Arjantin'e otuz beşinci haftamda, doktor kontrolünde uçmuştuk. Buenos Aires'te, doğum yapmayı planladığım hastanenin yakınlarında bir eve geçici olarak yerleşmiştik. Çok kalmayacağımızı düşündüğüm şehirde günler günleri kovalarken, neredeyse oraya yerleşeceğimizi ve Ada'yı beklerken orada yaşlanacağımızı düşünmeye başlamıştım. Arjantin'in Kasım'ı fazlasıyla sıcaktı ve açıkçası hamileliğe de doymuştum. Doktorlar her şeyin yolunda olduğunu söyleseler de bir türlü doğuramamak, en azından benim için bir sorundu. Bora, muhtemelen kafamın içinde bir şeyler kurmamdan hoşlanmadığı için sürekli kafamı meşgul etmeye çalışıyor, odağımı doğuramama fikrinden uzaklaştırmak için elinden ne geliyorsa yapıyordu.

Buenos Aires'de bazı müzelere gitmiş, bazı galerileri gezmiş, iyi restoranlarda yemek yemiş ve karnı burnundalığımın koşullarına ayak uyduracak şekilde şehrin altını üstüne getirmiştik ama sıklıkla evde vakit geçiriyorduk. Evde vakit geçirdiğimiz zamanlarda da çeşitli kart oyunları oynuyorduk çünkü Bora, istemeye istemeye de olsa, beni en çok oyalayan şeyin bu olduğu konusunda karar kılmıştı. Özellikle de beni yendiği zamanlarda, gerçekten de bütün dikkatim oyuna çekiliyordu ve hayatta önemsediğim tek şey Bora'yı alt etmek oluyordu. Elli iki adet kartla, iki kişi ne oynayabilirsek oynuyorduk ve ben her yenilgimde, bir diğer oyun için hırslanıyordum.

"Doğum sancın geldiğinde ne yapıyordunuz?" diye sorsalar, bir gün, cevap olarak bunu vereceğim aklıma gelmezdi ve fakat biz poker oynuyorduk.

Üstelik bu kez Bora'yı yenmek üzereydim.

Ada durmuştu durmuştu ve tam galibiyetimi alacağım an beni sabote etmek üzere gelmeye karar vermişti.

Öyle ki suyum gelmese, Bora'yı yenmeden doğurmazdım ama maalesef ki hissetmeye başladığım sancıyla beraber dayanamayacağımı anlamıştım.

Bora yanı başımda olmasa ve elimden tutmasa dayanamazdım da çünkü ben ömrüm boyunca böyle bir acı çekmemiştim.

Dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Ne münasebet!" dedim, şakacı ve oyunbaz bir tonlamayla. "Sonuçta analar çeker yükü kimsenin bilesi yok, evet, ama yani doğurdum diye de bugünden kendime pay çıkaracak değilim. Yani hiç de böyle bir beklentim, düşüncem falan yok. Tabii ki her şey ortada ama takdir benim değil bu konuda. Yani babası düşünsün onu da. İyi ki doğurdun, diyecek mi demeyecek mi, kendi bilir."

"Sana muhteşem bir hediye aldım," dedi.

Alt dudağımı ısırırken, merakla ona döndüm. "Bakayım?"

Bora'nın açtığı kutuyla beraber, gözlerim de fal taşı gibi açılmıştı.

Bana, yapıştırma gözlü, turuncu dudaklı, civcivli, sarı, iğrenç çorap mı almıştı?!

Bebek çorabı.

"Ada eminim ki bunu çok beğenecektir!" Kızgın olduğumu elimden geldiğince saklamaya çalışıyordum. "Anneler günümde de eminim ki düdüklü tencere alırsın!"

Aslında haksızlık etmek istemezdim. Anneler gününde düdüklü tencere alacak kadar hadsiz ve düşüncesiz değildi. Çünkü bu sene, yani ilk anneler günümdeki hediyesi, mutluluktan gözlerimi doldurmuştu. Doğduğum ilk günlerde, annemin kucağında çekilen, varlığını bile unuttuğum ve Bodrum'daki evimizden aldığını söylediği bir fotoğrafımla; Ada'nın benim kucağımda olduğu benzer bir fotoğrafı alt alta çerçeveletmişti. Ama belki de bu inceliği, ilk anneler günüm olduğu için göstermişti ve aslında bundan sonraki bütün anneler günümde kabaca hediyeler alacaktı, kim bilebilirdi ki?!

"Senin bana, babalar gününde, hiçbir şey almadığını düşünürsek..." dedi, gülümserken.

"Ama ben sana bunu açıkladım!" dedim, sitemle. Çorabı yeniden kutuya tıkıştırdım. "Unuttum babalar gününü! 13 yaşından beri kutlamadığım bir gün sonuçta. Ölmüştü benim babam. Allah Allah! Haberleri mi takip ediyorum, ne bileyim ben babalar gününü, çıktı işte aklımdan! Seneye iki hediye alacağım diye söz verdim ya, neden 2023'ü beklemiyorsun?! Bu mu yani?! Kısasa kısas mı yapıyorsun bana?!"

Maça Kızı 8Nơi câu chuyện tồn tại. Hãy khám phá bây giờ