ASİ ÇAKILTAŞI

By binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... More

ASİ ÇAKILTAŞI
1. BÖLÜM: KONFERANS
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

38. BÖLÜM: SARMAŞIK

76.6K 6.3K 4.1K
By binnurnigiz



🗝️


Hypnogaja – Here Comes The Rain Again


38. BÖLÜM

SARMAŞIK


Ayaklarımın altında kesikler bırakan o ipin üstünde yürürken, ayaklarımın altındaki ipin sırtının bir cehennem ateşine dönük olduğunu biliyordum.

Bu beni cehennem ateşinden korumak isterken, beni ayaklarımdan etmesi gibiydi.

Her bir adım, tabanlarımdan içeri soktuğu bıçaklarla kemiğime kadar beni deşiyordu, yedi yaşlarındaki o küçük kız çocuğu ruhumun önüne oturmuş, ruhumdaki buzları elindeki bıçakla kazıyordu.

Yere düşen kristalleşmiş buz parçalarını görüyordum. Canım yanıyordu ve bu yalnızca fiziksel bir yangın değildi.

Karan'ın bana anlatmadığı ne varsa o ipin sırtının dönük olduğu cehennem ateşinin içinde pişiyordu. Düşsem, hepsini avuçlamış olacaktım ama bu gerçekler beni yutabilirdi de.

Belki de çoktan o gerçekler tarafından yutulmuştum ben.

Küçük kız elindeki bıçağın kaldırdığı buz parçalarının yere düşüşünü izlerken en az benim kadar boş bakıyordu. Hemen arkasından yükselen dalga seslerini duyuyordu, ben de duyuyordum ama sanki o küçük kız bendim ve o kız arkasına bakmadığı sürece, arkamızda olan biteni göremeyecektim.

Küçük kız, ısrarla dalga seslerinin yükseldiği yöne bakmaktan kaçınıyordu.

"Neden bakmıyorsun?" diye sordum ona ama beni duymadı, belki de duymak istemedi. Elindeki bıçağı, ruhuma daha sert bastırdı, susmamı istiyordu.

"Neden bakmıyorsun?"

Yine cevap vermedi. Bıçağın sivri ucunu buzlarıma bastırıp, çirkin bir gıcırtı sesi çıkartarak büyük bir parça buzu daha yere düşürdü. "Yapmasana," dedim. "Neden bunu yapıyorsun?"

Elindeki bıçağa, ardından da yere düşürdüğü buz parçalarına baktı. Buzlar erimeye başlamıştı, su yavaşça yerde birikiyordu ve yerdeki suya kızın görüntüsü düşmüştü.

Onun yüzünü ilk kez o zaman gördüm.

Bu, bendim.

"Merve," diye fısıldadım suya düşen yansımama bakarken. "Bize bunu neden yapıyorsun?"

Sessizce bana baktı. Aslında kendine bakıyordu, yani gördüğü kendiydi ama ikimiz de şu an burada yalnız olmadığımızı biliyorduk.

"Ben de bu soruyu durmadan soruyorum," dedi, omuz silkip gözlerini yansımadan ayırdı, ruhumdaki buzlara çevirdi. "Neden bize bunu yapıyorsun Asi?"

"Ben bir şey yapmıyorum ki." İç çektim. "Neden ruhumuza o bıçağı saplayıp duruyorsun?"

"Bu bıçağı benim elime veren sensin."

Elindeki bıçağa baktım. O bile buz tutmuştu. Bunu onun eline verirken onu düşünmemiştim. Bedenimi saran ürpertiye dur diyemedim, her hücremi ele geçirmişti. Titriyordum ve bunun nedeni soğuk değildi, bunu biliyordum.

"Sana bu bıçağı bunu yapman için vermiş olamam," diyebildim, sesimin çatlaklarından buzlu su akıyordu.

"Evet," dedi ruhsuz bir sesle. "Bunu yapmam için vermedin."

"Öyleyse?"

"Bana bu bıçağı kendime saplamam için verdin."

Bir an öylece kalakaldım.

"Ama ben zaten sendim, sen bunu hiçbir zaman kabul etmedin."

Geriye doğru bir adım atmak istedim ama buna izin vermedi. "Kıpırdama," dedi sabit bir sesle. "Daha değil."

"Ne diyorsun?"

Elindeki bıçağı hafifçe havaya kaldırdı, bıçağın aynasındaki gözlerimle buluştum. İri kahverengi gözlerin içinde boşluk ve çaresizlik vardı. Bu bakışı nerede görsem tanırdım ben.

Bu bakış benim gözlerime bıçakla çizilmişti.

"Yıkılan tek kişi sen değildin," diye fısıldadı. "Çok defa sana sığınıp kendimi korumak istediğimde, beni kapı dışarı eden sendin."

Ona bakmak istedim ama bu zaten kendime bakmaktı.

"Hayallerimi yarattığın bir kuyunun içinde boğarken, senin omzunda ağlamama bile izin vermedin."

"Neden hep beni suçluyorsun?" Gözlerimi sıkıca yumdum. "Neden tek suçlu benmişim gibi davranıyorsun?"

"O kuyunun içinde boğduğun benim, bizim hayallerimizdi." Gözlerimi açtım, bunu bana yaptıran oydu. "Acımızı birbirimizden uzakta yaşarken, ikimiz de donduk. Bizi, ruhumuzu bu hâle getiren sensin. Buzları görüyor musun Asi? Akan suyu görüyor musun? Elimdeki bıçağı görüyor musun? Ne kadar saplarsam saplayayım, o buzları yok edemiyorum. Su bile buz gibi. Ruhumuzun çatlaklarından akan su, buz gibi."

"Bunu ben yapmadım."

"Ama yapmalarına izin veren sendin."

"Tek başımaydım."

"Ben vardım!"

"Sen zaten bensin," dedim dehşet içinde.

"Neden durmadan kendini haklı çıkaracak şeyleri öne sürerek kendini rahatlatmaya çalışıyorsun?" Bana boş boş baktı. "Beni senden ayırdın, bir bütün halinde kalmayı başarsaydık, şimdi ikimiz de yarattığımız bu buzdan sarmaşığın bizi dondurarak zehirlemesine izin vermezdik!"

Yüzümü ellerimle örtmek istediğim anda elimdeki bıçak yere düştü. Küçük bir bedenin içinde, yirmi yaşımı sığdırdığım bir zihni taşımak çok zor geliyordu şu an bana. Küçük bir çocukla kavga etmek, ona bir şeyleri izah edebilmek çok zordu. O bunu bilebilir miydi?

"Sana ihtiyacım vardı," dedi sesi çatlarken. "Babama ya da anneme değil Asi. Sana."

"Üzgünüm."

"Üzgün falan değilsin!" diye bağırdı incecik sesiyle. "Beni parçaladın!"

"Ben de parçalandım!"

"Boğazımıza sarılan bu buzdan sarmaşık ya hayata tutunduğumuz damarı parçalayacak ya da bizi boğacak." Öksürdü. "Buzdan dikenleri hissediyor musun? Boğazımıza saplanıyor. Hissediyor musun Asi?"

Canımı yakan buzdan dikenler değil, onun sözleriydi. Gözlerimi sıkıca yumdum. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum ve göz kapaklarımı aralarsam, gözyaşlarım durmayacak, akacaktı.

Bunu istemiyordum.

Dudaklarımı birbirine bastırdım, gözyaşının hükmü altına girip acımı yanaklarımdan aşağı kusmak değil, acımı tam kalbimde, yüreğimin derinliklerinde hissetmek istiyordum. Hissetmek bambaşkaydı, akıp giderse onu bu kadar sert, bu kadar gerçek hissedemezdim. O yüzden yuttum. Acıyı var eden ne varsa, hepsini yuttum.

Ayağa kalkacak gücüm yoktu, orada öylece diz çökmüş oturuyordum. Merve'ye yaptığım her şeyin bedelini, bu acıyı yüreğimde hissederek ödüyordum. Ruhum önümde duruyordu, ruhumdan kan gibi akan buzlu suyun dizlerimi ıslattığını hissediyordum. Aniden gözlerimi açtığımda gözlerimde gerçeğin yanık izleri büyük yarıklar açmıştı, içinden de irinli su akıyordu sanki. Midemi bulandıran yaşadıklarım değil, yaptıklarımdı.

Kendime bunu yapmıştım. Kendime bunu nasıl yapmıştım?

"Özür dilerim," dedim gözlerimden yaşlar akmaya başladığında. Artık bendim, yirmi yaşındaki bendim, küçük kız çocuğu yoktu. Ellerime baktım, tırnaklarım siyaha boyalıydı, parmaklarım ince ve uzundu, o küçük eller orada yoktu. Zaman geriye akmazdı, aksa bile o tas tekrar aynı şekilde dolmak zorundaydı. Biliyordum. Puslu bakışlarım yerdeki bıçağı gözüne kestirdiğinde hiç düşünmeden eğilip bıçağa sarıldım ve bıçağı öyle büyük bir hızla ruhumun kalbine batırdım ki, buzdan yükselen çatlama sesi bir kız çocuğunun çığlık sesine karıştı.

Ruhumun buzdan kalbinin yerini bulmuştum. Buzdan kalbe tek seferde elimdeki bıçağı saplarken patlayarak akan soğuk su benim ruhumun kanıydı. Akan suyun içinde cam kırıkları gibi yüzen buz parçalarını izledim. "Özür dilerim!" diye bağırdım. "Merve, çok özür dilerim!"

Duymuş muydu, hâlâ burada, benimle miydi bilmiyordum. Ruhumun cesedinin önüne oturup, bomboş gözlerle buzların çözülerek yarattığı suyun akışını izlerken bakışlarım donuk, gözlerim yaşlıydı. Elimdeki bıçağı bırakmadan sırtımı ruhumun cesedine döndüm, gözlerimin önüne düşen manzara duraksamama neden oldu.

Bıçağı daha sıkı tuttum.

Hemen karşımda deniz boylu boyunca uzanıyordu. Büyük bir tepe vardı, uçurum gibiydi. Kısaca o tepeye baktım, orada kimse yoktu. Rüzgârın uğultusunu işittim, ardından rüzgâr kalp kapakçıklarımın birbirine çarpmasına neden olacak şekilde sertçe esti. Siyah saçlarım bir bayrak gibi arkaya doğru savruldu ve bir kısmı da yüzümü örterek yaşlı yanaklarıma yapıştı.

Pantolonumun dizleri ıslaktı. Bu kan değil, buzlu suydu ama yine de kandı.

Bıçağı tuttuğum elimin tersiyle dudaklarımın üstüne akan yaşları sildikten sonra burnumu çekerek dalgaları izlemeye başladım. Bir adım attığımda, ayağımın altında su değil, çakıl taşları vardı. Beyaz, güzel çakıl taşları... Biraz ileride, denize yakın bir yerde, yüksek tepenin altında oynayan küçük erkek çocuğu ilgimi çekti. Üstünde beyaz bir tişört, altında mavi kısa bir kot şort vardı ve siyah spor ayakkabıları çakıl taşlarının içine batmıştı. Çakıl taşlarını tişörtünün eteğine doldururken huzurlu görünüyordu. Siyah saçlarına baktım, yüzünü göremesem de, saçlarının çok güzel olduğunu düşünmüştüm.

Bir elimdeki bıçağa, bir de karşımdaki çocuğa baktım. Burada bir yanlışlık vardı. Ben bu tabloya ait değildim. Ben bu tablonun içinde değildim.

Kafasını hafifçe kaldırıp gökyüzüne baktı, olduğum yere mühürlendiğimi hissettim. Siyah, gür ve uzun kirpiklerin kıvrımına dehşet içinde baktım. İri, siyah gözlerin içi parlıyordu. Işıl ışıldı. Bu, Karan'dı.

Bakışlarım bir süre, masumiyetin beyaz bir hale içine aldığı o küçük erkek çocuğunda takılı kalsa da, tepedeki hareketlilik ilgimi çekmeyi başarmıştı. Bakışlarım yavaşça kayalıklara tırmandı. Gri, kahverengi, etrafında yosunların yetiştiği kayalıklar... Yükseliyor, yükseliyor ve yükseliyordu. Uçurum. Beyaz bir tülün rüzgârın şiddetiyle uçuştuğunu gördüm.

Soluk renkteki gökyüzü o kadar griydi ki, nefes alsam ciğerlerime sigara dumanı gibi gri bulaşacaktı sanki. Uçuşan beyaz tüllerle kaplı elbisenin içindeki kadına baktım. Solmaya başlamış bir güneş rengindeki küllü sarı saçları beline kadar uzanmıştı, parlak ve canlıydı. Ona büyülenmiş gözlerle baktım. Benim siyah saçlarım karnıma kadar uzanıyordu ama o kadar cansız, o kadar siyahtı ki, kadının ihtişamı altında ezildiğimi hissettim.

Bembeyaz teni, tıpkı bir ölüyü anımsatsa da, bu şeffaflık ona inanılmaz yakışıyordu.

Kan kırmızı rengindeki dudaklarını araladı, boş bakışları önce denizin patlayan dalgalarında, ardından yerdeki keskin çakıl taşlarında dolaştı. Gözlerinin keskin mavisini buradan bile görebiliyordum. Gökte uçan şeffaf bir uçurtmanın, göğün rengini yansıttığı gibi parlıyordu gözleri. Mavi. Gök mavisi.

Şeffaf uçurtma mavisi.

Kadının gözlerini yumduğunu gördüm. Beyaz yanağından akan şeffaf renkteki gözyaşı sanki bir elmas tozu gibi parlıyordu. Bir adım attığımda ayaklarımın altındaki çakıl taşları küçük sesler çıkardı. "Lütfen," diye fısıldadım. "Işık, lütfen."

Karan'ın kafasını kaldırıp annesini fark ettiği o saniyelerde kalbimi çakıl taşlarıyla vura vura ezmek istemiştim.

"Anne!" Bu ses, berrak bir suyun içine atılan taşın çıkardığı o huzurlu sese benziyordu. Büyük gözler büyük bir heyecanla annesine döndü. Eteğine doldurduğu çakıl taşlarını tişörtünün eteklerini kıvırarak sakladı.

Işık'ın gök mavisi gözleri aralandı, Karan'ın gece karası gözleri annesinden bir olsun ayrılmadı.

"Lütfen," dedim duymayacağını bilerek. "Yalvarırım, yapma." Bıçağı sıkıca kavradım. "Yalvarırım."

Işık'ın dudaklarının o küçük hareketini yakalamıştım. "Affet Ali'm."

Beyaz tül uçuştu, gök mavisi gözler kapandı ve bembeyaz bir beden büyük bir hızla aşağı düşerken, attığım çığlık o kadar şiddetliydi ki, kayalıklara çarpıp büyük bir yankı uyandırarak tekrar zihnimde parçalara ayrıldı.

Işık Çakıl, Karan'ın önünde yere çakıldığında, Karan'ın tişörtüne sakladığı çakıl taşları yere döküldü çünkü Karan'ın kolları iki yana düşmüştü. Bu gerçek değildi, biliyordum, zihnim bana bir sahne hazırlamıştı, sadece bir benzerini önüme sunuyordu.

"Anne?"

Kuzguni siyahı gözlerin bu denli koyuluğu belki de çocukluğunu yatırıp üstüne döktüğü boyanın karasındandı. Bembeyaz çakıl taşları, kanın uğursuz rengine bulanmıştı. Belki de kanın uğursuz rengini sadece siyah örtebilirdi. Karan, ruhu da dahil olmak üzere çok şeyi siyaha boyamıştı, bunun asıl sebebi üstüne sıçrayan kanın yakıcı kırmızı rengi miydi?

Çocukluğunu bir intihar masasında tam şah damarından kopararak infaz etmişti.

Belki de onun alnının yazısını nakış nakış işleyen mürekkep bile siyahtı.

Belki de ışık, kendisinden daha ihtişamlı bir karanlığa gebe kaldığını anlayıp, yok olma korkusuyla kendini yok etmiş, geride bir adama kendi çocukluğunun katili olma lanetini bırakmıştı. Karan kimseyi öldürmemişti ama bir katildi.

Davacı Karan Çakıl.

Davalı Karan Çakıl.

Tanık Işık Çakıl.

Hâkim siyah.

Kalem kırıldı.

Bir adamın çocukluğunun müebbedine...

Gözlerimi aniden açtığımda kan ter içinde kaldığımı fark etmem çok da uzun sürmemişti. Odak noktama giren ilk şey tavandaki çiçek motifleri oldu. Aldığım her nefes göğsümü öyle hızlı şişiriyordu ki, bir an kalbim patlayacak sandım. Boynumdan akan terin yavaşça sütyenimin demirine doğru süzüldüğünü hissedebiliyordum. Üstümde yalnızca siyah bir sütyen, altımda ise dün gece giydiğim pantolon vardı. Çok terlediğim için Karan üstümdekileri çıkarmış olmalıydı. Gözlerim saate kaydı, koca bir gün boyunca uyumuş muydum gerçekten? Ağzımda acı bir tat, kalbimde buruk bir his barındırıyordum.

Balkon kapısı açıktı, balkon kapısını örten tül perde yelin etkisiyle hafifçe uçuşuyordu ve içerisi karanlıktı. Bir süre kalbimin atış sesini dinledim. Gördüğüm, benim kafamda kurguladığım bir intihar sahnesiydi. Aslını asla bilmeyecek olsam da, bir şekilde zihnim bana bu intiharı sunmuştu. Kanım donmuştu.

Yavaşça doğruldum, karanlığa alışan gözlerim içeride Karan'ın varlığını aradı ama onu göremedim. Etrafa öyle boş, öyle tuhaf bakışlar atıyordum ki, sanki hâlâ o kâbusun içindeydim. Kâbus tüm gerçekliğiyle üstüme yığılmış gibi hissediyordum. Yavaşça yataktan kalktım, ter büyük bir hızla karnıma kadar aktı. Kötü kokmuyordum ama terliydim, bu yüzden kendimi pis hissediyordum, üstelik dün içki içmiştim ve ağzımdaki çirkin tat, zihnime de bıçağını uzatıp kafamın içini deşiyordu sanki.

Sanki bir kulaklığın sesi sonuna kadar açılmış da, o küçük ses dışarı dağılıyormuş gibi hafif bir müzik sesi duyduğumda kaşlarım çatıldı. Ses, balkondan, yani o geniş terastan geliyordu.

Üstümde yalnızca sütyen olmasına aldırış etmeden tül perdeyi kaldırıp dışarı baktım, donmuş kâbusun üstünde sıcak su gezdirilmiş gibi hissettim. Altında yalnızca eski, siyah ve ağarmış bir kot vardı ve üstü çıplaktı. Sırtı bana dönüktü. Kolunda boyanın izleri vardı. Önünde duran büyük germe tahtasına takılmış tuvalin üstündeki hareketliliği görebiliyordum.

Ay ışığı onun sırtını aydınlatmıştı. Sırtındaki kasların çizgilerine, kemiklerinin yapısına ve belindeki o büyük iki çukura dikkatle baktım. Bir kulağında kulaklık vardı, diğeri düşmüştü ve müziğin sesini dışarıdan bile duyabilmek mümkündü.

Hemen germe tahtasının çaprazında küçük bir sehpa, sehpanın üstünde dumanı tüten bir fincan kahve vardı. Kahvenin kokusunu buradan bile alabilmek mümkündü, müthiş kokuyordu.

İnanç. Şu an onda gördüğüm buydu. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra kahveyi yerine geri bıraktı ve elindeki palete o büyük fırçayı batırdı. Ardından fırçanın ucuna topladığı boyayı tuvalin üstünde kaydırmaya başladı. Kolunun her hareketinde pazuları genişliyor, kolundaki kaslar kasılıyordu.

"İnanç..." Duraksadım. Bir an aklıma o metro istasyonunda gördüğümüz duvarlar geldi.

Onu izledim. Öyle inanarak, öyle büyük bir bağ kurarak yapıyordu ki, büyülenmemek mümkün değildi. Sanki boyanın ucuna taktığı gerçeği, tuval olarak seçtiği insanın yüzüne çarpıyordu. Şu an kime, neyi anlatıyordu acaba?

Ona doğru bir adım attığımda fırçayı tutan eli havada kaldı. Güçlü refleksleri vardı ve tedirgin bir yapıya sahip olduğu için çevresindeki en ufak bir hareketliliği bile anında hissediyordu. Bana omzunun üstünden bakıp, "Uyandın mı?" diye sordu, terasa çıkıp kollarımı göğsümün üstünde toplayarak başımı salladım. "Çiziyor musun?"

"Hayır, şu an boyuyorum."

"Çizdiğin şeyi mi?" Ona doğru bir adım attı. "Yoksa söyleyemediklerini mi?"

Bakışlarını tuvale çevirdi, bana cevap vermedi.

"Sendin değil mi?"

Bir an duraksadı. "Ne?"

"Metro istasyonundaki duvarlar senin eserin."

Cevap vermedi.

"Sen aslında bir şeye inanmak istiyordun," diye fısıldadım. "İnanç, çizerken ya da boyarken ya da her ikisini de yaparken, hissettiğin bu, değil mi?"

Paleti sehpanın üstüne bırakıp bana doğru döndü. Kalçasını terasın beton korkuluklarına yaslayarak bana baktı.

"Senin inancın, boyalar ve kalemler, öyle değil mi?"

Beni öyle dikkatli inceliyordu ki, vereceği cevabı kestiremiyordum.

"Senin inancın da benim, öyle değil mi?" diye sordu aniden, kafasını sol omzuna düşürerek.

"Bunu sana söyleyen zaten bendim." Tuvalin önüne geçip kollarımı çözmeden siyah boyayla yarattığı şeye baktım. Bir silüete benziyordu ama insan değildi. Tuhaftı. "Bu nedir?"

"Şu an hissettiklerim," dedi sakince.

"Nasıl yani?"

"Bir şekilde işte," diye kestirip attı. "Boş versene."

"O metro istasyonuna o şeyleri ne zaman yaptın?" diye sordum omzumun üstünden ona bakarak. "Çok uğraşmış olmalısın."

Duvardaki çizimleri, boyanın geçişlerine kadar her şeyi net bir şekilde hatırlıyordum. Üstünde çok çalışılmış, günlerini o sanata yatırmış olmalıydı.

"Onu yapanın ben olduğum nereden belli?"

"Hislerim öyle söylüyor," dedim. "Senin yaptığını biliyorum."

"Hislerin başka ne söylüyor?"

"Senin çok yaralı olduğunu," dedim kendimi tutamayarak. O an gözlerimiz buluştu, Karan bu kez yalanlamadı ya da tezlerimi çürütecek bir şey söylemedi. Öylece baktı. Sadece baktı.

İçimde bir yerlerde sanatı var edenin yaralı adamlar olduğunu fısıldayan bir ses vardı. Şiiri, resmi, romanı... Şarkıyı. Her nasılsa onlar yaratmıştı sanki.

Ve Karan yaralıydı.

Tanrı'nın sanatı, yaralı adamlardı.

"Ruhunda büyük bir iz var Çakıl," dediğimde dudaklarındaki alay dolu kıvrım büyüyüp beni içine çekti.

"Keşke," dedi kısık bir sesle. "Keşke o iz yüzümde olsaydı."

Ağzımı açmak, kelimelerin ruhunu onun önünde ona kurban etmek istedim ama izin vermedi. Öyle büyük bir hızla bana doğru atıldı ki, ben daha ne olduğunu anlayamadan tuvali yırtarak çekip kopardı. "O..." dedim dehşet içinde. "O senin sanatındı..."

"O benim sikik hislerimdi," dedi umursamadan. "Siktir et." Temiz bir tuvali germe tahtasına gerip sabitledikten sonra hızla sehpanın altında duran boşluktan boyaları çıkardı.

"Ne yapıyorsun?"

Boyaları sehpanın üstüne dağıttıktan sonra bana sokulup kulaklığın tekini kulağıma tıkıştırdı. Şu an dinlediği o şarkı, ikimizin de zihninde dolanmaya başlamıştı.

"Buradaki tüm renkler senin," dedi çıplak belime parmaklarını bastırıp, arkama geçerek. "Boya, küçücüğüm."

"Ben beceremem ki..."

"Yapabilirsin," diye fısıldadı. "Hadi."

Dediğini yapıp palete uzandım, onun sıcak parmakları hâlâ tenimin üzerinde asılı duruyordu. "İstediğin her rengi kullan," diye fısıldadı kulağıma doğru.

"Koyu mor ve siyah," dedim kısık bir sesle. "Kırmızı olmasın."

Karan, "Kırmızı olmasın," dedi, bir an zihnime sızıp kâbusumu görecek diye çok korkmuştum.

Önümdeki tertemiz tuvale baktım. Bu tuval Merve'ye benziyordu, boyalar ise bana... Beni tuvale süren kişinin hep babam olduğunu düşünmüştüm. Bir gün biri gelmiş, babamın elindeki fırçayı alarak beni nazikçe kavramıştı. Bana, tüm renkleri kanatlarının altında saklayan o cesur siyahın da görkemli, ışıltılı bir renk olduğunu öğretmişti.

Benim görkemli siyahım.

Siyah tüm renklerin babasıydı. Baba bir renk olsaydı, bu siyah olurdu. Ve siyah sanıldığı kadar acımasız değildi aslında. Ya da herkes baba olamıyordu işte.

Tuvalin üstüne sürdüğüm her renk, büyüyüp bir dünya kurdu kendine.

Bilmiyordum. Belki de beceremiyordum ama aynı anda fırçayı tuttuğumuzda beceremememin bir önemi kalmamıştı. Kolum, karnım ve hatta yanağım bile boya olmuştu, kirlenmek bu kadar güzel olabilir miydi? Oluyordu.

Yüzümde eskitip yok edemediğim bir gülümsemeyle, Karan'ın benim için gerdiği beyazı siyahla yaralarken, kendimi çok daha iyi hissediyordum.

Karan'ın cep telefonunun melodisi terasta çınlamaya başladı, kendimizi işimize o kadar çok kaptırmıştık ki, telefonun çalması umurumuzda bile değildi. Ama telefon ısrarla çalmayı sürdürdü. Sustu, tekrar çaldı, sustu, tekrar çaldı ve sonunda Karan dayanamayarak benden ayrılıp telefonuna uzandı. Elimdeki fırçaya aldırmadan yüzüme düşen saçları geriye attım, yüzümü tekrar boyamıştım. Karan bana alayla baktıktan sonra telefonun ekranına baktı. Ekranda yanan ışık, onun yüzünü aydınlatmıştı.

"Dede?" diyerek açtı telefonu.

Bir süre Yaşar amcayı dinledikten sonra, "Birkaç gün daha burada olacağız," dedi çatılan kaşlarını yumuşatmadan. "Neden?" Sessizlik. "Neden hemen gelmem gerekiyor, onu söyle bana. İşlerle alakalı bir sıkıntı olmadığını biliyorum, ihtiyar, bana aptalı oynama," dedi aniden. "Hayır ihtiyar demedim, dede dedim." Sırıttığımda bana çapkın bir bakış attı. "Hayır ihtiyar, sana dede dedim. Evet, dede, hayır ihtiyar değil, dede dedim."

Ağzımı kapatarak pis pis gülerken, "Eğer bir sorun olsaydı Sergen söylerdi, o da yanımda ve adam elinden bilgisayarı bir an olsun bırakmıyor," dedi, ardından bakışları durgunlaştı. "Eğer boş yere beni Fethiye'ye çağırıyorsan, oraya geldiğimde çoktan bu işi çözmüş olursan işte o zaman bozuşacağız, ihtiyar." Durdu. "Hayır, ihtiyar demedim."

Fethiye'ye mi dönüyorduk yani? Karan'a soru işareti dolu gözlerle bakmaya başladım. "Tamam, dede," dedi gözlerini devirerek. "Tamam, acele ediyoruz. Aa bak uçak geldi, biniyorum, kapat hadi."

Başımı geriye atarak tekrar kıkırdadım, bu kez Karan da gülmüştü. "Dalga geçmiyorum," dedi sakince. "Tamam, acilen halledip yola çıkıyorum, tamam mı? Rahatla, biraz daha hırlarsan takma dişlerin dışarı fırlayacak, biliyorsun değil mi?"

"Çok kötüsün!" diye homurdandım.

"Tamamdır." Karan telefonu kapattı, yanaklarının içini havayla doldurdu. "Bir sıkıntı var, renk vermemeye çalışsa da çok belli ediyor. Ben Sergen'i arıyorum, hazırlanmalıyız."

Aslında gitmek istemiyordum. Dudaklarımı bükerek Karan'a bakınca gözlerini sıkıca yumup, "Öyle bakarsan sonsuza dek burada kalırız," dedi. "Bakma."

"Ben bu şehri çok sevdim," diye fısıldadım.

"Tekrar geleceğiz."


🗝️


Neredeyse bir gün süren uçak yolculuğu bu kez çok da panik yapmadığım için keyifli geçmişti ama her nedense Karan yol boyunca sıkıntılıydı. Bedirhan'ın normale dönmüş olmasını görmek aklımı karıştırsa da, üstünde durmamıştım. Uçak, Dalaman Havalimanı'na inene kadar herkes sessizdi ama Dalaman'dan Fethiye'ye uzanan o yarım saatlik yol, herkesin çenesinin düşmesine neden olmuştu.

"Ay sen koskoca Arjantinlerde kral dairelerinde kal, sonra da aha bu lağım kokulu yollardan geçerek evine dön," dedi Bedirhan eliyle yüzüne yelpaze yaparken. "Rabbim sen bana bir verip, bin alırken hiç mi düşünmüyorsun? V.I.P olarak doğmuş bu yirmi birinci yüzyıl harikası kulunun psikolojileri, moralmanları çok bozuluyor."

Billur güldü. "Görmemiş. Öf, çişim var."

"Sus kız, Allah'ın sidiklisi, şuradan sana elimin tersiyle bir çakarım, Arjantin'e kadar döne döne rötarsız uçarsın."

"Hem de rötarsız demek..." Billur güldü. "Hadi ya... Güldürme, işerim bak."

"Tabii kız, Bedirhan Özoğlu seyahat iftiharla sunar. Sana şuradan seksi pilot konuşması yapıp ayaküstü cinsel şiddet uygularım." Korkulu gözlerle Billur'a baktı. "Az daha tut o çişini, yemin ederim yavru köpeklere yaptıkları gibi işediğin yere burnunu sürte sürte utandırırım seni."

"Allah aşkına az susun artık ya," dedi Karan. "Ulan şu direksiyonun başına oturduğumdan beri ikinizden başka hiç kimsenin sesi gıkı çıkmıyor, yemin ederim direksiyona kafa atacağım ya."

"Ay aygır kızdı," diye fısıldadı Bedirhan.

"Susar mısın moruk kızıyor şu an..." Billur ve Bedirhan öyle çirkin bir kahkaha attılar ki, bir an masa örtüsü falan yırtılıyor sandım.

"Ya sabır," diye söylendi Karan.

"Susar mısın..." dedi Billur. Bedirhan sırıtarak, "Adam sevap kasıyor şu an..." diye devamını getirdi.

Yine o çirkin kahkahayı attılar. Dönüp ağızlarına vurmak istiyordum. Böyle uçan tekme falan atmak istiyordum.

"Allah aşkına ya," dedim kendimi tutamayarak. "Hıağ, diye öküz gibi gülmek nedir? Gülmüyorsunuz, anırıyorsunuz siz."

"Kıskanma uçamayan memeli," dedi Bedirhan yüzüne tuhaf bir ifade ekleyerek. "Sana silikon diye laf sokarım."

"Bak son laf gerçekten başarılıydı," dedi Sergen tablete bakarken. Ardından elini uzatıp Bedirhan'ın elini sıktı. "Tebrik ediyorum, kendini geliştirmeye başladın."

"Teveccühün Sergenciğim..."

"Rica ederim."

"Hepsi hasta..." Önüme döndüm. "Herkes hasta."

"Kız... Biz senin o diğer memesiz kardeşini havalimanında falan mı unuttuk sesi gıkı çıkmıyor." Bedirhan sağ tarafına baktı. "Ha buradaymış."

Karan, bizim evin yakınlarında dururken, Defne yavaşça arabadan inip, "Teşekkür ederim," dedi gülümseyerek. "Çok güzeldi. Şey... Merve, ara beni olur mu?"

"Arayacağım." Sokağın başına baktım. "Dikkatli ol Defne."

Defne burukça gülümsedi. "Olacağım."

Defne yavaşça yürüyerek gözden kayboldu, Karan tekrar arabayı çalıştırdı. Bedirhan'ın evine kadar büyük bir sessizlik yaşanmıştı, sanırım herkes şu an Defne'yi merak ediyordu. Sergen hariç. O zaten hep sessizdi.

Karan arabayı yavaşça durdurdu. "Asi benimle gelecek, dedemin yanına kadar uğrayıp geliriz," dedi dikiz aynasından Bedirhan'a bakarak. "Sergen yanınızda kalsın, bir şey olursa beni ararsınız."

"Ayol ne olacak," dedi Bedirhan. "Gitsin Sergen, ne olacak... İbrahim Tatlıses miyim ben, kurşuna kafa mı atacağım sanki? Olmaz bize bir şey."

"Yok," dedi Sergen. "Kalacağım."

Bedirhan, Sergen'e cins cins bakıp, "İyi," dedi hoşnutsuz bir şekilde.

Arabadan önce Billur, ardından Sergen indi. Bedirhan tam inecekken cüzdanı yere düşünce, arkaya doğru uzandım ve o an ikimiz de donakaldık. Bedirhan'ın kimliği cüzdandan çıkmıştı.

Bir süre öylece kimliğe bakakaldım. Anne isminde Bedriye yazıyordu, bakışlarım yavaşça Bedirhan'a kaydığında, gözlerimiz buluştu. O gün, Billur ona Bedriye dediğinde nasıl öfkelendiği gelmişti aklıma. 1990 doğumlu Bedirhan'ın doğum yerinde Şanlıurfa yazısını görmüştüm. Yavaşça doğrulurken kimliği alıp, donuk bakışlarını benden ayırmadan, "Görüşürüz sonra," dedi ve arabadan indi.

Araba tekrar çalıştı. Karan'ın evinin önüne gelene kadar Bedirhan'ın o donuk bakışlarını düşündüm. Sanki gözlerimin üstüne çiviyle çakılmıştı, aklımdan çıkaramıyordum. Karan'a sormak isteyen tarafım, sessizliğimi korumamı isteyen tarafımla büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Arabadan inerken, "Senin neyin var?" diye sordu Karan.

"Hım? Hiç." Evin giriş kapısına baktım, bahçe yine oldukça canlı görünüyordu. Yaşar amca bu evin bakımıyla yakından ilgileniyor olsa gerekti. Bakışlarım kısaca gökyüzüne takıldı. Yıldızlar yanıyordu ama gökyüzü bulanıktı, bulutlar yağmuru topluyordu. İçimde gezinen huzursuz bir tüy, her dokunuşta biraz daha bana karışıp, benden bir parça haline geliyordu sanki.

Bahçeye girip büyük heykellerin arasından merdivenleri tırmanmaya başladık. Merdivenlerin başında, boydan cam kapının önünde dikilen Yaşar amcayı gördüğümüzde, Karan'ın da benim de adımlarımız bıçak gibi kesildi.

Yaşar amcanın gözlerinde gördüğüm ifadeyi ömür boyu unutamayacaktım. Karan'ın eli elime kayarken, Yaşar amcanın dudakları aralandı.

"Karan, baban geldi."

Ve yağmur başladı.


🗝️

Continue Reading

You'll Also Like

106K 6.9K 19
Ömer abi: Melis nerde? BxB kurgusudur
3.3M 119K 65
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum. İkiz erkek kardeşim yerine ben hayatta kalmıştım, ben yaşamıştım...
1.3M 60.2K 62
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
930K 28.2K 34
Mardin'de ilk görevine başlayan Doktor Mine ve Mardin Ağası Baver. Mine Antalya'da uzun yıllar yaşamış ve "Asla Mardinli adamla evlenmem!" Diyerek d...