30

73.6K 4.8K 15.6K
                                    

X Ambossadors - Unsteady

*

Bazen dünyanın sanrılar üzerine kurulu olduğuna inanıyordum. Elimizi attığımız duvarların, içimize çektiğimiz oksijenin, tüm bu galaksinin yalnızca bir sanrı olduğuna öylesine güçlü inanıyordum ki gerçek ve düşsel aralıkta sıkışıp kalıyordum. Kulağa çok sofistike gelebilir. Ve aslında düşününce de öyle. Bana seslenen bedenlerin beynimin türettiği bir fikirden ibaret olduğunu savunuyor ve buna inanıyor; kendimi bir anda bu girdabın içinde buluyordum. Sanki ayak bileğimden tutup çekiyordu bu fikir beni. Kontrol etmesi öyle güçtü ki, bunun için beklemek ve akışına bırakmak oldukça vakit alıyordu. İçinde bulunduğum bu dünyanın esasında koca bir laboratuarın içerisinde bulunduğu onlarca beyaz önlüklü proföserler tarafınca kontrolü sağlanan simülasyon ekranının yansımasından ibaret olduğunu savunuyor fakat simülasyon gibi bir aracın da dünyavi bir deneyim olduğu gerçeğini gözden çıkaramıyordum. İnkar edemiyordum. Sorunun ta kendisi buydu. İşte tam böyle anlarda, tam da şu an bulunduğum böyle anlarda aklımı yitirdiğimi düşünüyordum. Ucu kaçık sorularım çelişkilerimin ayağına dolanıyor ve ben tam o anda pes ediyordum.

Fakat şimdi ona bakarken bunun en güzel pes edişim olduğunu düşünmeden de duramıyordum.

Güneşin ilk ışınları içeriye süzülürken yastığı şereflendiren altın rengi saç tutamları bir bir dökümlenip görsel bir şölen oluşturuyor ve ben ne var ki parmaklarımı bu şölenden mahrum bırakacak olsam parmak uçlarım alev alıyordu. Tüm gece yüzünde ve saçlarında gezinen dudaklarım onu öpmekten aciz kupkuruydu. Fakat ben değil ayağı kalkıp su almak, kımıldayıp ona değmekten korkuyordum. Kirpikleri dizgilerini göz çukuruna biriktirmiş altın gibi ışıldıyor, dudakları ise beni sayıklar gibi susamış duruyordu. Ben ise onu öpmemek için öylesine uslu olmaya gayret ediyordum ki, dişlerim üzerinde endişeden peydahladığım yaralı dudaklarıma saplanıp duruyor, bakışlarım ne vakit dudaklarına düşse kaçıp bambaşka yerleri buluyordu.

Ve oluyordu.

Bunun gerçekliğini sorguluyordum.

Aklımı yitireceğimi düşündüğüm virajlardan dönüp duruyor fakat bedenim daima o şarampollerden sarkıyordu. Ama ben ilk kez düşmek istiyordum. Çünkü biliyordum ki aklımı yitireceğim o virajlar da, şarampoller de Kim Taehyung'a çıkıyordu.

Korkmuyordum.

Çünkü ben zaten düşüyordum.

Yerimden son derece dikkatli ve yavaş bir şekilde doğrulup ses çıkarmamaya gayret ederek alnına yaslı, nemini yitiren bezi almış; suya sokup kuvvetli sıkmamaya özen göstererek nemli kalmasını sağlamıştım. Alnına dağılmak için fırsat kollayan tutamlarını nazikçe geriye itip avucumu alnına yaslayarak ateşini kontrol etmeye çalışmıştım. Bu işte berbattım fakat ateşinin yavaş yavaş düştüğünü de anlayabiliyordum. Gözlerim rahatlamayla kapanıp dudaklarım şükran fısıldamış, avucumu geriye çekip nemli bezi alnına yaslamıştım.

Dün geceden beridir ateşi bir an için düşmemişti. Tüm gece ateşler içinde bilinçsizce sayıklamış, sabaha karşı biraz da olsa rahatlamıştı. Dün gece buraya, bu kulübeye geldikten sonra yabancı, yarasını temizleyip titizce sarmıştı. Nasıl yapmıştı bilmiyorum fakat öylesine titiz bir tıbbi müdahaleydi ki bu, bir an için doktor olup olmadığını düşünmüştüm. Serum bağlamak gibi bir iş bile her yiğidin harcı değilken o, yarayı tüm ustalığıyla temizleyip gereken müdahaleyi eksiksizce yerine getirmişti. Onu yarı diri buraya getirmiştim. Onu yarı diri buraya getirmiştim ve düşündükçe parçalanıyordum. Minnettardım. Dün gece öyle çok korkmuştum ki bacaklarımdaki titremeler yeni yeni geçiyordu. Ona müdahale edemeyecek kadar çok heyecanlıydım ve buraya nasıl geldiğimi bile hatırlamıyordum. Evden nasıl çıktığım, onu arabaya nasıl bindirdiğim, buraya nasıl geldiğim hepsi, hepsi bulanıktı. Değil araç kullanacak kadar, üzerime tişört geçirmeyi akıl edip evden çıkacak kadar bile kafam yerinde değilken, burayı bulmuş olmam tam anlamıyla bir mucizeydi.

grindhouse // taekookWhere stories live. Discover now