Bölüm 17: "Nikomou"

1.3K 160 64
                                    

Not: "Üşümesinler" bölümünü okumuş muydunuz?

Freya gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Saatlerdir çalışma masasında oturmaktan boynunun ne kadar ağrıdığını fark edememişti. Babasının önüne bıraktığı kahveyle gülümserken "Evde birinin olmasına çok alıştım," diye mırıldandı. Ellerini kucağında birleştirdi ve bakışlarını adama kaldırdı. Babasının çakır gözleri genellikle mutlulukla ışıldar, yüzünde her zaman yarım bir gülümseme asılı olurdu. Freya'nın hem suç ortağı hem kahramanıydı. Ama şu iki-üç gündür, annesinden uzaktayken adamın ne kadar üzgün olduğunu; annesi 'gel' dese nasıl hemen Ayvalık'a geri dönebileceğini anlıyordu. Uzanıp elini sıkıca tuttu.

-"O da üzgündür şimdi. Sakinleşmiştir de..." Adam derin bir nefes alınca elinin sırtını sevgiyle okşadı. "Seni özlüyordur."

-"Hiç aramadı ama."

-"Arar, arar." Kahvesini diğer eline alıp ayaklandı. "Gel, biraz oturup konuşalım. Ben de dinlenmiş olurum."

İkili koltuktaki kitapları el birliğiyle hızlıca yere indirdiler. Babası sürekli ayağının altında duran kitaplara, evin kendine has dağınıklığa ve her yerden eline gelen çeviri notlarına hızla alışmıştı. Hiçbir şeyin yerini değiştirmiyor, sadece bazen bir kitabı bu köşeden alıp diğer köşeye koyuyordu. Sanırım ilk kez onun ne kadar çok çalıştığını anladığından sürekli ona bir şeyler hazırlayıp duruyordu. Bazen bir fincan kahve, bazen biraz çerezle soğuk bir bira, bazen de sandviç getirip sessizce yanına bırakıyor; Freya'nın zengin kitaplığından Norse mitolojisiyle ilgili bir kitap seçip okumaya başlıyordu. Freya onun sık sık telefonundan annesinin fotoğraflarına baktığını görüyordu ama sormuyordu. 35 yıllık evlilikleri boyunca ilk kez biri, diğerinden bu kadar ayrı kalıyordu sonuçta. Annesi de her gün daha sık arayıp onunla konuşur olmuştu. Sözde fark ettirmeden ağzını yokluyor, babasının ilaçlarını içip içmediğini, kilo verip vermediğini kontrol ediyordu. Bu ayrılık bugün yarın biterdi; en azından Freya iki inatçı keçinin bir orta yol bulmak üzere olduğunu hissediyordu.

-"Gidecek misin bugün?" Babasının neyi kastettiğini bir an için anlamamış, sonrasında ise ne diyeceğini bilemeyerek susmuştu. "Can'la buluşmaya?"

Bilmiyordu. Dalgınca camın önüne yerleştirdiği frezyalara baktı. Annesi kadar çok sevilebilmeyi istemişti sanırım. Onun gibi tutkuyla, saygıyla ve şefkatle... Aradığı, bulmaya çalıştığı, peşinde koştuğu buydu. Babasının saçlarını şefkatle kulağının arkasına sıkıştırdığını ve tahtayla uğraşmaktan nasırlaşmış eliyle yanağını okşadığını hissettiğinde ona döndü. Deniz ile bir şansları varsa -küçük, minicik bir şans- Can'la yemeğe gittiği an kaybedecekti. İstediği de bu değil miydi? Adamdan kurtulmak. Neden öyle gelmiyordu? Bunun düşüncesi bile içini buruyordu. İstediği bu değil miydi? Bilmiyordu.

-"Onu seviyorsun, Freya." Niko Bey, kızının elini avucuna aldı, sevgiyle parmaklarını okşadı. Çocukken de böyle yapardı. O ne zaman üzülse elini avuçlarında saklar, parmaklarıyla oynardı. "O gece yüzündeki mutsuzluğu görseydin..." Derin bir nefes aldı. Freya'nın neden korktuğunu anlıyordu. Sanırım. Çok, çok eskiden çıktığı bir maceraydı aşk; her gün yeniden aynı kadına aşık olmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini çok iyi biliyordu. "Sarhoş geldiğin gece..."

-"Baba..."

-"Kendini görebilseydin onu sevdiğini anlardın." Freya bakışlarını elindeki kahveye eğdiğinde gülümsedi. "Onun kalbini kırmasından korkuyorsun." Anlayışlı, bilge bir bakış yerleşti yüzüne. "Ama şimdi de mutlu değilsin." Yunanca "Mutlu olmanı istiyorum," diye devam etti. "Seni anlayan..." Adamın bilge bakışları rengarenk frezyaları buldu. "Kışın ortasında sana baharı getirebilen bir adamla birlikte olmanı istiyorum."

FreyaTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon