11

95.3K 7K 26K
                                    

Niall Horan - Slow Hands

*

Bazen hiç farketmeden kendimi barlarda buluyordum. Nasıl oluyorsa  vuzuhsuz bir şekilde oluyordu her şey. Ayaklarım önceden programlanmış gibi, dış  görünüşüme önem vermeden yürüyordum. Hangi bar olduğu önemli olmuyordu,  sandalyesi olsun, masası olsun ve iyi bir birası olsun yeterdi. İnsanlarıymış,  müzikleriymiş, sigara içileniymiş farketmiyordu. Ara sokaklardaki  gölgelerden biriydim ve sadece ışıkla hareket edebiliyordum.

İyi  bir bira söylemek için menüye ihtiyacım yoktu. Aklımda ne varsa onu  söylüyordum. Ağır veya hafif, bir şey farketmiyordu. İçmeyi seviyordum,  gözlerimin ağırlaşmasını, insanların oturup kalkmasını, sigara dumanı  içinde boğulmayı hoş buluyordum. Bunlar gerekli şeyler değildi, olmasa  da olurdu. Tıpkı bazen çabucak sarhoş olabildiğim veya olamadığım gibi.  Sarhoş olmaya da ihtiyacım yoktu. Gözlerimi kapamama yardımcı olacak  başka şeyler de vardı. Peki ben nasıl oluyor da bir başka bedenle sohbete  başlıyordum? İşte her şey bu noktadan sonra karmaşıklaşıyordu.

Oysa  ben sadece geçmişimdeki bazı insanlara içki içmek istiyordum. Bara  değil de, saatin önemi olmadan o insanlara yürümek istiyordum. Bana  kırgın veya değil, ne farkeder? En kötü haliyle bir tokat yerdim ve  ardından seks yapılırdı. Sonucu ne olursa olsun iki taraf da bu durumdan  nötr bir şekilde çıkıyordu. Hangi beden ayak bileklerini okşayan bir herife hayır der ki? Belli ki benim kalbime giren bedenler diyordu.

Duygusallık  sınırlarım bir bedenin bana nasıl davrandığından, nasıl tepki  verdiğinden, beni nasıl sevdiğinden oluşuyordu. Bunu taşırdığım zaman  yürümeye başlıyordum. Tıpkı İmkansızın Şarkısı'nda dendiği gibi, "Eğer  bir zifiri karanlığın içindeyseniz, yapabileceğiniz tek şey gözleriniz  karanlığa alışana dek oturmanızdır". Bende de durum buydu. Karanlığın  rengi önemli değildi. Bir adamın elleri, dudakları, bacakları, üşüyen  ayakları ve diğer bazı yerleri de karanlığı temsil edebilirdi.  Karanlığı sınırlandıranlar, kaçışı kendini dünyanın en mutsuz insanı  ilan ederek buluyordu. Bu insanlar acı çekmekten zevk alıyordu, bu insanları anlamak kimi zaman güçtü.

Ben mutsuz değildim. Nötrdüm ve  içimdeki bazı şeyler artık nasırlaşmıştı. Bir bedeni sevebilmem için  içimde heyecan oluşmuyordu. İnsanların içindeki şeylere sahip  çıkmalıydınız. Yarın ne olacağı önemli değildir ve kırılacak olan zaten  zamanla kırılmıştır. Sizden beklenilen bir öpücük falan değildir, içten  cümlelerdir.

Bütün bu anlatılanlardan sonra bir başka bedenin nasıl sabah uyandığımda yanımda oluyor oluşunu  anlayamıyordum. Çıplaklık en saf hali oluyordu insanın. Kendimce sorular soruyordum. Cevabı imkansız sorularım  vardı. "kahvaltı hazırlamalı mıyım?", "yumurta sever mi?" veya "öpmeli  miyim?" gibi bilmeceler içinde dönüp duruyordum. Bir yandan da önümdeki otuz beş katlı binalara dalıyor, iki büyük camdan süzülen yağmur damlalarını  sayıyordum. Gözleri kapalı bir beden, belki de en masum şekilde benden  bir şeyler bekliyordu. 

Bütün bunlar çok yorucuydu ve ben, esmer bir ten için göz  yaşlarımı tutamıyordum.

Belki de bütün bu her şeyin cevabı bir çift kolun ve elin beni arkamdan sarıp sarmalaması ihtiyacıydı.

Güneş ışınları göz kapaklarımın içine izinsizce sızıp diken gibi batıyordu. Gözlerimi açmak için verdiğim tüm çaba çöpe gidiyordu ve bu da saliseler içinde vücudumdaki ağrıların bir bir kolonileşip başıma birikmesine neden olmuştu. Başım ağrıyordu. Sanki dün gece bilmediğim bir barda, bilmediğim içkiler içmişim, bilmediğim insanların zırvalarını dinlemişim gibi sızlanıp duruyordu. Ne vakit gözlerimi açmaya cesaret etsem keskinleşip beynime vuruyor, kafatasımın içindeki duvarlara yer yer iğneler sokuyordu.

grindhouse // taekookWhere stories live. Discover now