24.Bölüm

833K 41.9K 43.9K
                                    

Kendimi, -Bora'nın olduğunu anahtarı Selim'den teslim alırken öğrendiğim- Range Rover'ın içinde bulmamla gaza yüklenmiştim. İçimde biriken tüm öfkeyi gaz pedalından çıkarmaya çalışırken, Selim'lerin aracının epey geride kaldığını görebiliyordum. Muhtemelen deli olduğumu düşünüyorlardı; ya da günün kötü geçeceğini anlamışlardı. İnin cinin bile top oynama zahmetinde bulunmadığı yolda hızla giderken, Bora'dan mesaj geldi.

"Eğer sana yetişemezlerse, hesabını onlardan sorarım."

İstemsizce gülümsedim, normal şartlar altında buna aldırış etmem gerekiyordu sanırım. Ama bugün normal bir gün değildi; bugün Naz'ın hiçbir kuralı kabul etmediği ve yalnızca kendisi için yaşayacağı bir gündü. Bugün Naz'ın yeni ilan ettiği doğum günüydü belki de. Arabayı istediğim hızda kullanacaktım; Selim'ler ister yetişirlerdi, ister yetişemezlerdi. Çılgınlar gibi eğlenecektim; ne Anıl'ı, ne Bora'yı ne de herhangi bir insanı sevmek yoktu bugün. Her şeyden çok kendimi sevecektim, kaç saatim varsa...

Sarıyer'e geldiğimde, arabayı bir otoparka park ettim ve yoldan geçen bir taksiyi durdurdum. İlla birileri mutlu olacaktıysa, tanımadığım insanların mutlu olmasını istemiştim bugün. Taksi şoförüne, "Üsküdar'a gideceğim." dediğimde, yüzündeki "Çok para kazanacağım." gülümsemesi, görülmeye değerdi. "Hangi köprüden gideyim abla?" diye sorduğunda, "Kafana göre abiciğim." diyerek arkama yaslandım.

♠️

Verdiğim adreste taksiden indiğimde, siyah Mercedes'in içindeki Selim başıyla bana selam vermişti. Bora'nın bana anlaşmamızın bittiğini içeren mesaj atmasını beklediysem de öyle bir şey olmadı. Şu an, beni öldürme planları yapıyordu belki de. Dört katlı apartmanın önünde duran Naz'ın hiçbir hayali, hayattan beklentisi ya da umutları yoktu. Anlaşmamız iptal de olabilirdi; nankörlük yapacak noktadaydım. Anıl, en zorlu süreci atlatmıştı ve bu saatten sonraki masraflar karşılayamayacağımız kadar çok olmayacaktı. Ömrümün sonuna kadar çalışıp, Bora'ya olan borcumu ödemeye kendimi adayabilirdim; bu bile şu an benim için değerli bir hayatta kalma amacıydı.

Üçüncü kata geldiğimde derin bir nefes daha aldım ve zili çaldım. Biraz sonra Eren kapıyı açmış, şaşkın gözlerini bana dikmişti. Hiçbir şey söylemeden içeriye geçtiğimde, birer fincan kahve yaptı.

Konuşmuyordu. Konuşmuyordum. Öylece durmuştuk ve arka taraftaki küçücük balkonun, karşı evin asfalt duvarına bakan manzarasını izliyorduk.

"Bora Karabey'in villasının manzarasının yanında hiçbir şey ama artık idare et." dedi Eren, altı dakika yirmi yedi saniye sonra. Bakışları sorgulayıcıydı. Ne olduğunu bilmiyordu ama bir şey olduğunu çok iyi biliyordu sanırım.

"Ayça'yla görüşüyor musun?" diye sordum. Bunu beklemiyor olacak ki yüzüme, doğru duyup duymadığını anlamak istercesine bakmaya başladı. "Hadi ama... Zor bir soru sormadım." dedim, her şeyin yolunda olduğuna onu ikna etmek ister bir ses tonuyla.

"Ne zamandan beri Ayça, konuştuğumuz bir konu?" diye sordu, kuşku dolu bakışlarla. Bir sigara yakıp, büyük bir dumanı içime çekmeye başladım. Bakışlarım yeniden karşı evin asfalt duvarıyla buluştuğunda, dudaklarımı ısırmıştım.

Ayça hakkında tek kelime konuşulmazdı; Anıl, Ayça hayatına girdiği zaman bana bir kez ondan bahsetmiş ve ne kadar aşık olduğunu anlatmıştı. Yıllar sonra da evlenme teklifi edeceğini söylemesi, Anıl'la bu konu hakkındaki ikinci konuşmamız olmuştu. Ben, Anıl'ın mimiklerinden ve tavırlarından barıştıklarını ya da ayrı olduklarını kendim anlayacak kadar tanıyordum onu. Bazen, istemeden kulak misafiri olurdum, herhangi birine Ayça hakkında anlattığı şeylere; ya da Eren'le Hande'nin kendi aralarındaki konuşmalarına.

Maça Kızı 8Where stories live. Discover now