12

68.5K 6.4K 11.2K
                                    

Kaleo - Way Down We Go

*

Saniye.

Saniyenin dörde bölündüğü ve mekansızlaştığı o yerdeydim sanki. Her şey ağır çekime alınmış gibiydi. Masaları gezip siparişleri dağıtan garson, cam kenarındaki masaya yönelirken adımları havada donmuş gibi ya da hemen sağımda kalan turistin içtiği su ağzına dökülmemekte inat ediyor gibi.

Saniye.

Gerçeklerin hala az da olsa parladığı zaman aralığındaydım. Şehir sessizliğe çökmüş gibi. Gün içinde olan bütün kaoslar, kargaşalar, telaşlar, küfürler, eğlenceler belki sevişmeler ve niceleri, yerini bomboş bir sessizliğe bırakmış gibiydi. Duvardaki saatin tik taklarını duyduğuma yemin bile ederim.

Beynim donmuştu. Algılarım koca bir boşluğun tam üzerine oturmuş, ne düşüneceğimden çok nasıl hareket edeceğimi hesaplar olmuştum. Zihnim son zamanların en tanıdık şeyini fısıldıyordu sürekli.

Nasıl?

Etrafıma defalarca bakmıştım. Defalarca kafeyi dört dönüp aramıştım fakat lanet olası herif yoktu! Hiçbir yerde yoktu. Geriye dönüp lavaboya girmiş tüm kabinlerin kapısını çalarak sesini aramıştım. Ama hiçbir ses onun ses tellerini okşayıp da dökülen kalın tınıya ait değildi. Hiçbir ses ona ait değildi.

Acele adımlarla tuvaletten çıkmış gözlerim masanın üzerinde oyalanırken kafeden dışarıya adımlamıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Fakat elimden gelen tek şey öylece etrafıma bakmaktı. Çıldırmışım gibi kendi eksenim etrafında dönüyordum. Yoktu.

Lanet olası herif yoktu!

''Gitti'', diyordu içimdeki o iflah olmaz lanetli ses, ''Seni arkada bırakıp gitti.''

Kafayı yemiştim. Gözlerimin onu masada bulamayışından beri kafayı yemiştim. Düşünemiyordum. Algılarım körelmişti. Yoktu, gitmişti. Belki de bu da planının bir parçasıydı. Akıl hastası bir herifle Japonya'ya gelmiş, üstelik ona güvenerek peşine takılmıştım. Benden kurtulmak istiyor olmalıydı ve beni gezdirme bahanesiyle arkasında bırakacaktı.

Gitti.

Sürekli gitti diyordum. Beni arkasında bıraktı ve gitti.

İçeriye koşar adımlarla girmiş masaya tekrar tekrar bakarak siparişleri dağıtan garsona yönelmiştim. Neyime güvenerek yapmıştım onu bile bilmiyordum. Düşünmeden hareket ediyordum. Yalnızca uzuvlarıma komut verecek kadar aklım kalmıştı.

''Bakar mısın,'' dedim masaya siparişleri bırakıp tepsiyle geriye dönen garsona sanki anlayacakmış gibi. Yüzüme gülerek bakmış devam etmem için başını sallamıştı, ''Burada bir adam vardı,'' dedim anlamayarak yüzüme bakan garsona. Anlamıyordu. Anlamıyordu fakat ben pes etmiyordum, ''Nereye gittiğini gördün mü?''

Yüzüme anlam veremeyerek boş boş bakmış ağzı konuşmak için aralanmıştı. Japonca bir şeyler söylemiş fakat hiçbirini anlayamamıştım.

''Bir adam,'' dedim denemekten vazgeçmeyerek. Her ne kadar umutsuzluğa kapılsam da vazgeçmeyecektim. Başka şansım yoktu, ''Uzun böyle, zayıf,'' Ellerimle boyunu gösterip umutla yüzüne baktım, ''Üzerinde kırmızı bir kazak vardı. Hah, bak hatta önlüğünün rengindeydi!'' Üzerindeki önlüğü çekiştirerek heyecanla yükselen sesimle söylemiştim. Adam kaşlarını çatıp korkarak geriye doğru çekildi, ''Kafasında da bere vardı,'' dedim takmayarak, ''Saçları da alnına dökülüyordu. Gözlüğünü takmıştır belki çıkmadan önce. Gördün mü?''

Adam suratıma delirmişim gibi dehşetle bakıyordu. Beni anlamıyordu ve bu içimdeki çaresizliğe topuklarıyla basıp duruyordu. Bitmiştim. Dilini bilmediğim bir ülkede tek başına kalmıştım. Üstelik derdimi de anlatamıyordum. Taehyung hangi cehenneme gittiyse geriye dönmemeliydi. Çünkü onu lime lime edecektim.

grindhouse // taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin