek, çıkartıp atmak istiyordum.

"Sen beni bırakamazsın! Beni böyle bırakamazsın! Beni böyle bırakamazsın! Anne!"

Karan beni daha sıkı kavradı, ceset torbasını kapıdan çıkarttılar. Dışarıda şakır şakır yağan yağmura insanların sesleri karışmaya başladı ama dinlemedim.

"Bırak Karan," dedim tir tir titrerken. "Yalvarıyorum sana, lütfen bırak beni Karan."

"Asi."

"Karan, parmak uçlarımı yakmayacaksan bırak. Bir daha dokunamazsam, hiçbir anlamı kalmaz Karan. Bırak. Ya da şimdi parmak uçlarımı yak. Doğru değil bu. Doğru değil Karan. Yalan bu. Kâbus bu. Doğru değil bu. Söylesene, doğru değil desene!"

Beni serbest bırakırken onun nefesinden süzülen acıyı saç diplerimde hissettim. Koştum. Neye koştuğumu bilmeden kendimi sokağa, ambulansın önüne attım. Yağmur yüzümü, saçlarımı ıslatmaya başladığı anda, "Durun!" dedim çaresizce. "Yalvarırım, biraz daha durun."

Kadın adama baktı ve ceset torbasını ambulansın önündeki tümseğe koydu. Sokağa toplanmış insanları görmezden geldim, o insanların içinde tanıdığım nefesler de vardı, biliyordum. Torbanın fermuarını yavaşça açarken yağmur üzerimize yağmaya devam ediyordu. Uzakta bir yerde bana seslenen sesler duyuyordum, kendimi oraya veremiyordum.

Her şey buradaydı.

Bu torbanın içinde, fermuarın arkasındaydı. Yaşam da buradaydı, ölüm de buradaydı; gerçek de buradaydı, yalan da buradaydı; bel kemiğini kırdığım çocukluğum da buradaydı, avuç içleri kanayan kadınlığım da. Hepsi buradaydı.

Fermuar açıldı. Bir yara kapandı. Fermuarın açık kalan boşluğundan bir daha asla damarımda dolaşmayacak olan bana ait bir kan sızmaya başladı. Saçlarını gördüğümde, bu gece kırılan bu kemiğimin bir daha kaynamasına izin vermeyeceğimi artık çok daha iyi biliyordum.

"Anneciğim? Annem... Sana ben hiç dokunamadım, sevemedim seni. Çok seviyorken, köpek gibi seviyorken, sevemedim seni. Annem. Parmak uçlarıma jilet vursam, kökünden uzar mı sana dokunamadıklarım?" diye fısıldadım ceset torbasının açık kalan kısmından saçlarını severken. "Güzel annem benim. Canım kızım."

Yağmur onun saçlarını, benim ona dokunan parmaklarımı aynı damlayla ıslattı.

Güzel kızımın saçlarını ıslattı yağmur.

Güzel kızım beni terk etti.

Kemiğim öyle zor bir yerden kırılmıştı ki, kaynamayacağını bildiğim gibi, kaynama ihtimâli bile olsa buna izin vermeyecektim. O kemik, kırıldığı yerden bilenecekti. Bilenecek ve babama saplanacaktı.

Yaşlar gözlerimden aşağı boşalmaya başladı, yanaklarımı sıyırıp çeneme kadar akıyordu. Fermuarı biraz daha indirdiğimde onun yüzüne baktım. Zaten açık renk olan teni, şu an ölümün kireciyle kansız beyaza boyanmıştı.

"Ben şimdi tüm bu sana anlatamadıklarımı kime fısıldarım?"

Çenem titriyordu. Parmaklarım yüzünde turladı. Buz kesmiş teni parmak uçlarımı sızlattı. Ceset torbasının fermuarı ikimizin yüzü arasına bir daha aşılmayacak olan o duvarı örerken, gözlerimi kapattım.

Şanslıydım, yağmur gözyaşlarımı saklamıştı.


🗝️


Tam üç kez aynı yerden geçti tarağın dişleri. Dişlerin durmadan bastırdığı yerde küçük bir yara vardı, sızlıyordu ama sesimi çıkarmadım.

Annesi intihar eden bir çocuğun boynunu kesen o bıçak benim bileklerimi kesmişti.

Avuçlarımı siyah kot pantolonumun kumaşında gezdirdim ve kafamı kaldırıp karşımda duran aynaya baktım. Billur saç fırçasını yatağın üzerine bıraktıktan sonra dudaklarını omzuma bastırdı ama sesimi çıkarmadım, tepki vermeden aynadaki yansımayı izlemeye devam ettim.

"Artık çıkmamız gerek Buz Prensesim," diye fısıldadı sıcak bir sesle. "Geç kalmak istemeyiz."

Ciğerim acıyordu.

Cevap vermeden ayaklarımı yere bastım ve yataktan kalktım. Saçlarım belime çarparken kapıya yönelip odadan çıktım. Gece nasıl geçmişti, hiçbir şey hatırlamıyordum. Her şey o kadar taze ama bir o kadar da bayattı ki, damağım yara olmuştu. Billur arkamdan çıkarken odanın kapısını kapattı ama ona bakmadan hızlıca koridoru geçtim.

"Defne daha iyi," dedi, dediğine kendi bile inanmadı. "Çok fazla sakinleştirici aldığı için uzun bir uykuya yattı. Ama o da orada olacak."

Tepki vermedim. Kapıdan çıkarken dönüp bir kez daha arkamdan bakmak istemedim. Hava hâlâ bozuktu, ara ara yağış oluyordu ama şu an yalnızca çiseliyordu. Geceyle ilgili hatırladığım tek şey Karan'ın üstümden ayrılmayan kara gözleri, annemin parmak uçlarımda kalan saç telinin kokusuydu. Araç bize doğru yaklaşırken Billur koluma girdi ama kolumu yavaşça ondan kurtarıp bomboş gözlerle yaklaşan araca baktım.

Babamı henüz hiç görmemiştim. Defne ile de yüz yüze gelmemiştik ama attığı o içler acısı çığlık kafamın içinde takılmış bir plak gibi dönmeyi sürdürüyordu. Karan, Range Rover'ın ön kapısını benim için açtı, kısaca göz göze geldik ama yüzü o kadar solgun görünüyordu ki, ona bakmaya devam edemedim ve sessizce arabaya binip kapıyı kapatmasını bekledim. Kapıyı kapatmadan önce birkaç saniye daha süren bakışları profilimi eşelese de ona herhangi bir karşılık veremedim. Araba çalışıp gideceğimiz yere bizi sürükleyene dek hiç kimse tek kelime etmedi.

Bedirhan ve Sergen gittiğimiz yere çoktan varmış, orada bizi bekliyordu. Bedirhan, hemen orada, sıklaşan ağaçların arasında Defne'yi omzuna yatırmış saçlarını severken, Sergen'in gözleri Defne'nin üzerindeydi. Arabadan çıkarken Karan benden önce davrandı ve arabanın kapısını açıp Billur'a, "Ben hallederim," dedi elini arka cama uzatarak.

Hemen önümde diz çöktü, gözlerini yüzüme sabitledi ve beni yavaşça kendine doğru çekti. Billur'un elinden aldığı siyah şalı siyah saçlarımın üstüne örterken ikimiz de birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk.

Çenem titredi ama dişlerimi sıktım ve gözlerimi gözlerinden ayırmadan kirpiklerimi üç dört kez birbirine dokundurdum. Karan yavaşça kalktı ve bana elini uzattı. Bana uzattığı eline baktım. Hissizdim ama bir o kadar da duyarlıydım. Anlam veremediğim bir şeyin içine düşmüş gibiydim. Sanki ağzına kadar dolu bir havuzun dibindeydim ve havuzun üstü bir kapakla sıkıca kapatılmıştı.

Karan'ın elini tuttum, gözlerimdeki boşluk büyüdü ve yavaşça araçtan çıktım. Billur saçlarına attığı şalın ucunu düzeltirken göz ucuyla bana baktı. Gözlerinin kıpkırmızı olduğunu görebiliyordum ama inatla beni ağlamadığına inandırmaya çalışıyordu. Oysa ağlamıştı, onu kendini banyoya kapatıp hıçkırıklarını yutmaya çalışırken gayet net bir şekilde duyabilmiştim.

Attığım adımlar boşlukta yalpalanıyordu. Spor ayakkabılarımın altı tamamen çamur olmuştu, bataklığın üstünde batmadan yürüyordum sanki ama ben zaten o bataklığın dibine çoktan ayak basmıştım. Farkında olmadan Karan'ın elini sıktığımda bakışları omzunun üstünden bana doğru kaydı, ona karşılık veremesem de bakışlarını hissedebiliyordum. Oraya yaklaştıkça, onun elini tutuşum daha da sıkılaştı.

Karan sanki bana güç vermek istiyor gibi sıkı tutuşuma sıkı tutuşuyla karşılık verdi. Aslında şu an onun elini bırakıp ters yöne doğru koşmak istiyordum çünkü gözlerimi sızlatan gözyaşlarımın akmasına engel ancak böyle olabilirdim.

Ne kapısı ne de penceresi olmayan bir odanın içinde, hem geceden hem de gündüzden bihaber yaşıyordum da, bir gün odanın duvarları yıkılıp içeri güneşin ışığı süzülmüştü sanki.

Ben güneşle yeni tanışmışken, gece güneşi öldürmüştü.

Şimdi geceye kızıyordum, tanıştığım güneşi öldürdüğü için ama bilmediğim bir şey vardı benim, o tanıştığım güneşti eriten duvarlarımı ve gece yalnızca intikamımı almıştı. Yine de güneşi içimden söküp atamıyordum çünkü aydınlatmıştı odamı. Ve geceye ölesiye kızgındım, söndürmüştü ışıkları.

Tüm gözlerin üzerimize döndüğünü hissettiğimde hiç kimseyi önemsemedim bu kez. Ne elimi tutan ele olan bakışlarını ne de gözlerindeki acımayı zerre umursamadım. Defne yüzünü Bedirhan'ın göğsüne gömdüğü için beni göremiyordu. Bedirhan'da bir abi şefkati vardı, bunu yalanlayamazdım. Gözlerine çöken hüznü saklama gereği duymasa da ifadesine sert bir tonlama eklemişti Bedirhan. Kız kardeşimin saçlarını yavaşça okşarken, toprağı izliyordu.

"Allah gani gani rahmet eylesin," dedi arkadan bir kadın. "Çok gençti daha. Başınız sağ olsun."

Dişlerimi sıktım. Büyük dayımın gözleri kısaca Karan ile ellerimize dokundu, ardından hızla bizden uzaklaşıp kadına döndü. "Dostlar sağ olsun Aygün abla."

İnsanların dudaklarından baş sağlığı dökülüyordu. Herkes annemin çok genç olduğunu, nasıl kendine kıydığını falan söylüyordu. Birileri omzuma dokunuyor, omzumu yavaşça sıkıyor, bir şeyler fısıldıyordu ama önemsemiyordum. Büşra ağlayarak bir şeyler söylemişti, dinlememiştim. Başımı salladığım birkaç kişi olmuştu, sonrasında tepkilerimi tamamen kapattım. Babam yoktu, defin işlemi başlayana kadar gözlerim tabuttan ayrılmadı. Annemin ilk toprağını büyük dayım attı. Atılan her toprakta gözlerim bir kez daha kapandı. Zorla açıldı.

Bedirhan, Sergen, hatta Yaşar Bey de dahil olmak üzere tanıdık tanımadık birçok insan toprağına dokundu annemin. Ben dokunmadım. Dokunamadım. En son toprağı Karan atarken ayrılan ellerimizin avuçlarıma emanet ettiği teri sıktım. Gözlerimi sıkıca yumdum ve geçmesini bekledim. Defne'nin ağladığını duyabiliyordum. Babamın burada olmaması kimsenin umurunda değildi. Herkes içten içe her şeyin farkındaydı aslında. Yüzü yoktu belki. Belki de yine umurunda değildi.

Ben şimdi Defne'yi nasıl toparlayacaktım?

Ben şimdi kendimi nasıl toparlayacaktım?

Dayım yavaşça omzuma dokunduğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Gözleri yaşlıydı biraz, küçük dayım hemen ileride bizi izliyordu. "Merve," dedi kuru bir sesle. "Başın sağ olsun güzel kızım."

Başımı yavaşça salladım ve tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. Anneme neden sahip çıkmamışlardı? Yiyeceği bir lokma ekmek mi fazla görünmüştü gözlerine? Kusmak istiyordum.

"Bu delikanlıyla ciddi mi düşünüyorsunuz?" diye sordu aniden. Bakışlarım değişirken, o konuşmaya devam etti. "Öyle el ele olmaz insan içinde. Adını koyun. Adın çıkarsa kötü olur aile açısından. Neler derler arkamızdan..."

"Ne diyorsun sen ya?"

Dayımın yüzündeki ifade sarsıldı. "Ne?"

"Sen ne diyorsun?" dedim biraz daha sesli şekilde. Birkaç kişi bize baktı. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Merve."

"Ne Merve?" diye bağırdım bu kez. Artık herkes bize bakıyordu. "Annem öldü benim! Annem!" Dayımın elini sertçe ittim, dayım şoka girmişti. "Annem ölmedi, annem intihar etti benim! Kendini öldürdü!"

"Merve."

"Annemin daha toprağı soğumamış, sen ne diyorsun?"

"Acısı var abi, bırak kızcağızı," dedi küçük dayım hemen ama gözüm dönmüştü bir kere.

Dayımın yüzü kasılırken ellerimi havaya kaldırıp etrafımı gösterdim. "Neredeydin?" diye bağırdım. "Şimdi kalkmış gelmişsin, adını koyun diyorsun. Kimsin sen? Hakkın mı var üzerimde? Diyebileceğin bir şey mi var bana? Sen kendi kız kardeşine sahip çıkmadın be!" Gözlerim tekrar doldu, dişlerim sızlıyordu. "Benim annemin yarası oluk oluk kanıyordu, bastırdın mı elini? Durdurmaya çalıştın mı koldan akan kanı? Yavaşça zehirledi o herif benim annemi. Kangren olan yeri, o herifi keseceğine annemi kestin sen!"

"Merve!" diye bağırdı dayım. "Yeri mi burası? Ne bağırıyorsun sen bana? Cenazedeyiz!"

"Cenazede ne konuşacağını bil o zaman!"

"Edepsiz! Elin herifiyle el ele gelmeyi biliyorsun buralara!"

"Düzgün konuş," diye hırladı Karan aniden, beni tutup kendine doğru çekti, onu itip dayımın üzerine yürüdüm.

"Sana bir şey diyeyim mi dayı? Şimdi gidip orospu olsak, tek kelime edemezsin sen."

"Asi!" Karan beni öyle sıkı kavradı ki, uyarısını zerre önemsemedim. Dayım şok olmuş gözlerle bana bakarken karşılık vermemesi beni şaşırtmıştı. Normal şartlarda üstüme çullanması gerekirdi ama yapmadı, belki de yapamadı. Karan bir şeyler söylerdi ama söylemedi, annemin ölüsüne saygısından dolayı sustuğunu anladığımda kalbimi derin bir sessizlik kapladı. Dayım hızla oradan uzaklaştı.

İnsanlar yavaşça dağılmaya başladı.

Tıpkı benim gibi dağıldılar.

Herkes gittiğinde artık orada sadece biz vardık. Defne toprağın üstüne kapanmış, bir eli annemin tülbent bağlı ahşaptan mezar taşını okşuyordu. Bedirhan'ın gözleri üzerimdeydi, Billur ve Sergen'in de öyle ama Karan bana bakmıyordu. Sanki bakamıyordu. Akşam karanlığının çökmesine az kalmıştı. Derin bir nefes aldım. Yutkundum. Nefes aldım. Yutkundum. Lanet olsun yine nefes aldım. Defne'nin ağladıkça şişip inen sırtını izlerken aldığım nefesi parçalamak istiyordum.

Ona doğru birkaç adım attım, parmakları hâlâ tülbendin üzerinde geziniyordu. Hemen arkasına çöktüm, yüzümü sırtına yasladığımda irkildi ama geri çekilmedi ve tepki vermedi. Elimi onun elinin üstüne koydum, o şeye birlikte dokunurken yanağımı sırtına sürtüp gözlerimi yumdum. Neden şu an ondan başka aynı kanı taşıdığım kimse kalmamış gibi hissediyordum?

"Merve," diye fısıldadı hıçkırırken.

"Abla."

"Merve, neden böyle çok acıyor?"

Yutkundum. Nefes aldım.

"Çok, değil mi?"

"Tüm kapılar yüzümüze kapanmış gibi," dedi hıçkırırken. Yanağım hareket eden sırtıyla birlikte hareket etti. "Çok acıyor. Kalbimi göğsümün altında taşımak istemiyorum. Onu alamaz mısın?"

Elimi elinin üstünden çekip kollarımı beline sardım. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum.

"Bu kez ben bile üstlenemem acını," dedim kırık bir sesle. "Bu acıyı birlikte çekmek zorundayız."

"Özür dilerim," diye fısıldadı yağmur tekrar çiselemeye başladığında. "Merve, çok özür dilerim."

"Abla."

"Merve." Defne hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında ikimiz dışında kimsenin çıtı bile çıkmıyordu. "Yanında olamadığım her gün adına çok özür dilerim. Sırtını yaslayamadığın sırtıma bıçak saplasan sesim çıkmaz. Merve. Merve, çok özür dilerim."

"Abla. Ağlama." Ona daha sıkı sarıldım, kanatlarım kırılıyordu.

"Çok özür dilerim," dedi haykırırken. "Çok özür dilerim Merve. Affet beni. Çok özür dilerim anne. Affedin beni!"

Kafasını yavaşça kaldırıp tırnaklarını toprağa batırdı, annemin soğumayan toprağını ıslatan yağmur artık ablamın yüzünü yıkıyordu. Ablam tam içinden, derinin geldiğini bildiğim sesiyle çığlık atarak ağlamaya başladığında yüzümü ensesine gömdüm ve gözlerimden akan yaşların sorumlusu olarak yağmuru bildim.

"Beni bu acıdan kurtar! Ben nasıl bir dağım? Durmadan senin üzerine yıkılıyorum!" diye bağırdı ablam. "Affet beni Merve!"

Köşeye çekilmiş dilsiz acıların yüreğinde büyük yanık izleri olurdu. Bir acının yüreği olur muydu? Kan dökülürdü ruhundan acının, yüreğinde binbir türlü sökükle kavrulurdu. Şu beline sarıldığım kızdan ve her seferinde elimi yakalayan adamdan başka neyim, kimim vardı?

Yağmur üstümüze yağdı.

Eve döndüğümüzde sırılsıklamdık. Tavandan aşağı sarkan ipi kaldırmalarına izin vermedim. Her daim ruhsuz bakan kahverengi gözlerim, artık bakmıyordu bile. Babam evde değildi. Şu an ne halde olduğu umurumda bile değildi. Islak çoraplarımı çıkarırken banyoda tek başımaydım. Saçlarımı örten şal enseme kadar kaymıştı. Göğsümün içi cam kırıklarıyla doluydu, kalbim attıkça kalbime başka bir cam kırığının sivri ucu batıp kan leş içinde geri çıkıyordu.

Ablam banyonun kapısını tıklatıp içeri girdiğinde kafamı kaldırıp ona baktım; oturduğum klozeti sırılsıklam edecek kadar ıslaktım. Ela gözlerine çizilen yeşil halelerin tek sebebi tuzlu gözyaşlarının irislerine vurduğu sillelerdi. Bakışları birkaç saniye yüzümde oyalandı, ağlayacak sanıyordum ama kesmişti, şu an ağlamıyordu. Sadece yüzüme bakıyordu. Gözlerimin içine.

"Karan salonda," dedi kuru bir sesle. "Billur da odanı toparlıyor."

Başımı salladım. Neden konuşamıyordum? Neden tek kelime edemiyordum? Gözlerimi hızla ondan uzaklaştırıp farklı yerlere bakmaya çalıştım.

"Merve," diye fısıldadığında ona bakmadım ama başımı bir kez daha salladım. "Ağlamak ayıp değil."

"Ağlayasım yok," diye yalan söyledim birden. Sesim bana ait değil gibi çıkmıştı.

Ablam banyonun kapısını kilitleyip önüme geldi. Kıpkırmızı olmuş göz altlarında koyu gölgeler büyümüştü. Dizlerini yere koydu ve kendi ellerini de benim dizlerimin üzerine yerleştirip, "Ne gördüğünü biliyorum," diye fısıldadı anlayışlı bir sesle. Gözyaşları anında boğazıma doluştu, gözlerimin dolmasına engel olmak adına dişlerimi sıktım, ablamın gözünden bir damla yaş aktı, elmacık kemiğinin üstünde sekteye uğradı. "Senin nasıl bir şey gördüğünün farkındayım." Gözünden bir damla yaş daha aktı, başını salladı. "Ben görsem ölürdüm. Öyle bir şey gördün, farkındayım."

Gözlerim dolmaya başladı, titreyen çenemi engellemek adına dudaklarımı birbirine bastırdım ama ablamla gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. Elini yanağıma koydu, artık gerçekten şapır şapır akıyordu gözlerinden yaşlar.

"Üzgünüm," derken sesi titredi. "Her şeyi sen yaşadığın için, her seferinde bıçağı ilk sana sapladığımız için çok üzgünüm."

Başımı salladım, gözümden bir damla yaş akarken burnumu çekip gözlerimi ablamdan kaçırmaya çalıştım. İzin vermedi. Gözümden akan yaşı sildi, parmakları titriyordu.

"Karan dedi bana biliyor musun? Gördüğün şeyi söyledi bana. Bıçaklandığın yeri gösterdi. O adam köpek gibi âşık sana."

Ablama baktım. Dişlerimi sıkıyordum. Ağlamak istemiyordum. Bıçaklar durmadan içimi deşiyordu. Kan revan içindeydim ama yapamıyordum.

"Acını acısı bellemiş o adam," dedi gözyaşlarının arasından konuşurken. "Ben dedim ona Merve, ölüyorum artık tamam dedim, artık devam edemem dedim. Bana dedi ki: Yaralandığım yerden nasıl sarayım onu ben Defne? 'Canım' yanıyor, uzatamıyorum yandığı ateşe elimi. Çünkü zaten içindeyim ben o ateşin. Tut, çıkar onu. Tek çıkamaz artık. Zaten içinde olduğum ateşe nasıl atlayayım bir daha? Al, çıkar onu. Bu ateş çok sıcak, kaldıramaz."

"Çıkış yolunu bulamıyorum," dedim kısık bir sesle, gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. "Abla ben hiç bu kadar kaybolmamıştım."

"Kayboluruz beraber ablam," dedi yanağımı okşarken. "Bırak tutayım elini Merve, yoksa ikimiz de öleceğiz bu acıdan."

Bu gerçekten benim ablam mıydı? Tek sebebi o ana benim şahit olmamdan mı kaynaklıydı? Acımı parçalara bölsem, tüm dünyayı doyurabilirdim. Şu an kimseyi içeri almak istemiyordum ama karşımda duran enkazın bana ihtiyacı olduğunu biliyordum. Elimi onun sırtına koyup sıvazlayamıyordum çünkü ellerim kesilmişti ama yine de onun yanında olmak zorunda olduğumu biliyordum. Aslında zorunda değildim. Her zaman zorundalık olarak gerçekleştirdiğim bu eylem, artık ikimizin de sokağının çıktığı evimizdi.

Aldığı ilaçların da etkisiyle biraz daha sakin görünüyordu ama titreyen ellerini görmemek için kör olmalıydım. Beni duş kabinine soktuğunda sesim çıkmadı. Bedenimi yavaşça soydu, belki de bu beni ilk çıplak görüşüydü ama birbirimizden hiç utanmadık. Arkama geçti ve suyu açtı. Üstünün ıslanmasını umursamadan suyu saçlarıma tutmaya başladı. Başta oldukça sıcak olduğunu düşündüğüm su, bir süre sonra tenimle tuhaf bir uyum yakaladı ve ablam saçlarımı yıkarken gözlerimi kapatıp, yüzümü ıslatan suyun çizdiği yolları elimle takip ederek avuçlarımı yüzüme bastırdım.

Ağlıyordu.

Biliyordum.

Hıçkırıyordu ve ben de yüzümü yakan suya gözyaşlarımı karıştırıyordum. İkimiz de her şeyin farkındaydık. Bu evde işlenen ilk cinayet değildi bu intihar. Bedenimi sanki bir kuklaya hükmediyormuş gibi kuruladı, kollarımı her kaldırışında kollarım kendiliğinden aşağı sarktı. Ona bomboş gözlerle bakıyordum, gözyaşlarını tutmadan bana ilgili gözlerle bakıp inatla beni kurulamaya devam ediyordu. Banyodan çıktığımda üstümde yalnızca bir havlu vardı.

Annemin odasına yöneldiğimi görünce arkamdan geldi. Parkede hâlâ ıslak olan ayaklarımın izleri kalıyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğim anda geçmiş göğsümün içine doldu, annemin sesi odanın içinde çınladı; her zaman kırgın bakan gözleri, odanın karanlık duvarına tıpkı bir tablo gibi tutturuldu.

Hiçbir şey söylemeden yatağın anneme ait olan kısmına tırmandım ve üstümdeki havluya, ıslak saçlarıma aldırış etmeden cenin pozisyonu alarak annemin yatağına yerleştim. Dizlerimi karnıma kadar çektiğim için küçücük kalmıştım şu an. Sol gözüm tıpkı bir kalp gibi atıyor, yavaşça oynuyordu. Parmağımla yavaşça sol gözümü ovduktan sonra gözlerimi perdenin aralıklı kısmından içeri sızan sokak lambasının fersiz ışığına diktim.

"Yanına yatabilir miyim?" diye sordu ablam usulca. Sesi nasıl da renklerini kaybetmişti, nasıl da griydi.

Başımı salladım, sesim çıkmadı.

Yavaşça yatağın üzerine çıktı. Arkama geçti, çenesini çıplak omzuma yerleştirdi ve bir elini de karnımın üstüne koydu. "Biz seninle hiç böyle yan yana yattık mı?" diye sordu, sesi ağlamaktan çatlak çatlak geliyordu.

Dudaklarımı 'bilmem' der gibi büktüm ama göremediğini biliyordum. Sessizliğim onun cevabı olmuş gibi, "Olsun," diye fısıldadı. "Hâlâ çok geç değil."

Bir şeyler için çok geçti. Bunu o da iyi biliyordu.

"Eğer istersen Karan'ı çağırabilirim," dedi kuru bir sesle. Cevap vermedim. "Ya da ben kalabilirim." Yine cevap vermedim. "Merve, yapma." Gözlerinin tekrar dolduğunu hissettim. "Ne olursun tepki ver birazcık."

Gözlerim hâlâ o içeri sızan küçücük ışık huzmesindeydi. Burnumu çektim ama tepki veremedim. Ayaklarım buz gibiydi, hissedebiliyordum. Tıpkı annemin ayakları gibi. Bir an kanımın çekildiğini hisseder gibi oldum. Tıpkı annem gibi.

Karnım kasılınca ablam, "Merve?" dedi endişeyle. Elimi ablamın elinin üstüne koyup, her şeyin yolunda olduğunu ona inandırmaya çalıştım. "Üşüyeceksin böyle," diye fısıldadı. "Giydireyim mi seni?"

"Annem de üşümüş müdür?" Bir an arkamda donakaldığını hissettim. "Ayakları buz gibiydi."

"Merve."

"Avuçlarımla ısıtmaya çalıştım ama..."

"Merve." Ablam bana daha sıkı sarıldı, sesi çatlamıştı.

"Yine de ısıtmayı beceremedim galiba."

"Merve, yapma."

"Aslında Karan'a söylemiştim," diye fısıldadım. "En azından bir çift çorap getirebilirdi ama getirmedi. Onun annesi üşümemiş mi?"

"Merve!" Ablam beni sertçe kendine çekti, yüzünü saçlarıma gömdü ve tekrar ağlamaya başladı. Yüzümde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı ama onun hıçkırıklarını dinlerken uykumun geldiğini hissettim. Ablam öyle şiddetli ağlıyordu ki, bedenim onun hıçkırıklarıyla sarsılıyordu.

"Uykum geldi," diye fısıldadım. "Eğer uyanacağını bilsem ayaklarını nefesimle bile ısıtırdım."

Ablam hıçkıra hıçkıra ağlarken onun karnımda duran elini okşadım ve boşluğu izlemeye devam ettim. Çok fazla fırtına atlatmış bir ağaçtım, dallarım sökülmüştü ama gövdem hâlâ oraya çakılı duruyordu. Ne zaman tamamen kopup yok olacaktım?

"Şimdi uyuyacağım ama üstümü örtme abla," dedim bomboş gözlerle. "Ama eğer bir ceset torban varsa, fermuarını çekebilirsin."

Ablam benden ayrıldı, yataktan kalktı ve koşarak odadan çıkarken kapıyı sertçe çarptı. Öyle sert çarpmıştı ki, odadaki çerçevelerin zangırtısını işittim. Odada yalnız kaldığım an ayak parmaklarımı kıvırdım ve dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Anne, çok soğuk," diyebildim. "Çok soğuk anne. Neden hiç üstümü örtmedin?" Yutkundum. "En çok bu gece örtmedin."

Kapı tekrar açıldığında yalnızca birkaç dakika geçmişti, biliyordum. Karanlıkta bir nefesin sıcaklığı doldurdu odayı. Tanıdık nefesin varlığıyla karnım daha da kasıldı. O ışığı yakmadı ama görünen o ki bir şeyler ikimizi de aynı yerden yakmıştı. Yere düşen adımlarının sesini dinledim, o adımlarda eski bir yaranın iniltisini duyabiliyordum. Yollarına döşediğim geçmiş adına ondan nasıl özür dilemeliydim? Yatağa oturduğu an yatak yavaşça çöktü, bedenimi biraz daha küçülttüm ama ona doğru meyil kazandım. Sertçe yutkundu, burnundan oldukça kasvetli bir nefes verdi.

"Ilık ılık kanıyor," dedi tok bir sesle. "Elini yaraya bastırma. Ben kokusunu alabiliyorum." Dizlerimi göğsüme doğru çekip gözlerimi kırpıştırdım ama bakışlarım hâlâ bomboştu. "Ya da çek elini, ben elimi bastırayım."

"Üşüyorum," diyebildim.

"Isıtamam," dedi kuru bir sesle. "Ama seninle üşürüm."

"Isınmak istemiyorum ki zaten."

Burnundan derin bir nefes aldı, nefesi verirken iç geçirdi. "Ateşi nasıl ısıtırız ki zaten?"

"Sana çok kızgınım," dedim sakin bir sesle.

"Neden küçücüğüm?"

Burnumun üstünü ovdum. "Çorap getir, dedim, getirmedin."

Sessizlik oldu. Yatak biraz daha çöktü, onun yatağın üzerine çıktığını anladım. Arkama sokuldu, beni belimden tutup yavaşça kendine doğru çekti ve sırtımı göğsüne yasladı. Sıcacık göğsünü tadan soğuk bedenim gevşedi, bunu anneme ihanet olarak algılayan kalbim sarsıldı. Geri çekilmeye çalıştım. Karan beni bırakmadı.

Bileklerimdeki damarlarda bir fırtınanın kırdığı dallar kanıyordu.

"Sen çok sıcacıksın," dedim gözlerim bulanırken. "Isınırım sana sokulursam. Çekil."

"Gel buraya." Beni tamamen kendine bastırdı. "Konuşma öyle çocuk gibi. Yemin ederim ölürüm sana."

"Ölme," dedim aniden irkilerek. "Sakın ölme."

Karan beni göğsüne bastırıp ıslak saçlarıma çenesini yerleştirdi. "Seni bırakır ölür müyüm ben hiç?" diye sordu kısık bir sesle. "Yanık yirmi altım benim."

"Ölme," diye fısıldadım yaşlar gözümü ısırırken. "On dokuzumun mezarı. Sakın ölme."

"Asi kızım benim." Saçlarımı sevmeye başladı, göğüs kafesim titriyordu. "Burnumun dibinde ne kadar ölüm varsa, hepsi sen yaşa diye. Ağla Çakıltaşı. Kaç tane kelebeği öldürecek olursan ol, bugün ağla."

Göğsüm acıyla titrerken, "Ölmesin kelebekler," diye fısıldadım.

"İçinde seni öldüren tüm kelebekler, bugün bir bir ölsünler."

"Karan," diyebildim ona sokulup tüm kalkanlarımı indirirken.

Annemi istiyordum. Bu kez başkaydı. Bu acı başkaydı. Annem lazımdı. Anneme ihtiyacım vardı.

"Karan, ya bu evin dibine göm beni ya da çek çıkar şu şeyi içimden. Kelebekler mi göğsümün toprağını eşeleyip duran? Ölsün kelebekler. Avuç kadar kalbimin mezar kadar açılma şansı yok. İçimi deşiyorlar. Ölsünler. Annemsizliği durduramıyorum. Karan, bu durmuyor."

"Canına ölürüm senin Asi." Saçlarımı öyle bir öptü ki, annemin mezarı açıldı sandım. "Canına öldürürüm. Şu dünyadaki belki en büyük günahtır birini öldürmek, senin için binini öldürürüm."

Ona doğru döndüm, göğsüne sokuldum ve ıslanmaya başlayan kirpiklerimi incecik gömleğine sürttüm. Burnumu çektim, saçımın üstünü öptü. Bu acı bambaşkaydı. Ondan başkası anlamazdı, ona da anlatamazdım.

"Göm beni bu evin dibine. Bu cehennemin dibine. Annemsizliği istemiyorum."

Dişlerini sıktığını kafama bastırdığı dudaklarından anladım. Parmaklarım gömleğinin bir kısmını yakaladı ve onu avuçladım. Islak gözlerim gözyaşlarının tamamını sızdırmazken, uyku üstüme kapaklandı.

Sustum.

Acımın üstünü rüyalarla örttüm.


🗝


Suyu yüzüme tam tamına üç kez çarptım.

Kafamı kaldırdım ve aynaya baktım. Aynada su damlacıkları vardı. Su damlacıklarının örttüğü silüetim ruh gibiydi. Sabah uyandığımda Karan yanımdaydı ama uyuyakalmıştı, onun üstünü örtüp yataktan kalktığım ânı hatırlıyordum ama gerisi pusluydu; koridordan nasıl geçmiştim, nasıl banyoya girmiştim hiçbir fikrim yoktu. Üzerime öylesine giydiğim tişörtün içinde kaybolmuştum resmen. Saçlarımı geriye doğru attım ve banyodan çıkarken ellerimi kurulamadım bile. Altıma giydiğim taytın bilekleri yukarı doğru sıvanmıştı. Mutfağa girdiğim an Bedirhan'ı içeride buldum. Boş bakışlarım birkaç saniye Bedirhan'ın üzerinde dolaştıktan sonra tezgâha doğru yürüdüm.

"Günaydın," dedi Bedirhan oldukça kuru bir sesle.

Başımı salladım. Başım, gözlerim, bacaklarım, neredeyse her yerim ağrıyordu. Eve birilerinin gelmemesinden son derece memnundum. Gölgelerin içinde kaybolmak istemiyordum, gerçek bir yalnızlığa ihtiyaç duyuyordum.

"Merve?"

Kafamı kaldırıp Bedirhan'a baktım. Önünde bir fincan çay vardı, masaya oturmuş, pürdikkat beni izliyordu. "Saçlarını kurutmalısın. Başın ağrıyacak."

Ona boş boş baktım.

Başını iki yana salladıktan sonra çayından bir yudum aldı. "Konuşmak istemiyor musun?"

Yine cevap vermedim. Cevap vermek istemediğimden falan değildi. Nedense konuşacak hâlim yoktu. İçimden gelmiyordu ya da bilmiyordum. Kalçamı tezgâha yasladım ve bakışlarımı mutfak penceresine çevirdim. Bu evde durmak istemiyordum ama bu evden uzaklaşmak da istemiyordum. Ne yapacağımı hiç bilmiyordum.

"Merve, bunu bu şekilde atlatamazsın. Çok taze olduğunu biliyorum ama susarak bir şey kazanamazsın. Yalnız kalmak senin hakkın, evet, kendini dinlemek istiyorsun ama büyük bir sessizliği dinlemek seni yalnızca sağır eder."

Burnumun ucunu kaşıdım, derin bir nefes aldım ve aldığım nefes duraksamama neden oldu. Bakışlarımı Bedirhan'a çevirdim.

"Hikâyenin içler acısı olduğunu biliyorum," dedi gözlerimin içine bakarken. "Ama hangimiz Alice Harikalar Diyarı'nda yaşıyoruz ki?"

"Daha önce annen ölmüş gibi konuşuyorsun," dedim aniden, bu elimde olmadan dudaklarımdan dökülüvermişti.

Bedirhan tepki vermedi. "Çok zor olduğunu bilmek için annemin ölmesine gerek yok. Aptal bir insan değilim. Acını görebiliyorum. Ve evet, işte böyle. Konuş benimle." Dişlerimi sıkıp gözlerimi kaçırdım. "Karşıma otursana," dedi tekrardan konuştuğunda, sesi bir granit kadar soğuktu. Yapmadığım için bana kızmadı. "Pekâlâ. O hâlde... Bu gece birlikte sahile gideceğiz, tamam mı?"

"Unut bunu," dedim sırtımı dönüp mutfaktan çıkarken.

"Deniz havası iyi gelecek," diye seslendi arkamdan.

Tüm günümü kendimi odaya kapatıp boşluğu izleyerek geçirebilecek kadar boş hissediyordum. Koridorda ilerlemek benim açımdan oldukça zordu ama nedense o ipi oradan indiremiyordum. İndirmelerine izin veremiyordum. Salona geçip pencerenin kenarına oturdum, kapının zili çalıyordu ama umursamadım. Karan'ın uyandığını odanın kapısı açılıp kapandığında anlamıştım. En azından uyuyabilmişti, bu iyiydi. Tanıdık sesi duyunca oturduğum yerde küçücük olacağımı sandım. Yaşar amca buradaydı.

"Bu ipi tavandan indirmeyi düşünmüyor musunuz?" diye sorduğunu duydum ama o benim onu duyduğumu bilmiyordu muhtemelen. "Kızı mahvediyor olmalı bu görüntü."

"O ne istiyorsa o şekilde olacak," dedi Karan uykulu bir sesle.

"Hoş geldiniz," dedi Billur, sesi sıcacıktı.

"Hoş buldum güzel kızım. Şey... Benim Merve kızım nerede?"

Yavaşça oturduğum yerden doğruldum. Yaşar amca salona girmişti bile. Ayağa kalktım ve ona doğru yöneldim. Ona doğru yürürken yaşının getirdiği çizgilerin doldurduğu gözlerini gözlerime dikmişti.

"Güzel kızım," dedi sıcacık bir şefkatle. Bana açtığı kollarına öncesinde tereddütle baksam da, devamında bu tereddüt yerle bir oldu ve öz babamın bana açmadığı kolları açan bu yabancının kollarına hiç düşünmeden kendimi bıraktım. Beni sıkıca sardı. "Geçecek," dedi inandırmak ister gibi. "Her zaman yanında olacağım."

Hiçbir şey diyemedim, bir cevap veremedim. Yalnızca sarıldım. Beni evden çıkma konusunda ikna edebilen tek kişi Yaşar amca olmuştu. Tıpkı bir ruh gibi göründüğümü biliyordum ama üstünde durmuyordum. Şu an dünya yansa, yanan ateşle birkaç dal tutuşturur, henüz yanmamış olan ormanlara savururdum yanan dalları. Bir kafeye gitmiştik, herkese zorla kahvaltı yaptırtmıştı ama ablam ve ben tabaklarımıza dokunamadık.

Aslında şu an ikimizin de zihnini deşen tek bir soru vardı: Babamız neredeydi? Umursamazlığın beden bulmuş hâliydi, bunu zaten biliyorduk. Asıl suçlu da zaten ortadaydı. Kafamı kaldırıp insanlara bakamıyordum.

"Merve, tabağına dokunmadın," dedi Yaşar amca kızar gibi yaparak. Burası sevdiğim bir kafeydi aslında ama şu an buradan nefret ediyordum. "Bir iki lokma ye."

Sertçe yutkunup Yaşar amcaya baktım. Ferit Çakıl konusu yüzünden Karan ile aralarında bir soğukluk olur diye düşünmüştüm ama iyi görünüyorlardı.

Sergen kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, "Biraz yürümek ister misin?" diye sordu Defne'ye. Defne kafasını kaldırıp kıpkırmızı gözlerle Sergen'e baktıktan sonra, "Yok," dedi. "Teşekkür ederim."

"Defne," diye fısıldadı Billur. "Şu an pek iyi görünmüyorsun. Hazır sahildeyken biraz yürüsen? Açılırsın."

Defne peçeteyi avuçladı ve kafasını iki yana salladı. "Merve'yi bırakmak istemiyorum."

"Onu bıraktığın falan yok Defne. Böyle düşünme," dedi Karan gözlerini ablama dikerek. "Ben onun yanındayım."

Defne'nin bakışları yavaşça bana dokundu. Başımı salladım ama gözlerim o kadar cansız bakıyordu ki, onun gözlerinin aynasına düşen görüntüm beni ürpertti. Defne masadan müsaade isteyerek kalktı, Sergen de onunla birlikte kalktı ve masaların arasında ilerleyerek kafeden çıkıp sahil bandında yürümeye başladılar. Karan ile yan yana oturuyorduk şu an, üzerimde ona ait bir hırka vardı ve elim hemen karnımın üstünde duruyordu, giydiğim tişörtün eteğinin kumaşını toparlamış, avucumun içine almış sıkıyordum.

Karan'ın gözleri kısaca elime doğru kaydıktan sonra elini kimse görmeyecek şekilde elimin üzerine koydu ve eklemlerimi yavaşça okşadı. Gözlerimi dikip onun kuzguni siyahı gözlerine derin bir ifadeyle baktım, gözlerini ilk kaçıran o oldu. Sanki gözlerimde gördüğü şeye katlanamıyordu.

"Merve'nin biraz uzaklaşması iyi olabilir," dedi Yaşar amca çayından bir yudum alırken. "Bu büyük bir olaydı."

Billur, "Sanırım bu konuyla ilgili konuşmasak iyi olacak, hım?" dedi ve gülümsedi. "Şirin moruk, bana tuzluğu uzatabilir misin acaba?"

Yaşar amca hafifçe güldü. "Al bakalım deli kız." Tuzluğu Billur'a uzattı.

Oturduğum yerden kalkarken elimi Karan'ın elinden çektim. Karan pürdikkat bana bakıyordu. "Lavaboya gideceğim," diye fısıldadım, bakışlar aniden üstüme döndü, gözlerimi kaçırıp masadan ayrıldım. Tuvaletin önüne doğru yürürken çarptığım insanlardan özür dahi dileyemiyordum. Kafamı kaldırıp kime çarptığıma bakmadım bile. Tuvaletin kapısını itip içeri girdiğim gibi lavaboya doğru yöneldim ve elimi lavabo tezgâhına yaslayıp kafamı kaldırıp aynaya baktım.

Midem bulanıyordu, gözlerimin etrafında küçük kara lekeler uçuşuyordu. Suyu açtım ama yüzüme çarpamadım, midem aniden bulanmaya başladı ve ben daha kendime engel olamadan safra boğazıma kadar taşındı. Hızla kendimi kabinlerden birinin içine attım ve kapıyı örtmeye fırsat bile kalmadan dizlerimin üstüne düşüp klozete doğru eğildim. Öyle büyük bir hızla kusmaya başladım ki, boğazım yanmaya, yarılmış gibi acımaya başladı. Hiçbir şey çıkaramıyordum aslında. Bomboş, acı bir suydu bu. Gözyaşlarımdı belki de. Bilmiyordum. Biri eline tırtıklı bir sopa almış içimi karıştırıyordu sanki.

Kustum. Ağladım. Kustum. Ağladım.

Bu yaptığım kısır bir döngüye girdiğinde tuvaletin kapısı açıldı. Doğrulup içinde olduğum kabinin kapısını kapatmaya çalıştım ama elim klozetin kapağından kaydı ve tekrar dizlerimin üzerine kapaklandım. Yaşlar gözlerimden sicim gibi iniyordu.

"Asi?" dedi Karan, sesindeki soru işaretlerinin okları olduğum kabini gösteriyordu sanki.

"Gelme," dedim tekrar klozete doğru eğilirken.

Beni dinlemedi. Arkamda bittiğinde ayağımla kabinin kapısını kapatmaya çalışıyordum. Hemen içeri girdi ve yavaşça eğilip saçlarımı arkaya doğru çekti. Ellerimi klozetin iki yanına koyup tekrar öğürdüm, hiçbir şey hissedemiyordum. Utanç duygusu yok olmuş, buharlaşmıştı. Gözlerimden yaşlar akarken Karan saçlarımı tutmaya devam etti, bir eliyle alnımı ovuyor, alnıma düşen saçları geri çekip saçlarımın üstünü seviyordu.

"Tamam," dedi saçlarımı severken. "Tamam küçücüğüm."

Bir elimi yavaşça arkaya atıp onu itmeye çalıştım. Ne olursa olsun beni böyle görmesine gerek yoktu. Onu itmeye çalışan elimi yakaladı ve kendi kalbinin üzerine bastırdı. "Sakın," dedi sert bir sesle. "Beni senden mahrum etme. Sakın."

Sanki bir iğne deliğinin içinden geçmeye çalışıyordum, sanki o iğnenin deliğine sıkışmıştım. Burnunu saçlarıma bastırdı ve beni tutmaya devam etti. Şu an ikimiz de dizlerimizin üzerinde, yerdeydik, kusuyordum ve kendimi hiç olmadığım kadar aciz hissediyordum. Bu histen nefret etmiştim. Gözlerimden akan yaşları silmek istiyordum ama bir yere tutunmam gerekiyordu.

Artık bomboş öğürdüğümü, boğazımda acıdan başka hiçbir şey hissetmediğimi fark ettiğimde yere yığıldım ve sırtımı Karan'ın arkamda duran göğsüne yasladım. Başım onun boyun boşluğuna denk gelmişti. Kafamı oraya yasladım ve kafamı kaldırıp tavana baktım. Sifona uzanmaya çalıştım, bel kemiğimde bir ağrı vardı; zorla da olsa sifonu çektim, ensemi tamamen Karan'ın boyun boşluğuna yapıştırıp zorlanarak nefes aldım.

Yüzüme düşen saçları büyük avuçlarıyla iterek çekerken lavaboya giren insanların seslerini duyabiliyordum. Umurumda değildi. Birkaç saniye, belki de birkaç dakika olduğumuz yerde o şekilde oturduk; sonunda lavabo boşaldığında Karan beni tıpkı kırılgan bir nesneymişim, ellerinde parçalanacakmışım gibi büyük bir özenle kaldırdı ve kabinden çıkardı.

Lavabonun önüne geldiğimizde bir elimi tezgâhın üzerine yerleştirdim, diğer elim Karan'ın elinin içindeydi. Karan belimden tutup beni kendine yaklaştırdı, elimi bıraktı ve elimi bırakan elini sensörlü musluğa uzattı, su aniden büyük avuçlarına akmaya başladı. Gözlerimi ağır ağır açıp kapatırken yavaşça eğilmemi sağladı ve avuçlarına doldurduğu suyu yüzüme serpti. Aralık duran dudaklarımdan içeri giren su duraksamama neden oldu, Karan elini bir kez daha musluğun altına tuttu ve avucuna biriktirdiği suyu bir kez daha yüzüme boca etti. Avucundaki su yüzümü çarparken gözlerimden akan yaşlar avucuna karışıyordu.

Aramızda yaşanan derin sessizlik bir süre hiç bozulmadı. Ellerinde kalan son suyla saçlarımı hafifçe geri ittikten sonra yüzümü avuçlarının arasına aldı ve kafamı kaldırıp gözlerinin içine bakmamı sağladı.

Tıpkı ölü bir bebek gibi, cesedi çürümeye başlamış bir bedenin erimiş gözlerine sahip gibi her şeyden yoksun bir ifadeyle ona baktığımda, simsiyah gözlerinin gecesinde şafak söküyordu.

"Daha iyisin," dedi, dediğine kendi bile inanmadı ama sesindeki güven öyle sertti ki, göğsümdeki doluluk ve boşluğa rağmen bir an ona inanacağımı düşündüm.

Başımı yavaşça salladım, çenem titriyordu.

Dudakları düz bir çizgi şeklinde gerilmişti, bakışları o kadar kısık ama o kadar derindi ki, içine düşen bir insan ne kadar yüzme bilirse bilsin onun kara okyanusundan sağ çıkamazdı. Gözlerinde defineler vardı; acı suyu kusan yaratıklar, kanatları kanayan melekler, ölümü bir kadehin içinden içen yaşlılar ve zehirli nefesi ilk kez soluyan bebekler. Başparmağıyla yanağımı yavaşça okşarken bir süre orada öylece kaldık. İçeri giren bir kadın Karan'ı görünce irkilse de, benim hâlimi görünce anlayışlı bir şekilde geri çekildi.

Lavabodan çıktık, kahvaltı masasına dönmemize izin vermedi. Dedesine kısaca telefon ettikten sonra beni o kafenin arka kapısından çıkarttı ve arabayı park ettiği alana doğru yürürken elimi bir an olsun bırakmadı. Havanın rengi oldukça kademsizdi, gökyüzü, uğursuzluk getiren bir boncuğunu gerdanına asmış gibi görünüyordu.

Arabanın içinde ısıtıcı çalışmıyordu. Çalışmasını ben istememiştim. Kafamı kaldırıp dikiz aynasından ona baktım, onun gözleri yoldaydı. Alakasız bir şekilde, "Kediye ne oldu?" diye sorarken sesim her yerinden çatlamış gibi çıkmıştı.

"Bedirhan onu Buket'e bırakmış. Buket bakıyor şimdilik."

"O kediyi istiyorum," dedim kuru bir sesle.

"O zaman getirtirim."

"Peki." Başımı koltuğa yasladım ve gözlerimi camdan dışarı diktim. "Yağmur yağacak gibi görünüyor," diye fısıldadım.

"Yağsın."

Bembeyaz kesilen parmaklarımı cama koydum ve oluşan hafif buğuya bir şeyler çizdim. Araba dümdüz yolda hiç sekteye uğramadan, yağ gibi kayarak dosdoğru ilerliyordu. Acının damar yolu içimde açılmıştı. Söyleyemediklerim kulaklarımda bir basıncın oluşmasına neden oluyordu. Araç patika bir yola girdiğinde duraksadım, ağaçlar sıklaştı, ormanlık bir alanda, yüksek sırtlı dağların arasında ilerliyorduk. Ne kadar konuşmasak da, sanki ruhu ruhumu sıkıca kucaklamıştı, onun ellerini sırtımda hissediyordum.

Midem tekrar bulanmaya başladığında, "Karan kenara çek," dedim avucumu ağzıma örterek.

Arabayı ani bir manevrayla durdurdu ve aşağı indi. Kapıyı açarken neredeyse yere kapaklanacaktım. Köşeye geçtiğim gibi eğildim ve çalıların arasında iki büklüm olup kusmaya çalıştım ama yoktu, hiçbir şey yoktu. Sadece boğazımdan yükselen o acıyı hissediyordum. Yaşadığım acının yoğunluğu aldığım her nefeste ciğerlerimi parçalıyor gibi hissediyordum. Ben belki de yaşadığım bu acıyı kusmaya çalışıyordum.

Elinde pet şişeyle bana yaklaştığını görünce kafamı kaldırıp ona baktım. Pet şişenin kapağını açtı ve avucuna su doldurup bir kez daha yüzüme dokundu ama bu kez suyu çarpmadı, suyla bir oldu yüzümü okşadı. Bakışlarının gebe kaldığı şefkati gördüğümde kemiklerim sızladı. Buna gerek yoktu. Bunu yapmasını istemiyordum. Bana şefkat göstermemeliydi. Şu an şefkatin bana getireceği tek şey gözyaşı olurdu.

Ben daha fazla ağlamak istemiyordum.

Sanki kaderimi oluşturan tüm harfler alnımın ortasında parçalanıyordu.

"Bu çok boktan," dedi pet şişeyi bana uzattığında. Ona boş boş baktım, pet şişeyi elinden almadım. Kaşlarını çatıp pet şişeyi dudaklarıma yaklaştırdı, sudan bir yudum almamı sağladı. "Sen cayır cayır yanıyorsun ve benim yapabildiğim tek şey sana bir yudum su içirebilmek."

Geri çekilip ona baktım. Yapabildiğim tek şey kısa cevaplar verip, bomboş gözlerle insanlara bakmaktı. Beni anladı ve zorlamadı. Pet şişenin dibinde kalan suyu içti ve pet şişeyi buruşturup yere fırlattı. Dişlerini sıkıyordu, belirginleşen elmacık kemikleri eşsiz yüzünün sokaklarına fay hattı gibi döşenirken gözlerini ağaçların sıklaştığı yere çevirdi.

Âdem elması hafifçe titriyordu, durmadan dişlerini sıktığı için yanaklarına şerit çeken kemiklerin hareketlerini izleyebiliyordum. "Hangi cehenneme götürsem seni daha az yanarsın?" diye sordu gözlerini ağaçlardan çekmeden. "Hangi cennet kapısını kırsam biraz olsun ferahlarsın?"

"Beni annene götür Karan."

Karan'ın yüzündeki ifade dondu ama bakışları bana dönmedi. Birkaç saniye sadece ağaçlara baktı. Söylediğim şeyi anlamaya çalışıyordu. Bakışları ağır ağır beni merceği altına alırken gözlerimi onun gözlerine çoktan dikmiştim bile.

"Onun yanına mı gitmek istiyorsun?"

"Evet."

Beni göğsünün içine sokup tüm olanlardan saklamak istiyormuş gibi baktı bana. Aslında çok iyi fikirdi bu. Göğsünün içinde bir salıncak kurar uyurdum. Tüm düşlerimin ışıklarını kapatır, karanlığı üstüme örter, belki de çektiğim en gamsız uykuyu çekerdim.

Beni annesine götürmeyi kabul etti ama bunu sesli olarak dillendirmedi. Arabaya tekrar bindiğimizde bu yolun bizi annesine götüreceğini biliyordum. O uçurumu görmeye ihtiyacım vardı, denizin tuzlu kokusunu solumalıydım. Yol boyunca başım koltuğun kenarında, akıp giden yolu izledim, Karan vitesi hep diğer eliyle değiştirdi ve benim elimi bir kez olsun bırakmadı. Yollar sanki göğsümün içinde kazılıyor, içimde uzayıp insanları birbirinden koparan mesafeleri yaratıyordu. Kalbimden bir otobüs kalksa, ruhuma ulaşana dek lastiği kaç bıçak tarafından deşilirdi Allah bilirdi.

Arabanın camını indirdim, rüzgâr saçlarımı savurmaya başladı. Karan'ın elinin içinde olan elimin parmaklarını hafifçe oynattım. Gözlerimi yumdum ve rüzgârın yüzümü okşamasına izin verdim. Bir süre sonra o okşamalar küçük tokatlara dönüştü. Geldiğimizi anladığımda burnumdan içeri doluşan tuzun kokusu genzimi yakmıştı. Araba durdu. Elimi elinden sıyırıp araçtan inerken iliklerime kadar soğuğu hissettim.

Annem de bu kadar üşümüş müydü?

Rüzgâr, tüm sesleri yutuyordu, içi taş dolu kumların içinde yürürken, Karan'ın beni takip ettiğini biliyordum. Çakıl taşlarıyla dolu sahili es geçerek uçuruma tırmanan kayalıklara doğru ilerlediğimde arkamdaki nefesin sahibinin gergin gölgesinin üstüme düştüğünü hissedebiliyordum. Sanki zihnimin üstüne karanlık çökmüştü, sokak lambaları yavaşça yanmaya başlamıştı ama düşüncelerimin şehrini aydınlatmaya yetmiyordu. Kayalıkların yarattığı küçük yolu kullanarak yukarı çıkmaya başladım, hemen çaprazımda uçuruma yükselen bir yokuş vardı.

Göğsümü kasıp kavuran o his yeniden ayaklandı ve eline aldığı kazma kürekle içimdeki boşluğu kazmaya başladı. En tepeye ulaşana kadar, soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştım. Karan'ın gri hırkasını üzerimden çıkardım ve koluma astım. Uçurumun yamacına geldiğimde kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, bulutlar gökyüzünde lirik bir uğultuyla raks ediyordu. Karan'ın ayaklarının altında ezilen taşların sesini duyuyordum, omzumun üstünden yavaşça arkama doğru baktım. Ellerini pantolonunun ceplerine koymuş, kısık bakan siyah gözlerini üzerime dikmiş beni izliyordu.

Uçurumun ucuna doğru yürüdüm. Karan temkinli bir şekilde arkamdan adımladı. Şu ayaklarımın dibindeki uçurumun kayalıklarını çarpan deniz büyüklüğünde bir çaresizlik hissediyordum.

"Sen hiç üşümedin mi?" diye bağırdım aniden uçurumun tam dibine geldiğimde. Ayaklarımın dibinden birkaç taş parçası yuvarlandı, uçurumdan aşağı olabildiğince ritmik hareketlerle düştüler. "Biz çok üşüdük!"

"Asi." Sesi o kadar sakindi ki, bir an bana seslenmiyor, kendi kendine konuşuyor sandım.

"Üşüdün mü sen de?" diye sordum kollarımı iki yana açarken. Koluma astığım hırka yere düştü. Bana oldukça bol olan tişört, rüzgârın etkisiyle flama gibi uçuşmaya başladı. "Anneler hep üşür mü?"

Karan'ın yarasının üzerine bastırdığım yaradan akan kan, onun damarlarına zehrini sızdırıyordu. "Seni haklı çıkaracak sebepler aradım ben hep," diye fısıldadım rüzgâr saçlarımı arkaya doğru iterken. Gözlerimi yumdum. "Anneler haklı falan değiller."

"Değiller."

"Işık Çakıl, olur da Dilek Karakuyu'yu görürsen, onun gözlerine iyi bak!" diye bağırdım aniden. "Sana oğlunun son hâlini gösterecek." Karan'ın nefesini ensemde hissettim, başımı biraz daha havaya kaldırdım ve gökyüzüne baktım. "Ama o, senin gözlerinde benim son hâlimi göremeyecek."

"Şşh." Karan'ın kollarını belimde hissettim. Beni belimden kavradı ve sıkıca sardı. Kolları bir ağacın dalları gibiydi, tüm köklerini bedenime dolarken, beni bırakmayacak tek insanın o olduğuna beni ölesiye inandırmıştı.

"Ayakları üşüdü mü annenin?" diye sordum sesim titrerken.

"Üşümedi."

"Benim annemin ayakları buz gibiydi."

Karan beni aniden sertçe kendine doğru çevirdi, saçlarım onun yüzüne çarptı ve rüzgâr ters yöne eserek saçlarımı onun yüzünün etrafında uçuşturmaya başladı. Kollarımı sıkıca tutarak beni sarstı. "Benim annemin ayakları parçalanmıştı, üşüyemezdi!" diye bağırdı bir anda. Gözlerinin içine yayılan ifade o kadar yakıcıydı ki, içime onun ateşi bulaştı.

Dudaklarım aralandı, tekrar kapandı ve tekrar aralandı. Bakışlarıma bulaşan intiharın ucundan idam ipleri sarktı. Kara gözler bana öyle bir bakıyordu ki, sırtımı geriye doğru meylettirmeyi ve kendimi o uçurumdan aşağı bırakmayı düşündüm.

Cennetin üstünde durmuş bir melek, yanan şeytana ağlıyordu.

"Karan..."

"Biri dondu, biri yandı!" dedi Karan beni bir kez daha sarsarken. "Öldü Asi!" diye bağırdığında şok içinde ona bakıyordum. "Senin annen o gece öldü! Kabullen! Mızmızlanma! Öldü!"

"Karan..."

"Ağla. İçin içinden çıkana dek ağla. Ağla!"

"Karan."

Beni bir kez daha sarsarken gözleri bambaşka bakıyordu.

"Yaranı yarama bastır, beni de kanat, kanat bizi ama ağla!" Artık gerçekten deli gibi bağırıp beni sarsıyordu. "Parça parça ağlayıp susma. Bağır, çığlık at, kus, ağla!"

"Canım acıyor!" diye çığlık attım. "Karan!" Gözlerimden boşalmaya başlayan yaşlar görüş alanımı puslandırırken sarsıla sarsıla ağlıyordum. "Çok acıyor Karan!"

Bastıran sağanak yağmur üstümüze yağmaya başladığında dalgaların kayalıklara çarparken çıkarttığı sesi dinlemeye çalıştım ama hıçkırıklarım galip geldi bu savaştan. Aynı anda dizlerimizin üstüne çöktük, elleri dirseklerimin altındaydı hâlâ. Beni bir kez daha sarsarken gözlerinin kıpkırmızı olduğunu görmüştüm. Yağmurun suyu onun siyah saçlarını öyle bir ıslattı ki, artık daha karanlıktı o saç telleri. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladım, dişlerini sıktığını görebiliyordum.

Bana, yanan evinin içinde küçük kızı kilitli kalmış bir adamın yanan evin penceresinden içeri baktığı gibi baktı.

"Canım adam," dedim hıçkırıklarımın acısından.

Ellerini kolum boyunca kaydırdı ve yukarı çıkarıp yüzümü avuçlarının arasına aldı. Acı çikolata kokan avuçlarına toprağın nefesi çökmüştü. Başını yavaşça sol omzuna doğru yatırdı, sıktığı dişlerinin oluşturduğu çukurlara gömdü sancımı.

"Merve," dedi hiç ummadığım anda. Gözlerim irileşirken yaşlar yanaklarıma patır patır dökülüyordu. "Seni içim içimden çıkana dek çok seviyorum."

Durdu, zaman durdu, ölüm durdu, yaşam durdu, nabzım durdu.

"Seni içim içimden yok olacak kadar çok seviyorum," diye fısıldadı bu kez, sesinin etrafında kalbinin atarken çıkardığı nabız sesleri vardı.

Yağmur damlaları sicimle yüzünden iniyordu. Gözlerimin içine ektiği o his kalbimde alev alırken dudaklarım aralandı. Kapısı kırıldı cennetin, şeytanlar içeri aktı. Karan dudaklarını dudaklarıma mühürledi. Nefesim onun dudaklarından içeri kaydı, içine aktı, soluğuna karıştı. Dudaklarım dudaklarına tutundu. Güçsüz bir öpücüktü ama aslında en güçlüsüydü. Dudakları dudaklarımı önce zarifçe yakalamış olsa da öpüşü sertleşti, tüm hissettikleri bir ateş topu oldu ve dudaklarının üstüne kondu. Beni yakmaya başladı.

Kalbim aynı anda hem duracakmış gibi hızlı çarpıyor hem de çoktan durmuş gibi hareketsizce göğsümün içinde asılı duruyordu. Dudaklarımda tuzlu, sıcak bir ıslaklık hissettiğimde geri çekilmeye çalıştım ama beni daha çok kendine çekti.

"Sakın bakma," diye fısıldadı çatlak bir sesle ağzımın içine doğru.

"İçim içimden çıkana dek," diye fısıldadım yalnızca. Anlasın istedim. Devamını getiremedim. Onu öptüm. Kana kana öptüm. Yana yana öptüm. Yıkıla yıkıla, yıka yıka öptüm. Kanattım, yaktım, yıktım. "İçim içimden yok olacak kadar." Elim yüzüne kaydı. Yağmurun ıslattığı yüzünü yavaşça sevdim, avucuma o ılıklık geldiğinde kalbim iki büklüm oldu ama sesimi çıkaramadım. O benim göğsümün okyanusuna saplanmış bir gemiydi, demiri kalbime atmıştı. İçime batmıştı.

İçimde batmıştı.

Acılar vardı. Rakım gittikçe yükselirdi, körelirdi sancılar ve yeni bir kanser yayılırdı artan rakımın kavislerinde. Patlamaya hazır bir volkanın ağzı gibi açlıkla açılırdı göğüs kafesinin kemikten kapıları. Dökülen lav kalbinden akardı, bilirdin, ölen birinin önce sesi unutulurdu. Unutmayacağım tek bir ses vardı, az önce bana bir gerçeği fısıldamıştı. Fısıldamamıştı. Bağırmıştı.

Kurşun gibi yağdı tenimize yağmur.

Delik deşik ettiği yerlerde açılan yaralardan hissettiğimiz her şey dışarı döküldü. Korkmadım bu kez. Kendimi olabildiğince açtım ona. Ben güçlüydüm. Yaşanan ne olursa olsun, gücüm kederimden beslenecekti ve ben yeniden ayağa kalktığımda artık çok daha sağlam atacaktım adımlarımı. Biliyordum. Şimdi acımı doyasıya yaşamalıydım. Onun dudaklarına karışan ılık ıslaklığı içtim.

Kana kana aldım yarasını, biraz daha kanattım.


🗝


Yaramın kabuğu kalktı.

Sıcak havanın tenime geçirdiği dişleri hissedebiliyordum. Sırtım terliydi. Uzun saçlarımın uçları lüle lüleydi. Annem külotlu çorabımı dizimden aşağı çekerken kafamı kaldırıp karşımdaki aynaya baktım. Gözlerim ağlamaktan küçücük kalmış, etrafı kıpkırmızı olmuştu. Akan burnumu elimin tersiyle sildim, hıçkırığımı yuttum.

"Acıyor mu çok?" diye sordu annem, sesi dalgın geliyordu. Taş çatlasın altı yaşındaydım, belki daha küçüktüm.

"Yok," dedim kısık bir sesle. "Acımıyor, neden acısın ki?"

"Acıdığı zaman acıdığını söyleyebilirsin Merve," dedi annem, zeytinyağına batırdığı pamuğu dizime yapışan külotlu çoraba sürtüp kanın emdiği çorabı rahatlattı.

Elimle gözümü ovuşturup, "Acımıyor," diye fısıldadım.

"Baban sana kızmadı, tamam mı?" dedi pamuğu kenara koyup ellerimi tutarak. "Bana kızdı, boşluğuna denk geldi sana bağırdı sadece."

"Ama o zaman neden vurdu ki?" diye sordum burnumu çekerek. Bana vurup beni yere düşürdüğünde dizlerim yere öyle sert çarpmıştı ki, kan içindeydi. Alışmıştım ama yine de anlam veremiyordum.

Annemin gözlerinde parlayan yansımama baktım. Gözlerinin içine kazılmış kuyularda yardım çığlıkları saklanıyordu. "Elleri kırılsın," diye fısıldadı. "Tamam mı?"

"I-ıh," dedim başımı iki yana sallayarak. "Deme öyle. Kırılmasın elleri."

Annem gözlerini gözlerimden ayırırken, "Sen çok mu seviyorsun babanı?" diye sordu, sesi kısık geliyordu.

Kafamı hızlıca salladım. "Çok seviyorum."

Ellerimi tuttu ve kafasını kaldırıp bana baktı. "O da seni çok seviyormuş, biliyor musun?"

Bir an buna inanmak istedim. "Gerçekten mi?" diye sordum kocaman olmuş yaşlı gözlerle.

"Gerçekten."

"Sen seviyor musun peki beni?" diye sordum saf saf.

"Çok seviyorum." Avuçlarımın içini açtı ve çizgilerin üstünde parmaklarını gezdirdi. Her daim kalbimin içinde taşıdığım o korku bir anlığına geri çekildi ve yerini mutluluğa bıraktı. "Canımdan çok seviyorum hem de."

"Ben de seni çok seviyorum!" Kollarımı onun boynuna doladım. Bu ona ilk seni seviyorum deyişimdi, bu onun bana ilk kez canından kopa kopa seni seviyorum deyişiydi. Beni ilk kez canından çok sevişiydi. Sonrasında beni canından çok sevmediğini anlamıştım. Bu canımı eziyordu.

O gece yastığıma sarılıp, dizimdeki acıyı unutup gülümseyerek bir uykuya dalmıştım; o geceden sonra daldığım tüm uykular o yastığa dökemediğim gözyaşlarımın gölgesiyle ıslandı.

Gözlerimi açtığımda oda karanlıktı.

"Beni canından çok sevdin demek," diye fısıldadım gözlerimi karanlık tavana dikerek. O evde olmadığımı biliyordum. Aracın içindeyken Karan ile hiç konuşamamıştık, o kadar tuhaf hissediyordum ki onun yüzüne bile bakamamıştım ve gözlerimi sıkıca yumup kendimi zorla uyutmuştum. Uyandığımda burada, onun evinde, onun odasındaydım.

Açık pencereden içeri giren soğuğu hissedebiliyordum. Gözlerim hareket etti ve karanlıkta, camın hemen önünde bir nokta şeklinde yanan sigara ateşini gördüm. Karan'ın gölgesi pencerenin önüne devrilmişti.

Ne diyeceğimi hiç bilmiyordum.

Seni içim içimden çıkana dek çok seviyorum.

Seni içim içimden yok olacak kadar çok seviyorum.

Yutkunup yatakta küçücük oldum. O da hiçbir şey söyleyemiyordu. Sanki ikimiz de birbirimize susturulmuştuk. Acaba benim düşündüğüm şeyi mi düşünüyordu? Kalbim sıkıştı. Yataktan yavaşça doğrularak kalktığımda bakışlarının üzerime döndüğünü hissettim ama içerisi o kadar karanlıktı ki onu seçemiyordum. Sokak lambasının içeri sızan ışığı oldukça cansızdı, havuzun ışıkları kapalı olsa gerekti. Başımda inanılmaz bir ağrı vardı.

Saatin hareketlerini duyuyordum, zaman akıp gidiyordu.

Sigarayı söndürdüğünü fark ettim. Odadan çıktı. Ayağa kalktım ve çıplak ayaklarımı zemine bastım. Çoraplarımı o çıkartmış olmalıydı. Parmaklarım buz gibiydi. Odadan çıktım ve mutfağa indim. Ev, tıpkı bir mezar kadar boştu. Sanki bir labirentin içinde geziyormuşum gibi hissetmiştim. Karan mutfaktaydı. İçeri girdiğimi fark etti ama sırtı bana dönük olduğu için ifadesini tam olarak seçemedim. Mutfak çok aydınlık değildi ama onun odası kadar karanlık olduğu da söylenemezdi. Tezgâhta duran sürahiyi aldı ve avuçlarının arasında duran bardağın içini suyla doldurdu. Bana bardağı uzattığında karşı koymadım, uzattığı su dolu bardağı elime aldım.

Ölümün diri nefesini, kaburgalarımın içinde, kemiklerimden yapılma parmaklıkların etrafında hissediyordum. Kalbim ölmek üzere olan bir gülün rengini kaybeden yaprakları kadar solgundu. Tam şu an Karan eline bir bıçak alıp beni kesse, kanlar içinde ona bakarken bile onu haklı çıkaracak sebepler bulabilirdim. O kadar çok kırılmıştım ki, parmaklarımın arasında duran içi su dolu bardağı sıkıca kavradım.

"Bir yudum al küçücüğüm," diye fısıldadı. Sesi karanlığın içinde saklanan bir gayyakuyusuydu.

Bardağı daha sıkı kavradım. Gözlerimi kaldırıp ona bakamıyordum ama şu an hemen çaprazımızda duran masanın üzerindeki bıçağı alıp göğsüme saplamasını deli gibi istiyordum. Kalbimin damarlarını kesen bu acıya anlam veremiyordum. Kalbimin damarları, kalbimi eshelediyordu. Karan büyük ellerini omuzlarımın üzerine koyduğunda irkildim, bakışlarımı yavaşça kaldırıp ona baktığımda, pencereden içeri sokak lambasının turuncu ışığı giriyordu. Şakaklarıma değen bir damla ağrının, tıpkı okyanusa düşmüş bir mürekkep damlası gibi hızla yayılıp tüm zihnimi kaplayacağını nereden bilebilirdim ki? Düşüncelerim ağrıyordu.

"Yaran bir gün kapanacak," dedi kuru bir sesle. "Ama o iz hep kalacak." Hiçbir şey diyemedim. Esmer teninin üzerine dikilen asman karanlık bir geceydi.

"Şu an yaranın nasıl kaşındığını biliyorum," dedi tekrardan konuştuğunda. Doğrudan gözlerimin içine, sanki benim içime bakıyordu. "Ama kaşırsan tekrar kanatırsın."

Gözlerim bomboş bir şekilde onun gayya kuyusuna benzettiğim sesinin dibine bir raufedikmiş oturuyordu.

"Canın kanasın istemiyorum." Su bardağını daha sıkı kavradım. "Bir gün yara kapanıp bir ize dönüştüğünde, izin yine aynı vakitlerde sık sık kaşınacak." Parmaklarını çıplak omzumun topraklarına gömmek ister gibi etime bastırdı. "İşte o zaman Asi, o izi ne kadar kaşırsan kaşı, kanatamayacaksın."

"Anlamıyorsun, canım adam," diyebildim sonunda konuştuğumda. "Sen benim canım değil misin? Nasıl anlamazsın? Benim canım şu an zaten kanlar içinde."

"O zaman daha fazla kanatma beni, kız çocuğu."

Elimdeki su bardağı, ne kadar sıkı tutarsam tutayım, avuçlarımdan su gibi kayıp yere düştü ve saniyeler içinde parçalandı; içindeki su yere döküldü ve cam kırıkları suyun içinde yüzmeye başladı. "En azından göğsümde kanıyorsun," diye fısıldadım kollarının arasına girerken. "Benimle kanıyorsun." Yüzümü hemen boynunun girintisine gömdüm. Canım yanıyordu. Yani o da mı yanıyordu? Kollarını bedenime sarıp, beni kendine öyle sert çekti ki, nefesim acımın beşiğinde parçalandı. Ben birkaç saniye soluk alamadım ama Karan soluk soluğaydı. Demini yaşayan gözlerimin evine çökmeye başlayan karanlık sular tekrar dalgalandığında, onun şah damarına en yakın yerde ağlamaktan başka çarem olmadığını biliyordum.

Bu adam, ötenazi dilenen ruhumun yurduydu. Bu adam benim sığınağım, bu dünyadaki Me'vâ'ydı.

"Seni benden başka kimse anlayamaz," diye fısıldadı. "Beni senden başka kimse anlayamaz."

Haklıydı.

Babam konusunda hiç konuşmuyorduk. Hâlâ ortalarda yoktu, nereye kaybolduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ve düşünmek istemiyordum. Gözlerimi kaldırıp Karan'a baktığım an göz göze geldik, kalbim tuhaf bir ritim eşliğinde çarpmaya başladığında ikimiz de gözlerimizi aynı anda birbirimizden kaçırdık. Yerdeki cam kırıklarını önemsemedik.

"İstediğin her şeyi yapabiliriz," dedi hiç beklemediğim bir anda. "Nereye istersen oraya gidebiliriz. Ne istiyorsan o olur. İstersen bütün gece susabilir, karanlığı izleyebiliriz. İstersen ablanın yanına gidebilir, diğerlerine katılabiliriz."

İçimden hiçbir şey gelmiyordu ama kalbimi güm güm attıran o itirafından sonra onunla aynı yerde durmak acıma ihanetmiş gibi geliyordu. Gözlerimi ona dokundurmadan, "Bedirhan sahile gitmek istediğini söylemişti," dedim, sesim o kadar ağırdı ki, kendi sesimin altında ezilsem tüm kemiklerim kırılabilirdi.

"O halde hep beraber sahilde buluşabiliriz. Onu ararım."

"Evet," diye fısıldadım. "Öyle olabilir."

Karan bana kendine ait bir kazak vermişti. Ayakkabılarım biraz nemliydi ama sorun etmemiştim. Evden çıktığımızda Karan ve Bedirhan çoktan haberleşmişti. Sahilde, kayalıklara yakın bir yerde buluşmayı planlıyorduk. Ne dayımdan ne de diğerlerinden bir haber vardı, evimize gelip giden bile olmamıştı. Araba ne zaman çalışsa ve sokak lambalarının ışıkları arabanın içine doluşsa kafamda hep aynı şeyler dönmeye başlıyordu. Benim annem intihar etmişti. Neden diye sorma hakkım bile yoktu. Sadece intihar etmişti. Artık yoktu.

O artık yoktu.

Boğaziçi'nin önünde durduğumuzda Karan'ın gözleri beni yakaladı. Bakışlarına bulaşan beklentiyi gördüğümde kalbime çöken ağırlığın haddi hesabı yoktu. İleride, kayalıklara yakın yerde bizimkileri görebilmiştim. Defne kollarını göğsünün üstünde bağlamış, kayalıkların önüne dikilmişti ve rüzgâr onun açık renk saçlarını geriye doğru savuruyordu. Görüntüsü kalbimi bulandırdı. Arabadan inip onların yanına yürüyünceye kadar konuşmadık. Bizi ilk gören Bedirhan oldu.

"Geldiler," dedi oturduğu yerden kalkıp sigarayı yere atarken.

Sergen, "Abi," dedi Karan'a selam vererek. Bakışları bana döndü, başını yavaşça salladı. Ona aynı şekilde karşılık verirken oldukça cansızdım.

"Burası soğuk," dedi Billur bana yönelip beni kollarının arasına çekerken. "Üşüyor musun?"

İrkildim. Billur da bir an için irkilip geri çekildi ve temkinli gözlerle yüzümü inceledi. Bir süre ne zaman soğuktan ve üşümekten bahsedilse bu şey mi gelecekti yani aklıma? Peki Karan bana her Çakıltaşı dediğinde bunu hatırlıyor muydu? Bu, zamanla geçecek bir şey miydi? İnanası gelmiyordu insanın. Kızıl saçlarını sıkıca toplamıştı, dövmelerini örten kazağının omzu açıktı. Kayalıklara doğru yürüdük, Bedirhan'ın gözlerini üzerimde hissedebiliyordum.

Defne benim geldiğimi bile fark etmemişti. Denize saldığı köklerinden akan zehrin rengini görebiliyordum. Ona doğru yürüdüm, ifadesizliğimi yüzümde tıpkı bir cam gibi parçalamak istedim ama başaramadım. Elimi omzuna koyduğum an öyle bir irkildi ki, kayıp denize düşecek sandım ve onu sıkıca kavrayıp kendime doğru çektim. "Benim," dedim panikle. "Yalnızca benim."

"Yalnızca biziz." Bu sesi duyduğumda irkildim. Onun can çekişen sesini duymayalı kaç gün olmuştu? Diğer Merve'nin enkazın içinden yara bere içindeki elini dışarı uzattığını gördüm.

"Merve." Ablam bana inanamayan gözlerle baktı, kirpikleri öylesine ıslaktı ki, gözlerindeki tavanın durmaksızın aktığını anlamıştım.

"Evet, buradayım."

Bana sıkıca sarıldı. Gözlerim denize daldı ama ona karşılık verdim bu kez. Ellerimi sırtına eğreti bir biçimde koyarken o yüzünü boynuma gömmüştü bile. "Babam eve bir kez olsun uğramadı," diye fısıldadı, herkesten sakladığı sırrı kulağıma dokundurur gibi.

"Biliyorum."

"Umarım bir yerde ölüp kalmıştır."

"Umarım," dedim kendimi tutamayarak. Sesim öylesine ruhsuz yükselmişti ki Defne'nin kollarımda ürperdiğini hissettim.

"Belki de o kadını da alıp kaçıp gitmiştir," dedi, buna kendini inandırmışa benziyordu. Sessiz kaldım. Her nedense öyle olmadığını biliyordum. "İş yerine de hiç uğramamış."

"Bunları düşünmek için çok erken," diye fısıldadım sırtını sıvazlayarak. "Lütfen."

"Bunu kabullenmek istemiyorum ama sanki gözyaşlarım kuruyormuş gibi hissediyorum. İçimde dizginleyemediğim bir ağrı, inanılmaz büyük bir yer kaplayan insafsız bir acı var ama artık ağlayacak hâli kendimde bulamıyorum. Gözlerim acıyor, zihnim acıyor, kalbim acıyor. Ruhum acıyor."

"Bunları kusman iyi," diyebildim.

"Çok korktum Merve," diye fısıldadı. "Bir daha benimle konuşmamandan çok korktum. Tamamen kendini kapatmandan ölesiye korktum ben. Çok korkunç bir geceydi."

Cevap vermedim. Evet, o gece dudaklarıma vurduğum kilidi açmıştım ama o geceden farklı hissetmiyordum. Eğer o koridora gidip, o ipi biraz daha izlesem delirebilirdim. Yine de tüm bunları ona belli etmemeye özen gösterdim. Çekilen tepkilerimin karaya vurmasını sağlamalıydım, kuruyan bir göl kadar bomboş hissetsem de dibimde hâlâ kaynamakta olan bir çukur vardı.

"Memesiz," diye fısıldadı arkamdan nahif bir ses. "Benimle biraz yürür müsün?"

Ona baktım. Bedirhan bana bakıyordu. Yavaşça Defne'den ayrıldım ve Karan'ın bakışları eşliğinde Bedirhan'ın yanına gittim. Birlikte yürümeye başladık, gözlerim arada arkama kayıyordu. Sergen, Defne'nin yanındaydı; ona elindeki fincanı uzatıyordu. Muhtemelen kafeden onun için kahve almıştı, fincanın içinden sıcacık dumanlar yükseliyordu. Attığım her adımda zincirlerim ayaklarıma dolanıyormuş gibi hissediyordum. Biraz daha ilerlediğimizde, sokak lambalarının azaldığı, denizin çok daha koyu bir çarşaf şeklinde uzandığı, dalgaların küçük darbelerle kayalıklara yalnızca dokunup geri çekildiği bir köşeye geldik. Denizin üstünde yakamoz ağlıyordu.

"Nasılsın demeyeceğim Merve." Başımı salladım. "Şuraya oturalım mı, çepiç?" diye sordu, cevap vermeden gösterdiği yere oturdum ve bakışlarımı denizin yüzeyinde parlayan ışıkların üstüne sabitledim. Yanıma çöktü, bacakları çok uzun olduğu için oturmakta güçlük çekmişti. İç cebinden sigara paketini çıkarttıktan sonra bir dal sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi ve çakmağın ucundan fırlayan ateşle sigarasını tutuşturdu.

"Sigara kokusunu sevmediğini düşünmüştüm hep," dedim, cansızdım.

Güldü, gülüşü alaycıydı.

"Biliyor musun?" diye sorduğunda göz ucuyla ona baktım. "Sen benim gördüğüm en güçlü kadınsın."

Cevap veremedim.

"Yalnızca üç gün geçtiği hâlde şu an buradasın Merve." Bakışlarını benden ayırdı ve sigarasından bir duman alıp, aldığı dumanı ağır ağır geri bıraktı. "Dünyada tırnağı kırıldığı için günlerce ağlayan kadınlar var," dedi kuru bir sesle. "Bir de senin gibiler."

Benim gibiler.

Gözleri satırlarımı takip edenlerden mi bahsediyordu?

"Nasıl bir konuşma yapmam gerektiğini bilmiyorum. Billur'dan öğrendiğim kadarıyla dünyalar tatlısı bir kadınmış."

"Ben acısını tattım, tatlısından bihaberim."

Hüzünlü bir ses çıkararak güldü, başımı salladım ve buruk bir tebessüm yürüdü dudaklarımın kaldırımlarında. Aslında gülmemiştim, alaya batırılmış bir kederdi dudaklarıma kancalarla astığım kavisler.

"Biliyor musun, annemi görmeyeli neredeyse beş yıl olacak."

Duraksayıp ona baktım. Bana kalbini açtığını fark ettim.

"Bundan yaklaşık beş yıl önce Şanlıurfa'da yaşıyordum," dedi sigarasından bir duman daha alarak. "Halfeti'de."

Siyah güllerden bahsettiği gün dün gibi aklımdaydı. Sessizce onu dinlemeye devam ettim.

"Evet," dedi sanki zihnimi okumuş gibi. "Güllerle ilgileniyordum."

"Şüphelenmiştim."

Güldü. Sigarasının külünü silkti. "Bir evin en küçük çocuğuydum; bir abim, bir de ablam vardı. Halfeti'nin en tanınan, sevilip sayılan ailelerinden biriydik biz." Sigarasından bir duman daha aldı. Dalgaların yarattığı küçük köpükler kayalıklarda kabardı. "Ben birini çok sevdim çepiç. Çok sevdalandım," dedi düşünceli bir sesle. Gözleri daldı gitti. "Öyle bir sevda ki, yok böyle bir sevda." Kaşlarım çatıldı. "Halfeti'nin en güzel kızıydı. İlkokuldan beri tanışıklığımız vardı. Ben sandım ki sever beni. Benim onu sevdiğim gibi sever. Benim ona baktığım gözle bakar, o da yanar bana, benim ona yandığım gibi."

"Bedirhan..."

"Bitti lise. Bir gün çıktı geldi abim, dedi ki ben sevdalandım birine. Alın onu bana yoksa yaşayamam, ölürüm. Abim benim her zaman idolümdü, onun gibi olmak istedim hep." Yutkundu. "Kimlerdendir nedir ne değildir anlatmış hepsini babama. Ben ne bileyim, dinlemedim o kadarını. Haber saldılar kızın ailesine. Kızın da abimde gönlü varmış zaten." Sigarasından bir duman daha aldı. "Aldık çikolatayı, çiçeği, kızı verirlerse kesilecek olan kurbanı, tuttuk yolu. Kalbimde şu kadarcık merak, şu kadarcık şüphe mi vardı? Yoktu işte. Araba evlerinin önünde durduğunda kalbime kurt düştü. Dedim ki, Bedirhan saçmalama, ablasınadır kesin. Ablası vardı çünkü. Hatta sevindim bile. Dedim ki onlar da kardeş bizim gibi. Eve girdik. Onu gördüm. Elleri tir tir titriyordu biliyor musun heyecandan? Abime bakamıyordu, öyle utanıyordu ama öyle de heyecanlıydı. Babasının duvara astığı tüfeği alıp beni kalbimden vursa bu kadar yakmazdı canımı. Ölürdüm, biterdi. O evin dibine gömdüler beni o gece. Sözleri kesildi, o kurdeleyi kesen makas benim bütün damarlarımı kesti. Sustum. Abimin mutluluğunu izledim, sevdiğim kızın heyecanını izledim. Aylar birbirini kovaladı, bir ateşin içine düştüm, aylarca yandım sesimi çıkarmadım."

Kalbimin üstüne bir örtü atılmış gibi hissediyordum tam şu anda. Onun bir hikâyesi olduğunu biliyordum ama bu karakterin altından böyle bir hikâye çıkacağını hiç düşünememiştim.

"İnsan öleceği gün, öleceğini hissedermiş, biliyor musun?" Sigarasından bir duman daha aldı. "Öleceğim günü hissettim. Düğün günleri geldi çattı. Abim damat tıraşına gitti, dedi ki bu atla onu evden sen alacaksın, sen benim biraderimsin, kanımsın, canımsın. O da senin yengendir. O ata onu bindirdiğim ânı hatırlıyorum. Sanki bizim düğünümüzdü. Duvağının üstüne kırmızı işlemeli örtü atmışlardı, gözümün içine öyle bir baktı ki, dedim ben... Tamam, dedim, bu gece öleceğim."

Dalgalar bir kez daha kayalıkları dövdü ama kuvvetli değildi. Sigarasının külü Bedirhan silkmeden kendiliğinden yere döküldü.

"Atın üstünde getirdim onu evin bahçesine. Davullar zurnalar çalıyor, herkes dökülen şerbetleri içiyor, kaynayan yemekleri tadıyor. Orası düğün yeri ama sanki benim cenazem kalkıyor. Dedi ki, Bedirhan inemem ben bu atın üstünden. Tuttum kucağımda indirdim onu. Nefsim biraz kabarmadı ona, Allah şahittir. Abimindi artık o, biliyordum ama içim de yanıyordu işte. Akşamı oldu, eğlence başladı. Abim beni zorla kaldırdı, zorla oynattı. Onu gördüm nikâh kıyıldıktan sonra, nasıl oynuyor, nasıl mutlu... Havaya arka arkaya sıkıyorlar kurşunları. O kurşunların kovanları sanki kalbimin içinde doluyor."

Burnumu çektiğimde gülümsedi, sonra gülüşü yüzünde dondu, yavaşça eridi ve soldu.

"Durmadan patladı silahlar. İçime doluşan kederin üstüne korku çökmeye başladı. Bir patladı, iki patladı, üç patladı, her patlamanın eşiğinde onun çığlığı yankılandı. Abimin bembeyaz gömleği kanın hain kızılına boyandı. Gözlerimin önünde üç kurşun yedi, üçü de sanırsın benim kalbime girdi. Vurdular abimi. Belki kaza, belki bilinçli, bilmiyorum. Yığıldı kaldı. Cenaze yerim demiştim ya oraya, yok be. Abimin mezarı oldu orası. Önümde, gözümün içine bakarak yere dizlerinin üzerine düştü. Her şey dondu. Yüreğimdeki sevda dondu. Ben dondum. Bedirhan orada kaldı. Ben ondan koptum. Abimin ölümünü kabullenmek zordu başta. Sonra... Bir gün babam çağırdı beni. Dedi ki... Abinin karısıyla evlenmek zorundasın. Çünkü... Töredir bu. Kaçış yolu yok. Ulan köpek gibi âşık olduğum kadınla evlenmek zorunda kalacağım ama abim ulan... Abim." Dişlerini sıktı. "Onun hıçkıra hıçkıra ağladığını duydum diğer odadan. Günlerce ağladı, haftalarca. Nasıl koynuma alırdım onu ben? Nasıl karım yapardım? Tek çarem bu adama dönüşmek ve kendimi reddettirip buralara göçmekti. Arkamda abimin mezarını, bacımı, anamı, babamı ve Nazar'ımı bıraktım. En zoru da Bedirhan'ı da orada bırakmak oldu."

Boğazım düğüm düğüm olmuş ona baktığımda, gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm ama ağlamadı. Dişlerini sıktı, sigarasını içti, denizi izledi. "Ben bir daha sevdalanmam sandım."

"Hım?"

Gözlerini bana çevirdi, ardından hemen arkama baktı. Baktığı yere baktığımda hemen ileride Billur'un Karan ile ayakta bir şeyler konuştuğunu gördüm. Bedirhan derin bir nefes aldı. "Halfeti'nin kara gülünden sonra İzmir'in kırmızı gülünün dikeni elime batacakmış meğer. Bilemedim."

Gözlerim yanmaya başladı ama hiçbir şey söylemedim. Bedirhan'a sokuldum, belki bunu ilk kez yapacaktım ama yapmayı kendim istedim. Ona sıkıca sarıldığımda hiç düşünmeden bana karşılık verdi. Kollarını sırtıma doladı ve başını kafamın üstüne koyup, "Böyle işte kız memesiz," dedi düşünceli bir sesle. "Onun Bayır Gülü'nün hikâyesi de bu işte."

"Üzgünüm," diye fısıldadım, gözlerime biber sürmüşler gibi yanıyordu.

"Sen neden üzgünsün ki, güzelim?" Geri çekilip gözlerimin içine baktı ve parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı yere attı. "Az daha yakacaktım saçını."

"Üzgünüm işte."

"Serseri," dedi gülerek. "Karan'ın kıymetini bil Merve. Ciddiyim. Bir daha hiçbir adam onun sana baktığı gibi bakamaz gözlerine. Ki o da buna izin vermez zaten."

"Biliyorum," diye itiraf ettim, kalbim biraz olsun ılınmıştı.

"Biliyorsun en azından. Ama görmen de gerekiyor. Başındaki babanın baba olmadığını ikimiz de biliyoruz. Bakma bana öyle, dost acı söyler. Annenin acısı ciğerini deşip duracak, bunun kaçışı yok ama sen yirmi yaşında bir kız için oldukça güçlüsün, bunu aklından çıkarma. Şu hayatta yapayalnız olduğun zamanlar olmuştur, bilirim ama artık Karan var."

Başımı salladım.

"Onun için de sen varsın. İkinizin de birbirinize ne denli ihtiyaç duyduğunu görebiliyorum ben. Sizin sonunuz güzel olsun diye dua ediyorum. Bu kadar acı çekiyorsanız, güzel bir sonu hak ediyorsunuz demektir. Allah'tan ümidini kesme. Allah'tan ümidini kesen, pusulasını da kaybeder."

Ona dolmaya başlayan gözlerle baktığımda, "Benim yanımda ağlama, bak yemin ediyorum ömür boyu dalga geçerim seninle," dedi gayet ciddi bir tavırla. "İğrenç esprilerime konu olursun. Bak yaparım..."

"Bedirhan siz benim hayatıma girmeseydiniz aynı ip şu an benim de boynumda olabilirdi," dedim hiç düşünmeden. Bedirhan durdu.

"Defne sensiz yolunu kaybeder," dedi ciddi bir sesle. "Karan sensiz ölür. Defne'yi yolunu kaybettiren bir de sen olma. Karan'ı öldüren bir de sen olma."

Sessizce ona baktım. Haklıydı.


🗝


Zaman kavramından oldukça uzak bir yerde olduğumu fark ettim.

Son bir haftadır tepkisizlik kanıma işlemişti. Yaptığım tek şey Karan'ın itirafının sessiz gölgesinin altında, onun kollarında yarım yamalak uykular uyumak, zorla da olsa sıvı gıdalarla beslenmek ve Defne ile bağlarımızı biraz olsun güçlendirmeye çalışmaktı. Bedirhan ve Billur artık Bedirhan'ın evinde kalıyordu ama ben hâlâ Defne ile birlikte orada, o evdeydim. Karan da beni yalnız bırakmıyordu. Belki de içimi kanatıp duran o evin ta kendisiydi. Karan'ın darp ettiği Ahmet Hoca başsağlığı dilemek için eve gelmişti, elindeki sargıları görmemek için dışarı çıkmamıştım ama Karan'ın ona ne kadar sert davrandığını kulaklarımla duymuştum. Hatta durumum öyle içler acısıydı ki, Damla bile hastaneden çıktığında bana başsağlığı dilediği bir mesaj göndermişti. Kızı hastanelik eden bendim oysa.

Araba pürüzsüz yolun üzerinde su gibi akıp gidiyordu. Sarı, turuncu sokak lambaları yolun kenarına peşi sıra dizilmişti. Tırnaklarımı kot pantolonumun bağlarında gezdirirken ona baktım. Karanlık arabanın içine bir girip bir kaybolan turuncumsu ışık yüzünü bir aydınlığa boğuyor, bir karanlığa teslim ediyordu.

"Karan," diye fısıldadım, sesim cılızdı.

"Küçücüğüm." Bana değil, doğrudan yola bakıyordu. Gözlerim yüzünde dolaştı ve hiçbir şey söylemeden endişeyle kavrulan bakışlarımı camdan dışarı çevirdim. Kotumun üzerinde duran elimin üzerine elini koydu. Bakışlarım tekrar ona yönelirken, "Tüm korkuların benim sürdüğüm arabanın tekerleğinin altında kesilip ezilmeye mahkûm," dedi tıpkı bir baba gibi güven verici bir sesle. "Şimdi, dik dur. Benim asi kızıma bu yakışır."

Sessiz kaldım. Onunla bana söylediği şey hakkında konuşmak istiyordum ama utanıyordum. Yüzünün güzelliğini bir yakıp bir söndüren sokak ışıkları, kara gözlerinin üzerine dikilmiş bir mezar taşını anımsatan kirpiklerine yansırken, elini elimin üstünden çekmedi ve belini bükerek diğer elini vitese uzatıp, vites değiştirdi.

Elimi geriye çekmeye çalıştığımda elimi daha sıkı kavradı. Yutkundum. Yuttuğum tükürüğüm değildi de, içi anı dolu bir avuç kandı sanki.

"Gitmek istersen, gitmek istediğin yere götürürüm seni," dedi gözlerini yoldan çekmeden. Işıklar bir kez daha yüzünü aydınlattı, ardından karanlık yine o güzel yüzünün göğüne çöktü. "Kalmak istersen, seninle kalırım."

"Gidecek yerim yoksa peki?" diye sordum parmaklarını sıkıca kavrarken.

"Yaratırım."

Sevildiğini hissettiğin yer cehennem bile olsa orada çiçek yetiştirebilirdin. Göğsümü kavuran tüm yangınlara, dallarımı kökleyen tüm fırtınalara rağmen bana bunu bu adam öğretmişti. Ben annesinin cansız bedenini koridorun ortasında asılı bulan o kızdım. Ellerimle ısıtmaya çalıştığım buz gibi ayaklara kalbimin damarlarından çoraplar örsem azdı.

Sevildiğini hissetmek çok başka bir olaydı. Cayır cayır yanan canının üstüne sular dökülüyordu. Tamam, ateş sönmüyordu ama kısa da olsa insan ferahlık hissini tadabiliyordu. Çevremde beni gerçekten seven insanların var olduğunu bilmek biraz olsun susturabilirdi belki içimdekileri.

"Sevilmek çok farklı bir şey," dedim kendimi tutamayarak. Bunu söylediğimde Billur'un, ablamın, Bedirhan'ın, Büşra'nın ve hatta Sergen'in bile yüzü gelmişti gözlerimin önüne.

"Seni benden başkası severse onun kalbini söker, köpeklere yediririm," dedi aniden. Gözlerim hızla ona kaydı, onun da kuzguni karası bakışları beni yakaladı. Sustum, sustu. Alfabe tutuştu aramızda. "Yani seni biri severse. Biri seni severse onun kalbini söker, köpeklere yediririm," diye çevirmeye çalıştı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Hıhım."

"He, öyle."

"Öyle," diye mırıldandım.

"Evet."

"Karan."

"Hım?"

"Beni anneme götürür müsün?" diye sordum kırık bir sesle.

Direksiyonu yavaşça kırarken, "Sen nereye istersen," dedi, sesi kuruydu.

Araba yön değiştirip, annemin mezarına giden yola girdi. Mezarlığa varana kadar radyoda çalan o şarkıyı dinlemiştim. Cem Adrian'a ait bir şarkıydı, şarkının adı Kanarım'dı. Her sözü kanımı durgun, ölü bir suya çevirmişti. Araç mezarlığa yakın bir yerde yavaşladığında kafamı kaldırıp etrafa baktım. Bomboştu. Geceleri mezarlığa gelmeyi severdim, bunu küçükken birçok kez yapmıştım. Ölüler beni diriler kadar korkutmuyordu. Karan arabayı park ettiğinde, "Şalım yok," dedim derin bir nefes vererek.

"Gece saçlarına örtü olsun o zaman."

Ona baktım, bana baktı. Gülümsedi, elimde olmadan tebessüm ettim.

İçimi burkan acının ne denli kuvvetli olduğunu bildiğini biliyordum. Kabul edemesem de bu adam benimle ilgili her şeyi bilen tek insandı. Araçtan inip karanlık kaldırımda yürüdüm, Karan elimi tutuyordu ve önümden yürüyordu. Mezarlığın kapısı açıktı, gözlerim bekçiyi aradı ama görünürlerde yoktu. Karanlığın örtü gibi örttüğü mezarların arasında yürürken, belirli aralıklarla dikilmiş olan lambaları seyrettim. Kısa boylu lambaların ışıkları çok kuvvetli değildi ama göz gözü görüyordu.

Annemin mezarının önüne geldiğimizde, Karan elimi bıraktı ama benden çok uzaklaşmadı. Hemen birkaç mezar ötede duruyor, boşluğu seyrediyordu. Mezarın hemen yanındaki boş mermere oturdum ve yüzüme düşen saç telini kulağımın arkasına sıkıştırdım. Annemin toprağı o kadar tazeydi ki, daha mezarı bile yapılmamıştı.

"Sonunda gelebildim, hım?" dedim sorar gibi. "Gözümün önüne kazınmış bir şey bu, silemiyorum." Fısıltımı Karan'ın duymasını istemiyordum ama duyduğunu biliyordum. "Bana bunu neden yaptın?"

Beklediğim gibi oldu. Annemin mezarı bana herhangi bir cevap vermedi, veremedi. Dili olsa bile konuşmazdı, annem her şeyi içinde yaşayan bir kadındı. "Toprak sıcaktır en azından anne," diye fısıldadım toprağını okşarken. "Ayakların ısındı mı biraz?"

Yine bir cevap alamadım. Isınmış olmasını umut ettim. Bana kırgın mıydı? Ona kırgın mıydım? Hiçbir fikrim yoktu. Düşüncelerimi buna kapatmıştım. Bir süre mezarın dibinde oyalandım, bir şeyler söyledim, bir şeyler söylemesini bekledim. Karşılık alamadığım her saniye ecelin alın yazımdan dökülen teri gibiydi. Bir ayak sesi duyduğumda kafamı kaldırdım ve o an gördüğüm şey, ciğerimde paket paket yanan bir sürü sigaranın söndürülmesinden daha acı verici bir his uyandırdı.

Babam karşımda duruyordu, beni burada bulmayı beklemediği her halinden belliydi. Gözlerinin etrafına yerleşen çizgiler gerildi, bakışlarının irileşmesine şahitlik ettim. Gözlerinin beyazı kızarmıştı, ağlamış mıydı yani?

"Merve?" diyebildi, sesinin enkazına adımın harfleri gömüldü.

Ellerimi toprağın içine daldırırken, "Senin burada ne işin var?" diye sordum, sesim buz gibiydi. Karan'ın bakışları anında babama döndü ama herhangi bir atakta bulunmadı.

"Kızım." Bana doğru bir adım attı. Temkinli bakan gözleri kısaca Karan'ı merceği altına aldı. Gözlerinde kısa süreli bir korku, panik havası görür gibi oldum ama kısa sürede toparladı ve sırtıma her daim buzdan bıçaklar saplayan o bakışlar yüzüme çevrildi.

"Uzak dur," dedim, sesim jiletin en keskin kıvrımı kadar parçalayıcı ve tehditkârdı. Suçlayıcı gözlerimi tıpkı sırtıma sapladığı buzdan bıçaklar gibi onun gözlerinin içine doğru yerleştirdim. "Onu sen öldürdün."

Babamın yüzündeki ifade sarsıldı. Buna inanmak istemiyor gibi başını iki yana salladı. Büyük elini alnına götürdü, yüzünü buruşturdu ve acı, yüzünün sokağında en belirgin lambasını yaktı. "Annemi sen öldürdün," dedim bir kez daha tüm bıçaklarımı ona doğrultarak. "Nasıl olur da buraya öylece, elini kolunu sallayarak gelebilirsin? Onun katili sensin." Avuçlarımı sıktım, yumruk yaptım ve tırnaklarımı avucumun içindeki ince deriye acımasızca sapladım.

"Deme böyle," dedi, sesi ağlayacak gibiydi. Gerçekten gözlerinin dolduğunu kendi gözlerimle gördüğümde, sırtıma sapladığı bıçaklardan bir tanesinin sırtımda bıraktığı iz sızladı.

"Yalan mı?" diye bağırdım. Karan bana doğru yürüdüğünde elimi kaldırıp onu durması konusunda uyardım. "Yaklaşma Karan. Hele o hiç yaklaşmasın. Sen benim annemin değil mezarına yaklaşmak, mezarının olduğu şehirde bile barınamazsın artık!"

Mehmet Karakuyu'nun gözlerine açılan çaresizlik çukurlarından yükselen çürük koku midemi bulandırıyordu. Ömrü boyunca o çukurların içinde bize ait parçaları kaynatmış, öldürdüğü parçalarımızdan leşler yaratmıştı. "Annem ölmedi," dedim gözyaşları gözlerime doluşurken. "Annem kendini öldürdü." Burnumu çektim. "Benim annemi sen öldürdün!"

Babam sendeledi. Ayakta zor duruyor gibi görünüyordu. Karan'ın sert bakışları babama yöneldi, babam oradaki mezarlardan birine tutundu ve gözyaşlarını sildi. "Defne nasıl?" diye sordu, sesindeki acıdan nefret ettiğimi düşündüm.

"Bunu sorabiliyor musun?" diye sordum tükürür gibi. "Her şeyi sen mahvettin!"

"Merve."

"Adımı söyleme. Sus! Sus!" Başımı iki yana sallayarak dimdik durdum. "Şu an, şimdi, şuracıkta ölsen kalbim biraz seğirmez senin için. Azıcık sızlamaz damarımda akan sana ait kan. Bir kız çocuğu ne kadar soğursa babasından, o kadar soğuttun sen kendinden. Git buradan! Yaklaşamazsın ona."

"Öldür beni ama konuşma böyle Merve."

Bana doğru yürüyünce kendimi tutamadım ve ona doğru atıldım. Karan beni son anda yakaladı ama ellerim çoktan babamın yakasına yapışmıştı bile. Karan beni geri çekmeye çalıştı, babamın yakaladığım yakaları da benimle birlikte geldi ve babamı kendime doğru çektim. Babam perişan hâldeydi, ayakta duramadığı için onu çekmek çok kolay olmuştu.

"Annemi aldın benden!" diye bağırdım öfkeyle. "Çocukluğumu aldın. Seni aldın benden!"

"Merve..." Babam artık sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Yakasını daha sıkı tutup sarstım, Karan beni çekti ama onu elimden kurtaramadı. "Katilsin sen Mehmet Karakuyu! Kapkara bir kuyusun sen!"

"Asi!" dedi Karan beni kendine çekerek. "Sakin ol!"

"Bırak beni!" diye bağırdım. "Ellerimle parçalayacağım onu. Ellerimle gömeceğim bu toprağın altına." Durdum, babamın gözlerinin içine baktım. "Ama sen değerli misin onun üstünü örten toprağın altına gömülecek kadar?"

"Bırak," dedi babam gözyaşları içinde Karan'a bakarken. "Bırak yapışsın yakama. Hakkı. Öldürse, hakkı."

Ellerim bir anda yakalarından ayrıldı ve durulmuş gözlerle babama baktım. Boynumdaki damar atıyordu, hissedebiliyordum.

"Defol git buradan," dedi Karan kaskatı bir sesle. "Onu anca toparladım. Yemin ederim öldürürüm seni, kimse kurtaramaz elimden. Git buradan."

"Senin o kollarında tuttuğun kız benim kızım!" diye bağırdı babam geri çekilirken. "Ne olursa olsun, ne yaşanmış olursa olsun sen benim kızımsın Merve!"

Kalbime kazık gibi giren acının her bir kıvrımını hissettim. Tam ona atılacakken Karan beni belimden tuttu ve havaya kaldırdı. Ayaklarım boşlukta çırpınmaya başladı.

"Senin kızın değilim ben!" diye bağırdım dehşet içinde, gözüm dönmüş gibiydi. "Damarımda sana ait ne kadar kan varsa kurutsun Allah! Kurutsun!"

"Merve." Babam sarsıla sarsıla ağlıyordu. "Senden başka, ablandan başka neyim var benim? Yapma."

"Allah belanı versin!" diye bağırdım hıçkırarak. "Ne ablam ne de ben yokum, hiç olmadık senin için! Damarımda ne kadar kanın varsa, ne kadar seni taşıyorsam içimde, oralardan eksiltsin beni Yüce Yaradan! Duydun mu? Kurusun kanın, canım sen değilsin ama eğer sen olsaydın, almasını beklemez ben alırdım bu canı!"

"Siktir git lan buradan!" diye kükredi Karan. "Ulan burada konuşturma beni, yemin ederim hayatını, gelmişini, geçmişini, yedi ceddini sikerim senin!"

Babam kovulmuş bir yetim gibi sırtını dönüp sendeleyerek yürümeye başladığında Karan'ın kollarında nefes nefese onu izliyordum. O yok olana dek, canım adamın kollarında sakinleşmeyi bekledim. Öyle büyük bir öfke, öyle büyük bir çaresizlikti ki içinde olduğum, ben artık birçok şeyi yerli yerine oturtamadığımı yeni keşfediyordum.

Karanlık, babamın gölgesini yavaşça yuttu, geriye kimsesizliğin ıslığını bıraktı. Yavaşça Karan'a doğru döndüğümde hâlâ onun kucağındaydım. Yüzümü onun boynuna sakladım ve burnumu boynundaki kalın damarın üstüne yasladım. Orada derin bir nefes alırken dişlerimi gıcırdatıyordum.

"Nasıl geçecek?" diye sordum ciğerim pare pareyken.

"Bilmiyorum yavrum," dedi Karan beni bağrına basarken. "Bilmiyorum."

Ne kadar öyle kaldık bilmiyordum. Üstüme bir bina yıkılmıştı sanki. Karan o binanın dibinde, temelinde kalan cesedimi ararken elleriyle taşları kenara fırlatıyordu. Sonunda mezarlıktan çıktığımızda saat gecenin oldukça geç bir saatiydi. Karan telefonunu kulağına yasladı ve aracı çalıştırdı.

"Sergen," dedi kendinden emin bir sesle. "Hemen Defne'yi o evden çıkart ve uzaklaştır." Telefonu kapattı, emniyet kemerimi bağlayıp dudaklarını alnıma bastırdı, bakışlarım bomboş bir şekilde ondan ayrılıp cama çevrildi.

"Hafifletmesinin bir yolunu biliyorum," dedi direksiyonu kırarken. "En azından bir nebze."

Bir şey sormadım. Eve giden yola girdiğimizde bir benzin istasyonuna uğramıştık, ardından tekrar yola koyulduk ve evin önüne geldiğimizde Karan hiçbir şey söylemeden arabadan indi. Benim tarafımdaki kapıyı açtı, emniyet kemerimi çözdü ve elimi tutup beni arabadan indirdi.

Gelirken çiselemeye başlayan yağmurun kuvveti yok denecek kadar azdı. Elimi bırakıp evin içini kısaca kontrol ettikten sonra evden çıktı, arabanın bagajını açtı bir bidon çıkarttı ve bidonu bana uzatıp, elindeki zippoyu avucuma iliştirdi. Kafamı kaldırıp çatık kaşlarla ona baktım. Gözlerinin aynasında gördüğüm şey kanımın donmasına neden oldu.

"Yak," dedi hiç düşünmeden. "Canını yakan bu şeyi hiç düşünme, şimdi yak."

Önce ona anlam veremeyen gözlerle bakmış olsam da, bakışlarım evin açık duran kapısına kaydığı an odağıma giren koridor tüm seslerin birbirinin üstüne binmesine neden oldu. Annemin kahkahasını duydum; Defne'nin aynanın önünde pembe far sürdüğü o an koridorun ortasında belirdi, gözlerimi devirirken annemin tebessümle beni izlediği o minicik ânı gördüm, babam kapıyı çarpıp evden çıkarken annemin boğazında kopan hıçkırığın sesini duydum. Adımlarım farkında olmadan ileri yöneldi, bidonun kapağını açtığımda artık tüm sesler zihnimdeydi, sanki tüm o anıları tekrardan yaşıyordum.

"Eğer o uçurumu yakma şansım olsaydı, yakardım," dedi Karan, elini belime yerleştirdi. "Bu evi yakma şansın var. Yak."

Bakışlarım keskinleşti. Seslerin gidişatını dinledim. Diğer Merve çığlıklar atmaya başladı. Elimdeki bidonun içindeki benzini yavaşça dökmeye başladım. Önce kapının kenarına, ardından duvarın kenarlarına ve en son bidonu içeri fırlattım. Elimdeki zippoya kaydı gözlerim.

Geçmiş, evin içinde uğuldamaya başladı.

Geçmiş, geçmediğini anlatmaya çalışıyordu.

Dinlemedim. Elimdeki zippoyu yaktım, zipponun ucunda ince bir ateş yandı. Kafamı kaldırdım ve gözlerimi koridordan bir an olsun ayırmazken elimde yanan zippoyu koridorun içine fırlattım. Ateş parladı, yüksek uğultulu bir ses duyuldu ve ardından çatırtılar yükseldi. Ateş büyük bir hızla koridorda ilerleyip yayılmaya başladı.

"Yapma!" diye bağırdı dehşet içinde. "Yalvarırım, yapma. Beni al! Kurtar beni! Yanıyorum!"

Duvarlara doğru yayılmaya başlayan ateşi izledim. Sinsi kıvrımlarla ilerledi, tüm odalara yayılmaya başladı. Açık duran pencerelerden dışarı dallarını bıraktı, sıcağın buğusu yüzümü yaladı. Gözlerimi bir an olsun oradan çekmedim. Annemin kahkahası, ateşin çatırtısı içinde çınlıyordu.

Elim çakıl taşı kolyesine kaydı, kolyeyi avuçlarken yükselen ateşi seyrettim.

Bu üşüyen ev yandı.

Cayır cayır yanan içim söndü.

Ve içinden kan portakalı akan kahverengi gözlerini gökyüzüne kaldırdı küçük kız. "Bir dilek tuttum anne."


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

188K 3.5K 20
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
265K 21.7K 22
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...
305K 17K 59
Hadi ama nerden bilebilirdim ki okulun ilk gününden müdürün oğluna tekme atıcağımı!
3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...