ASİ ÇAKILTAŞI

Por binnurnigiz

17.8M 661K 493K

Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisi... Más

ASİ ÇAKILTAŞI
2. BÖLÜM: KİMSESİZ
3. BÖLÜM: İLK VAZGEÇİŞ
4. BÖLÜM: ASANSÖR
5. BÖLÜM: DART TAHTASI
6. BÖLÜM: SİYAH ÇAKILTAŞI
7. BÖLÜM: İZLERİN FISILTISI
8. BÖLÜM: KARANLIK
9. BÖLÜM: DAVET
10. BÖLÜM: YAŞIN ÇOCUK
11. BÖLÜM: APSE
12. BÖLÜM: ŞEFKAT
13. BÖLÜM: OKYANUS
14. BÖLÜM: MASUMİYET
15. BÖLÜM: KUYU
16. BÖLÜM: SİYAH KELEBEK
17. BÖLÜM: SINIRLAR
18. BÖLÜM: TATLI
19. BÖLÜM: BUZDAN KALE
20. BÖLÜM: VAVEYLA
21. BÖLÜM: ISLAK KELEBEK
22. BÖLÜM: MİSAFİR
23. BÖLÜM: ALİ
24. BÖLÜM: AĞ
25. BÖLÜM: MAĞARA
26. BÖLÜM: KEHF
27. BÖLÜM: KİLİT
28. BÖLÜM: KUYTU
29. BÖLÜM: KELEBEKLER VADİSİ
30. BÖLÜM: AY IŞIĞI
ÖZEL BÖLÜM: 17 KASIM
31. BÖLÜM: SARHOŞ
32. BÖLÜM: ANAHTAR
33. BÖLÜM: İMTİHAN
34. BÖLÜM: ÖZ
35. BÖLÜM: KÖRDÜĞÜM
36. BÖLÜM: UÇURTMA
37. BÖLÜM: RÜYA
38. BÖLÜM: SARMAŞIK
39. BÖLÜM: ATEŞ
40. BÖLÜM: ACI
41. BÖLÜM: ÖFKE
42. BÖLÜM: SAPLANTI
43. BÖLÜM: RÜZGÂR GÜLÜ
44. BÖLÜM: ÖTENAZİ
45. BÖLÜM: ÇIKMAZ SOKAK
46. BÖLÜM: SOLUK
47. BÖLÜM: MAYIN TARLASI
48. BÖLÜM: KİBRİT ÇÖPÜ
49. BÖLÜM: CENNETTEKİ ÇOCUK PARKI
50. BÖLÜM: KÖPRÜ
51. BÖLÜM: YANARDAĞ
52. BÖLÜM: REYC
53. BÖLÜM: ZERİR
54. BÖLÜM: LUNAPARK
55. BÖLÜM: ÂYA
56. BÖLÜM: GÜNEŞ
57. BÖLÜM: MAHŞER
58. BÖLÜM: VEBAL
59. BÖLÜM: KALEM
60. BÖLÜM: YANSIMA

1. BÖLÜM: KONFERANS

494K 16.7K 11K
Por binnurnigiz

🦋


Cihan Mürtezaoğlu – Bu Bir Yağmur mu?


1. BÖLÜM 

"KONFERANS"


Gırtlağıma kadar kendi yaşamıma gömüldüm.

Kendi kendimle konuştukça, kendi içimde ikiye bölündüm. Eğer bu bensem, peki o konuşan diğeri kimdi?

En az benim kadar sessizdi. Belki benden bile sessizdi. Ona baktım. Koyu renk gözlerinin altında uykusuzluğun getirisi olan mor halkalar vardı. İkimizin arasında asılı duran sessizliği bir kenara koyup, içimde attığı çığlığı duymazdan gelmeye çalıştım. Bana öyle acımasız gözlerle bakıyordu ki, birbirimize katlanamadığımızı anlamamamın imkânı yoktu. Ona, yani aynaya yansıması düşen bana bakarken, mıknatıs döşenmiş bir yolda ayaklarımda demirden zincirlerle yürümeye çalıştığımı bu sabah bir kez daha anlamıştım.

Mıknatıs döşenmiş yolu ayaklarındaki zincirlerle yürümeye çalışan kıza baktım. Merve'ye. Asi Merve'ye. Çevremi saran beklenti dolu bakışların sahiplerinin gölgesi üstüme devriliyordu.

Merve.

Benim adım Asi Merve.

"Bugün de geç kalmak istemiyorum Merve. Bu kez de deftere imza atmazsam sıçarım!"

Defne. Ala Defne. Ablam. Yüzümü arkasına sakladığım siyah saçlarımın aksine onun açık renk saçları her zaman canlıydı. Ağlamayı sever, hassasiyetinin arkasına sakladığı oyuncaklarla oynarken gözyaşlarını benim koluma silerdi. Sorun değildi, en azından kazağımın ucunu ıslatan benim gözyaşlarım değildi.

"Geliyorum," diye mırıldandım, sesim buzun çatlarken çıkardığı o tıkırtıyı andırıyordu. Aynanın önünden çekilip yatağımın önüne yürüdüm. Yatağın üstünde duran sırt çantamın fermuarını açtım ve elimdeki işletme yönetimi kitabını bulduğum ilk boşluğun içine tıkıştırıp fermuarı çekerek kapadım. Eski ama hâlâ iş gören elbise dolabının kapağını kaydırarak açtım, siyah trençkotumu koluma astım ve çantamı tek omzuma takıp odadan çıktım. Defne koridorun sonunda, dış kapının hemen önünde botlarını bağlamaya çalışıyordu. Uzun, açık renk saçlarını sıkı bir atkuyruğu yapmıştı. Ben onun aksine saçlarımı neredeyse hiç bağlamazdım. Yanına gidip sırtımı duvara yasladım ve kollarımı göğsümün üstünde toplayıp onu beklemeye başladım. Sanki çok zor bir iş yapıyormuş gibi homurdanarak botuyla uğraşırken gözlerimi devirmeden edemedim. Her sabah aynı şeyi yaşamaktan sıkılmaya başlamıştım. Doğrularak kalktı.

"Biz çıkıyoruz!" diye seslendiğinde omuzlarım düştü, içeriden bir cevap alamayacağını biliyordum. İçeriden bir cevap alamamıştı. Ela gözleri yavaşça bana doğru kaydı, yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. Normal şartlarda annem ses verirdi ama içeride babamın olması gerilimi arttırmış olacak ki annem sesini bile çıkarmamıştı. Defne kapıyı açtığında yağmurun kaldırımları döven hırçın sesi içeri doluştu. Hemen ardından yağmurun soğuğu siyah kot eteğimin altında çıplak duran bacaklarımı ısırdı. Siyah külotlu çorabımın aşağı kayan kısmını yukarı çekerken trençkotumu üstüme geçirmedim, üşümek bana iyi geliyordu. Soğuk, saçma düşüncelerin önünü tıkayan buzdan bir duvar gibiydi.

Ayağıma botlarımı geçirip dışarı doğru bir adım attığımda Defne şemsiyesinin ucuyla sırtımı dürttü. Omzumun üzerinden ona baktım. "Şunu al," dedi gözlerini yüzüme dikerek. "Ve bu kez rica ediyorum, bir yerde unutma. Geçen sefer ıslak köpek yavrusundan farksız şekilde geldin eve. İp geçirip boynuna mı takayım şu şemsiyeyi?"

Bomboş gözlerle ona baktığımda gözlerini devirerek, "Hadi," diye homurdandı. "Geç kalacağız diyorum Bayan Yürüyen Cenaze."

Ona doğru dönmeden elimi arkaya attım ve şemsiyeyi tutup çektim. Defne yanımdan sıyrılarak geçti ve hemen önümde, pembe, üstünde gül desenlerinin olduğu gösterişli şemsiyesini açtı. Açılan şemsiyenin altına girdiğinde yağmurun şemsiyeye vururken çıkardığı seslere kulak kesildim.

"Hareket edecek misin?" diye sorarken huysuzlanıyordu. "Üşüdüm."

Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, yağmur bana ulaşamasa da öyle güzel yağıyordu ki, bir an gözümü gökyüzünden alamadım.

"Ne güzel yağıyor," diye fısıldadım.

"Bir şey mi dedin?"

"Yağmur."

"Hım?"

"Hiç."

Şemsiyemi açtım. Benim simsiyah şemsiyem, Defne'nin şemsiyesinin yanında tıpkı kızını okula götüren baba şemsiyesi gibi duruyordu. Durdum. Düşüncemin saçmalığı altında ezildiğimi hissettim. Ama en azından gördüğüm kadarıyla öyleydi. İlkokulda, ortaokulda... Kızlarını okula getiren her babanın şemsiyesi siyah, kızlarının rengârenk oluyordu. O yüzdendi belki de bu düşüncenin sebebi.

Yaşadığım değil, gördüğüm şeylerden yola çıkarak hayatımı sürdürmeye alışmıştım ben.

Yağmur şemsiyemin üstünü kaplayan tavana çarpmaya başladı. Sokağın başındaki çöp kovasının içinden kafasını çıkaran gri tüylü kedinin tüyleri yağan yağmurdan dolayı ıslanmış, çok daha koyu bir renge boyanmıştı. Yavaşça zıplayıp çöp kovasının üstüne çıktı ve yere atlayıp kendini yağmurdan koruyabileceği bir yer bulmak için sokağın diğer tarafına doğru koşmaya başladı.

"Üşümüyor musun ya?" diye homurdandı Defne. Bakışlarım yavaşça ona doğru kaydığında bana değil, elindeki cep telefonuna baktığını gördüm.

"Bana mı dedin?"

Bakışlarını kaldırıp bana alaycı gözlerle baktı. "Yok, telefona. Sana diyorum. Trençkotunu üstüne geçirmeye ne dersin? Bence çok muhteşem bir fikir," dedi iğneleyici bir tonlamayla. "Sana baktıkça ben üşüyorum."

"Bakma o zaman."

Defne, "Bir kere şaşırtsana beni," diye homurdandı. "Her neyse. Bugün konferans var, unutmadın değil mi? Bayağı ünlü bir iş adamı konuşmacı olarak katılacakmış, öyle duydum. Senin bölümün işletme değil mi? Belki adamdan bir şeyler kaparsın. O konferansa katıl bence. Ben de katılacağım." Defne telefonunu kapatıp ceketinin cebine koydu.

"Bilmiyordum." Omuz silktim. "Katılacaksa katılsın, bana ne? İşim olmazsa uğrarım."

Defne şemsiyeyi kolunun kenarına sıkıştırıp ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışırken, "Çok zenginmiş," dedi imalı bir ses tonuyla. "Ve çok da yakışıklıymış."

"Ne yapayım?"

Defne profilime alık alık bakmaya başladığında adımlarımı hızlandırdım. "Yine Merve, yine soğuk nevalelikleri," diye homurdandı arkamdan. Kendi ablam bile bana katlanamazken, diğer insanların bana katlanabileceğini düşünmek elbette büyük ahmaklık olurdu.

Biz yoksulluk çeken bir aile değildik. Babam Mehmet, Fethiye'de nam salmış bir giyim mağazasının müdürlüğünü yapıyordu. Fethiye, yani topraklarında yetiştiğim bu şehir, küçük ama ziyaretçisi bol olan bir tatil beldesi olduğundan babamın kazancı iyiydi. Çoğu insanın buraya alışveriş yapmak ve ünlü koylarda konaklamak için geldiğini biliyordum. Defne'yi beklemedim, fakülte evimize çok uzak bir mesafede değildi. Fakültenin bahçesinden içeri girerken rahatsız edici bakışları üzerimde hissedebiliyordum. Ne zaman bu bahçenin kapısından içeri adım atsam, aynı bakışların tuhaf aurası altında eziliyordum. Acaba aynı şekilde ben onları incelesem nasıl hissederlerdi?

Fakültenin kapısının önüne geldiğimde siyah şemsiyemi kapadım, ıslanan şemsiyenin bandını etrafına dolayıp onu açılmayacak şekilde sabitledikten sonra yağmur suyuyla ıslanan avucumu kot eteğimin kalın kumaşına sildim.

Hemen arkamda biri daha şemsiyesini kapatırken, "Neden beni beklemiyorsun ya?" diye çemkirdi Defne. Fakülte bahçesindeki saçakların altına saklanarak yağmurdan korunan birkaç öğrencinin gözleri yavaşça bize doğru döndü.

Cevap vermedim, içeri girdim. Defne de arkamdan girmişti. Gireceğim dersliğin olduğu kata uzanan merdivenlerini tırmanmaya başladığımda, "Bak, konferansı unutma," dedi Defne ve elindeki şemsiyenin ucuyla hafifçe bacaklarıma doğru vurdu. "Çıkışta Tuğba ile bir şeyler içmeye gideceğiz, beni bekleme, tamam mı?" Durdu. "Hoş, sen beni zaten beklemezsin..." Defne kendi dersliğine gitmek için benden ayrılırken merdivenlerin başında durup bir süre sırtı bana dönük şekilde ikinci katın koridorunda dersliğine doğru ilerleyen ablama baktım. Aynı üniversitede, aynı kampüste öğrenim görüyorduk. Ablam lojistik bölümünde üçüncü sınıftaydı, ben ise işletme bölümündeydim, ikinci sınıftaydım. O dört yıllık okurken ben iki yıllık kazanmıştım, son senemdeydim. Aslında ne ben ne de ablam bu bölümleri istemiyorduk. Ben ne istediğini bilmeyen savruk yaprak sayfasıydım, ablam ise esaret altındaki prensesti. Benim kararsızlığımın sebebi ben değildim, ablamın esaretinin sebebi de ablam değildi.

Babamdı.

Dişlerimi sıktım, yüzüm buna rağmen hareketsizdi.

Dersliğe girdim. Hemen amfideki en ön sırada oturan Sude ve Damla ikilisini görünce bakışlarıma yüklediğim boşluğu bozmadan gözlerimi onlardan ayırıp amfinin diğer ucuna çevirdim. Adlarını bir türlü tam olarak ezberleyemediğim bölüm arkadaşlarım dağınık gruplar şeklinde sohbet ediyorlardı. Damla'nın sinir bozucu bir ses çıkararak güldüğünü duyduğumda ona bakmadım ama şu an o sırada dönen derin dedikodunun çürük kokusunu alabiliyordum. Umursamadım. Yok sayarak en arka cam kenarına gittim ve çantamı sıranın kenarına astıktan sonra dirseklerimi sıranın üstüne koyarak yüzümü avuçlarımın arasına aldım ve dışarıyı izlemeye başladım.

Sanki kafatasım, içi ağzına kadar kan dolu bir tastı. Düşüncelerim, o kanlı tasın içinde boğuluyordu. Dışarıda yağan yağmur pencerenin camının üstüne çarpıyor, çarptığı yerde oluşan damlacıklar bir süre sonra tutunamayıp aşağı doğru kayıyor, cama şeffaf renkte uzun patika bir yol döşüyordu.

"Hayatımı siktiniz be, hayatımı!" Gözlerim camın üstündeki şeffaf patika yolun üstünde sabit bir şekilde öylece dururken, o şeffaf damlanın içine dün gecenin görüntüleri yansıyordu sanki. Bir su damlasının içinde babam vardı; anneme bağırıyordu, annemin en sevdiği güvercin biblosunu duvara çarpıyordu, biblo parçalanırken annem ağlıyordu. "Sen benim veremimsin. Kanserimsin! Sen benim hayatımın en büyük yanlışısın!"

Bir yanlış, nasıl yanlış yapabilirdi ki?

Kayarak akan diğer bir su damlasının içinde bir diğer görüntü şekillendi. Odamın kapısı orada asılı duruyordu. Babam, odamın kapısına abanıyor, sert yumruklarını odamın kapısına indiriyordu. "Sustur o anası kılıklıyı Merve!" Ablam, kollarıma sığınmış; babam kapıya yumruk attıkça kafasını göğsüme bastırıyor, sarsıla sarsıla ağlıyordu. "Sustur şu ablanı! Ağlama lan artık! Kapat çeneni! Merve, sana şunu sustur diyorum!" Kapı aniden açıldı.

"Merve!" İrkilerek anıların içinden geri çekildim, omzumun üstüne konan elin sahibine baktığımda, bana dokunup seslenen kişinin babam değil, Büşra olduğunu görünce duraksadım. "Günaydın," dedi tek kaşını kaldırıp, huzursuz bir ifadeyle bana bakarken. Elindeki polisiye romanı masanın üstüne koydu, yavaşça yanıma otururken bakışları hâlâ yüzümde geziniyordu.

"Günaydın."

Birbirimize bakarken, ortaya ateş gibi düşen sessizliğe yağmurun sesi ve dersliğin uğultusu eşlik ediyordu ama katiyen o sessizliği parçalayamıyordu. "Senin neyin var?" diye sordu; sesine bulaşan endişe sorusuna yansımıştı. Kahverengi iri gözleri, benim kısık bakan çekik, koyu renk gözlerimden çok daha canlı bakıyordu ama orada endişenin tortularını görebilmiştim.

"Hiç." Gözlerim yavaşça ondan uzaklaştı. "Aynı."

"Yine uykusuz bir gece geçirmiş gibi bir hâlin var," dediğinde irkildim ama aslında irkilen bedenim değil, ruhumdu. Gece yaşanılanlar zihnimde yankılar uyandırarak durmadan başa sarıyordu. Sertçe yutkunup bakışlarımı karşımda duran beyaz tahtaya diktim. "Hey! Bana anlatmayacak mısın?"

Ellerimi masanın altına, dizlerimin üstüne koydum. Uzun tırnaklarımı avuçlarımın içine batırırken gözlerim ilerideki projeksiyon perdesine bakıyordu. İçime çöken geçmiş, geçmişi arzulamamı bana haram kılmıştı. Tüm gece babamın anneme savurduğu küfürleri, ettiği hakaretleri, Defne'nin koynumda hıçkıra hıçkıra ağladığını, yaşadığım bu üstüme çöken hayatı mı anlatmamı istiyordu? Ben alışmıştım. Tüm bu olanlar evimizin gündelik bir ihtiyacı gibi normal karşılanır olmuştu.

Karakuyular olarak bizim geleneğimiz kavga etmek, hakaret dinlemek, Defne'nin gözyaşlarını silmekti.

"Anlatacak hiçbir şey yok," dedim hoca dersliğin kapısından içeri girip kapıyı kapatırken. Ona geldiği için minnet duydum. "Daha sonra konuşuruz."

"Hep ekiyorsun beni!" diye hayıflandı gönülsüz bir tavırla ayağa kalkarken. "Alacağın olsun Merve!"

Sustum. Ektiğim şey o değildi, acıydı.


🦋


"Gençler, hepiniz büyük amfiye!"

Dekanın sesi, koridorun belirli yerlerine yerleştirilmiş hoparlörlerden yükseliyordu. Önümdeki kitabı kapatıp çantama tıkıştırdıktan sonra doğrulup kalktım. Sırtımı cama yaslayıp Büşra'nın toparlanmasını bekledim. Büşra bu okulda arkadaşım diyebileceğim tek insandı. Sanırım arkadaştık. "Tamamdır," dedi markalı çantasını tek koluna asarken. "Konferanstan sonra Canan Hoca'nın dersine gideceğim. Yollarımız büyük amfide ayrılacak..." Elini alnına koyarak olayı dramatize etmeye çalıştı. "Biliyorum, beni özlemeyeceksin..."

"Anlıyorum."

Güldü. "Buz perisi seni..." Koluma girip beni çekerek derslikten çıkardı. Koridordaki kalabalığı gördüğümde bir an gözüm korksa da, insan yığınını yararak ilerlerken kalabalığı bahane ederek Büşra'nın kolumdan çıkmasını sağladığım için hâlimden memnundum. Nefesimi dışarı verirken gözlerimi devire devire insanların arasından sıyrılarak konferansın düzenlendiği büyük amfinin önüne geldim.

"Ablan nerede acaba?" diye sordu Büşra, gözleriyle kalabalığı tararken.

"Arkadaşlarıyladır."

Neredeyse tüm okulu içine sığdırabilecek kadar büyük olan amfinin kapısı bize açıldığında kısa bir arbede yaşansa da içeri girmeyi başarabilmiştik. En öne bilinçli şekilde oturmayan öğrencilerin çoğu arkalara doğru sızıyor, hoşnutsuz sesler çıkararak homurdanıyorlardı.

"Öne oturalım mı?" diye sordu Büşra işaret parmağıyla ön koltukları işaret ederken.

"Öldürsen oturmam," diye karşı çıktım kaskatı bir sesle.

En önün bir arka sırasını gösterdi. "Bari buraya oturalım." Başımı sallayarak onayladım, en önün bir arka sırasına yerleşirken topluluğun gürültüsü yüzünden yüzümü buruşturmadan edemedim. Huzursuz, gergin ve aç hissediyordum. Dün gece yaşananlardan dolayı akşam yemeği yememiştim, şimdiyse yememenin cezasını yaşadığım mide yakıcı açlıkla sınanarak çekiyordum. Harçlığımı almamıştım, evde kahvaltı yapmak gibi bir alışkanlığım da olmadığı için hâliyle bugün açlıktan nefesi kokan Asi Merve Karakuyu derneğinin kurdelesini kendi ellerimle kesmiştim.

Tavandan aşağı akan turuncu ışık gözlerimi alıyordu. "Ne zaman başlayacak ya? Hemen bitsin," dedi Büşra yerinde huzursuzca kıpırdanırken.

"Bence de," diye iç geçirdim ve dirseğimi koltuğun koluna yaslayıp yanağımı avucumun içine koyarak beklemeye başladım.

Ünver Hoca'nın gözlerini üzerimizde hissettik. Kısaca bizimle konuştu. Ve sonunda, "Şimdi ne onun vaktinden çalmak isterim ne de sizin. Sözü ona bırakıyorum. Karan Çakıl," dedi. Bir alkış tufanı koptu. Kaşlarım çatıldı ama gözlerimi açma gereği duymadım, hatta kafamı bile kaldırmadım.

"Öncelikle..." Yumduğum gözlerimin üstüne bir başka perde indi sanki. Etraf daha da karardı. Duyduğum ses, zihnimde bir cam gibi patladı, kırıkları etrafa dağıldı. Karanlığın içinden çıkagelmiş bir meleğin kanat çırpışlarını andıran bu sesin sahibi Karan Çakıl dedikleri adam mıydı? Sesinin güzelliği, ruhumun kabuğunu kaldırdı. Kalın, tok, erkeksi. Huzursuzca kıpırdandım. "...hepinize merhaba gençler."

"Merhaba!" diye bağırdı içerideki azgın topluluk. Etrafımda kopan seslerin sahiplerinin çoğunun hemcinsim olduğunun farkındaydım ama bu adamın yakışıklılığından değil de, muhtemelen zenginliğinden kaynaklanıyordu bana göre.

Bir kızın hülyalı bir sesle, "Neymiş bu böyle ya?" diye mırıldandığını duydum.

"Nasılsınız?" diye sorduğunda, sesinin üzerimde yine aynı etkiyi göstermiş olması beni rahatsız etse de tepki vermedim. Bayağı da rahattı. Hâlimizi hatırımızı sormaya falan gelmediğinin hepimiz farkındaydık. Çok uzatmasa, kısa kesse olmaz mıydı?

"İyiyiz," dedi bir kız yayık yayık. "Siz nasılsınız Karan Bey?"

"İyiyim, teşekkür ederim. Öncelikle kendimi tanıtıp zamanınızdan çalmak istemiyorum. Eminim adım, yaşım, kim olduğum sizin pek de umurunuzda değil. O yüzden direkt olarak sorularınıza geçersek memnun olurum."

"Kaç yaşındasınız?" diye sordu arkalardan bir kız.

"Umurunda olmadığını düşünmüştüm," dedi adam alaycı bir sesle. "Yirmi altı yaşındayım."

"Çok gençmişsiniz," diye konuya daldı bir erkek. Gözlerim kapalı olduğu için her sesi ânında idrak edip, nereden geldiği teyit edebiliyordum. "Bu yaşta bu kadar başarı... Adınızı birkaç kez babamdan duymuştum. Bildiğim kadarıyla turizm şirketinin başkanıymışsınız. Yurt dışına yaptığınız yatırımlar hakkında da biraz bilgi sahibiyim."

Evet, yalakalarımızdan biri adamın ona uzattığı kuru ekmeğe yağ sürmeye başlamıştı bile.

"Başarının bir yaşı mı varmış? Bilmiyordum," dedi adam kesin bir dille. "Başka soru alalım?"

"Evli misiniz?" Kaşlarımın çatılmasına sebep olan soru yine bir hemcinsimden cereyan etmişti. Yaşanan kısa sessizlik, adamın, "Hayır," demesiyle son buldu. "Evli değilim, evlenmeyi de düşünmüyorum."

Kart zampara olmaya karar vermişti yani...

"Yükselebilmek için ne yapmamız gerekiyor?" diye sordu adının Batuhan olduğunu bildiğim çocuk; onu görmesem de, ses analizi konusunda fena sayılmazdım.

"Çalışman gerekiyor genç adam," dedi kara kanatlı meleğin kanatlarının sesine sahip olan adam. "Ama bazı insanlar çalışmadan da babasının parasıyla bir yerlere gelebiliyor."

Zihnimde bir toz bulutu kabardı. "Peki ya siz?" diye sordum yüksek sesle. Gözlerimi açmadım, derin bir nefes alarak konuştum. "Siz çok mu çalıştınız yoksa diğer gruptan mısınız?"

Bir an için amfideki bütün uğultu bir bıçak tarafından ikiye bölündü sandım. Yarılan gürültünün ortasından sessizliğin bulanık kanı akmaya başladı. İrkilerek gözlerimi açtığımda, tüm gözlerin üstümde olmasını beklemiyordum. Bakışlarım omzumun üstünden salonun diğer tarafında çevrildi. Amfinin çift kanatlı kapısının önünde duran dekan, dehşet dolu gözlerle bana bakıyordu.

Büşra, "Sıçtın," diye fısıldadığında bakışlarım yavaşça Büşra'yı buldu.

"Diğer gruptan," dedi adam düz bir sesle. "Çalışmayı sevmem."

Bir kalbin çırpınışı kadar uzun sürmedi bakışlarımın ona kayış süresinin akrep üstündeki parçalanışı. Gözlerim onu yakalarken, kulaklarıma kadar kızarmıştım. Kirpik diplerimde mum eritiliyormuş gibi hissetmeme neden olan görüntü zihnimin duvarlarına gölgesini düşürürken, olduğum yere çivi ile çakılıyormuşum gibi hissettim. Yüzünden önce gözleri tarafından esir edildim.

Bir kuyu kadar derin olan koyu renk gözler buradan bakıldığında, altında olduğu ışıkları söndürüyordu. Gözleri, tüm renkleri reddeden siyah tarafından sahiplenilmiş gibi görünüyordu. Uzun, siyah kirpikler, kısık bakan kara gözlerin üstüne dikilmiş sahipsiz mezar taşları gibiydi. Alt kirpikleri de en az üst kirpikleri kadar yoğun olsa da, üst kirpiklerine oranla daha ayrık duran alt kirpikleri, bir örümceğin bacaklarını andırıyordu. Tıpkı mağaraya benzeyen gözlerin doğrudan bana sabitlenmiş olması, kötürüm ruhumu taşıyan bedenimin de felç geçirmiş gibi tepkimeye girmesine neden olmuştu. Belki de kirpikleri, gözlerindeki mağarayı ağı ile örüp, içeriyi dışarıdan saklayan o örümceğin bu uğurda kaybettiği kopmuş bacaklarıydı.

Bir süre yalnızca birbirimizin gözlerinin içine baktık.

Üstündeki takım simsiyahtı, farklı bir renge onun sokağında yer yokmuş gibi duruyordu. Gece siyahı saçları ne çok kısa kesilmişti ne de uzundu. Buğday teni esmere biraz daha yakın gibi kavruk görünüyordu. Tıpkı kirpikleri ve gözleri gibi kaşları da bu siyah denklemini tamamlarcasına koyu renkli, keskin ve düzgündü. Gözünün beyazı, harelerindeki siyahın kefeni gibi duruyordu.

Onunla ilgili dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi de sol gözünün altındaki erimiş dikiş iziydi.

Doğrudan yüzüme, hatta gözlerimin içine bakıyordu. Sanki gözlerimin içinde kendini görüyordu. Bakışlarını bir cesedin açık gözlerine sinmiş bakışlarından ayıran tek şey, gözlerinin üstünde dikili duran kirpiklerinin kanının akışına ayak uydurarak bazen titriyor oluşuydu. Göz bebeklerimin genişlediğini hissedebiliyordum.

Siyahın bile önünde saygıyla eğileceği, koyu olan tüm renklerin afallamış bir biçimde onu izleyeceği, siyahın içine yerleşmiş olan siyahtan çok daha koyu bir renge sahip olan gözler kısıldı. Kürsüye biraz daha yaklaştı ve daha dikkatli bir şekilde yüzüme bakarken dili alt dudağının üstünden kayarak geçti, alt dudağını yaladı. Kızmış mıydı? Gözlerinde öfkeye dair hiçbir şey göremiyordum.

Aslında şu an baktığım gözlerde hiçbir şey göremiyordum.

"Başka bir sorun var mı?" diye sorduğunda, yüzü o kadar ifadesiz ve hareketsizdi ki, yalnızca dudaklarını kıpırdatarak sorduğu bu sorunun bir an için, içinde bir tehdit unsuru barındırdığını düşünmeden edemedim.

Onu köşeye sıkıştıracak, canını sıkacak bir soruyla imtihan etme isteği içimdeki pürüzsüz çarşafın ucunu çekiştirerek o çarşafı dalgalandırsa da, önüme koyduğum cesaretin, tam olarak tanımadığım bir adam üstünde büyük bir savaş silahına dönüşebileceği düşüncesi zihnimde yer edinince geri çekilmem gerektiğini düşündüm. Aslında geri çekilmezdim, sonuna kadar zorlamaktan bir an olsun çekinmezdim ama ne dersem diyeyim, nasıl bir soru sorarsam sorayım aynı rahatlıkla cevap vereceğini düşünüyordum.

"Yok," derken sesim bomboştu, doğrudan onun gözlerinin içine bakmıştım. Yanlış bir şey yapmış bile olsam, dikbaşlılığımdan hiçbir şey kaybetmiyordum. Sorduğum sorunun ne kadar yersiz, haddimi aşan bir soru olduğunu bilsem de, çoğu zaman kendimi tutamıyordum. "Teşekkürler."

Dışarıda yağan yağmurun sesi içeride duyulmasa da göğün attığı çığlık, amfinin duvarlarını tırmaladı. Karşımdaki adamın gözlerindeki ifadesizlik hafifçe gölgelendi.

"Rica ederim," dedi mekanik bir sesle ve gözlerini bir an olsun ayırmadan ona yöneltilen soruları yanıtlamaya devam etti.

Hiçbir soruya kulak veremiyor, gözlerimi adama ne zaman değdirsem onunla göz göze geldiğim için panik yapmamaya çalışarak gözlerimi ondan kaçırıyordum. Yaklaşık kırk beş dakika süren konuşması boyunca gözlerini bir an olsun üstümden ayırmış mıydı, bilmiyordum ama ben her seferinde o siyah gözlerin ağırlığı, gölgesi altında ezildiğimi hissetmiştim. Konuşması bittiğinde kafamı kaldırıp ona baktım. Kapıya doğru ilerlemeye başladığı sırada bana öyle bir bakış atmıştı ki, o an olduğum yerde bir kuyu kazıp, kazdığım kuyunun içine girmek ve o kuyunun üstüne toprak atarlarken gözlerimi bir an olsun açmadan, üstümü kapatmalarını beklemek istedim.


🦋


Yaprağın üstünde birikmiş yağmur suyu hareket etti, bir damla yaprağın ucundan aşağı sarktı ve bir süre öylece bekledi. Şeffaf yansımasında kendimi gördüm. Damla yavaşça düştü, yere serildi. Avucumun içinde tuttuğum karton bardağın içindeki kahvenin kokusu, yağmur sonrası toprak kokusuna karışmıştı. "Sağ ol," dedim gözlerimi Büşra'ya çevirerek. Dersten yeni çıkmıştı ve beş parasız arkadaşına kahve ısmarlayarak nasıl büyük bir sevap işlediğini bilmiyordu. Paramın olmadığını bilmediğini biliyordum, zaten söyleyemeyecek kadar utanç duyuyordum. Utancımın sebebi paramın olmaması değildi aslında. Büşra, silmiş olmamıza rağmen hâlâ nemli olan bankın üstüne oturmadan önce oturacağı yere ceketini serip yanıma oturdu.

"Adama ne biçim soru sordun kızım ya?" dedi Büşra yanaklarının içini havayla doldurarak. "Ben onun yerinde olsam sana ağzının payını verirdim. Ne kadar saygılı bir adamdı."

Gözlerimi avuçlarımın arasında tuttuğum karton bardağın içinde cansız bir deniz gibi duran kahveye çevirdim. Bir an kahvenin içinde onun gözlerini görür gibi olunca irkilip, "İstemeden oldu," diye fısıldadım tatsız bir sesle. "Ağzımdan kaçtı işte. Kasıtlı yaptığım bir şey değildi."

Dirseğiyle yavaşça koluma vurduğunda çatık kaşlarla omzumun üstünden ona baktım. Genişçe sırıttı. "Yalnız adamın sana olan bakışlarını fark ettin mi?" diye sordu ukala bir tınıyla. "Bir an seni yiyecek falan sandım. Bakışlarıyla alıp alıp yere vurdu resmen! Eridim!"

Gözlerimi devirerek tekrar önüme döndüm. Islak zeminde seken basketbol topunun kulak tırmalayan sesini dinlerken, "Sert bakışları vardı, evet," diye iç geçirdim. "Oldukça sert."

"Ama çok yakışıklıydı!" diye cırladı Büşra. "Asaletin beden bulmuş hâli gibiydi resmen ya..."

Düz bakışlarımı fakülte binasının duvarına yönelttim. İçten içe Büşra'yı haklı bulan tarafım kısık sesle bir şeyler fısıldıyordu. Fısıltısının güçlenmesi düşüncesi beni huzursuz ediyordu. Karan Çakıl. Siyaha yeni bir ton kazandırmış gibiydi. Kişiliği, ne yiyip ne içtiği, özel hayatında nasıl bir adam olduğu bir kenarda durabilirdi. Bunlar umurumda olmayan şeylerdi ama ilgimi çeken bir şey vardı ki; o şey, bakışlarıydı.

Bir mağaradan farksız olan bakışları... Sanki onun varlığı, siyaha yeni bir ton armağan etmişti.

"Daldın gittin yine," dedi Büşra kolumu dürterek. "Ne düşünüyorsun yine ifadesiz surat?"

Kafamı iki yana salladıktan sonra kahvemden bir yudum alıp, "Hiç," diye mırıldandım. "Adı tuhaf geldi adamın. Kendisiyle çok uyumlu bir ismi var."

"Tuhaf denmez ona, asil denir." Büşra kıkırdadı. "Ama evet, bayağı uyumlu... Karanlık bir prens gibi, değil mi? Onun gibi bir adamla aşk yaşadığını düşünsene? Tıpkı peri masallarındaki gibi... Üniversiteli genç kız ve zengin, ultra yakışıklı, genç iş adamı! Pardon, prens diyecektim, dilim sürçtü."

Bu düşünce beni duraksattı. O adam ve prens olmak? Onu beyaz atıyla düşünmek bile kahkaha patlatma isteğimi tetiklemişti. Onu beyaz bir atın üstünde düşünemiyordum. Kesinlikle simsiyah, kadife gibi parlak bir at ona göre olurdu.

"Karanlık Prens," diye mırıldandım bakışlarım tekrar kahve bardağının içine yönelirken. "İlginçmiş."

"Belki de yalnızca buraya geleceği için siyah giymeyi tercih etmiştir. Bilirsin işte, konferans falan... Ciddi görünmek tek dertleri olmaz mı öyle adamların? Ah, bilmiyorum." Büşra'ya baktım, ayakkabısının burnuyla zemini deşerken gözleri de oradaydı. "Onun gibi bir adamı kırmızı pantolonla düşünsene?" Aynı anda yüzümüzü buruşturduk, Büşra kahkaha attı. "Düşündün, değil mi? Düşündün..."

"Sayende..."

"Siyahlar içinde oldukça karizmatikti. Ama beyazın içindeki görüntüsü nasıl olurdu merak etmedim desem yalan olur," dedi ağzını eğerek. Onu beyazlar içinde düşününce kaşlarım çatıldı. Bu kesinlikle siyaha edilen en büyük hakaret olurdu.

Büşra oturduğu yerden kalkıp ceketini aldı ve "Hadi ders var," dedi içinde sıcak çikolata olduğunu düşündüğüm bardağını bankın üstüne bırakarak. "Ha bir de... Dekanın odasına çekileceksin bence. Çünkü bizim dekan o aileyi bayağı seviyormuş diye duydum..."

"O aileyi statü açlığı yüzünden herkesin seveceği kesin," diye homurdandım ayağa kalkarken.

"Ablan bir şey dedi mi?"

Büşra ile birlikte fakülte binasına doğru yürürken, "Yok," dedim omuz silkerek. "Karşılaşmadık." Ablamın bir ton laf edeceğini biliyordum, aynı şekilde bölüm başkanı ve dekanın da beni haşlayacağı kesindi.


🦋


Çaresi bulunamamış bir hastalığa yakalanmıştım da, bir türlü ölemiyordum sanki.

Bulutlar yağmuru kıskaçları altına alıp sıkmış, yeryüzüne düşmesine engel olmak istercesine onlara sarılmıştı. Yağmur suyuyla dolu bulutlar hiç olmadığı kadar koyu ve yeryüzüne yakın duruyordu. Sanki göğün tavanından aşağı sarkmıştı, bu yaşlı bir kadının zamanla sönen göğüslerini andırsa da, şairlerin şiirlerine konu olacak kadar büyüleyici bir güzelliği de içinde barındırıyordu.

Nihayet günün sonuna gelmiştim. Dekandan, bölüm başkanından, hatta bölüm öğretmenlerinin birkaçından bolca fırça yemiş olsam da, hiçbiri aynı derse girdiğim andavalların o ima dolu bakışları kadar sinirlerimi zıplatmamıştı. Hak ettiğimden çok daha fazla kötü bakışa maruz kalmış, tepkiyi üstüme çekmiştim. Eğer bugün olanlar benim değil de bir başkasının eseri olmuş olsaydı, üstünden bolca prim yaparak eğleneceklerine adımın Asi Merve olduğu kadar emindim. Sorun, yaptığım şey değildi; sorun, o şeyi benim yapmış olmamdı.

Sakınılmayan gözdüm, çöpmüşüm gibi herkese batıyordum.

Ablamla karşılaşmamak için kampüsün arka kapısından, durakların değil orman yolunun olduğu kısımdan çıkmıştım. Daha bu sabah Defne'den ayar yememe sebep olan o şemsiyeyi dersliklerden birinde unutmuştum, bir de şemsiyeyi bırakmam yetmemiş gibi trençkotumu da yanında bırakmıştım. Yağmur yağdığı ve muhtemelen yağmaya da devam edeceği için soğuk o kadar etkili değildi; yağmur, havanın soğuğunu kırmayı başarmıştı. Omzuma astığım çantanın bir kolu kayıp duruyordu, sanırım yine bir kolu diğer kola oranla daha sıkı bağlamış olmalıydım.

Çiseleyen yağmur hızlandı, aniden mermi gibi yağmaya başladı ve yağmurun yola çarptığı mermilerin sudan kovanları etrafa saçılırken kaldırımdaki tüm insanlar teker teker şemsiyelerini açmaya başladı. Dudaklarımı birbirine bastırdım, yüzüme çizdiğim ifadesizliğin arkasına huzurdan bir ağ örülmüştü. Yağmurdan kaçılır mıydı? Şemsiye, yağmura doğrultulan bir namluydu.

Neden asıl silah yağmurmuş gibi davranıyorlardı?

Düşüncelerim zihnimin içinde tazeliğini korusa da, sanki hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davranmayı kendime öğretmiştim. Bana dışarıdan bakan gözlerin gördüğü tek şey kendi hâlinde, soğuk, umursamaz bir üniversite öğrencisiydi. Yağmur görüşümü puslandırdı. Siyah saçlarım ıslandığı için beyaz tişörtümün üstüne yapışmıştı, sanki beynim saçlarıma bağlıydı ve saçlarım ıslandığı için beynimi aşağı doğru çekiştiriyordu. Üst kirpiğimden aşağı süzülen yağmur damlası, sanki bana ait bir gözyaşıymış gibi yavaşça yüzüme damlıyor, akıp geride şeffaf şeritten yollar çizerek kayboluyordu. Orman yolunda karşıdan karşıya geçmek için adımımı kaldırımdan aşağı atmıştım ki, ani bir fren sesiyle kalbim göğsümden yukarı yükselerek soluk boruma oturdu; nefesimin kesildiğini, bir an için tüm yaşam fonksiyonlarımın durduğunu hissettim.

Islak saçlarım yanaklarıma yapışırken, aralanan dudaklarımdan da yağmurun emaneti olan sular damlıyordu. Bakışlarım yavaşça omzumun üzerine kaydı, fren sesinin yükseldiği noktaya baktığımda, gözlerime bulaşan dehşet yerini şaşkınlığa bıraktı ve şaşkınlık yavaşça dağılıp durgunluğun kurumuş dallarına asılı boşluğun meyvelerini dökmeye başladı.

Siyah bir Range Rover hemen yarım metre ötemde duruyordu. Silecekleri çalışıyordu ve koyu renk camların arkasında oturan silüetin sahibinin bana baktığını biliyordum. Kalbim sanki soluk borumda atıyordu ve gittikçe genişleyerek atışlarını hızlandıran kalbimin baskısı aldığım nefesi geriye itip, ciğerlerime saf karbondioksit olarak depoluyordu. Kaşlarım çatıldı. Dişlerimi sıkarken bir yandan da az önce yaşadığım korkuyu parçalayarak yok etmeye çalışıyordum. Cipin kapısı açıldı. Siyah rugan ayakkabılar görüş alanıma girdiğinde, bir ayağım hâlâ kaldırımın altında, yolun üstünde, diğer ayağımsa küçük tümsekli kaldırımda duruyordu.

Siyah, pahalı ayakkabıların yerini siyah ütülü pantolon devraldı ve bakışlarım yavaşça yukarı tırmanırken, adam cipin içinden çıktı. Olayın şokunu atlatmaya çalışırken bakışlarım yavaşça tamamen yukarı tırmandı. Gözlerim uzun bacakların sahibine bakmak için açıyı ayarladığı an, nefesimin kesildiğini hissettim.

Karşımda duran adam, Karan Çakıl'dan başkası değildi.

Kaşlarım sanki alnımın üstüne kat çıkmak istiyormuş gibi daha da çatıldığında, boynumda bir damar sertçe çarpmaya başlamıştı. Benim gözlerime kazınan öfke, onun siyah gözlerine yansımasını bile gönderemiyordu. Bir elini arabanın tavanına koydu, diğer eliyle arabanın kapısını tutuyordu. Bakışlarına oturan boşluk, ifadesindeki umursamazlığın kökü gibiydi. Siyah saçlarına dökülmeye başlayan yağmur saçlarının parlamasına neden olmuştu.

"Ölmek için yanlış adamı seçtin." Kalın sesi yağmurun fısıltısının göğsüne bıçağı saplamıştı. "İntiharına şahitlik etmeyi düşünmüyorum."

"Pardon?" diye sorarken yüzümde allak bullak ve sinir bozucu bir ifade belirdi. Şu an altında sırılsıklam olmaya devam ettiği yağmuru umursamadan dikkatle beni izlemeyi sürdürdü.

"İntiharınla ilgilenmiyorum," dedi mekanik bir sesle. "Ölmek istiyorsan yanlış arabanın önüne atladın çünkü iyi bir sürücüyümdür. Azrail senin için boş bir zaman yaratamamış."

"Farkında mısınız bilmiyorum ama önünüze atlayan ben değildim. Asıl dikkatsiz olan sizsiniz." Yumruklarımı sıktım, tırnaklarımın içine avucumdaki sular girdi. Bakışlarım yavaşça hemen omuz hizama dikilmiş, arkasına ormanı alan trafik lambasının uzun direğine doğru kaydı ve yumruğumu havada açarak işaret parmağımla trafik lambasını gösterdim. "Kırmızı yanıyor."

"Evet," dedi tek kaşını kaldırıp önce ışığa, ardından bana bakarak. "Kırmızı ışık şu an yanıyor. Sen önüme atladığın sırada yanmıyordu."

"Yanıyordu," diye savunmaya geçtim hemen. Adam gözlerini benden ayırıp kaşlarını kaldırarak yere baktı, şu an beni zerre umursuyor gibi durmuyordu. "Şu an ortada bir haksız varsa o da sizsiniz."

Siyah bakışları yerden yükseldi, bir kez daha gözlerime değdi ama bu mesafeli dokunuş bu kez daha uzun sürdü. "Çok konuşuyorsun," derken doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. "Eğer ölümü arzuluyorsan başka bir araba seç. Malûm, henüz yemem gereken bir ton baba parası var."

Amfideki resmiyetinin yerinde yeller esiyordu. Serseriliğe meyilli tavırlarına sinmiş olgunluk kafamı karıştırsa da üstünde durmamaya çalıştım. Sanki koca amfide konuşma yapan adam o değildi. İki farklı adam, tek bir görüntüde toplanmış gibiydi. Siyah bir gölgenin altında serinleyen bir Karan Çakıl ve gölgenin içinden çıkıp karanlıkta yanmaya başlamış bir Karan Çakıl. Tamamen farklı kapıların, aynı anahtarı gibiydi.

Orman yolundaki arabalardan korna sesleri yükselmeye başladı. Orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir adam kafasını arabasının camından dışarı çıkarıp, kolunu arabanın kapalı kapısına koyarak elini kapıya sertçe vurdu. "Hadisene kardeşim!" diye bağırdı sabırsız bir şekilde. Karan Çakıl'ın esareti simgeleyen kaşları çatıldı. Bakışları yavaşça benden ayrıldı ve omzunun üstüne kaydı, arkaya doğru göz ucuyla baktıktan sonra burnundan sert bir nefes verdi.

"Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?" diye sorduğunda gözlerim irileşti. Böyle bir atağı beklemiyordum. Arabanın camından kafasını çıkaran adamın yüzündeki ifade dondu, yağmur zayıflamıştı, artık yalnızca çiseliyordu ve ayakkabılarımın içinde bir havuz olduğunu düşünmeye başlamıştım.

"Ne diyorsun lan sen?" diye çıkıştı adam. Elini tekrar kapıya vurdu, yüzünde oluşan ifade öfkesinin zemini gibiydi ama o zeminden yukarı bir kat daha çıkmaya çekiniyor gibi bakıyordu.

Karan'ın iplemez tavrı adamın arabasının kapısını açıp dışarı çıkmasına neden oldu. Her nedense içimde adamın hiçbir şey yapamayacağına dair tuhaf bir his oluşmuştu. Karan gayet sakin bir şekilde adama doğru döndü, şu an onun yüzünü göremesem de, ona bakan adamın betinin benzinin attığını görebiliyordum.

"Tabakhaneye diyorum," dedi net bir sesle. "Bok mu yetiştiriyorsun?"

Adamın bakışları duruldu, geri bastığını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Resmen korkudan yüzünün rengi değişmişti. Öyle ki; saçının seyreldiği, onu kelleştiren o boş kısım bile kızarmıştı.

"Yanlış anladınız," dedi adam toparlamaya çalışarak. "Acelem var. Bir yakınım rahatsızlandı... Biliyorsunuz, trafik bu saatlerde insanı çileden çıkartıyor."

Bir dansözü bile şaşırtacak kadar usta bir şekilde kıvırırken, Karan hiçbir şey söylemeden bana doğru döndü. "Gel," dedi sakin bir sesle. Kaşlarım biraz daha çatılınca, "Trafiği tıkıyoruz," diye açıklamada bulundu. "Bunu arabada konuşalım."

Aniden gerilen sinirlerime hakim olamadan, "Ne diye gelecekmişim?" diye sordum; sesimin kıvrımlarında mayınlar, mayınların etrafında tel örgüler vardı. Her zaman sert ve kurşungeçirmez bir ifadeye sahip olmuştum. Sırf sahip olduğum bu ifade yüzünden insanların beni dışlıyor oluşu zerre umurumda değildi. Benimle bırak arkadaş olmayı, muhatap olmayı dahi istemiyorlardı. Bunun benim için pek bir sakıncası olduğunu da söyleyemezdim esasen. On dokuz yıldır bu şekilde yaşamaya pek tabii alışmıştım.

"Çünkü tartışmamız bitmedi," dedi bıçak kadar keskin sesiyle beni şaşkına çevirerek. Yağmur tamamen dindiğinde, orman yolunun hareketliliğine yavaşça yanmaya başlayan far ışıkları katıldı. Korna sesleri çoğaldığında bakışlarım Karan'ın arkasında dikilen adama kaydı. Adam mahcup bir şekilde başını önüne eğdi ve arabasına geri bindi.

"Biniyor musun?"

"Ne tartışmasından bahsediyorsunuz?" diye sorduğumda sesim hiç olmadığı kadar sertti. Normalde de pek düz durmayan kaşlarım bugün ek mesai yapıyordu. Çattığım kaşlarımın baskısı yüzünden başım ağrımaya başlamıştı. "Sizle hiçbir şeyi tartıştığım yok benim."

"Kırmızı ışıkta geçtiğimi iddia ediyorsun. Ama ben öyle bir şey yapmadığımdan en az adımın Karan, soyadımın da Çakıl olduğu kadar eminim. Yani tartışmamız ve uzlaşmamız gereken bir konu var." Sabit bakışlarındaki kararlılık, yüzünün aynasına düşen ifadenin sertleşmesine neden oldu. "Hadi, hareket et."

Hep boş olan yolda bir anda trafiğin felç olmasına neden olan Kara Prens'e dik dik baktıktan sonra gözlerimi devirdim. Her ne kadar vazgeçmeyi istemesem de, onun da vazgeçmeyeceğini fark etmiştim ve insanların meraklı bakışları arabaların camlarından dışarı uzanıp bizi bulmaya başlamıştı. Cipin arkasında bir konvoy görüntüsünü andıran araç kalabalığına baktım. Kimsenin ulaşımını engellemeye hakkım yoktu. Tamam, bunu ben yapan ben değildim ama yine de kendimi sorumlu hissediyordum.

Cipe doğru yürüdüm, ön kaputun önünden ilerleyerek ön yolcu koltuğunun kapısını açtım. Arabanın içi dışarıya göre daha sıcaktı ama Karan Çakıl kapıyı açık tuttuğu için sıcak biraz olsun kırılmış, soğuk kesikler tarafından yarıklara ayrılmıştı. Kapıyı çarparak kapattığımda, içeriden yükselen yabancı koku duraksamama neden oldu.

Acı bir tatlıyı andıran koku... Bu koku sanki beni gümüşten bir halenin içine almış, sıkıştırmış ve sarmıştı.

Cip onun ağırlığıyla hafifçe sarsıldı. "Sırılsıklamsın," dedi kendi tarafındaki kapıyı sertçe kapatırken. "Şemsiye denen icattan haberin yok mu senin?"

O arabayı çalıştırırken, ben ona cevap vermeden öylece ön camı izliyordum. Tişörtüm tamamen ıslanıp üstüme yapıştığı için bedenim tişörtün altından az çok belli oluyordu. Kollarım birbirine yakın tutacak şekilde uzatıp ellerimi dizlerimin üstüne koydum. Yaptığım şeyin saçmalığı altında ezildiğimi hissetmeden edemedim. Bugün herkesin önünde saçma sapan bir soruyla sinirlerini yüzde yüz bozduğum adamın tam şu an arabasındaydım. Isıtıcıyı açtığında çıplak bacaklarıma çarpan ılık rüzgâr ürpermeme neden oldu. Benim bu arabada ne işim vardı? Belki de şu yaşıma kadar yaptığım en büyük çılgınlıktı bir yabancının arabasına binmek. Rutin bir hayatım vardı ve insanlar hayatımı sıkıcı buluyordu. Şahsen ben de hayatımı sıkıcı buluyordum.

Araba caddede yavaşça ilerlerken, "Nerede oturuyorsun?" diye sordu, bir eli vites kolunda duruyordu. Cevap vermedim. Cevap alamamış olması pek de umurunda gibi görünmüyordu çünkü kafasına göre bir yol haritası çizmiş, o haritaya uymaya başlamıştı bile. "Bugün yaptığın hiç hoş değildi," dedi kara bir meleğin kanat çırpışını andıran esrarengiz ve bir o kadar da kasvetli erkeksi sesiyle. "Açık sözlü olmak iyidir, evet ama insanların seni yanlış anlamasına neden olabilirsin. Ki oldun da."

"Beni yanlış anlamaları pek umurumda olan bir durum değil." Durdum. "Hatta hiç değil."

Omzunun üstünden bana baktığını hissettim ama ona bakmadım. "Eğer bugün konuşma için gelen yaşını başını almış, hiçbirinin dikkatini çekmeyen bir iş adamı olsaydı muhtemelen seninle bir olup dalga geçerlerdi."

"Geçmezlerdi."

Görünen oydu ki, Karan Çakıl ve benim gerçeklerimiz farklıydı. Fakültedekilerin beni yanlış anlama sebepleri Karan Çakıl'ın yaşlı bir iş adamı olmaması ya da yakışıklı bir adam olmasıyla ilgili değildi. Onların en büyük sorunu zaten bendim.

"Büyük ihtimalle sana tıpkı bir ucubeymişsin gibi bakıyorlardır öyleyse."

"Her zamanki hâlleri," diye mırıldandım hiç tanımadığım bu adamın beni tıpkı bir kitap özeti çıkarıyor gibi özetlemesine hayret ederken. "Bunu yadırgamıyorum. Umurumda değiller. Ayrıca sorum kabaydı, bunu kabul ediyorum ama eğer öyle bir yere gelmişseniz ve sorularımızı cevaplamak zorundaysanız her türlü soruya açık olmanız gerekir, öyle değil mi? Çünkü hayatta her zaman kaba insanlar vardır."

"Sen de o kaba insanlardan birisi mi oluyorsun?"

Cevap vermedim. Bakışlarının bir kez daha omzunun üstünden bana doğru kaydığını hissedince bu kez ben de aynı şekilde ona karşılık verdim. Gür kaşları, tıpkı bir meyve zarı gibi incelmiş derisinin altından yeşil ve mavi damarlarını ortaya serercesine havaya kalktı. Gözleri bu açıdan çok daha karanlık ve kademsiz görünüyordu.

Bu adamın gözleri yıldızlar ve aydan mahrum kalmış, sokak ışıkları sönmüş bir gece gibiydi.

"Sanırım buna bir cevabın yok. Ben senin bana sorduğun patavatsız soruyu büyük bir açık yüreklilikle yanıtladığımı umuyorum," dedi kaskatı bir sesle. Ardından kademsiz gölgelerin düştüğü karanlık bakışlarını benden ayırıp tekrar yola çevirdi.

"Beni şu kavşakta indirir misiniz?" diye sorduğumda tekrar omzunun üstünden bana baktı.

"Tartışmamız gereken bir konu olduğunu sanıyordum. Yoksa kaçacak ve haksız olduğunu kabul mü edeceksin?" Sesindeki salt aşağılamanın tadını alınca meydan okuma isteği yakama yapıştı.

"Haksız olmadığımı düşünmüyorum, haksız olmadığımı biliyorum," dedim sakin sesimin aksine ateş saçan gözlerle. "Ve aynı zamanda sizin haksız olduğunuzu da düşünmüyorum çünkü sizin haksız olduğunuzu biliyorum."

Kaşları alayla havaya kalktı. "Hadi ya?"

Asabım tamamen bozulurken, "Kırmızı yanıyordu," dedim dişlerimin arasından. "Yol yayalara aitti."

Kırmızı ışık yanınca Karan Çakıl ani bir frenle arabasını durdurdu. Arka tekerleklerin çığlığı göğüs kafesimin içinde yankılanır gibi oldu. Motor hâlâ çalışıyordu ama araba hareket etmiyordu. Keskin ve bir o kadar da ürkütücü bakışları bir kez daha gözlerimi bulduğunda, soluğum kesilmiş şekilde onun gözlerine baktım. Midemde yakıcı bir his kaynıyordu, asit gibiydi ve fokurdadıkça yukarı sıçrayan damlalar kaburgalarımı eritmeye çalışıyordu.

Onda bana çok tanıdık gelen, adını koyamadığım tuhaf bir şey vardı.

"Gördüğün gibi," dediğinde bakışlarım onun gözlerinden ayrılıp direksiyonu kavrayan uzun parmaklı büyük ellerine kaydı. Tutuşu sıkıydı. Gözlemlerime göre bu adam kesinlikle tehditkâr bir kişiliğe sahipti. "Kırmızı yanınca duruyorum." Direksiyonu daha sıkı kavradı, uzun parmaklarının boğumları beyaza çaldı, kan yavaşça ellerini terk etti. Soğuğu hissettim. "Sorularını seçerkenki dikkatini, karşıdan karşıya geçerken de kullanmalısın kız çocuğu. Küçük bir kıza yakışacak şekilde hareket etmelisin."

Kız çocuğu mu? Küçük bir kız çocuğu? Hırsla nefes aldım ve gözlerimi ellerinden ayırıp onun yüzüne dikerek, ona atabileceğim en sert bakışı atmaya çalıştım. Turuncu sokak lambası, soluk mavi gökyüzünün altında ışıltıyla yanıyor olsa da, arabanın içini pek aydınlatamıyordu şu an. Attığım bakış her ne kadar sert olsa da, şu an yanında oturup yüzüne dikkatle baktığım adamın sertliğinin yanında kuş tüyü hafifliği taşıyordu.

"Kız çocuğu?" diye sordum alayla kaşlarımı kaldırarak. "Karan Bey siz yaşlı olabilirsiniz ama ben kesinlikle küçük bir kız çocuğu değilim."

"Hadi ya?" dedi sorar gibi. Sarı ışık yandığında hareket etmek için hazırlanma gereği bile duymadı. "Öyle mi?"

"Öyle," dedim keskin bir fısıltıyla. "Ayrıca trafik kurallarına uymuyorsunuz. Sarı yandı."

Önce bomboş, ruhsuz, simsiyah bir ifadeyle gözlerime, ardından da dizlerimin üstünde duran ellerime baktı. Kaşları çatıldı. "Bunu bana emniyet kemerini bağlamayan küçük bir kız çocuğu mu söylüyor?"

Ona, litrelerce kanın oluk oluk aktığı ve kopan tüm uzuvların havada uçuştuğu korkunç bir savaşın ortasında kalmış gibi dehşet dolu bir bakış atarken, kulaklarıma kadar kızarmıştım. Kapkara, kalın ve tırmanması güç olan bir duvara toslamıştım bu kez. Çırpınmam boşaydı, çünkü güzel yerden oturtmuştu lafı.

Araba tekrar hareket ettiğinde sessizlik içeriye tıpkı bir devenin çölde dinlenmek için tek seferde yere çöktüğü gibi çökmüştü. Normalde herkese laf yetiştirebilen ben, ilk kez birinin söylediği şeyin altında kalmış gibi hissediyordum. Bunu özenle besleyip, büyümesi için tıpkı bir çocuk gibi baktığım gururuma yedirememiştim.

"Evin nerede?" diye sorarak sessizliği bozan taraf Karan Çakıl oldu. Beni evime bırakmasını falan istemiyordum. Zaten yeterince rencide edilmiş hissediyordum, bir de beni onun arabasından inerken görenlere durumu açıklamakla uğraşamazdım.

"Beni müsait bir yerde indirin lütfen," dedim buz gibi bir sesle.

Yoğun, tatlıyı çağrıştıran acı kokusundan kurtulmak, kara melek kanatlarının çıkardığı sesi andıran kalın sesinden olabildiğince uzaklaşmak ve mümkünse siyahın kendini sorgulamasına sebep olacak kadar siyah olan gözlerini bir daha kesinlikle görmemek istiyordum.

"Peki." Sesini duymamak için içimden bildiğim tüm saçma sapan şarkıları mırıldanmak, şu benim için ne ifade ettiğini bilmediğim ama esrarengiz bir şekilde ilgimi çeken sesin sahibini yumruklamak istiyordum. "Demek oluyor ki, bu tartışmanın galibi benim."

Yumruklarımı sıkarak bu burnu büyüklüğüne sessiz kalmayı tercih ettim. Müsait bir yerde aracı yavaşlatıp durdurdu, göz ucuyla bana baktı. Bakışları gereğinden fazla yüzümde oyalanınca gözlerimi kaçırma gereği duydum. Genelde bir insanı gördüğüm anda ona karşı olan yargım oluşurdu ama bu adamda garip olan bir şey vardı. Yadırgadım diyemezdim, aksine tanıdık bir gariplikti bu ama yine de tam olarak çıkaramıyordum.

Bu, çok küçükken arabayla yolculuk esnasında içinden geçtiğin bir şehrin topraklarına yıllar sonra arabadan inerek ayak basmak gibiydi.

"Teşekkürler," dedim kapıya uzanırken. Teşekkür etmekten hoşlanmasam da, bunun bir zorunluluk hâline getirildiğini biliyordum. "Bugünkü kabalığım için üzgünüm. Hoş, bu bana göre bir kabalık değildi ama insanlarda öyle bir algı oluşturdum sanırım. Her neyse." Arabasının kapısını açtığımda, sert bir el bileğimi kavradı. Yüzümdeki ifade donarken, dokunuşu derimin altına sindi ve iliğimin çekildiğini hissettim. Kafamı milim oynatmadan gözlerimi ona doğru çevirdim. Parmaklarının soğuk baskısı hemen orada, bileğimin üstünde asılı duruyordu. Bileğimde atan nabzım, onun parmak uçlarında küçük artçı depremler oluşturuyordu.

"Ne yapıyorsunuz?"

Gözlerindeki siyah kuyuların dibinde parlayan ayın ucu kırık yansıması durgundu. Yüzüme öyle dikkatli baktı ki, iki göğsümün ortasında, kaburgalarımın ekvator çizgisinde çok küçükken diktiğim tüm ağaçlar birer birer yıkılmaya başladı. Göğsümün toprağı kayıyor, heyelanın yerle bir ettiği ağaçlar kalbimin üstüne devriliyordu. Yüzümü ezberlemek, belleğine kaydetmek istercesine incelemeye başladı.

"Bırakır mısınız?" diye tısladım, bileğimi onun kuvvetli avucundan kurtarmaya çalışırken. Canımı acıtacak kadar büyük bir baskı uygulamıyordu ama gözleri, gözlerimin canını acıtmıştı.

"Bırakacağım," dedi serin bir yaz akşamında balkonunda sigara içen adamın denize bakarkenki ifadesi onun bana bakan gözlerine yavaşça bulaşırken. "Ama önce adını söyle."

Kalbim tekledi. Kurak toprağın altından yarılıp dışarı çıkmayı başarmış, simsiyah yapraklara sahip olan kara bir gül gibi bakan gözlerine dikkatli bakmamam gerektiğini bir kez daha anlamama sebep olan şey, "Merve," diyerek çözülmem oldu. "Asi Merve."

"Çakıltaşı." O melek bir kez daha kanat çırptı ama bu kez kanadından bir tüy süzülüp avucuma kondu. "Çakıltaşı, ha?"

"Anlamadım?" diye sordum. Ona soğuk bakışlar atıyordum, içten içe tuhaf bir koşuşturma yaşıyor olmama rağmen.

"İsminin anlamı çakıl taşı değil mi?"

Adımın anlamını hiçbir zaman merak etmemiştim. İsim, isimdi. Yalnızca karşındakini ayırt etmen, ona seslenmen için var olan bir şeydi. Benim için özel bir anlam teşkil etmiyordu. Boş boş ona bakarken, elini yavaşça geri çekti ve kapıyı açmama izin verdi. Soğuk hava bir anda ıslak olan çamaşırlarımın arasından sızıp, cildime nüfuz edince titredim. Bir ayağımı dışarı atıp, kendimi soğuğun kollarına bırakırken göz ucuyla ona baktım. Pürdikkat bana bakıyordu. Arabanın kapısı aramıza girmeden hemen birkaç saniye önce dudakları aralanır gibi oldu.

Kapı çarpma sesini çıkarmadan hemen bir saniye öncesinde, Karan Çakıl'ın görüntüsü gözümün önünden kaybolurken duyduğum tek şey, "Asi Çakıltaşı," olmuştu.


🦋

Seguir leyendo

También te gustarán

545K 20.3K 85
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
587K 24.7K 44
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
Haz Por 🍀

Romance

189K 2.2K 16
"Siktir, kırmızı senin rengin." Sütyenimin açıkta bıraktığı göğüslerimi öpmeye başladı. Bir eliyle kalçalarımı sıkıyor diğeriyle de kasıklarımı okşuy...
1.4M 43.4K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...