Tonlarca ağırlığı aynı anda taşıyormuş gibi kasılan  bacaklarındaki uyuşmaya rağmen bahçeyi geçip eve girmeyi ve üst kata tırmanmayı başarabilmişti. Fakat kendisini odasına atar atmaz, dizlerinin dermanı kalmamış gibi sırtını kapattığı kapıya yaslayarak, dizleri üzerine çökmüştü. Dili damağı kupkuru kesilmiş, zonklayan başı kazan olmuş, bedenindeki tüm kan çekilmişti sanki. Dizlerini karnına doğru çekerek avuçlarını başının iki yanına yasladı.

İnci'ye aşık olmuştu. Sonuç buydu. Gözlerini sımsıkı yumdu. Zihni ise onu sonuca götüren ve ancak fark etmediği argümanları taramaya koyulmuştu.

İnci'nin dürüstlüğü ve cesaretiyle onu şaşırttığı anlar, beklenmedik çıkışlarıyla onu güldürdüğü anlar, bitmeyen enerjisiyle gerek onunla gerek diğerleriyle gerekse hayvanlarla bıcır bıcır konuştuğu anlar, derin gamzelerinin yanaklarını süslediği anlar, o ufak burnunun inatla havaya dikildiği anlar, uyurken dudaklarının süt emen bir bebek gibi açılıp kapandığı anlar, ona merhametle sarıldığı anlar, Yavuz'un sevmediği bir meyvenin kokusunu bedeninde ve saçlarında taşıyarak onu mest edebildiği anlar...

Anlar adamın güçlü hafızasının da katkısıyla çoğaldı, çeşitlendi, detaylandı. Ve bu anlar bir süre sonra ortak bir paydada birleşiverdi. Yavuz her birinde kızda hayranlıkla kaybolmuş, ona önlenemez bir çekimle dalıp gitmişti. Onu sonuca götüren yol bu kadar basitti işte.

"Nasıl?" diye buruk ve sitemli bir hayıfla fısıldadı kendine. "Nasıl fark etmedim?"

Bir süre sonra hissizleşti. Hareket etmeden öylece uzun dakikalar geçirdi kapının önünde. Ardından da bir robot donukluğundaki hareketleriyle ayağa kalkıp kendisine ufak bir valiz hazırladı.

Evden alel acele ayrılıp arabasına atlayarak son sürat Arnavutköy'e sürdü. Bebek sahilden kaptanıyla beraber onu Burgazada'ya götürecek bir yat kiraladı. Kaptan ağzını bıçak açmayan adamdan ödemesini alır almaz denize açıldığında, Yavuz da güvertede heykel cansızlığı ile güvertede dikilmeye başlamıştı. Gecenin rengini giydiğinden simsiyah görünen deniz ile karanlık gökyüzünün birleşmesiyle oluşan ve kesif bir hiçliği andıran manzarayı izlemeye koyulmuştu. Kendisi de benzer bir hiçlikte kaybolmuştu.

Ne kadar süre öyle dikildi bilmiyordu. Bir süre sonra alev alev yanan avuç içleri ile öne eğilip, yatın soğuk metal korkuluklarını avuçladı. Gözlerini kapattı. Yüzüne çarpan serin hava ile usul usul soluklandı. Göğsünün içine asitten, yakıcı bir kütle oturmuştu sanki... Zonklamakta olan şakakları da zımpara kağıdıyla yontuluyormuş gibi sızım sızım sızlıyordu. Yutkunarak gözlerini araladı. Metal korkulukları saran ellerine indi puslu bakışları. Orada olduğunu bildiği, sol elinin yüzük parmağındaki parlak alyans çarptı gözüne.

Aslı'nın alyansı...

Sıkışan yüreği sızladı. Anında yaşlarla dolan gözlerini o alyanstan ayırmadan sağ elini alyansın bulunduğu parmağına uzattı ve titreyen parmak uçlarıyla o yüzüğü parmağından çıkardı. Yüzüne boşalan yaşlarla yüzüğü avuç içine hapsederek kafasını geriye yatırdı. Boğazı, göğsü, hatta tüm bedeni liğme liğme idi. Yıllardır aşina olduğu derin suçluluk hissi, ateşten bir sarmal gibi dört bir yanını sarmıştı. Ruhu acıdan kıvransa da avcunu araladı ve parlak yüzüğü beklemeden denize fırlattı. Zira o yüzüğü şu saatten sonra taşıyor olmak Aslı'ya, kendisine ve hislerine karşı koca bir riyakarlıktan başka bir şey olmayacaktı.

Karanlık denizde dibi boylayan yüzükle beraber dizleri üzerine çöktü ve sarsılan omuzlarıyla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ona "Mutlu ol Yavuz!" diye fısıldayan hatta bunun için yalvaran Aslı'nın incecik, narin sesi yankılandı kulaklarında.

Güneşi YakalaWhere stories live. Discover now