ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ

77.6K 6.2K 2.6K
By binnurnigiz

🗝


Teoman – Rüzgar Gülü


43. BÖLÜM

RÜZGÂR GÜLÜ


Geleceğin temeli geceleri atılırdı.

Tüm hayaller, kafanı yastığa koyduğun zaman kurulurdu. Yastığa izini bırakan kafanın içinde taşıdığın zihin, bir hayalin sığınağı da olabilirdi, bir acının da. Zihinlerimiz bulanıktı, bulanık zihinlerimizin içinde duru kalmayı başarmış düşünceler tarafından birçok kez yaralanmıştık.

Zihnimize devrilen iç seslerimizin bitmek bilmeyen kavgaları, her seferinde sapı kırmızı bir baltayla zihnimizi, kafatasımızı parçalıyordu. Her bir balta darbesi, düşüncelerin bölünerek çoğalmasına neden oluyordu.

Kafamın içinde bir karmaşa vardı. Suyun zemine damlarken çıkarttığı sesi duyuyordum. Kontrplağın üstüne yağan yağmurun sesi miydi bu? Yoksa bir musluktan sızan su ızgaralara mı düşüyordu? Alnım yanıyordu, yalnızca alnım değil, tüm bedenim yanıyordu. Huzursuz bir hisle dudaklarımı birbirine bastırdım, dudaklarım çatlamıştı. Bedenimde bir ağrı vardı, ben gözlerimi açmaya çalıştıkça ağrı uyanmaya başlıyordu. Yavaşça gözlerimi aralamayı başardım, odağıma altında yattığım beyaz tavan girdi. Saçlarım yastığın üstüne serilmişti.

"Uyandın," dedi tanıdık bir ses. Gözlerimi kırpıştırdım, bakışlarım yavaşça sesin geldiği yöne doğru hareket etti. Billur yatağın ucunda oturuyordu. Kızıl saçlarını tepeden dağınık bir şekilde toplamıştı, yanaklarının kenarlarından birkaç saç teli sarkıyordu. Üstünde siyah, askılı bir badi vardı. İçerisinin sıcak olduğunu biliyordum ama üşüyordum. Billur elinin tersiyle alnımı yokladı. "Ateşin düşmüş."

"Ne?" Sesim çatlaktı, öksürdüm, öksürürken boğazım kazındı. "Ne oldu ki?"

"Karan seni eve getirdiğinde ateşler içindeydin," dedi kuru bir sesle. "Doktor falan geldi. Bir an havale geçirdiğini sandım, yemin ederim çok korktum."

Beni eve Karan mı getirmişti? Nasıl bulmuştu? O neredeydi? Ahmet Hoca'ya ne olmuştu? Kaşlarım çatıldı, neredeyse boğazıma kadar battaniyenin içine batmıştım. "Ateşi olan bir insanın üstüne battaniye mi serdiniz?" Buz gibi olan parmaklarımı karnıma bastırdım, karnımın çıplak olduğunu fark ettim.

"Doktor üstündekileri çıkarmamızı, sonra da seni örtmemizi istedi, üstündeki battaniye incecik." Billur'un kavisli kaşları çatıldı. "Bu hâle nasıl geldiğini anlatacak mısın?"

Aklıma olanlar gelince kıvranacak gibi hissettim. "Karan nerede?" diye sordum ifadesiz bir sesle.

"Gitti."

Ona öylece baktım.

"Bakma öyle," diye homurdandı. "İyi olduğunu kendi gözleriyle görene kadar başında bekledi. Yemin ederim."

Sormaya dilim varmasa da başının belaya girip girmediğini çok merak ediyordum. Komodinin üstünde duran cep telefonuma baktım, Billur telefonuma baktığımı fark edince telefonu alıp bana uzattı. Telefonun kapalı olduğunu hatırlayınca, "Kapanmıştı," dedim kısık bir sesle. "Şarj etmem gerekiyor."

"Ben hallederim. Senin biraz daha dinlenmen gerekiyor."

Duraksadım. "Ben kaç saattir yatıyorum?"

"Dün geceden beri yatıyorsun," dedi sakin bir sesle.

Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi açıldı. "Ne?" Yattığım yerden doğrularak kalktım, sırtımı yatak başlığına yasladım. "Hiç uyanmadan?"

"Bir şeyler sayıkladın," dedi Billur donuk bir sesle. "Öyle işte."

Sayıkladığım şeylerin içeriğini sormaya korkuyordum. Billur'un ifadesine bakılacak olursa, duymak isteyeceğim şeyler de değildi zaten. Sessiz kaldım, Billur da bu sessizliğe sadık kaldı ve gözlerimizi farklı noktalara çevirdik.

"Telefonum dünden beri kapalı yani..."

"Defne geldi sen uyurken," dedi. "Okulda çıkan olayı anlattı bana. O yanağının hesabını sormayacağım sana ama eğer yapan o estetik güzeliyse, onu parçalarım. Hoş, hiçbir plastik cerrahı onu bir şeye benzetemez. Allah vurmuş ona vuracağı darbeyi."

Gülmemek için kendimi zor tuttum. "Burnu kırılmış," dedim. "Ciddi ciddi estetik müdahale yapılacakmış."

"İstese seni mahkemelerde süründürebilir," diye dalga geçti Billur. "Ama hâkim onun burnunun ilk hâlini görürse, kesin seni tebrik eder ve sana teşekkür etmesi gerektiğini söyler..."

"Bak bak, gıybetlere bak," diyerek girdi Bedirhan içeri. Hızla battaniyeyi üstüme çektim. Elinde bir tepsi, tepsinin içinde beyaz bir kâse vardı. Kâsenin içinden beyaz buhar tütüyordu. Tavuk bulyonun kokusunu alınca yüzümü ekşittim. "Hiç buruşturup babaanne götüne benzetme o suratını," diye çemkirdi Bedirhan. "Yiyeceksin bu zıkkımı vileda sopası." Bana pis pis baktı. "Yiyeceksin, duydun mu? Yiyeceksin. Yiyeceksin." Büyücü edasıyla kötü bir kahkaha attı. "Yiyeeeceeeksiiiiin!"

Billur da ben de ona düz düz baktık.

"Tükürüğüm şifan olsun," dedi Bedirhan ağzını kâseye yanaştırarak.

"Ya iğrençleşme!" diye cırladı Billur. "Pislik ya."

"Pislik sensin be, mikrop seni."

Önce önümdeki tavuk bulyon kokan çorbaya, sonra da Bedirhan'a baktım. Şu an hiç mutlu değildim. "Bakma öyle ölü balık gibi," dedi Bedirhan. "Ben mi içireceğim bir de? Kaşık falan nasıl kullanılır biliyorsundur herhâlde? Ay yoksa sen kâseyi, çanak gibi avuçlayıp ağzına dayamayı mı düşünüyorsun? Höpürdet, tam olsun."

"Midem bulanıyor."

"Sakın ola ki ağzından ya da herhangi bir yerinden çıkacak olan pis sıvıyı, iğrenç atığı benim çarşaflarıma bulaştırayım deme. Yemin ederim klorakla dezenfekte ederim seni."

Elime kaşığı aldım çünkü almasaydım muhtemelen kaşığı ağzıma sokmaya çalışırken beni boğacak bir adet Bedirhan hemen dibime sokulmuş, dikkatli gözlerle bana bakıyordu. Sanki dibime girmiş olması yetmemiş gibi bir de gözlerini sinsice kısmıştı. Utanmasa büyüteç alacak öyle bakacaktı. Billur ayağa kalktı. Zorlanarak da olsa çorbadan birkaç yudum içtim, bulantım biraz olsun hafiflemişti ama ağzımın içinde hâlâ acı bir tat geziniyordu.

Kan ve ateşin resmi sanki zihnime çizilmişti.

Aklım fikrim Karan'daydı. Babasını gördükten sonra değişen ruh hâli, öfkesini kusarkenki korkunç gölgesi aklımın ucundan çıkmıyordu. Nasıl bir şeyle savaştığını az çok tahmin edebiliyordum.

Bedirhan, "Yaşar Bey geldi bugün salona," dedi Billur'a bakarak. "Kızıl Cehennem de gördü."

"Evet." Billur huzursuz bir şekilde sırtını duvara yasladı. "Moruğun babalığı Fethiye sınırları içinde diye moruk bayağı gergin. Büyük boy moruk, bizim moruk gergin diye çok endişeleniyor. Tersi pismiş seninkinin."

Tersinin pis olduğunu gözlerimle görmüştüm. Ahmet Hoca mümkün değil o okulda nefes almama izin bile vermezdi. Acaba Karan yaptığından dolayı pişman olmuş muydu? Karan inançları olan bir adamdı, bir şeylerin vebali altında ezilmesini istemiyordum. Kaşlarım çatıldı. "Yaşar Bey çok üzgün," dedi Bedirhan ciddileşerek. "Adamcağız zaten yaşlı, bir de bu şeylere kafasını yoruyor, hastalanacak."

"Büyük boy moruğu çok seviyorum ya," dedi Billur. "Şimdi bir de orta boy moruk gelmiş, küçük boy moruğun babası... Acaba o nasıl biri?" Billur'a cins cins baktım. "Ne?" Dudak büzdü. "İyi be, kızma hemen buzlarına kafa attığımın kızı."

"Öf yılışmayın birbirinize be," diye homurdandı Bedirhan. "Kız, görüyorum, yarım saattir üç kaşık aldın o çorbadan. Çivi gibi oldu be çorba. Nankör kedi, iç şu çorbayı..." Durdu. "Nankör kedi..." diye mırıldandıktan sonra gözlerini kocaman açtı. "Allah canımı almasın, ömrüme ömürler katsın! Kız, kediyi çişe kakaya hiç çıkarmadık bugün! Hayvan içine doğru sıçacak, içine doğru sıçamazsa da, kesin salonuma sıçar! Ay içine sıçsın!" Bedirhan hızla oturduğu yerden kalkıp kapıya koştu, odadan çıkarken söylenmeye devam ediyordu.

"O kadar tuhaf bir adam ki..." Billur kollarını göğsünün üstünde topladı. "Onu anlayamıyorum ama anlayamamayı da seviyorum. Beni güldürüyor."

"Seni yalnızca güldürüyor mu?"

Billur'un bakışları yüzüme odaklandı. "Ne?"

"Hiç." Tepsiyi komodinin üstüne koyduktan sonra, "Sakladığı bir şey olduğunu göremiyor musun?" diye sordum. "Kendinden kaçıyor sanki."

Billur başını yavaşça salladı, bakışları dalgındı. "Bir hikâyesi var bence," dedi kısık bir sesle. "Herkesin bir hikâyesi vardır."

"Bedirhan'ın hikâyesi biraz derin gibi."

"Evet, öyle gibi," dedi. "Bilmiyorum."

Battaniyeyi üstümden attım, üstümde yalnızca iç çamaşırları vardı ama zaten beni soyan büyük ihtimâlle Billur olduğu için bu kez utanmamaya çalıştım. Billur çekindiğimi fark etmiş gibi gözlerini farklı yöne çevirdi. Bir duş almış, sıcak suyla tazelenmiştim, Karan'ın yanına gitmeyi istiyordum, onu görmeye ihtiyaç duyuyordum ve ne durumda olduğunu merak ediyordum.

Billur başta karşı çıkmıştı, bunun doğru bir fikir olmadığını savunmuştu ama ben onu dinlemedim, Bedirhan benim tarafıma geçmiş, Billur'u susturmayı başarmıştı. Kendimi bir taksinin içinde bulduğumda saat gecenin on biriydi, dışarıda yağmur bir an olsun dinmemişti.

Aslında ona giderken kafamda soru işaretleri, kalbimde korku ve zihnimde de bir karmaşa vardı. Telefonumu şarj etmek için evde bırakmıştım, Bedirhan bana atölyenin tam adresini vermişti, Karan'ın atölyede olduğundan adım kadar emindim, araba gecenin içini parçalayarak ilerlerken, taksici tek kelime etmiyordu. Bunu sevmiştim. Diyalog kurmaya çalışan yabancılara katlanamıyordum. Taksi, Karagözler'e girdiğinde bacak kaslarımın kasıldığını hissettim, taksinin silecekleri, ön camı yıkayan yağmurun suyunu sıçratarak temizledi. Çok sürmeden yağmur suyu tekrar ön camı yıkadı.

Atölyenin önünde durduğumuzda ücreti ödedim, Bedirhan'ın elime iliştirdiği şeffaf renkli şemsiyeyi açıp altına saklandım, yağmur şiddetini arttırmıştı. Spor ayakkabıların içindeki ayaklarımın sırılsıklam olduğunu hissedince yüzümü buruşturdum, botlarım kullanılamaz hâlde olduğu için ayaklarıma gelişigüzel bir şekilde bu spor ayakkabıları geçirmiştim.

Taksinin tekerlekleri dönünce arkamda kalan su birikintisi pantolonumun paçalarına sıçradı. "Öf!" diye homurdandım. Hızlıca yokuşu tırmandım, yokuş aşağı akan yağmurun suyu o kadar şiddetliydi ki, hayret etmiştim. Fethiye belki de en çetin kışını geçiriyordu.

Atölyenin bahçesinden içeri girdim. Tüm ışıklar kapalıydı, bir an burada olmadığını düşündüm ama içimden bir his, onun burada, bu atölyenin içinde nefes aldığını fısıldıyordu. Sağlam, kendimden emin adımlarla atölyenin kapısını vurdum. Bir kez... İki kez... Ama Karan kapıyı açmadı.

Elim kapının kulpuna uzandı, bir şansım olsun istedim. Yağmurun söndürdüğü yıldızlardan, şans diledim. Kapının kulpunu çevirmemle, kapının tok bir ses çıkararak açılması bir oldu. Elimdeki şemsiyeyi kenara bıraktım, kapının aralığından içeri baktım. Hafif bir mum ışığı duvarlara dev gölgeler resmediyordu. Koridorda yanan mumun sızdırdığı zayıf ışığını takip ederek içeri girdim. Temiz yerleri ayakkabımdaki çamura bulamak istemiyordum. Önce spor ayakkabılarımı, sonra da nemli çoraplarımı çıkarttım. Küçük, suçlu bir kız çocuğu gibi çıplak parmak uçlarımın üstünde yükseldim. Kapıyı çok yavaş kapatmıştım, yağmurun şiddetli sesinden kapının açılma ve kapanma sesini duyabilmesinin olasılığı yoktu.

Ondan korktuğumu düşünmesinden ölesiye korkuyordum.

Ama ondan da korkuyordum.

Bir duvarı komple cam olan odanın aralık duran kapısından içeri baktığımda onu gördüm. Üstünde hiçbir şey yoktu, yere çökmüştü, bir dizi zemine dayalı duruyordu ve çıplak sırtına yağmurun gölgeleri devriliyordu. İçerisi koridorun aksine zifiri karanlıktı. Suyun sesini duydum, bakışlarım yavaşça yere kaydı. Elindeki fırçayı suya batırmıştı, su, fırçanın ucundan akan boyanın rengiyle anında bulanıklaştı. Karan fırçayı sudan çıkardı, fırçanın ucundaki suyu iki parmağının arasına alıp sıktı, birkaç damla yere serildi.

"Nereden buradasın?" Sesi buz gibiydi, cansızdı, yere düşen harflerin kanı zemini ıslattı.

İrkildim.

Bakışları yavaşça çıplak omzunun üstünden kayarak bana uzandı. "Korktuğun bir hastalığın kapısını çalacak kadar canına mı susadın?" Bana boş boş baktı.

"Canıma susadım." Duraksadım, bakışlarımız gecenin hiçliğinin kollarında bir aradaydı. Karan ayağa kalktı, yüzünü bana doğru döndü ve dikkatle yüzüme baktı.

"Sen benden kaçmadın mı?"

"Hayır," diye itiraz ettim. "Senden kaçmadım."

"Gözlerinin önünde birinin elini yaktım," dedi hiç düşünmeden, ruhsuz bir sesle. "Yakmadan önce kan akıttım."

Dişlerimi sıktım. "Sen benim için cennet gibisin," dedim kendimi tutamayarak, kısık sesim odanın boşluğunda öyle yüksek çıkmıştı ki. "Senin ellerinde kan yok, buna inanmam ben, gözümle görsem de inanmam."

Karan ürpertici bir şekilde gülümsedi.

"Kan ilk kez cennette akıtılmış, biliyor musun?" Sorusu, geceyi ikiye bölen bir bıçak gibi deşti içimi. "Kan ilk kez cennette akıtıldı."

Bana karanlığı hissettirdi.

Tedavi yolu yoktu, bunu bana göstermişti. Savunmasız bir şekilde onun karşısında öylece dikilirken sakat bırakılmış merhametinin kanatları bana açılsın istiyordum. Sanki ben o kar küresinin içinde yaşayan balerindim ve o her sarsıntıda üstüme yağan kardı. Kelimelerim ona bu kadar üşüyorken, tenim nasıl böyle yanardı? Gecenin en sessiz köşesinde çığlık atan gökyüzüydü. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladığında, hâlâ olduğum yerde öylece onu izliyordum. Duvarı kaplayan camdan hızla kayan yağmur damlalarının gölgeleri zemine devriliyordu.

Benim topraklarımda acının meyveleri yetişiyordu. Çevremdekilerin ektiği fakat benim sulayarak büyüttüğüm, ardından da hasat edip bir köşeye çekilerek ruhumu doyurduğum acının meyvelerinin çürük tadını unutmamın imkânı yoktu. Seni besleyip büyüten, zamanı geldiğinde seni öldürecek olan o zehir bile olsa, üzerinde hakkı vardı. Bakışlarım yavaşça çıplak ayaklarıma kaydı, ellerimi yavaşça havaya kaldırdım ve avuçlarımı açtım, artık gördüğüm tek şey avuçlarımdaki çizgilerdi. Çizgilerin üstüne yağmurun ve karanlığın gölgeleri devrilmişti.

Sanki gölgeleri üstüne örten o çizgilerin içinde olmam gereken kişi olmaya çalışırken feda ettiğim bir hayat vardı. Bu feda ettiğim hayat, eskiden bana bir şeyler ifade ederdi, şimdi ise baktığımda tek gördüğüm çürümüş bir cesetti, yalnızca öldürülmüş bir zat. Hiçbir anlam ifade etmiyordu.

"Tedavi yolumuz yok," dedi, sesi güneşin altında pişmiş bir toprak kadar kuruydu.

Kaşlarımı çattım, dışarıda yağan yağmurun sesi, içeride atan kalbimin sesini bastırıyordu. Sanki bedenim kanı kurumamış bir cesetti. "Biliyorum," dedim titreyen nefesimin harflere verdiği hasarı hiçe sayarak. "Tedavi yolumuz yok."

Avuç içlerimi izlemeye devam ettim, ben bu eylemi sürdürürken onun karanlık bakışlarının üzerimde olduğunu biliyordum. Sanki gözlerinin gölgesi üstümde duruyordu. Hayır, sanki onun gölgesinin omuzlarına binmiştim ve yerde yatan cansız bedenimi izliyorduk. Dileklerimin üstüne diktiğim yıldızlar sönmüş, karanlık üstümüze çökmüştü.

"Senin iç dünyan çok korkutucu bir yer," dedi tek solukta. "Ama henüz benim iç dünyamla tanışmadın."

"Evet," diye fısıldadım, yutkunmak bu kadar zor olmamalıydı. "Ama korkmuyorum."

Bana doğru bir adım attı. Hâlâ avuçlarıma bakıyordum, hafif bir esinti tenimde dolaşıyor, saç tellerimi belli belirsiz uçuşturuyordu. Ara koridorda açık olan pencereden içeri sızan rüzgârın kamçısıydı bu, şimşeğin beyaz darbesi içinde bulunduğumuz ortamı büyük bir hızla aydınlattı, iki kalp atışından daha kısa bir süre içinde o aydınlık, karanlık tarafından yutulup kayboldu. Işığın bile bize tahammülü yoktu. Gök gürüldedi.

"Bana bak." Bakmadım. "Bana bak Asi," dedi kalın sesinin etrafında yanan ateşi harlayarak.

Kaşlarımı çattım. Karşımda takındığı yüz ifadesini görmek istiyor olsam da ona bakacak gücü kendimde bulamıyordum. Ona bakmak, feda ettiğim hayata bakmaktan çok daha zor geliyordu. Gözlerimi yumdum, içinde bulunduğum hisleri ateşe verme isteğini bastırmaya çalışıyordum ama elime bir kibrit verilse yakacağım ilk şey içim olurdu. Gözlerimi tekrar açtığımda kirpik diplerim sızlıyordu. Bakışlarımı yavaşça kaldırdım, ona baktım, gök gürüldedi ama bu kez ışığı yakınımızdan dahi geçmedi.

"Yaptığına bir bak," dedi keskin bakışlarını yüzüme kilitlerken. Dişlerini sıktı, yüzünde oluşan ölüm çukurları bir kabullenişi içine gömmeye çalışıyor gibiydi. "Olduğumu sandığın kişi miyim?"

"Evet," dedim hiç düşünmeden. "Osun."

Gözünün altındaki erimiş dikiş izi, yüzünde en çok dikkatimi çeken ayrıntılardan bir tanesiydi. Karanlıkta olmamıza rağmen o izi görüyor gibiydim, sanki diğer günlerden daha belirgindi. Ayak parmaklarımı içeri doğru çekerek bir elimi yavaşça omzuma koydum, omzumu sıktıktan sonra kaydırarak aşağı indirdim ve dirseğimi tuttum, gözlerim hâlâ onun gözlerine meyilliydi.

"Ya sen beni kafandan uydurduysan, küçücük?"

"Kafamda yaşarım o zaman seni." Durdum. "Kafamda yaşarım seninle." Dizlerim acıyordu şu an. "Olmaz mı?"

Bana yıkılmış bir hayal, yakılmış bir cennet gibi baktı.

"Olur mu?" diye o sordu, olmasını istiyor gibi sormuştu.

"Olmaz mı?"

Bana doğru bir adım daha attığında, üstünde yürüdüğü zemin değil, kalbimdi. "Olsun," dedi kısık bir sesle.

Gözlerimi ondan kaçırma gereği duydum, nefesim ilk kez bu kadar kesik ve durgundu ama kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sesini bastırdığı için dışarıda yağan yağmura minnettardım. Elim dirseğimden kaydı, yavaşça boşluğa düştü. Yerde boyanın içindeki suyu bulanıklaştırdığı bardak duruyordu. Fırçayı batırdıkça, suyu bulandırmıştı. Bulanıklaşan suyu izledim, bakışlarım bulanık suyun üstünden yağ gibi akıp zeminin üstüne serpiştirilmiş fırçalara kaydı.

"Ne çiziyordun?" diye sordum, sırf konuyu değiştirmek için yaptığım bu atağın farkında olduğunu biliyordum.

"Çizimi bitmiş bir şeyi boyuyordum." Sakindi, bu sakinlik bana yaklaşmakta olan depremin sıcak esintisini hissettirmişti.

"Görebilir miyim?"

"Hayır."

Bir an içinde bulunduğum her şey dalgalandı, kendimi kırışan bir kumaşı parmaklarımla düzeltmeye çalışıyormuşum gibi hissettim. Bakışlarım onun gözlerine tırmandı, gözlerinde derin bir anlam, içimi yakan bir ifade vardı. "Neden?"

Bana doğru bir adım daha attığında artık aramızda mesafe kalmamıştı. Kafamı kaldırıp ona baktım, gözlerini indirmiş bana bakmayı sürdürürken çıplak ayaklarının parmakları, çıplak ayaklarımın parmaklarına temas ediyordu ve ayakları benim buz tutmuş ayaklarımın aksine oldukça sıcaktı.

Bakışlarındaki yangından kaçındım. Fırçadan göğsüne sıçradığını düşündüğüm siyah boya izine baktım. Derin bir nefes aldı, göğsü o nefesi depoladığını belli edercesine şişti, nefesi dışarı bırakırken o sıcak nefes alnımı yaladı ve Karan'ın göğsü yavaşça söndü. "Korkmadığını söylemiştin," dedi sorgulayıcı bir ses tonu kullanarak. "Yoksa korkuyor musun?"

Dişlerimi sıktım. "Korkmuyorum."

Parmak uçlarıyla çeneme dokundu, parmak uçları da sıcaktı. Kafamı yavaşça daha yükseğe kaldırdı, gözlerim sanki onun parmaklarından dökülen komutu bekliyormuş gibi anında onun gözlerine tutundu ve o an, çakan şimşeğin yarattığı aydınlık ikimizin de yüzünde ışık pedalları çevirdi. Gözlerinin içinde, gözlerinin renginden daha da koyu olan fırtına karası yarıkları görmüştüm, o yarıklardan karanlığın kanı akıyordu.

Sertçe yutkundu, âdem elmasını dalgalandıran yutkunuşunun kıvrımı zihnimde bir panik havası uyandırmıştı. Akan zamanın kıskacında, çenem onun parmaklarının arasındayken kanım bile ters yöne hareket ediyordu sanki. "Ben soyut ya da somut olan her şeyi çizebilirim," dedi doğrudan gözlerimin içine bakarken. "Ama sende bir şey var, onu bir türlü çizemiyorum." Kaşlarını çattı. "Çıldıracağım."

"Ne?"

"Tanrı yüzünün ayrıntılarını öyle bir işlemiş ki, seni bir tuvalin üstünde taklit etmeye kalksam, kalemim kırılacak, boyalarım kuruyacak."

Hiçbir şey söylemedim. Diğer eli yanağıma yapışan saçıma dokundu ve o saç telini parmağına doladı, hareketi derin ve yavaştı. Bakışları düzleşti, ifadesi yüzünden yavaşça silinirken artık ne düşündüğünü kestirebilmek mümkün değildi.

Parmağına doladığı saç telim yavaşça bolardı ve çözüldü, saç tellerim parmaklarının etrafından firar ederek doğrudan yanağıma geri düştü. Karan'ın saç tellerimden arınan uzun parmağı bir süre havada asılı kaldı, nabzımın çığlığını duyduğuna emindim. Parmağının ucunu yavaşça elmacık kemiğime sürttü, gözlerim ben farkında olmadan kısıldı, dışarıda yağan yağmur temasımız hissetmiş gibi hızlandı.

Ona babası ya da Ahmet Hoca hakkında hiçbir şey sormayacaktım, sormayacağımı bildiği için bana yaklaşıyordu. Karan'ın eli yavaşça yüzümü kapladığında avuçlarındaki sıcak baskıyı yanağımda hissettim. Elmacık kemiklerim sızlıyordu. Zaman, kölesi olduğu geçmişin bıçağından geçerken oldukça yara almıştı ve ben bu adamın dokunuşundan yaralanan zamanı içiyordum. "Şimdi sana nasıl dokunsam zamanı delerim ben?" Durdu, zaman da bizimle birlikte durdu. "Şimdi sana nasıl dokunsam," dedi tekrardan, sesi artık daha kısıktı, sanki bana bir sırrını fısıldıyordu. "Zaman dokunmaz bize?"

"Bunun cevabını sen bana dokunurken birlikte bulalım Ali." Dudaklarımdan dökülen cüreti dağın eteklerinden lav olarak dökülmüş bir cümleydi. Dudaklarım, kelimeleri telaffuz ettiği kıvrımlarından ateşe verilmiş gibi yanmaya başladı. Aynı anda hem üşüyüp hem de yanmak mümkün müydü? Sanki ateşin yaktığı yerlerde buzun ayak izleri kalmıştı. Karan'ın bakışlarında büyüyen cennetin karanlık gölgeleriydi, göğsünü şişiren nefesi içine doldurduğunda onun da benden böyle bir cevap beklemediği aşikârdı.

Eli yavaşça yüzümden ayrıldı. Çenemi ise çoktan serbest bırakmıştı. Parmaklarının sıcaklığını emanet ettiği tenim, sıcaklığından koparıldığı için yine tiz bir soğuğa göğüs germeye başlamıştı. Karan'ın çıplak kolları belinin iki yanına düştü, bir süre karşımda öylece durup yüzümü izledi. İkimizin de karanlıkta devleşen gölgeleri hemen yan tarafımızdaki duvarın üstüne düşmüştü. Yağmur damlaları o gölgelerin içinden, etrafından tıpkı gözyaşları gibi akıyordu.

"Ben sanatçı olayım, sen sanatım ol," dedi hiç beklemediğim bir anda. "Bu gece, burada, boyamı işleyeceğim tuvalim ol."

Elleri yavaşça bana uzandı. Üstümdeki kazağın eteklerini tuttuğunda göz göze geldik, gece mücevheri gözlerinde kararlı bir ifade belirmişti. Ona karşı koymadım, parmaklarının bir kısmı tenime dokunurken kazağımın eteğinden tutarak kazağı yavaşça yukarı kaldırdı.

Karnım soğuğu hissettiğinde, tenimin yavaşça gözler önüne serilmeye başladığını anlamıştım. Refleks olarak kollarımı yavaşça kaldırdım, bunu yaptığım an dudaklarında belli belirsiz bir gerilme oldu, o gerilme biraz daha kavis kazansaydı, bana gülümsediğini bile düşünebilirdim ama bunu yapmadı. Kazağı yavaşça çıkartırken gözlerim kısıldı, kazağın yün kumaşı çok kısa da olsa göz kontağımızı koparttı ve uzun siyah saçlarım kazağın baskısıyla yukarı toplanıp, kazağın tenimden ayrılmasıyla birlikte sertçe sırtıma çarptı, belime sürtündü.

Önünde yalnızca siyah, kalıbının kumaşı satenden bir sütyenle kaldığımda bakışları çıplaklaştırdığı bedenimde değil, derin çukurlar açtığı gözlerimde gömülü duruyordu. Elinde tuttuğu kazağımı boşluğa yavaşça fırlattı, kazağın ağır kumaşı zemine çarparken içimi sıkıştıran bir ses çıkarmıştı. Saçlarımın uçları belimin üstünde hafifçe hareket ediyordu sanki. Kollarımı indirip savunmasızlaşan bakışlarımı kısaca onun gözünün altındaki dikiş izine dokundurdum.

Yavaşça eğilerek dizlerinin üstüne çöktü; bu hareketi o kadar estetik bir yavaşlıkla gerçekleştirmişti ki, onun gerçek bir sanatçı değil, gerçek bir sanat olduğunu düşünmüştüm. Yüzü tam karnımın hizasında, göbeğimin biraz üstünde duruyordu. Yalnızca gözlerini kaldırarak bana alttan yakıcı bir ifadeyle baktı. Tüm dengemin sarsıldığını hissettim.

Parmakları kotumun lastiğinin kenarlarına doğru kaydı, tenimde yoğun bir ürperti dalgası patladı.

Sıcak nefesi karnımın üstünü kaplayan derinin kavlayıp dökülmesine neden olacak kadar büyük bir baskı uygulayarak cildime çarpıyordu. Sertçe yutkundum. Yaklaştı, siyah saçları gecenin içinde bir iblisin kanatları gibi parlıyordu, ateşe bandırılmış tüylerinde günahın zehirli ninnisi saklanıyordu. Yüzü karnıma yaklaştığı için bakışları biraz daha yükseğe çıkmak zorunda kaldı ve uzun kirpiklerinin kaşlarının altına sürtündüğünü gördüm.

Siyah gözlerinde cam kadar keskin ve parlak bir ifade vardı, o ifadenin içinde olacakların fragmanını görebiliyordum.

Parmakları leğen kemiğimin etrafında asılı duran kotun lastiğinden içeri doğru kaydı ve lastiği tamamen kavrayarak tehditkâr bir şekilde aşağı doğru asıldı ama tamamen çekmedi, tam o sırada gözlerini gözlerimden ayırmadan dudaklarını karnımın biraz üstüne bastırdı. Sıcak ve pürüzlü dudaklarının dokunuşu, tüm bedenimde plastik şişe eritiliyormuş gibi büyük bir acının başlangıcı olan sarsıcı ürpertiyi tenime gömdü.

Dudaklarını basılı tuttuğu tenimden ayırmadan alttan beni izlemeyi sürdürdü, bakışlarına yayılan o karanlık suların harelerinde donup katılaştığını görebiliyordum. Dudaklarını yavaşça sürterek göbek deliğime indi, bir an kendimi tutamayarak karnımı içeri doğru çektim ve belirgin kaburga kemiklerim dışarı doğru kavislendi. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sütyenin dekoltesinden görünen göğsümün derisi dalgalanıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım, tiz bir fısıltı dişlerimin arasında dolaşırken dilimin ucunu yakıyordu sanki.

"Asi," diye fısıldadı Karan dudaklarını göbek deliğimden çekmeden, nefesinin sıcak rüzgârı dizlerimin titremesine neden oldu. Bu hissin içimde kapladığı yer o kadar büyüktü ki, bu his benden alındığı an geride koca bir boşluk bırakacağını çok iyi biliyordum. Dudaklarını göbek deliğimin altına indirdi, kasıklarımın biraz üstünde durup kaşlarını çattı ve gözlerini benden ayırıp sıkıca yumdu. "Çakıltaşı."

Ellerim usulca hareketlendi. Karan'ın gür, siyah saçlarının arasına kayan parmaklarım onun kaşlarının daha çok çatılmasına neden oldu. Karan yavaşça dudaklarını kasıklarımın üstünden ayırdı, yağmurun gölgeleri onun çıplak sırtına düşüyor olmalıydı.

Sanki ne kadar çatı varsa, hepsi gökyüzüyle birleşmişti, yerin bu kadar dibindeyken, nasıl bu kadar yüksekten izleyebilirdim tüm bu olup biteni?

Çatık kaşlarının arasından geçen bir damar vardı, damarın içinde akan kanın baskısı o damarın genişleyip kalp gibi çarpmasını sağlıyordu. Bakışlarım bir süre çatık kaşlarının arasından alnına doğru uzanan koyu yeşil, sürgün mavisi damarda takılı kaldı. Kotun lastiğinin iç tarafında kalan parmaklarının baskısı leğen kemiklerimi belirginleştirmişti.

Tüm bedenim oku savurmak için gerilen bir yay kadar gergindi. Kotumu büyük bir yavaşlıkla aşağı doğru tamamen çekti ve o an içinde bulunduğum ortam boyut değiştirdi. Kotumu dizlerime kadar indirirken gözleri tekrar gözlerime kenetlenmişti, çok kısa çıplaklığa kavuşturduğu bacaklarıma baktı. Bir elimi onun çıplak omzuna koydum, omzu ateşe dokunmuşum gibi avucumu yaktı, teni ilk kez bu kadar sıcaktı. Sanki derisinin altından sıcak nefesini avucuma üfleyen bir yaratık, kanıma susamış bir canavar vardı.

Onun omzundan güç alarak bir bacağımı kaldırdım ve kotumu yavaşça çıkardı, aynı şekilde diğer bacağımdan da kumaş parçasını koparır gibi ayırdı. Kumaşın içinden çıktım, ayaklarımın ucunda duran kotu bir ayağımla yavaşça yan tarafa doğru ittim. Yalnızca iç çamaşırlarımla Karan'ın karşısındaydım, utanç tenimi karıncalandırsa da, buna mani olma isteği hiçbir şekilde var olmamıştı. Sanki doğru olan tam olarak buydu. Karan gözlerini, ayak parmaklarımdan başlayarak tüm bedenimi gözlerinin siyah süzgecinden geçirip gözlerime tırmandırdı. Usulca ayağa kalktı, az önce önümde diz çöken bu adam şimdi karşımda bana meydan okurken, dev gölgesi üstüme devrilip beni kendine esir etmişti.

Beni kendisine mecbur etmişti.

Uzun saçlarımın bir kısmı yüzüne, oradan da omuzlarıma dökülmüştü. Karan ifadesiz yüzüne rağmen alev alev yanan gözleriyle bana bakarken eli yüzüme yaklaştı, elmacık kemiğim boyunca kayan orta ve işaret parmağı çenemde durdu, gözleri kısıldı, nefesi derinleşti. Aynı anda sertçe yutkunduk. Parmakları hareketini kesmedi, boynumdan aşağı aktı, köprücük kemiğimin üstünde duraksadı ve oldukça belirgin olan kemiğin üstünde saten bir kumaş gibi akıp bel kemiğimin bükülmesine neden oldu.

Dudaklarım aralandı, aralanan dudaklarımdan aldığım zavallı hazzın buharlı nefesi döküldü. Köprücük kemiğimden omzuma doğru ilerleyen parmağı kayarak ilerlerken dokunduğu her yerde yanan ateşler bırakıyordu sanki. Sanki Karan bir bataklıktı ve ben o bataklığın zeminine ayak basmıştım. Parmak uçlarımda hafifçe yükseldim, aramızdaki mesafeyi yok etmek tek arzumdu. Azaltabildiğim kadar azalttığım mesafenin çitlerinin ardından onu gözetlemeyi sürdürdüm, gözleri usulca omzuma döküldü, omuzlarımdan aşağı akan saçlarımı yavaşça geriye doğru itti ve çıplak omzum tamamen iştahına sunuldu.

Omuzlarımı öptü.

Dudağını sol omzuma bastırmayı sürdürürken uzun kolları bedenimin etrafından geçti, belime dokundu, belim boyunca sürtünerek sırtıma doğru tırmanmaya başladı. Dudaklarımdan kısık bir şekilde firar eden inilti, dökülürken onu içine hapsettiğim cam kavanozu parçalamıştı, parçalanan camların kırıkları dilime batıyormuş gibi hissediyordum. Sanki bir cümle kurmaya çalışsam, o cümlenin ilk kelimesini telaffuz ederken ağzımdan bir kova kan boşalacaktı. Karan'ın parmakları sütyenin kopçasının üstünde durduğunda irkildim ama geri çekilmedim, gözlerim ben farkında olmadan karanlığa kapanmıştı.

İki parmağı, tek bir hareketle kopçayı çözdü.

Sütyenin bantları yavaşça sırtımdan aşağı sarktı, çıplak kalan çizgiye sızan soğuğu hissettiğim an gözlerimi açtım ve karşıya, yağmur damlalarının hızla kaydığı cam duvara baktım. Ufukta çakan şimşeğin oluşturduğu elektrik mavisi halelere sahip rakı beyazı damarı gördüm. Ayrılarak bir kolu saran damarlar gibi gökyüzünü sardılar. Karan dudaklarını omzumdan çekti, yüzünü yüzüme hizaladı ve gözlerimin içine izin isteyen bir ifadeyle baktı. Boynundaki damarların tıpkı az önce izlediğim şimşeğin damarları gibi belirginleştiğini görebiliyordum. Tamamen boynunu sarmıştı.

Sütyenin askılarından bir tanesi omzumdan aşağı düşmüştü, diğeri hâlâ omzumda dursa da, kopça çözüldüğü için onun da düşmesine ramak kalmıştı. Karan'ın eli belime kaydı, büyük avucunu çıplak belime bastırarak beni sertçe kendine çekti. O an çıplak karnım, onun çıplak karnına öyle bir yapıştı ki, iskeletimizi kaplayan bu kaslar, et ve deri olmasa, kemiklerimiz iç içe geçebilirdi.

Göğüslerim, sütyenin üstünden dışarı doğru taştı ve ne kadar çok büyük olmasalar da, dolgun bir görüntü sergilediler. Burnumun ucu, Karan'ın burnunun ucuna değiyor, aralıklı duran dudaklarımızdan akan nefeslerimiz birbirimizin dudaklarına çarparak tekrar o aralıktan içeri akıyordu. Sütyenimin diğer askısı da omzumdan düşecek gibi olduğunda kendimi kasarak buna engel olmaya çalıştım. "Engel olma," diye fısıldadı. "Bırak düşsün."

Gözlerimi sıkıca yumup alnımı Karan'ın alnına yasladım, kafasını tamamen eğdiği için ona yetişmek daha kolay gelmişti. Diğer askı da aynı şekilde düştüğünde sütyenimi tutan tek şey Karan'ın bedenime yapışan bedeniydi. Yavaşça geri çekilirken, "Bana bak," diye fısıldadı karanlık bir sesle. "Gözlerini aç, küçücüğüm."

Alt dudağımı dişlerimin arasına çektim, acımasızca ısırdım, kirpiklerim aralanırken Karan'ın bedeninden ayrılan bedenime sürtünerek kayan sütyen ayaklarımın dibine düştü. Çıplaktım. Karan'ın bakışları yüzüme sabitlenmiş bir şekilde gözlerime bakıyor olsa da, gördüğünü biliyordum. Belimde duran eli yavaşça hareketlendi, ağır ağır öne doğru geldi ve karnıma dokundu, parmakları karnım boyunca yukarı doğru kaydı, bir kez daha nefesimi tutup karnımı içeri çektim, bedenimin ona verdiği tepkilere inanamıyordum.

Tenimde kayan elinin sıcak avuçlarını çıplak göğsümde hissettiğim an gerildim, sanki kalbimde oklar vardı ve bu okların uçları Karan'ın göğsünü hedef almıştı. Arzunun serzenişini fısıldadım. İniltim onun gözlerinin içine bakarken ahlaksız bir anlam kazanmıştı. Göğsümün ucu, Karan'ın avucunu zorlarken yüzümü onun boynuna gömmek ve tüm bu gerçeklikten, tenime bıraktığı hislerden, ruhumu sıkıştırdığı kapanın içine saklanarak kaçmak istedim.

"Daha önce kimsenin çizmeye cesaret edemediği o tablosun sen," diye fısıldadı yüzünü yüzüme hizalayarak. Nefesi kelimelerin ucunu yakıyordu. "Ve ben çok cesurum."

Zorlanarak yutkundum. "Sen çok cesursun." Sesim tıpkı dışarıda yağmur damlalarının hırpaladığı o yaprak gibi titriyordu.

Karan avucunu göğsümün ucuna bastırdı, belim büküldü ve o an bacaklarımı birbirine bastırma isteğine dur diyemedim, dizlerimin bağı çözülüp, çözüldüğü yerden tekrar kördüğüm oluyordu. Dudaklarını dudaklarıma bastıracağını sandım ama bunu yapmadı, dudakları dudaklarımın ucundan döndü ve o an o kadar sinsi, o kadar cüretkâr ve karanlık bir şekilde tebessüm etti ki, dizlerimin üstüne düşeceğimi zannettim.

Yavaşça geri çekilip elini üstümden çekti, tenimde sıcak olan tek yer onun avucunun baskısıyla ısınmış göğüs uçlarım ve belimdi. Karan bana sırtını döndü, çıplak sırtını oluşturan kasların kıvrımlarını, kavislerini izlemeye başladım, yavaşça eğildi, tek dizinin üstüne ağırlığını bıraktı ve yerdeki fırçaları parmaklarıyla yerde yuvarlamaya başladı.

Fırçaların gövdeleri yavaşça dönerken keskin bakışları fırçaların üstündeydi, doğru fırçayı bulana kadar fırçalarla olan oyununu sürdürdü. Fırçalardan birini avucuna aldı, ucunu bulanık suya batırıp yavaşça ıslattıktan sonra kafasını kaldırdı ve omzunun üstünden bana baktı. Ne yaptığını anlamaya çalışırken farkında olmadan kaşlarım çatılmıştı. Karan büyük oval paleti eline aldı, ortasından parmağını geçirdi ve avucuna sabitleyip ayağa kalktı.

Ucu ıslak fırçayı siyah boyaya batırıp fırçayla boyayı yavaşça dağıtarak fırçanın ucuna istediği miktarda siyah rengini aldı. Tekrar önüme geldiğinde bedenim yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı, kan akışımın hızlandığını hissedebiliyordum.

Karan fırçanın ucunu usulca köprücük kemiğime dokundurdu ve köprücük kemiğim boyunca düz bir çizgi çekti. Boyanın soğuğu tenimi ısırırken dokunduğu yerlerde bıraktığı siyah iz köprücük kemiğimin şeklini aldı. Bakışlarım kısaca çizdiği yere kaydı, tekrar Karan'a baktığımda, bana değil, boyayla çizdiği köprücük kemiğime bakıyordu.

"Tedavi yolum yok," diye fısıldadı fırçanın ucunu yavaşça tenimden ayırıp kaşlarını çatarak. Fırçayı bir kez daha boyaya batırdı, ardından tenime yöneldi. Boynumun bittiği yerdeki boşluğa fırçayla dokundu, boynum ile gerdanımı bağlayan o soluk boşluğunu siyaha boyadı. "Işıklar öylece yanıp sönüyor. İzin ver gölgelerin beni tüketmesine." Tam gözlerimin içine baktı. "Neden? Sana ruhumu versem, sen bile ölürken beni bırakırsın. Ölüm bu deme, sen hiç sessizlik tarafından sağır edildin mi?" Fırça yavaşça gerdanım boyunca kaydı, iki göğsümün arasındaki boşluğa siyah bir yol döşendi. "Bir gün beni bırakacaksın." Bana bakıyordu ama ne görüyordu bilmiyordum.

"Bırakmayacağım," diye fısıldadım tam gözlerinin içine bakarak.

Karan fırçanın ucunu iki göğsümün arasındaki boşluğa öyle sert bastırdı ki, acıyla gözlerimi yumup dudaklarımı ısırdım. "Bırakacaksın," dedi, kendinden emindi. "Ben bir binayım, sen en üst katıma çıkan o uçurtmasını kaybeden kız çocuğusun, büyüyene kadar o yükseklikten zemini izleyeceksin, büyüdüğün gün o binanın tepesinden isteyerek düşeceksin."

"Yanılıyorsun," diyebildim, fırçayı biraz daha bastırdığında gözlerimi açıp ona baktım, bana bakıyordu. "Bırakmayacağım."

"Benim gibi bir adamı kim ister?"

"Senin gibi bir adamı kim istemez ki?"

"Kafasından uydurduğu, olduğunu sandığı kişiyi herkes ister Asi," diye mırıldandı, sesi o kadar yorgundu ki, kalbim acımıştı.

"Senin kim olduğunu biliyorum." Karan beni dinlemedi, gözlerini benden uzaklaştırıp fırçanın ucunu yavaşça göğsüme kaydırdı. Sol göğsümün çerçevesini yavaşça siyaha boyarken dişlerimi sıktım, yüzümde oluşan çukurlarda karanlık gölgeler oluşmuştu, zemin ayaklarımın altında kayıyordu sanki.

"Ne tür bir günah işledin acaba?" diye fısıldadı fırçayı yavaşça göğsümün ucuna sürterek. Kasıldım, gözlerimin önüne bir perde iniyor gibi olunca bir elimi tekrar Karan'ın omzuna koyarak ona tutunma gereği duydum. Tırnaklarım farkında olmadan onun tenine battı. Göz göze geldik. "Hangi günahının bedeliyim Çakıltaşı?" Sertçe yutkundu. "Günahın ne?"

Tam gözlerinin içine bakarak, "Doğmak," diye fısıldadım.

"Öyleyse senin günahına tek sebep, benim sevabım."

Hiç şey diyemedim. Fırçayla göğsümün ucuna öyle sert bastırdı ki, gözlerim kısıldı ve hafifçe inleyerek başımı geriye doğru attım, Karan bunu fırsat bilip yüzünü boynuma yasladı, sıcak alnı boynuma buharını bıraktı. Burnunu sertçe boynum boyunca kaydırdı, dudaklarını boynumda kıvrılan o kalın damara yasladı ve ağzı açılırken kalbimin kapıları ona sonuna dek açıldı. Islak dilinin darbesini boynumdaki hassas deride, nabzımın çarptığı damarın üstünde hissettim.

"Karan," diye fısıldadım. Bakışlarım tavana sabitlendi, uzun saçlarım kalçalarıma sürtünüyordu. Fısıltım sanki bir çığlıkmış gibi büyük bir kuvvet gösterisi sergileyerek odanın içinde çınladı, şimşeğin gür hırıltısından bile daha güçlüydü. Damarın etrafında dolaşan dilinin ıslak patikalarında pedal çeviren hisler, yarattığı tutku kafesinin parmaklıklarını dağlıyordu.

Ne zaman o kafesin parmaklıklarını sarsarak dışarı çıkmak istediğimi bağıracak olsam, o kafesin parmaklıklarını kavrayan ellerim yanıyordu, ateşi keşfeden çocuk gibi kafesin içine kaçarken, kaçtığım şeyin aslında kafes olduğunu unutuyordum.

Karan dişlerini boynuma geçirdi, gözlerim aralandı, kaşlarım acıyla çatıldı, titreyen nefesim tavana uçtu ve o an gerçekten ona karşı hiç şansım olmadığının farkına vardım. Boynuma doğru, "Senin üstünde bir iz bırakmak istiyorum," diye hırladı.

Şu an dişlerini geçirdiği yerde bir iz bıraktığı kesindi.

Acıyla, "Bırak," diyebildim. Kelimeler dudaklarımın arasında parçalanıyor, dilime kanı bulaşıyordu. Yağmur sağanak halinde yeryüzüne inmeye başladığında artık iniltilerim herhangi bir onay beklemeden olduğu gibi dökülüyordu dudaklarımdan. Fazla yağış yüzünden dışarıda büyük bir gürültü vardı ve bu gürültünün ayak sesleri odanın içinde çınlıyordu. Aslında şu an ruhsal açıdan allak bullaktım ama bedenim bu saldırıdan hoşnuttu; hatta bu saldırının önüne kendi isteğiyle atlamıştı.

Karan fırçayı göğüs ucumda daireler çizerek gezdirmeye başladı, soluk soluğa kalmış şekilde tavanı izlemeyi sürdürdüm. Bir yere yaslanmak istiyordum. Soğuk bir duvar, yer, fark etmezdi. Ayakta duracak gücü kendimde bulamamaya başlamıştım.

"Karan," diye inledim güçlükle. "Lütfen."

"Işıklar sönünce bu adam oluyorum," diye fısıldadı, sesi boğuktu. "Buna engel olabilir misin? Bununla başa çıkabilir misin?"

Diğer elimi de onun omzuna koyarak ona tutundum. Yorgunluğuna rağmen dimdik ayakta durmuş beni yerle yeksan ediyordu. Onda bir huzursuzluk seziyordum, şu an bile tutkunun altına saklanmış bir korku vardı ve o korku her neyse, Karan bu korkuyu oldukça derin bir yerde saklıyordu. "Kim olduğun umurumda değil," diye sızlandım acılar içinde. "Varsın. Buradasın. Benimlesin."

Karan fırçanın ucunu göğüs ucuma bastırıp çekti, göğsümün ucunda küçük daireler çizerek ucu soğuk fırçayla beni deli etmeye devam etti. O bu eylemi öyle yavaş, öyle kışkırtıcı bir şekilde gerçekleştiriyordu ki, aklımı kaçıracağımı düşünmeye başlamıştım. Tutkunu olduğu boyayı, tutkunu olmaya başladığını düşündüğüm bedenimle birbirine karıştırırken bundan büyük bir haz aldığını hızlanan nefesinden anlayabilmek mümkündü.

"Bedenin bana muhtaç," dedi kesik bir nefesin arasına harfleri sıkıştırarak. "Tıpkı avuçlarımın arasına aldığım yaralı ruhun gibi."

Cevap veremedim. Dilim lâl olmuştu şu an. Başımı kaldırmak istediğimde Karan'ın dudakları hızla çeneme ulaştı ve çenemi dudaklarının arasına alıp, dişleriyle çenemi çizdi. Burnundan verdiği sert nefesi hissettiğim an, "Muhtacım," diye soludum. "Sana muhtacım."

"Siyahı siyahla örtebilir misin?" diye sordu çenemi dişlemeyi sürdürürken. "Söyle bana Asi, sen gerçekten siyah mısın?"

Hiçbir şey diyemedim, her şey birbirine girmeye başlamıştı; çenemi ısırdı, dudaklarıma tırmandı ve dudaklarımı hırsla öpmeye başladı. Ağzım, ağzının içinde dağılıyordu sanki. Nefes nefese ona koşuyor, soluk soluğa ona takılıp, ter içinde ona düşüyordum.

Dudaklarımın şiştiğini hissediyordum, arzulu nefesi ciğerlerime doluşuyordu, dişlerini dudaklarıma batırarak beni acımasızca öperken ilk kez bu kadar hırçındı. "Teslim olacağın ânı beklerken sana teslim olduğumu fark edemedim ben Asi Çakıltaşı," dedi soluk soluğa dudaklarımdan ayrılarak.

"Teslim olmadın," diye inkâr ettim. "Sen teslim olmazsın." Kıvranıyordum, bedenim onu istiyordu, bu utanç verici istekten kendimi alıkoyamıyordum. Diğer Merve'nin sessizliği bir cesedin eriyen ses tonu kadar yitikti, sanki orada değildi, sanki bizi reddetmişti.

"Teslim oldum," dedi, gözlerinin karanlık kuyularında katlim gerçekleşiyordu. Fırçayı karnıma kaydırdı, boya artık daha silik izler bırakıyordu, tırnaklarımı Karan'ın omzuna geçirerek bu işkenceye tavrımı koymaya çalıştım. "Olmadın," dedim acılar içinde. "Olamazsın."

Hırsla dizlerinin üstüne çökerek belimin iki yanından tuttu, eğilmek üzereydim ama buna engel oldu; başımı öne eğerek nefes nefese ona tutunmaya çalıştığımda gözlerini kaldırıp bir bana, bir de yüzünün hizasında duran karnıma baktı. Fırçayı palete batırdı, neredeyse kurumuş olan fırçanın ucunu boyayla doldururken gözleri karnımdaydı. Ucunu boyayla doldurduğu fırçayı, göbek deliğimin etrafında gezdirmeye başladı, o yavaşça tenimi karanlıkla örterken, ben bu hissi göğsümden koparıp atmak istiyordum. Dudaklarını kasıklarıma bastırmaya başladı, kasıklarımdaki kan fokurduyordu.

Bedenim dört duvar arasında sıkışmıştı sanki. Fırçayı tutan eli aşağı doğru kaydı, öptüğü yerin biraz üstüne fırçayı bastırarak siyaha boyadı. Fırça yere düştüğünde tok bir ses çıkardı, Karan iki elini de aynı anda boyadığı karnıma bastırdı, avuçlarına boyanın bulaştığını biliyordum.

Ellerini karnıma bastırarak beni geriye doğru itti ve dizlerinin üstünde beni takip ederek arkamdaki duvara kadar yürümemi sağladı, sırtım duvara yaslandığı an bedenim sarsıldı ve Karan bir bacağımı tutup, boyalı avuçlarıyla o bacağımı omzunun üstüne koydu. Bacağımın iç tarafında Karan'ın boyalı elinin beş parmağının siyah izi çıkmıştı. İki bacağımın arasına yakın olan yüzüne baktım, kalçalarımın kasıldığını hissedebiliyordum. Karan'ın sıcak nefesi iç çamaşırımın ince kumaşına baskı yaparken, bu sıcaklığı orada, tam oramda hissediyordum.

"Güzel kokunu alıyorum," diye fısıldadı boğuk bir sesle. "Sıcaklığını hissedebiliyorum."

Karan'a baktım, ilk kez istek onu kör etmiş gibi görünüyordu. Kafamı duvara yasladım, duvarın soğuğu tenimdeki sıcağı ısırıyordu, sertçe yutkunup kasılmayı sürdürürken, "Ruhunu bana vermekten bahsetmiştin," dedim zorla. "Ruhumu sana versem demiştin. Vermedin. Teslim olmadın."

Karan bacağımın iç tarafını öptü, kasıldım, gözlerimi sıkıca yumarak, "Karan," dedim, aldırış etmeden aynı yeri bir kez daha öptü, bu kez öperken dişlerini de sürtmüştü. Cevabı bu muydu? Yoksa bu bir cevapsız kalma hakkımı kullanıyorum eylemi miydi? Bilmiyordum. Tenim nasıl ateşler içindeyse, aynı şekilde zihnim de soru işaretleriyle doluydu. "Karan." Dudaklarını iç bacağıma, oranın çaprazındaki dokuya bastırdı, dilinin dudaklarının arasından firar ettiğini anlamamla birlikte başımı hafifçe duvara vurarak inledim. "Ali!"

Karan dişlerini geçirerek canımı acıttı, ellerim saçlarına kaydı ve gür saçlarını avuçlayarak, "Lütfen!" diye inledim. Sesim her tarafından çatlıyordu, bu da neyin nesiydi? Gözlerimi sıkıca yumarak derin bir nefes aldım. "Eziyet... Eziyet bu!"

"Eziyet mi?" Sesi boğuktu. Usulca iç çamaşırımın kumaşına nefesini verdi, delirmiştim. "Böyle mi?"

"Karan!"

Burnuyla hafifçe o kumaşa dokunduğunda dişlerimi sıkarak kendimi kastım. "Eziyet?" Burnunu orada hafifçe hareket ettirdi. "Böyle mi? Hadi durma, Ali de bana."

"Lütfen," diye fısıldadım dudaklarımı parçalarcasına ısırırken. "Ali."

Karan bacağımı daha sıkı kavrayıp tamamen omzuna çektiğinde belim yapıştığı duvardan kurtuldu, kafam hâlâ duvara yaslı duruyordu. Karan tam oraya sıcak nefesini bıraktı, kendimi öyle çok kasıyordum ki, kemiklerim acımaya başlamıştı. "Seni kıvrandırabilirim," dedi ahlaksız bir ses tonuyla. "Sorduğun tüm soruları cevaplayıp, ardından o cevapları sana unutturabilirim."

"Yapma..."

Boyalı eliyle kalçamı kavradı, bacağım omzundayken dengeyi zor tutturuyordum. Dudaklarını kumaşa bastırdı, orada oluşturduğu karıncalanma büyüdü ve göğüs uçlarımda sızıyı hissettim, biri sanki tenime iğneler batırıyordu ama bu iğnelerin ucunda zevk vardı.

"Küçük kızım," diye fısıldadı dudaklarını oradan çekmeden. Sıcak nefesi tam orada bir sarsıntı yaratmıştı. Oramda bir sızı hissediyordum, sanki nabzım orada atıyordu, utancın halesi bedenimde ışık gibi yanıyordu ama istek o kadar karanlıktı ki, ışığın üstünü pelerin gibi örtmüş, aydınlığı bastırmıştı. "Benden kaçmayı öğretemedim sana," dedi, sesinde tutku vardı. "Zaten kaçsan bile arkandan gelirdim. Sana karşı çok çaresizim, görüyorsun değil mi?" Gözlerini kaldırıp bana baktığını hissettiğim an bakışlarımı ona doğru indirdim, dişlerini sıkarak bana bakıyordu, başımı aşağı yukarı hafifçe salladım. "Asi," diye hırladı. "O küçük kadınlığını çürütene kadar..."

İrkilip sırtımı duvara yasladım, dişlerini sıkarak kendini durdurdu. Dudaklarını öyle sert oraya bastırdı ki, kumaşa rağmen onu hissedip delirmiş gibi inlemeye başladım. Saçlarını sıkıca kavradım, canının yandığına emindim, umursamadım, saçlarını çekiştirerek kendimi geri çekmeye çalıştım.

Bacağımı alttan kavrayarak orayı biraz daha araladı ve o an ne yapacağını anlayıp korku dolu gözlerle ona baktım. İç çamaşırımın alt tarafındaki lastiği parmaklarıyla kavradı, uzun parmakları tıpkı bir kanca gibi iç çamaşırın içine girdi ve parmağı oraya, tam orama dokundu. Eklemini hissettiğim an gözlerimin önünde şimşekler çaktı. Parmaklarına bulaşan ıslaklık, kulaklarımın uğuldamasına sebebiyet vermişti.

Karan hırladı, gözlerini yumdu ve "Sıcaksın," dedi. "Sıcak, küçücük ve ıslaksın."

Şimşeğin sesi odanın içini doldurdu, Karan yavaşça iç çamaşırımı yana doğru çekti, çıkarmamıştı ama yana çektiği için orası artık gözlerinin önündeydi. Ayak parmaklarımı içeri doğru kıvırdım, utançtan ölmek üzereydim ama bedenim uyuşmuştu. Sessizlik uzayıp aramıza yattı, sessizlik çırılçıplak ve muhtaçtı. Bakışlarının oraya kilitlendiğini fark ettim, nefesi doğrudan oraya dökülüyor, parmakları iç çamaşırımı kanca gibi kavramış orayı daha net görebilmek adına ileri doğru asılıyordu.

"Tertemiz," diyebildi, o da benim kadar uyuşmuş görünüyordu. "Çok küçük." Gözlerini kaldırıp bana öyle bir baktı ki, ne yapacağımı şaşırdım. "Seni öyle sert..." Dişlerini sıktı. "Yaparım bunu. Bana öyle bakma."

Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. "Yapma," dedi, sesi ilk kez bu denli sertti. "Sakın daha fazla istememi sağlama. Seni parçalarım. Duydun mu?" İç çamaşırımı biraz daha çektiğinde acıyla kıvrandım, bir an için bu acıdan kurtulmak umuduyla iç çamaşırımı tamamen çıkarmasını bile istedim ama bunu yapacak gücü kendimde bulamadım.

Gözleri yavaşça oraya kaydı, yavaşça yaklaştı, gözlerim kısıldı, bedenim sanki bana ait değildi, ruhum bedenime eğreti duruyordu.

Karan dudaklarını tam oraya bastırdı, içimdeki her şey çekiliyormuş gibi hissettim ve başımı duvara vurarak sızlanarak inledim. Dili orayı buldu, tam o noktaya diliyle küçük fiskeler vurmaya başladığında çıldırmış gibi hissediyordum.

Ellerim benim bilincim dışında onun omzuna dokundu, tırnaklarımı batırırken, "Karan," dedim iniltilerimin arasından. "Ah, lütfen!"

Bu nasıl bir histi böyle? Duvarlar üstüme yıkılıyordu, topraklar bedenimi örtüyordu, sanki ben kibrittim ve sürtülerek aşındırılıyordum. Kıvılcımlarım dudaklarımdan dökülen iniltilerimdi. Bedenim rotasını kaybetmiş bir gemi gibiydi, buzdan bir dağa doğru son sürat ilerliyordu, parçalarımın bile parçalara ayrılacağını düşünmeye başlamıştım. Dilinin ıslak hareketi oradaydı, tam orayı, o tepeyi sertçe bir sağa bir sola yatırarak fiskeler indirirken artık çıldırmış gibiydim. "Karan!" Burnundan verdiği sert nefes orayı ısıttı, diliyle ısıttığı yerin üstünden geçti ve o noktayı dudaklarının arasına alıp çekiştirerek emmeye başladı.

Tahammül seviyem parçalara ayrılmıştı. Yanağımı duvara yaslayarak dişlerimi sıktım. Karan tam orada öyle büyük bir darbe başlatmıştı ki, bu darbe hasarını tüm bedenime veriyordu. Dudaklarımın kuruduğunu hissettim, sesim çatlaktı, aldığım soluk bile bana ızdırap veriyordu şu an. "Bana beni istediğini söyle," dedi dudaklarını oradan uzaklaştırıp, açlıktan yırtılmış gözlerle bana bakarak. "Söyle, yoksa istediğini vermem."

Yutkunmaya çalıştım. "İstiyorum," dedim zorlanarak. Devamını getiremedim. Dudaklarını oraya gömdü, yanağımı bir kez daha soğuk duvara yasladım ve yaklaşmakta olan kasırganın harabeye çevireceği bedenimin titremelerine inleyerek ayak uydurdum. Çatlaklara ayrılan düşüncelerim ayrıldıkları yerden tekrar bir araya gelerek tek bir şeye odaklanıyordu.

Bana verdiği bu tuhaf his... Haz mıydı? Zevk? Bilmiyordum ama hissediyordum. Hissetmek acizlikti. Ellerim onun omuzlarından ayrıldı, farkında olmadan göğüslerime dokundum ama bu daha çok bir korunma isteği gibiydi, göğsümden bir tanesi boyalı olduğu için avucuma bulaşan boyayı hissedebilmiştim.

Karan aniden ayağa kalktı, yoksun bir şekilde titredim, ellerim göğüslerimden ayrıldı ve onun göğsüne dokundum. Bir avucumun içine bulaşan boya onun göğsüne izini bıraktı, sertçe yutkunurken içinde bulunduğumuz durumu tanımlayamayan ifademin karmaşasına aldırış etmeden onun gözlerinin içine baktım.

"Sana neler yapmak istediğim konusunda bir fikrin var mı?" diye sordu, gözlerimin içine bakıyordu. Bacaklarımın arasındaki ıslaklık artmıştı, dizlerim titriyordu. Gözlerimi yumsam, gerçekten kopsam, bu damağımı parçalayan istek beni terk eder miydi? Hipnoz edilmiş gibi hissediyordum. Şu an benden ölmemi istese, mutfağa gidip tezgâhın üstünde duran bıçağı alır kalbime saplardım.

"Çok acımasızsın," dedim istekle titrerken. "Neden bana bunu yapıyorsun?"

İki bacağımın arasına girdi, bana tamamen sokulduğunda ikimizi ayıran tek şey aramızda duran, göğsüne yerleştirdiğim ellerimdi. "Devam etmemi istiyorsun, değil mi?" diye sordu. Islak dudaklarını yaladı, dolgun dudaklarına baktım, dikkatim dağınıktı, bedenim hiç bu kadar kasılmamıştı ve ilk kez çıldırmanın eşiğinde, kendimi delirmeye bu kadar yakın hissediyordum.

"Lütfen," diye fısıldadım, eğer ona tutunmasam yere düşerdim.

"Şu an benim için deliriyorsun, değil mi?" Alt dudağını ısırdı, bu gerçeği bilmek onu çıldırtıyordu, bunu görebilmiştim. "Tadın dudaklarımda. Tadına bakmak ister misin?"

Aralıklı dudaklarımla öylece ona bakakaldım. Tanıdığım, bildiğim Karan'dan daha karanlık bir adamdı şu an karşımda duran. "Tadını aldım," derken gözleri alev alevdi. "Hadi kurtul kurtulabilirsen. Hadi, ölüm gelsin, bakalım alabilecek mi seni elimden?"

Bir an olsun düşünmedim. Doğru olan buydu. Benim açımdan doğru olan buydu ve yanlışın canı cehennemeydi. Dudaklarımı öyle büyük bir haz, büyük bir istekle Karan'ın dudaklarına bastırdım ki, dişlerimizin birbirine temas ederken çıkarttığı sesi işittim. Soluğumu soluğuna katmak benim için zordu, düzensiz nefesimi onun ağzının içine verdim ve dudaklarından günahı içtim. Bu işlediği ilk günah değildi ama beraber yanacağımız ilk günahlardan yalnızca bir tanesiydi.

Onunla işlenen günahın bile tadı farklıydı, gözlerimi sıkıca yumarak ellerimi sırtına kaydırdım ve sırtına tırnaklarımı tıpkı gülün dikenleri gibi batırdım.

O, gülün gövdesiydi ve benim dikenlerim onun tenine saplandığında hiçbir bahçe makası bizi ayıramazdı. Boyalı elimin sırtında da iz bıraktığını biliyordum. Ellerim o izi besleyerek karnına kaydı, yavaşça aşağı indi ve parmaklarım kemerinin soğuk demir tokasına temas etti. Dudaklarımız birbirinden ayrıldı, ikimizin de gözlerinde birbirimizin yansıması vardı. Kemerin tokasını sertçe çektim, kemeri çözerken göz gözeydik ve şu an yaptığım şeye inanamıyordum.

Fermuarını indirirken hâlâ gözlerinin içine bakıyordum. Burnundan verdiği sert nefesler dudaklarıma çarpıyordu. Boxerının kumaşına dokunduğum an gözleri daha da kısıldı. Burnumu burnuna sürttü, boxerının lastiğinin üstünde dolaşan parmaklarımı kavradı, avucunun içine aldığı elimin avucunu boxerının önündeki çıkıntıya bastırdı ve o an gözlerim irileşti. Avucumda çarpan nabız, beni bir an korkutsa da, göğsümü körüklemişti. Karan elimi oradan sürterek çekti.

Bir bacağımı beline doladı, bacağımı beline dolarken kullandığı elini bacaklarıma sürterek arama getirdi, iç çamaşırımın kenarını kıskaç gibi kavrayan parmakları başımı döndürmüştü. Karan durmadı, boxerını indirdiğini fark ettiğimde sertçe yutkundum ama asla aşağı bakmadım. Gözlerimin önünde ateş pervaneleri dönüyor, sıcak rüzgâr yüzümü sıyırıyordu. Karan'ın erkekliğinin bacağımın içine sürtündüğünü fark ettiğim an bedenim buz kesti, şok olmuş gözlerle onun tutkuyu giyinen şehvetli siyah gözlerine baktım.

Karan sıcak aletini yavaşça bacağımın içine sürttü, kocaman gözlerle tam onun gözlerinin içine bakıyordum. Gözlerimi kırpmıyordum. Bu his de neyin nesiydi? Altında kalmıştım. Toparlanamıyordum. "Hissediyor musun?" diye fısıldadı, sesi boğuktu.

Cennetin yüksek vadilerine cehennemin dalgaları çarpıyordu.

Sıcaklığını hissetmemem imkânsızdı. Sıcak olan aletini oraya getirdi, iç çamaşırımı yavaşça geriye çektiğinde ürperdim, erkekliğini tam orama getirdi ve başını yavaşça tepeme bastırıp, hafifçe sürttü. Oramın kasıldığını hissettim, lanet bir muhtaçlık hissiyle titredim, Karan iç çamaşırımı serbest bıraktı ve iç çamaşırım ikimizin sıcaklıklarının üstüne kapandı. Karan iç çamaşırımın içinde, benimleydi. Aleti boydan boya orayı kapladı, sıcaktı, orama yavaşça sürtünmeye başladı, nemli bölgede kayan aletinin gitgide hacim kazandığını, genişlediğini hissediyordum. Korkuyla ona tutundum. Korku, zevkin kirli ayakları tarafından çiğnenerek ezildi. Yok oldu.

"Karan," diye inledim. Tırnaklarım omzuna saplandı, kendimi kastım, elimde olmadan oluyordu. Orada kayıyordu, onu hissediyordum, sıcaklığına kadar. Karan dişlerinin arasından hırıltılı bir nefes verdi, kendini bana biraz daha bastırdı ve eli bacağıma kaydı. Duruşumu düzeltti, bacağımı biraz daha yukarı kaydırarak ona sarmamı sağladı. Yavaşça hızlanmaya başladı, orada öyle hızlı hareket ediyordu ki, zevkten titriyordum. Göğüs uçlarımın sızladığını, gittikçe daha da belirginleştiğini hissediyordum.

Karan, "Senin o küçük..." dedi ve tamamlamadan dudaklarını dudaklarıma öyle hızlı kapattı ki, dişlerimiz birbirine çarptı. Çıplak göğüslerim çıplak göğüslerine yapıştı. Dili ağzımın içine yerleşti, ölülerin çürüyen cesetleriyle dolu olan mezarların bize açıldığını, üstümüze toprak atıldığını düşündüm. Karan'ın hareketleri hızlandı, oraya sertçe kendini bastırarak sürtünüyordu, deliye dönmüştüm.

Ağzının içine doğru inledim, hırlayarak karşılık verdi. Dudaklarımız ayrıldığında kaşları çatık, dudakları aralıklıydı, alnını alnıma yasladı ve şu dünya üzerinde kimsenin hayır diyemeyeceği o tutkulu bakışlarını gözlerime sabitledi. Daha da sert bastırdı, oranın acıdığını hissedince dudaklarımı dişleyerek gözlerimi kısıp inledim. Karan'ın dudağının kenarı yukarı kıvrıldı, dilini köpek dişinin üstüne yavaşça sürtüp, dilinin ucunu ısırdı. Delici bakışları yüzümdeydi.

"Yavaşla," diyebildim, muhtaçtım, bedenim ona muhtaçtı, ruhum onun için sürünüyordu şu an. Bu kabul edilemezdi. Bunu kendime yediremiyordum. Onun için çıldırıyor olmak, benim için dehşet vericiydi, korkunçtu. Kendini tamamen bastırdı, erkekliğinin baskısıyla sırtımı duvara daha sert çarptım ve "Ah!" diye bağırdım. Karan aynı yüz ifadesiyle beni izliyordu, alt dudağını yaladı, alnı ter içinde kalmıştı. Göğsümün ucu göğsüne sürtünüyordu. Birbirine sürtünen tenimiz kızarmıştı, bundan emindim.

Topuğum beline yaslı duruyordu. Terleyince kaydı, Karan elini arkaya attı ve ayağımı belinin kavisine yerleştirdi, bacaklarımın içinin nemlendiğini hissediyordum, dudaklarımdan firar eden iniltilerin önü kesilmiyordu. Delirmiş gibiydim, delirmiş gibiydi ama yine de yüzündeki o alay silinmiyordu. Bana ne yaptığını görebiliyordu, bundan haz alıyordu. Damarlarının kavisini hissediyordum, oramda çarpan damarlarının bana verdiği farklı bir zevk vardı şu an. Aklımı kaçırıyordum.

"Tek hamleyle içini doldurabilecek kadar öfkeli, canını yakmaktan korkacak kadar da ibnenin evladıyım," dedi nefes nefese. Alnını alnıma tamamen yapıştırdı, gözlerimin içine beni parçalara ayırmak istiyormuş gibi baktı. Burnundan verdiği sert nefesler dudaklarımı yakıyordu, alnındaki ter, alnımdaki tere karışmıştı ve dişlerini sıktıkça, yüzüne devrilen gölgeler yanaklarındaki çukurlara yeni mezarlar biçiyordu.

"Karan!" Deliye dönmüş bir şekilde kıvrandım, başımı duvara yasladım ve alnıma bulaşan terine yansıyan soğuk bir an zihnime bıçaklar saplanmasına neden oldu. Karan dişlerini gıcırdatıyor, bazen kendini tutamayarak hırıltılar çıkartıyordu. Çok ıslaktık, sıcak ve parçalanmaya yakındık. Farkında olmadan kalçalarımı hareket ettirdim, bir an erkekliği iç çamaşırımın içinden çıkıp bacağımın içine çarptı, Karan hırsla onu tekrar oraya yerleştirdi, kafamı duvarlara çarparak dağıtmak istiyordum.

Hızlandı, bir şeyler söylüyordu, duyamıyordum. Algılarımı yitirmiştim. "Benden korkma!" dedi hırsla bir kez daha kendini bastırarak orada kaydırırken. "Benden kork!" Durmadı, bu iki cümleyi durmadan tekrarladı, her cümlenin sonunda, noktayı koyar gibi kendini bana daha fazla bastırıyor, tenimi tenine daha çok yapıştırıyordu. "Sana elini sürenin, değil elini, tümden kendisini yakar, kül ederim."

Dudaklarımı aralamaya çalıştım, yapamadım. Karan inleyerek çeneme yöneldi, dişlerini çeneme geçirdi, eli belime kaydı ve eli duvar ile belim arasında kaldı. Beni sıkıca kavradı. "Kucağıma çık," dedi dişlerini çeneme sürterek. "Bacaklarını bana dola, kucağıma çık."

Bir an ne yapacağımı bilemedim. Karan yapamayacağımı fark edince iki elini kalçalarıma dayadı, parmakları kalçalarıma battı, beni sertçe yukarı çekmesiyle birlikte iki bacağım da onun beline dolandı. Sırtımı tekrar duvara yapıştırdı, artık tamamen onun kucağındaydım, erkekliği orada, iç çamaşırımın içindeydi, tüm hızıyla bana dokunuyor, bana bulaşıyordu.

Yüzünü boynuma gömdü, kokumu içine çekti, kasılıyordu. Kasılıyordum. Kollarımı boynuna doladım, tenimde ne kadar boya varsa onun tenine de izlerini bırakmıştı şu an. Boynumdaki damarı öptükten hemen sonra dudaklarını kaydırarak omzuma indi. Çıplak omzumu dişleyerek hareketlerini hızlandırdı. Sırtım duvara çarpıp duruyordu. Omzumdaki acıyı hissetmiyordum bile ama dişlerini oraya geçirdiğini biliyordum.

Bir an dünya tersine dönmeye başladı, sanki zaman geriye akıyordu. Ortamdaki her şey ters şekilde hareket ediyor, eski halini almaya başlıyordu. Fırçalar yavaşça suyun içine giriyor, tekrar çıkarken uçları kuru ve boyalı oluyor, tuvaldeki dağılmış siyah boya yavaşça toplanıyor ve eski düzenine kavuşuyor, yağmurun gölgeleri yavaşça geri çekiliyordu.

"Karan!" diye bağırdığımda tavan başımıza çöküyor sandım. Duvarlar çatlıyor, yarıklara ayrılıyordu. Korkuyla Karan'ın omzuna kapandım, dudaklarım omzuna sürtündü, ağzım aralandı ve dişlerimi omzuna batırdım, zevkle karışık hırslı bir şekilde inledi. Dehşet içinde gözlerimi kapatmaya çalıştım, yapamadım, kirpiklerim bile içeri doğru batmaya başlamıştı sanki. Gözlerimi yumsam kör olacakmışım gibi hissediyordum. Başım dönüyordu.

"Tutma kendini," dedi, nefes nefeseydi, bedeni kasılmıştı, kaslarının elimin altında nasıl dalgalandığını hissedebiliyordum. Baskı büyüyor, lavları boğazımın dağlarını eşeliyordu. Lav, dağın eteklerinden aşağı akmak, dokunduğu her şeyi taşa çevirmek istiyordu.

Deprem oluyordu ama hiçbir şey yıkılmıyordu. Sarsılıyordum ama yere düşmüyordum. Parçalanıyordum ama hâlâ tek parçaydım.

Bir an gözlerimin önünde ışık parçalanıyor gibi hissettim, dünyanın uzayın üstündeki duruşu değişti, yer çekimine inancımı yitirdim ve o an öyle bir kıvrıldım ki, dudaklarımdan dökülen naralara sağır oldum. Yıkıldım, düştüm, her şey parçalara ayrıldı. Yıkılmadım, düşmedim, her şey tek parçaydı.

Karan inleyerek kendini geri çekti, kaydım, ayaklarım yere bastığında dizlerim titriyordu, az daha düşeceğimi sandım. Ve o an, bacağımın iç tarafında, kendi sıcaklığım dışında başka bir sıcaklık hissettim. Karan yorgun bir şekilde yüzünü boynuma sakladı, nefes nefeseydik.

Sertçe yutkunup geri çekildi, kısık siyah gözler gözlerime tutundu. Dişlerini sıkarak yüzüme baktı. Geri çekildiğinde sırtımı duvara yaslayarak kaydım, zemine oturdum, Karan aşağı yanıma çöktü. Kollarımı açtım, kollarımın arasına tıpkı bir erkek çocuğu gibi yerleşti, karanlığını üstümüze örttü. Kollarımı onun gövdesine sıkıca sardım, çenemi nemlenen siyah saçlarının arasına, başının üstüne yerleştirdim.

Bir süre, yağmurun ve kalp atışlarımızın sesi dışında bize hiçbir şeyin dokunmasına izin vermedik. Hiçbir şeyin. Nefes alış verişlerimiz düzene girene kadar öylece durduk. Kalplerimiz hızını kesmedi, birbirimizin kollarında olduğumuz için böyleydi belki de, bilmiyordum. Sanırım onun yanındayken kalbimin yavaş çarpmasının imkânı yoktu. Sanki aniden o heybetli formu küçüldü, ufaldı. Kollarımda bir çocuğun hâlâ nefes alan cesedi kaldı.

Zaman yaşananların üstünden yelkovanın izlerini sürüyerek geçti, akrep sessizce bu dansı izledi. Kendimizi bir banyo küvetinin içinde çırılçıplak bulduğumuzda, buraya nasıl gelmiştik hiç hatırlamıyordum. Yüzü yüzüme dönüktü, bacaklarım bacaklarına dolanmıştı. İkimiz de oturuyorduk. Gözleri gözlerimdeydi, saçlarımız da dahil olmak üzere bedenimizde kuru hiçbir yer yoktu. Karnımıza kadar suya batmıştık. İçeriye devrilen şafağın rengiydi, küçücük bir aralıktan banyonun içine sütun çekmişti.

Dişlerimin izini bıraktığım omzuna baktım, avucumdaki suyu yavaşça omzuna döktüm, gözlerini bir an olsun çıplak göğüslerime indirip tenime bakmadı bile. Yüzümü izliyordu. Aynı şekilde yüzünde mimik oynamadan beni izlerken, avucuna doldurduğu suyu omzuma döktü, gözlerimi kaldırıp gözlerine baktım. İkimiz de ifadesizdik ama o gözler hiç susmuyor, birbirlerine sürekli olarak bir şeyler anlatıyordu.

Ona sokuldum, belki de amacım bakışlarından sıyrılmaktı, bilmiyordum. Yanağımı omzuna koydum, o da yüzünü yavaşça omzuma yerleştirdi, çenesindeki sakallar tenimi kaşındırdı ama sesimi çıkarmadım. Dışarıda dinen yağmurun kontrplaklar üstünde biriken suyunun damlaları yere düşüyordu. Küvetin küçük dalga sesini duyuyordum. Huzurluydum.

"Nasıl böyle hissedebiliyorsun?" diye fısıldadı. "Nasıl?"

"Nasıl hissetmem Karan? Canımın canı acıyor."

Beni canına sokmak istiyor gibi kendine bastırdı.

"İlk kan cennette mi döküldü sahiden?" diye sordum kısık sesle.

"Kötü olan ne varsa, bir zamanlar cennete aitti. Şeytan da. İlk kan cennette döküldü. İlk günah cennetin topraklarında işlendi." Durdu. "Sen cennette dökülen ilk kan, işlenen ilk günahsın Asi."

"Cennet," diye fısıldadım.

"Evet," dedi. "Cennet. Sen cennete aitsin."

Yavaşça geri çekildi, yüz yüze geldik. Yüzümü ıslak avuçlarının arasına aldı. "Cennete ait, cennette okunan ezan. Sen ezansın. Ben günahkâr bir Müslümanım." Dudaklarını alnıma bastırdı, gözlerimi yumdum. "Her ezanda. Daima."



🗝️


Utancı taşıyan koyu renk gözlerimi cama düşen yansımasından kaçırdım. Günlerdir güneşi görememenin getirmiş olduğu durgunluk yeryüzünün renklerini soldurmuştu. Omzumu cam duvara yasladım, bakışlarım bahçeye kaydı. Büyük ağacın dallarında asılı duran yaprakların oyuklarında birikmiş yağmur suyu vardı. Yere doğru damlıyor, toprağa karışıyordu. Bana biraz büyük olan kazağı tekrar üstüme giymiştim, kazağın omzu düşüp duruyordu. Karan'ın telefonu çalmaya başladığında bakışlarım yavaşça cama düşen yansımasına kaydı.

"Söyle," diyerek açtı telefonu. Bedeni gevşemiş gibi görünse de, sağlam olmayan bir şeyler vardı. Bunu görebiliyordum. "Evet, yanımda." Bakışlarımız camın üstündeki yansımalarımızda buluştu. "Veriyorum." Bana doğru bir adım attı, tenim karıncalandı, ona doğru döndüğümde gözlerimizi birbirimizden aynı anda kaçırdık. Telefonu bana uzattı. "Billur."

Telefonu aldım. "Efendim?"

"Kuşum, telefonun evde kaldığı için bu hıyarı aradım, çok kibar açtı telefonu gerçekten de..." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Billur devam etti. "Defne seni aramış, ulaşamayınca da beni aradı. Şu an çok önemli bir sınava giriyormuş, diğer ders için ona lazım olan bir kitap varmış, dış ticaret falan dedi, sen anlarmışsın. Yani anlayacağın şu an okul sınırları içinden uzaklaşması imkânsız. Sen sizin eve yakın mısın şu an?"

Karagözler oturduğum eve yakın bir yerdi. "Evet," dedim tek kaşımı kaldırarak.

"O zaman şu kızın notlarının olduğu kitabı alabilir misin evden? Anahtar her zamanki yerdeymiş, evde kimse olmadığını söyledi Defne. Varsa Dilek Sultan vardır, kadının ne zararı var..."

İrkildim. Annemin okuldaki hâli aklıma gelince dudağımı ağzımın içine aldım, dişledim. "Almasına alırım da..." dedim ikilemde kalmış bir şekilde. "...okula gidebileceğimi sanmıyorum."

"Moruk yanında değil mi? O bırakır, sen arabada beklersin?"

"Tamam," dedim yarım ağızla. "Hemen lazım?"

"Hemen... Sen beni nerenle dinliyorsun acaba?" Bedirhan'ın çığlığını duydum. "N'apıyon kız?" diye bağırdı. "Bırak şu telefonu, yandı elim, ay!"

"Tamam," dedim hızla. Billur telefonu Bedirhan'a söylenerek kapattı. Karan'a baktım, gözlerinde soru işareti olsa da konuşmuyordu. Dün gece aklıma geldikçe yanaklarıma kanın kızıl rengi oturuyordu. "Şey, eve gitmemiz gerek."

"Hangi eve?"

"Bizim e..." Durdum. "Defne'nin notlarının olduğu kitabı almam lazım. O eve."

Sakalını kaşıdı, haşırtısını dinledim. "Defne kendi alamıyor mu notlarının olduğu kitabı?"

"Çok önemli bir sınavda mıymış, öyle bir şeymiş."

Karan gözlerimin içine yanan gözlerle baktı, gözleri bir an çeneme kaydı, çenemde hafif kızarık izler olduğunu bildiğimden utandım. Kazağın açıkta bıraktığı omzumda diş izleri vardı. Bir an gerçekten sırıtacak sandım, yapmamaya çalıştı. "Ben üstüme bir şeyler alayım," dedi. "Sen de ceketini giy."

Dediğini yaptım. Atölyeden çıkıp arabaya binene ve hatta yolu yarılayana kadar hiç konuşmadık. Sonunda sessizliği bozan, "Yağmur hiç durmadı," diyen Karan oldu. "Hava durumunu dinledim, birkaç gün daha böyle sürecekmiş."

"Güzel." Omzumun üstünden ona baktım, kaşları çatık şekilde yolu takip ediyordu. "Karan."

"Söyle."

"Ahmet Hoca..."

"Anma şu pezevengin adını," dedi sinirle. "Sinirlerimi tepeme toplatma benim."

"Ama..."

"Kafanda kurma," dedi hiç tereddütsüz. "Hiçbir şey yok."

Sessizleştim, evin yakınlarına geldiğimizde gerildiğimi hissettim. Tanıdık sokaklardan bir yabancı gibi geçiyordum. Ben bu sokakları tanıyordum ama artık bu sokakların beni tanıdığını zannetmiyordum. İçim burkuldu, kırgın değildim, keşke kırgın olsaydım, en azından bu kadar ağır hissettirmezdi. Sokağın başına geldiğimizde, "Burada dur," dedim hızla. Yağmur tekrar atıştırmaya başlamıştı. Karan arabayı yavaşlattı. "Geleyim mi?" diye sordu.

"Hayır."

Gözlerimin içine baktı. "Peki."

Arabadan inerken, "Asi," diyerek durdurdu beni. Omzumun üstünden ona baktım, kapı açıktı, soğuğun nefesi ensemizdeydi. Kuzguni siyahı gözlerindeki kara kanatları gördüm, şefkatle açılmıştı. "Dikkatli ol," dedi hiç beklemediğim bir anda.

Bu evden nefret ettiğimi biliyordu.

Bu sokaktan, her şeyden...

Yavaşça başımı salladım. Yanık cennetime baktım. "Olurum."

Arabadan inip sokağın sonuna doğru yürümeye başladım. Üstüme yağan yağmur hissedilmeyecek kadar narindi, üşüyen boynumu ceketimin yakalarının içine gömdüm. Evin önüne geldiğimde, içinde cesedimi taşıyan duvardan kutuya baktım. Bir gün gerçekten iyi olacak mıydım? Derin bir nefes aldım, nefesin içinde bitkinlik vardı. Omuzlarım düştü, dik durmaya çalışıp evin girişine yöneldim. Mektup kutusunun içine elimi sokarken, boş bakışlarım tanıdık kapıya bakıyordu.

İçim de huzursuzdu. Sanki bu evin içindeki enkazlar, beni yutmak için an kolluyordu. Anılar, olduğu yerde ağrıyıp duruyordu. Keşke söküp atmanın bir yolu olsaydı. Anahtarı kapı deliğine soktum, yavaşça çevirirken gözlerimi yumdum.

Kapı aralandı. Açıldı.

Kapalı gözlerime bir ağırlık çöktü, gölgeler ellerindeki bıçaklarla o tehlikeli cambazlık gösterisine başladı. Gözlerimi açtım. Bir iskemle yere devrilmiş şekilde koridorun ortasında duruyordu. Kaşlarım çatıldı, bakışlarım iskemlenin hizasında devam etti, biraz yukarı kaydı. Boşlukta sallanan bacaklara baktım. Rüzgârgülleri hızla dönmeye başladı.

Annemin cesedi, koridorun ortasında asılı duruyordu.

"Rüzgâr gülü, rüzgâr gülü, hiç ölümü düşündün mü?" 


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

Haz By 🍀

Romance

181K 2.1K 16
"Siktir, kırmızı senin rengin." Sütyenimin açıkta bıraktığı göğüslerimi öpmeye başladı. Bir eliyle kalçalarımı sıkıyor diğeriyle de kasıklarımı okşuy...
63.7K 5.1K 6
Hiç kapanmamak üzere açılan yaralar, kanamaz. İz bırakır. Ve o iz sonsuza dek geçmez, Yanı başında kalır.
268K 22.3K 23
"Kalmam için bir sebep olması lazım." dediğinde, Leyla'nın sesi titriyordu. O Leyla'ydı, başka kimse değil. Daha on sekizinde tazeyken, Kınalıtepe'ye...
574K 74K 26
"Leyla!" Günlerin yer değiştirdiği o saatlerde, gecenin en karasında, bir ruhun kilitli kalmış sokaklarındaydık. "Burada ne arıyorsun?" Başkası içi...