ÖLÜMÜN KORKAK FEDAİSİ

Von HaKuGu

615K 73K 75.4K

Psikolog olan Hande kendine zarar veren bir genç ile tanışır. Psikolojik sorunları olan genç, Hande'yi çok et... Mehr

Sesli kitap🖤
[1•] ÖLÜMÜN KORKAK FEDAİSİ
(1) "Asi papatya"
(2) "Zavallı beyinler"
(3) "Korkak ufaklık"
(4) "Sahipsiz gölgeler"
(5) "Hüzün sokağı"
(6) "Masum nâmeler"
(7) "Acımasız şehzâde"
(8) "Ölü düşler"
(9) "Serseri"
(10) "Ay ışığı"
(11) Bölüm "Âvâre"
(12) "Mihenk"
(13) "Makarna günlükleri"
(14) Bölüm "Parıltı"
(15) Bölüm "Gün ışığı"
(16) "İhanetin bedeli"
(17) "Elma şekeri"
(18) "Çilekli"
(19) "Dönme dolap"
(20) "Hoş bir tını"
(21) "Kalbini arıyorum"
(22) "Caps lock tuşu"
(23) "Kaplumbağalar da uçar"
(24) "Bir yıldız tut"
(25) "Örümceğin taze yemi"
(26) "Lâl münâdi"
(27) "Küle dönen anılar"
(28) "Benim seçimim"
(29) "Hayalet avcısı"
(30) "Tuhaf hisler"
(31) "Baş rol"
(32) "Çalıkuşu"
(33) "Papatyayı öldürmek"
(34) "Aptal korkuluk"
(35) "Matem prensi"
Final "Ölümün korkak fedaisi"
Batı Süheyl
[2•] MATEM PRENSİNİN GELİNİ
1. Bölüm "Uzayın renkli mandalları"
2. Bölüm "Demir kaburgalar"
3. Bölüm "Tuvaldeki melankoli"
4. Bölüm "Yalancının şamdanlığı"
5. Bölüm "Ahd-i kamer"
6. Bölüm "Kurtuluş melodisi"
7. Bölüm "Derttaş"
8. Bölüm "Ölümü tattığım gece"
9. Bölüm "Tüy kadar"
11. Bölüm "Yanılsama"
12. Bölüm "Bataklık"
13. Bölüm "Özgür ruh"
14. Bölüm "Batıdan doğan güneş"
15. Bölüm "Titrek mum ışığı"
16. Bölüm "Hüküm dağı"
17. Bölüm "Papatyalar kefenle doğar"
18. Bölüm "Adalet divanı"
19. Bölüm "Vâris"
20. Bölüm "Nabzın fısıltısı"
21. Bölüm "Matem prensinin gelini"
FİNAL "Papatyanın veda busesi"

10. Bölüm "Hayatımın şansı"

6.3K 1K 2.1K
Von HaKuGu



M P G
🔲🔲🔲

Sergiye gitmek için erkenden kalkmış, en özenli kıyafetlerimi giymiş, güzel bir kahvaltı yapmıştım. Siyah ceketimin cebini düzeltip ayakkabılarımı giymek için dışarı çıktım. Düzenli bir hayatım varmış gibi içten içe çabalasam da beni daima geriye çeken bir şeyler vardı. Ne olduğunu kestiremediğim ama bir türlü de tamamen kurtulamadığım bir şeyler.

Siyah rugan ayakkabılarımı giymek için eğildiğimde karşı daireden taşınan eşyaları gördüm. Batı'lar taşınıyordu muhtemelen. Dün geceki gidişinden sonra bu kadar çabuk evi boşaltacağını düşünmemiştim ama anlaşılan onu ölesiye rahatsız eden bir şeyler vardı. Gerçekte onu bu kadar huzursuz eden şeyin ne olduğunu merak etsem de bundan epey uzak olduğumu düşünerek umursamamaya çalışıyordum.

İki kişi üç kişilik bir kanepeyi kapılarından çıkarıp aşağı indirirken onları izledim. Ayakkabılarımı giyemeden onlara bakmaya devam ederken dikkatle ve biraz da güçlükle kanepeyi indirmeye devam ettiler. Birkaç gün önce taşınan bu kanepeler şimdi gönderiliyordu. Tüm bunların amacı gerçekten kayda değer olsa gerekti. Aksi takdirde kim neden böylesine tutarsız bir davranış gösterirdi ki?

Ayakkabılarımı giyip bir adım attığımda kapının açık olduğunu gördüm. Ses gelmiyordu. Neden yaptığımı bilmeden içeri girdim. Aslında mekan farklı ama hisler aynıydı sanki. Esasen bunu yaşadığım anlar çok azdır ama yaşadığım anda da sanki gerçekten dejavu olmuş gibi hissederim.

Sanki daha önceden de karşı dairemin bu şekilde geziye çıkabildiğim bir alan olarak hissediyorum. Aslında bu histen biraz daha öte ama düşünmeyi bırakarak sadece yürüyorum.

Bomboş odalarda gezinirken içimi bir hüzün kaplamıştı. Tanımadığım biri için üzülmek doğru olmasa da elimde değil. Hüzünle salona geldiğimde bomboş alanda sadece tekli bir koltuk ve bir tablo gördüm. Tabloyu görmemle şaşkınlıkla gözlerimi açmam bir oldu.

Bu, bana hiç de yabancı gelmeyen tablo benim Papatya tarlası isimli tablomdu. Açık artırmayla yüksek bir fiyata satılmıştı ve burada görmek tüm dengemi bir anda sarsmıştı. Onu satalı uzun bir zaman olmuyordu ama sanki benden çıktıktan sonra üzerine birkaç resim daha yapılmış gibiydi. Resim derken, kendi hayat fırçamın darbelerinden sonra Batı'nın yaşamından kesitler çizilmiş gibiydi.

Unuttuğum tablomun ayrıntılarına bakarken nedensizce sinirlendim. Sanki herkes alsa bile onun almasını istemezmişim gibi, bana yaklaştıkça amaçsız bir tepkinin vücut bulması gibi. Bu belki de içten içe kendimi kötü hissetmeme neden oluyordur. Bir tablo kadar değerli değil miyim diye düşünmeme neden oluyordur. Yüzüme bakmayan, dokunmamdan imtina eden bir insan, neden tablomu alır ki?

Elimdeki çantayı sıkıca tutarak içeri giren kişiye sertçe döndüm. Taşımayla ilgilenenlerden biriydi. Alnındaki teri silerek bana baktı.

"B-bu! Bu benim tablom!"

Orta yaşlı adam güleç yüzüyle omuzlarını silkeledi. Onun nereden haberi olacaktı, sahibine sormam gerekirdi. Sahibi de benden kaçtığına göre, bana sadece nedenini anlamadığım bu olay kalmıştı.

"Ben bilmem hanımefendi. Ev sahibi bu kanepe ile bu tablo dışında her şeyi taşımamızı söyledi sadece."

İşaret ettiği tekli kanepeye tekrar baktım. Diğer eşyalarına göre eskiydi ve uzun süredir kullanılmışsa benziyordu. Hemen sonrasında tabloma baktım bir kere daha. Kanepe yerine tabloyu merak ediyordum. Benimle alakalı bir şeyi kendine bu kadar yakın tutmasının nedenini merak ediyordum.

"Neden bunlar kalıyor peki?"

Sonunda içimdeki soruyu sorduğumda rahatlamıştım ama net bir cevap alamayacağımı ben de çok iyi biliyordum.

"Emin değilim. Tek bildiğimiz ev sahibinin henüz değişmediği."

Kendi kendime güldüm. Sadece eşyaları götürmek ve kirayı ödemeye devam etmek mi? O halde buraya kalmak için gelecekti yine öyle mi? Batı, neden bunu yapıyorsun?

Bir an için bu kanepe ve tablodan kurtulma isteği olup olmayacağı düşüncesi de geldi aklıma ama bu tezim anında çürütülmüştü.

Kapıyı kapatmak için beni bekleyen insanları daha fazla rahatsız etmemek adına hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdüm. Merdivenlerden inerken dahi düşünüyordum. Neden bir anda gelip gidiyor? Neden benden kaçıyor? Neler oluyor?

Binadan tamamen çıktığımda Konya'nın sıcak kuru havası yüzüme çarptı. Bu, derince bir nefes alabileceğiniz temiz bir havaydı. İçinizde biriken kötü hisleri ve dahası gerçekten açıkça görülen hastalıklara bile iyi geliyordu.

Derin derin aldığım nefeslerden sonra otobüs durağına gelmiştim bile. Dün gece anneme eve gideceğime dair söz vermiştim. Sergiye de yetişmeyi hesaba kattığım için erkenden kalkmıştım. Birkaç saat evde vakit geçirip sergiye geçmeyi düşünüyordum.

Gelen otobüse bindiğimde tekli koltuklardan birine oturup başımı cama yasladım. Bugün sergiden sonra yetimhaneye gitmeliydim. Özgür ve eğer hala oradaysa Umut'la görüşmek istiyordum. Aslında onlara bakacak yüzüm yoktu. Evlatlık alacağımı söylediğim anlarda şartları bilmiyordum ve muhtemelen bana söylemek için direten Can'ı da dinlemediğim için her şey sarpa sarmıştı. En azından Can ile yakın olmalı mıyım? Emin değilim ama Batı ile aramda daha derin şeyler varmış gibi ve bunu bir anda öğrenemeyeceğime göre öncelikle Can ile yakınlaşmalı mıyım?

Derin düşüncelere dalmışken otobüs bozuk asfalta denk geldi ve cama yasladığım başım top gibi sekmeye başladı. En sonunda sertçe vurduğunda acı ile inledim. Başımı cama yaslamaktan vazgeçip dik durmaya çalışırken dikiş yerlerimin olduğu yerin sızladığını hissettim. Bu şey tam olarak her neyse canımı yakıyordu. Sonra birden zihnimde cümleler çınlamaya başladı.

"Bunlar diğer rafa dizilmeli."

"Çilekli sütler ne taraftaydı?"

"Özür dilerim, özür dilerim. Şimdi silerim yüzünü."

Kapalı gözlerimi açtığımda tüylerim diken dikendi. Daha önce hiç anımsamadığım cümlelerin zihnimde yankılanması mümkün müydü?

Yaşanmayan anıları hatırlamak nasıl mümkün olurdu? Peki ya yaşanan anılar hatırlanmıyorsa asla yaşanmamış anlamına mı gelirdi?

Ağrıyan başımı iki elimle sıkıştırırken herkesten bağımsız olarak hastaneye gitmeye karar verdim. Herhangi birini işin içine karıştırmadan ve aslında bilerek herkesten soyutlanarak.

🔲🔲🔲

Eve geldiğimde Semih de içerideydi. Masayı hazırlamak için anneme yardım ediyor bir yandan da babamın bulmaca sorularına cevap veriyordu. Önce geldiğimi belli etmeden uzaktan izledim sadece. Ne hissediyorlar, ne yapıyorlar, izlemek istedim. Gerçekte birini sevmenin en büyük işareti o yokken onun için yaptığınız şeylerdir. Eğer tüm yüreğinizi ortaya koyuyorsanız o sizin için çok değerli biridir. Şimdi bu tabloya bakıyordum da bu üç insan da benim için tüm yüreklerini ortaya koyuyorlardı. Değil onları denemek sadece uzaktan bakmak bile bunu anlamama yetiyordu.

"Hande sarmaların limonlarını da tabakta görmekten hoşlanır."

"Mantının yoğurdu biraz az mı olmuş?"

"Soldan sağa üç harfli avuç içi."

"Emel teyze Hande ananas suyunu daha çok sever. Evde var mı gidip alayım mı?"

"Var var var! Dolapta var Semih oğlum, getirir misin?"

"Üç harfli diyorum, avuç içi diyorum."

"Kola ve ayranı aynı anda içebilir. Çiğ köfte ve cipsi önüne koyalım."

"Sadece üç harf! Üç üç! Bir iki üç!"

Babam kendinden geçmişçesine bağırırken ona doğru yaklaşıp "Aya!" diye bağırdım.

Kollarımı önümde çapraz bağlayıp, bu, hep başkalarına sorduğu halde kendi çözüyormuş gibi davranan bu adama baktım. Gülmemek için kendimi zor tutarken o çoktan gözlüklerinin üstünden bakarak gülümsüyordu bile.

"Hande ne zaman geldin kızım?"

Annem gelip bana sarılığında gözlerim Semih'teydi. Gülümseyerek bana bakıyor dağınık bıraktığı sarı saçlarını bir kere de eli ile dağıtıyordu. Gri tişörtünün altına pek de görmeyeceğim şekliyle kot jean giymiş biraz daha gençleşmiş gibiydi.

Annem benden ayrıldığında "Hadi gel gel bir şeyler ye, acımışsındır," dedi. Beni çekiştirerek masaya götürdüğünde "Ne o Semih'i evlatlık olarak aldınız da benim mi haberim yok?" diye sordum.

Annem gülerek bardağıma kola doldururken "Evlatlık almamıza gerek var mı kızım? O bizim zaten evladımız," dedi.

"O halde biz kardeşiz?"

Ağzıma attığım çiğ köfteyi yerken Semih gülümseyerek yanımdaki sandalyeyi çekti.

"Hiç kendini yorma Emel teyze. Hande'nin yine gıcıklığı üstünde, bırak geçsin dalgasını," dedi.

Gıcıklığım falan üstümde değildi sadece gerçekten Semih'in ailem için olan değerini anlamaya çalışıyorum. Hiç de yabana atılamayacak bir konukla sahipti. Öyleyse Semih eskiden beri tanış olduğum bir dostumdu.

Babam nihayet bitirdiği bulmacadan sonra masanın baş köşesine oturduğunda annem de oturdu ve hep birlikte yemeye başladık. Birkaç çiğ köfteden sonra ayranımdan yudumlarken boğazıma dizildi sanki lokmalar ve içimi müthiş bir huzursuzluk kapladı. Durup dururken gelen bu esefi halin ne olduğunu düşünmeye vakit kalmadan gözlerimden birkaç damla yaş patır patır indi.

Herkes elindeki lokma ile öylece bana bakarken ben, gözlerimi hızla kurulama ve gülümsemeye çalışma peşindeydim.

"Ah, çiğ köfte acıymış galiba."

Yalancı!

"Ağzım yandı."

Hiç acı değildi.

Annem olsun, babam olsun bu gözyaşlarının çiğ köfteden olmadığını adları gibi iyi bildikleri için tüm iştahları kaçmışçasına acınası bir gülücük kondurdular dudaklarına. Semih'in hüzünlü bakışları yere indiğinde benim gözyaşlarım daha da çoğalmıştı.

"Ne oluyor böyle birden bire anlamıyorum."

Ağlayışım ritmini arttırdığında "Ç-çok üzgünüm. Çok üzgünüm," diye kekeledim.

Bir anda gelen bu hüzün de neyin nesiydi. Kırılmış kalbimden hunharca akan kan damarlarımı zorluyormuşçasına bir baskı içindeydim. Elimdeki ayranı bırakıp yüzümü iki elimde kapattım ve tüm bu huzursuzluk gidene kadar ağlamaya başladım. Ne iştah, ne heves, hiçbir şey...

Tek zerre tadları kalmayan annem ve babam yaşlı gözlerle bana bakarken ben durmak bilmeyen bu ağlama hissime bir çare bulmaya çalışıyordum ama ne mümkün? Omuzlarım titreye titreye ağladığım o anlarda bunun basit bir şey olmadığını çok iyi biliyordum.

Bu yeni bir şey değildi. Bir anlık bir şey hiç değildi. Eskilerden gelen bastırılmış hislerin açığa vurulmuş haliydi.

Eskiden ben...
Eskiden ben her kimsem, yeterince ağlayamamış olmalıydım. Yoksa yağmur taneleri gibi akan bu gözyaşlarımın başka açıklaması olamazdı.

Esasen çevremdeki insanların bazı şeylere bu kadar kayıtsız kalmaları da beni ürkütüyordu. Normalde olsa biri ağladığında neden ağlayorsun gibi şeyler sorulur. Annem ve babam bana bunu sormadıkları gibi bir de fazladan hüzünlüydüler. Sanki zaten neden ağladığımı bilirmişçesine. Ve insan kendi bilmediği duygularının başkaları tarafından zaten ezberlemişmiş olmasından öylesine rahatsızlık duyar ki...

Kendi ağlama nedenimin ne olduğunu bilmememe mi yanayım yoksa ruhsal bir kaosun en yabancı aktörüyken, seyircilerin beni en ince ayrıntıma kadar bilmesine mi?

🔲🔲🔲

Evden ayrılıp kendimi insanların çok olduğu kalabalık bir ortama attığımda ağlamış olmanın verdiği yenilenme hissi ile daha iyi hissediyordum kendimi. Yine de dengem sarsılmıştı bir kere. Ne kadar kalabalık o kadar iyi diye düşünsem de hep bir boşluktaymışım hissi oluşuyordu içimde. Daha fazla kalabalık, daha fazla, daha fazla. Yalnız kalamayacağım kadar çok kalabalık hayal ediyordum fakat, insanlar çoğaldıkça kendi içime dönmem ve her defasında biraz daha yalnızlaşmamın ardı arkası kesilmiyordu.

Alışveriş merkezlerinin o çok müşteri alan reyonlarında bilinçsizce gezdim, yürüyen merdivenlere binip yukarı çıktım ve birkaç dakika sonra aşağı indim, çocukların bol olduğu parka gidip onları seyrettim ve onlar gibi pamuk şeker alıp yedim. Değişik ve uzun süredir yapmadığım her ne varsa bulup yapmaya çalıştım. İçinde bulunduğum ruhsal durumun değişmesi ve mümkünse yok olması için ne yapmam gerekiyorsa yaptım.

Sonunda kendimi Selçuklu mimarisinin olduğu bir yapının önünde dikilirken bulduğumda tuğlaları incelediğimi anladım. Kendimin bile farkında olmadığım bu dakikalar içinde tuğlaların diziliş biçiminin Osmanlı mimarisinden farklı olduğunu teşhis ettim.

Küçük tuğlalar peş peşe, sık sık ve sanki bir şeyin üstesinden gelmeye çalışıyormuşçasına inatla ve özenle dizilmişti. Belki de usta aralarındaki boşluğu kapatmak için böylesine bir mimari koymuştu ortaya.

Tüm bu tuğlaları incelerken kendimden bir parça bulamadan edemedim.

Kendi içindeki boşluktan kurtulmak için kaçmak bir çözüm mü?

Gerçekten de değişmem mi gerekiyor yoksa o boşluğu tamamen kapatmam için üstüne üstüne gitmem mi gerekiyor? Aklıma gelen bu çözümle geçmek bilmeyen bu sanrıların üstüne gitmeye karar verdim. Madem onlar gitmiyordu ben onların üstüne giderim.

Çantamın kulbunu sıkıca tuttuğumda bunun tek bir yolu olduğunu biliyordum. Kimse bana bir şey anlatmıyorsa ben kendim anlatırdım. Zihnimde saklı olan tüm o şeyleri koşa vadede ortaya dökmenin ise tek bir yolu vardı.

Bir taksi çevirdiğimde kendimden emin ve sanki nihayet bir şey bulmuşçasına duyduğum umutla yola koyulmuştum.

"Adli hipnoz."

Kendi kendime mırıldandığımda anılarıma gitmenin tek yolunun bu olduğunu düşündüm. Bir yerlerde okuduğuma göre bu yolla gizli ve unutulan anılara gidilebiliyordu ama insanın beyin dalgaları ile oynandığı için delirme ihtimali vardı. Bunu ben de istemezdim, yani delirmeyi ama şimdiki durumumun da pek mantıklı olduğu söylenemezdi.

Yol boyunca kendimi her şeye hazırlamaya çalıştım. Gerçekten, geçmişte kim olduğumu öğrenmeye hazır olmadığımı ve asla da olamayacağımı bilsem de yine de hazırlamaya çalıştım.

Merkeze geldiğimde taksi ücretini ödeyerek içeri girdim. Bu, şahsi bir tercihti ama sonucunun kötü olma ihtimali olduğu için bir anlaşma imzalanıyordu mutlaka. Sorumluluk kimseye ait değildi. Kişi ancak ve ancak kendisinden yükümlüydü o kadar.

Hipnoz odasına gitmeden türlü ikna yöntemleri denendi. Hikayemi öğrenenler hafızamın gelmesinin zamanla olması gerektiğini ve hipnozun çok da iyi bir şey olmadığını söylediler ama ben kararımı çoktan vermiştim. Anlaşmayı imzaladığımda kendi odama alınmıştım bile. Uzunca bir yere yatıp doktoru beklemeye başladım. Uzun süren bir şey değildi ama çok etkiliydi. En kötüsü hatırlanan şeyler sadece anılar olmuyordu. İnsanlar unuttukları hislerini ve alışkanlıklarını da yeniden kazanabiliyordu. Bu durumda bana zarar veren bir hisim tamamen kaybolduysa şimdi yeniden geleceği anlamına geliyordu. Bu riske katlanma pahasına beklemeye devam ettim.

Gerçekten kendimde olmadığım zamanın yaşamdan sayılmadığını hissediyordum. Boşa gelmiş bir anı öylesine yaşamak ise zavallı bir insanmışım gibi algılamama neden oluyordu.

Durduk yere ölecekmiş gibi hüzünlü hissetmek, kendini herhangi bir şeye odaklayamamak, güzel bir şeyler yaptığında hep içinde bir yerlerde bir şeylerin ukde olarak kaldığını hissetmek...

Bunlar geçmek bilmeyen bir yara gibiydi ve her gün bir kat daha artarak canımı yakıyordu. O yüzden sonucu ne olursa olsun mutlaka kendimle alakalı birkaç bilgiye ulaşmalıydım.

Kapı açılıp doktor içeri girince biraz gerildim ama yattığım yerden kalkmadım. Eğer hafif şekilde isteksizlik gösterirsem vazgeçeceklerini düşünüyordum. Çoktan anlaşmayı imzalamıştım ama yine de kararlı görünmeye çalıştım.

Gülümseyerek hemen yanıma oturan doktor elindeki kağıt ve kalemi bir kenara koyarak başıma bir şeyler taktı. Tansiyonumu ölçtü ve derin bir nefes almamı söyledi.

"Hande Kayla Emirgan değil mi?"

"Evet."

"Burada başınıza ağır bir darbe aldığınız yazıyor ama nedeni hasta mahremiyeti açısından gizli tutulmuş. Siz biliyor musunuz nasıl olmuş?"

Başımı iki yana sallayarak bilmediğimi belli etmeye çalıştım.

"Peki Hande Hanım neden hipnoz için başvurdunuz? Yani bir şeyler mi oluyor değişik olarak?"

"Yaşamadığım şeyleri hatırlıyorum."

Genç doktor kahve kaşlarını şaşkınlıkla yukarı kaldırdı. Bu, pek mantıklı olmayan cümlenin ne mana ifade ettiğini çözmeye çalışıyor gibiydi.

"İnsan yaşamadığı bir şeyi hatırlamayacağına göre," deyince "Unuttuğum anılarım," diye tamamladım.

Başı ile beni tasdiklerken bir yandan da gülümsüyordu. Kızıl saçları ona yakışsa da stresten onu yeterince inceleyecek güçte değildim. Nazikçe gözlerimi kapatmamı söyledi. Kapattım.

"Şimdi, kendinizi boşlukta gibi hissedin. Mümkünse hiçbir şey olmasın."

Simsiyah bir yerde yapayalnız düşündüm kendimi. Son zamanlarda hep olduğu gibi.

"Üç dediğimde yanınızda aklınızda kalan en son kişilerden biri belirecek."

Siyah ekranda kendi etrafımda döndüm bir kere ve en son aklımda kalan kişinin kim olduğunu düşünmeye başladım.

"Bir."

Siyah ekran yavaşça griye dönüyor ve bu gri mermer zemine dönüşüyor.

"İki."

Mermerler merdiven oldu. Üşüyorum. Bir yandan da korkuyorum. Yalnız bu korku kendi can sağlığım için değil, başkasının başının dertte olduğunu düşünüyor ve korku ile titriyorum.

"Üç!"

Bir anda kendimi bir binanın merdivenlerinde buluyorum. Korku ile titrerken basamaklardan aşağı iniyorum. Biri var aşağıda ve o kişiye ulaşmaya çalışıyorum. Sesler geliyor.

"Baba yapma! Baba!"

Adımlarımı hızlandırıp depo gibi bir yere geliyorum. Önümde kapı var ve içeri giremiyorum.

Ne yapmalıyım?

Kendimde olmayarak kapıyı yumrukluyorum.

Hipnoz olarak bunları hayal ederken yattığım yerde de aynı hareketleri yapıyor ve hissettiğim şeylerin bana etki ettiğini fark ediyorum.

İçeriden bir el silah sesi duyulduğunda irkilerek geri çekiliyorum. Müthiş bir hüzünle kaplandı yüreğim. Acı ile feryat ediyor ve ağlamaya başlıyorum.

Hüzünden ziyade belirsizlik hakim yüreğimde. İçeride gerçekte ne olduğunu merak ediyor ve aynı zamanda korkuyorum.

Sonra kapı açılıyor ve o çıkıyor.

Batı...

Elindeki silahı umarsızca beline takarken gözleri beni görmüyor. Sanki daha genç ve iyi değil gibi. Yüzü bembeyaz kesilmiş, halsizce bakan gözlerinde zerre ışık yok. Kapkaranlık bir dünyanın tek varisiymişçesine yalnızlığında gittikçe boğuluyor.
Beni tanımıyor ve ben de onu o an tanımıyorum. Ondan korkuyorum. Ürperti hissi ile ardından yukarı çıkışını izliyorum. Ellerim titriyor.

"Kapı açık."

Kendi kendime söylediğim bu cümleye doktor tarafından komut geliyor.

"İçeri girmek ister misin?"

Başımla onaylıyorum.

"Evet."

Titreyen ellerime hakim olmaya çalışırken içeri giriyorum. Karanlık deponun ışıksız hali yüreğimi boğarken onu görüyorum. Minik bedeni duvarının dibinde çömelmiş öylece duruyor.

"Umut?"

Yanına yaklaşıyorum. Ağlıyor. Ona dokunmak için yaklaştığımda birden kendimi bir çatıda buluyorum.

Herkes var ve ben yapayalnızım.
Bir şeyin son anı gibi, yolun sonu, tünelin bittiği yerde gibiyim. Öyle hislerle donatılmışken o cümle doluyor kulaklarıma.

"Papatyalar da yalan söylüyor artık..."

Bu cümleyi duyar duymaz çığlıklar yükseliyor. Bağırıyorlar, bağırıyorlar. Kim bağırıyor? Neden bağırıyor?

Adımı duyuyorum defalarca. Titremeye başlıyorum. Onların çığlığına kendi çığlığım da ekleniyor. Dehşet bir durumun içindeyim. Boğuluyormuşum gibi.

"Hande Hanım!"

Çığlıklarım kendi kulaklarımı sağır ediyor. Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor.

"aslında beni hiç sevmemiş."

"hiç sevmemiş."

"hiç..."

Yattığım yerde boğuluyorum. Kendi bedenimle boğuşurken yattığım şeyin hareket ettiğini ve bir sağa bir sola meylettiğini hissediyorum ancak hipnozun etkisinde olan bedenim kendimi kontrol etmeme izin vermiyor.

"Hande Hanım üç deyince hipnozu bitireceğiz."

Duruyorum ama çırpınmaya devam ediyorum. Zihnimde çınlayan cümleler devam ediyor.,

"Hepinize merhaba ölüm meleklerim..."

"Damarındaki kan olayım."

"Sezar jiletleri getir."

Acı ile inliyorum. Her bir kelime bıçak gibi saplanıyor.

"Bir!"

Çığlıklarım devam ederken kollarıma ve bacaklarıma hakim olamıyorum. Kendimle savaş halindeyim adeta.

"İki."

"Parmak boğumlarıma hapsettim seni..."

"Sen yine de ölümü seçtin."

"O halde ben de ölümün fedaisiyim artık."

Tüm bedenimden soğuk terler iniyor.

"Üç!"

Gözlerimi aniden açtığımda kendimden geçmiş bir halde yattığım yerde olduğumu gördüm. Birkaç doktor kollarımdan ve bacaklarımdan tutmak için gelmiş, kendi doktorum telaşla bana bakmaya devam ediyordu.

"Hande Hanım iyi misiniz?"

"Ölümün korkak fedaisi."

"Efendim?"

Yutkunarak kuruyan boğazımı temizlemeye çalıştım. Hızlı nefes alıp vermekten boğazım kurumuştu. Korku ile etrafı inceleyen gözlerim tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Söylediğim cümleye doktor gibi kendim de bir anlam veremezken tamamen boş bir zihinle bana şaşkınlıkla bakan insanlara bakıyorum.

"Hande Hanım iyi misiniz?"

"Ne oldu bana?"

Yattığım yerde daha çok toplanıp etrafıma iyice baktım. O çocuk, o çocuk...

"Batı..."

Hıçkırığım boğazıma düğümlendiğinde gözlerim yaşla doldu.

"Gördüklerim neydi tam olarak?"

Doktorum yavaşça eğilip şefkatle kolumu tuttu.

"Anılarınıza gittiniz Hande Hanım."

"N-ne anısı?"

"Çok, çok karmaşık bir anı maalesef."

Yutkunarak doktora bakmaya devam ettim.

"Sadece birkaç günün etkisi sanmıştım ama durum çok vahim Hande Hanım. Üzgünüm."

"Neden bahsediyorsunuz?"

"Geçmişinizin bir bölümünün neredeyse her saniyesi ruhsal olarak size zarar vermiş. Anılar birbirine girmiş, duygusal olarak bir karmaşa içindesiniz, beyniniz geriye gitmekte zorlanıyor çünkü bunun bedeninize zarar vereceğini sanıyor. Ve korkarım ki öyle."

Alnımdan süzülen ter elmacık kemiklerimdeki yaşa karıştığında önüme gelen siyah saçlarımı kuşağımın arkasına tıkıştırdım.

"O halde ne yapmam gerekiyor? Bu kaos içinde yaşamaya devam edemem."

"Yo devam edemezsiniz," dedi doktor elimi nezaketle sıkarak.

"Yalnız bir kere daha hipnoz olmayın mümkünse. Anılarınıza ani bir giriş normalden daha fazla zarar veriyor. Beyninize ve bedeninize izin verin. Belli ki anıları harekete geçiren bir şey olmuş. Onun üstüne gidin. Bu sizi zorlasa da devam edin. Sıra ile gelen anılar bir anda gidilen anılardan daha az zarar verir."

Kuruyan boğazımı daha çok ıslatmak adına getirilen sudan birkaç damla içtim. Sakinleşmek değildi benim şunan yaptığım. Çünkü zaten hala ne olduğunu anlayabilmiş değildim, sadece çözmeye çalışıyordum. Benimkisi, parçası olduğum geçmişin bütününü bulmaya çalışmaktı.

Eve gitmek adına yetince bekleyip herhangi bir belirti göstermeyince gitmeme izin verdiler. Son kez tansiyonumu ölçtüler ve gülümseyerek salıverdiler.

Henüz atlatamadığım bu yoğun duygu karmaşası beni istemeden de olsa terletiyordu. Alnımdaki teri elimin tersi ile silip çıkışa doğru yürürken hala pek kendimde sayılmazdım. Ama buraki doktorların da benim için yapabilecekleri bir şey kalmamıştı artık.

Binanın boş koridorları, gelip geçen insanlar ve yapayalnız ben...

Derinden alınan bir nefes, boğaza tıkanan bir lokma, damarları boğan bir pıhtı gibi yüreğime saplanan bir şey vardı. Geçip giden yelkovan ve akrebin tam ortasında bir yere takılıp kalmıştım sanki.

Evimin bulunduğu sokağa girdiğimde hava yine kararmıştı. Bu sokakları geceleri geçmek iyiden iyiye alışkanlık olmuştu. Yine de bu seferki farklıydı. Farklıydım. Açık bir yarayı kanatmış gibiydim. Sürekli güç kaybediyordum.

Güneş gri bir geceyi bize miras bırakmıştı ancak bana neden her yer simsiyah görünüyordu?

Düzensiz adımlarla ilerlerken evin olduğu yola girer girmez önümdeki kişiyi fark ettim. Bu sefer direkt fark etmiştim ve asla geri adım atmayacaktım.

Tıpkı bir sarhoş gibi aksak bir şekilde yürürken dudaklarım pek de güzel olmayan bir gülücük için kıvrıldı.

"Batı..."

Adını mırıldandığımda adımlarımı hızlandırdım. Siyah kapüşonunu başına çekmiş hızlı adımlarla yürüyordu. Madem taşınmıştı neden hala eve geliyordu? Neden o tekli kanepe ve neden benim tablom? Senin için ne ifade ediyorum Batı?

Hızlanan adımlarımla yanına ulaştığımda "Biliyor musun?" diye sordum.

Sorum ile aniden durup bana baktı. Kendimde olmadığımı anlamışçasına dikkatle yüzüme bakıyordu.

Neden bu kadar yakışıklısın ki?

Kapüşonunu çıkarıp yüzüme dikkatle baktı. Gözleri yüzümde gezinirken bir anda telaş kaplandı yüzüne.

"Sen, iyi misin?"

Güldüm. Sağlıklı bir gülüş değildi.

"Hastayım. Çok hastayım."

"Neyin var?"

Kaşlarını çatarak bir adım attı bana doğru.

Benimle ilgilenmen bu kadar mutlu ettiği için kendime kızamıyorum.

"Bilmiyorum."

Ellerimi sweatshürtünün cebinden çıkarıp daha çok yaklaştı ve sağ elinin tersine alnıma koyarak ateşime baktı.

Elini hissettiğim için mutluyum.

Delicesine güldüm. Deliriyorum.
Gülüşüm kahkahaya döndüğünde bana telaşla bakıyordu.

"Sanırım deliriyorum."

"Hande neyin var?"

Bir çocuk gibi alt dudağımı çıkarıp omuzlarımı silkeledim.

"Hiçbir fikrim yok Batı Bey. Ama seninle alakası olduğu kesin."

Yutkundu.

Yutkunurken hareketlenen adem elmanı izlemekten zevk aldığım için kendime kızamıyorum.

Kolumdan sıkıca tutup tam tersi yöne doğru yürümeye başladı.

"Nereye?"

"Hastaneye gidiyoruz."

"Hayır gitmiyoruz," dedim sertçe kolumu kurtararak.

Sarsılarak durdu.

Beyaz spor ayakkabının siyah dar paçana bu kadar yakıştığını düşündüğüm için de kendime kızamıyorum.

"Senin için bir kukla mıyım ben?"

Kaşlarını çatıp şaşkınca baktı. Saçma soruma ne cevap vereceğini şaşırmıştı sanırım.

"İstediğin zaman bırakıp gidiyorsun, istediğin zaman hayatıma giriyorsun, aklımı karıştırıyorsun, uzaklaşıyorsun, yaklaşıyorsun. Beni deli etmeye mi çalışıyorsun?"

Gözlerindeki telaş biran olsun dinmezken derin bir nefes aldı.

"Senin için ne yapmamı istersin?"

"Bilmem."

"Ne istersen yapacağım."

"Sarılalım."

Aniden gözlerini kırptı. Bu ani davranışlar onun da bünyesine ağır geliyordu. Yine de geri çevirmedi.

"Senin benim için tam olarak ne olduğunu anlamam için deneme yapmam lazım. Hayatıma dahil olduğun için bunu yapmak zorundasın."

Dudakları aralandı. Diyecek bir şey bulamamıştı.

"Hadi."

Kaşlarımı kaldırarak beklenti ile baktım. Derin bir nefes alıp bir adım attı ve yavaşça sarıldı. Yanağı yanağıma değince titredim. Uzun olduğu için eğilmek durumunda kalmıştı ama kolları belimi sarıyordu. Benim kollarım da onu sardığında ona doğru yaklaştım. Bedenlerimiz birleşince kalbinin hızla attığını hissedebiliyordum. Ondan daha heyecanlı olan ben, bayılmak üzereydim. Tüm bu heyecan yersiz sinire neden oldu.

Hızla geri çekildiğimde bir kere daha sarsıldı. Her ne yaparsam yapayım asla sinirlenmiyor, itiraz etmiyor, ne kadar saçma olsa da dinliyor ve ne istersem yapıyordu. Onun bu masum hali içimde bir yerleri kırsa da asla geri adım atmıyordum. Anılarımdaki Batı'nın kim olduğunu bulmaya çalışıyordum. Tüm bunlar gerçekleşirken de yenilenen duygularımın ne kadar derin olduğunu anlıyordum.

İkimiz öylece boş sokakta sessizce dururken ağlamaya başladım. Bozulma ruhum asla tamir olmayacakmış gibiydi. Nedensiz bir acı sürekli kendini tekrar edip duruyordu.

Hüzünle bana bakarken gözleri nemlenmişti. Çaresizce bakışları yüzümde gezinirken yumruklarını sıkıyordu.

"Burası," dedim kalbimi göstererek.

"Burası çok ağrıyor."

Kalbime bakarken sağ gözünden bir damla yaş süzüldü.

"Nefes alamıyorum. Boğuluyorum. Ne var sende ne? Bana ne yaptın böyle?"

Titredi. Titrerken göz kapaklarının da hareketlendiğini görebiliyordum. Tüm bedeni kaynar su dökülmüşçesine kendinden geçmişti.

Elimle omzuna vurdum yavaşça.

"Benden aldıklarını geri ver."

İrkilerek olduğu yerde durmaya çalıştı. Gözlerinden yaşlar akarken yutkundu.

"Batı!"

Adını haykırınca yüzüme baktı.
Gözlerimiz birleşti ve ne o çekti bakışlarını ne de ben. Yarıya kadar açık göz kapaklarımı açık tutmaya çalışarak titredim. Üşüyor muydum yoksa içimden gelen bir titreme miydi bilmiyorum ama titriyordum.

Gözleri bendeyken "Ne yaparsam yapayım bana engel olmayacaksın," dedim.

Onun bedeni de benim gibi titrerken cevap vermedi ama itiraz da etmedi. Bakışları gözlerimdeyken yanaklarından süzülen akan yaşı silmekle uğraşmıyordu.

Keskin çenesine, ağlamaktan kızaran burnuna, dolgun dudaklarına, siyah gözlerine, dağınık gece saçlarına ve uzun kirpiklerine baktım.

Ne yapsam kim olduğunu daha iyi kavrarım?

Ona doğru bir adım attım.

Yüreğimde bir ukde misin asla vazgeçilmeyen?

Titremekten başka tek milim oynamadı yerinden.

Tek kelime etmesen bile saatlerce seni dinliyorum neden?

Hayatımın şansı mısın yüreğimi imar eden, yoksa bir çukur musun beni milim milim kendine çeken?

Parmak uçlarımda yükseldim ve iki elimle sweatinden tutarak onu öptüm.

Dudaklarımın altında tir tir titrerken gözleri hala açıktı ve şoka girmişçesine bana bakıyordu.

Gözünden akan yaş benim yanağıma geçtiğinde sweatinde olan ellerimi boynuna doladım. Kolları yanlarında sallanırken bedeni kaskatı kesilmişti. Tek santim yerinden oynamıyor ama karşılık da veremiyordu.

Yüzümü yavaşça geri çekip ona baktım. Bakışları gözlerime odaklandığında nefesi yüzüme çarpıyordu. Titreyen bedeni bir kuş gibi hafifken, ben tonlarca ağırlıktaymışım gibiydi.

Yutkundu. Yutkunuşunu bu kadar yakından seyrettiğim için kendime kızamıyorum.

Dişlerini sıktı. Yanağının gerildiğimi gördüm. Gözleri yüzümde gezinirken kollarım hala boynundaydı.

"Delirdim değil mi?"

Gözleri yüzümde gezinirken hüzünleniyordu.

"Benim gibi aptal bir insanla uğraştığın için dünyanın en şansız insanı hissediyorsundur kendini."

Derin bir nefes aldı.

"İzinsiz öptüğüm için benden nefret ediyor ve bir daha..."

"Senden asla nefret etmem ben."

Cümlesi ile durup yüzüne baktım. Bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Yaramaz bir çocuk gibi. Kollarımı boynundan yavaşça indirdim. Yine de ona çok yakındım.

"Seni anlıyorum ve kendimi şanssız hissetmiyorum."

Yeterince ağlamıştım ama yine de ağlayasım vardı.

"O zaman neden kaçıyorsun benden? Kim olduğunu bilmeyen biriyim. Neden uzaklaşıyorsun, neden mesafe koyuyorsun?"

Bakışları ne anlam ifade ettiğini anlayamadığım haliyle gezindi yüzümde. Sanki bastırdığı bir şeyler vardı.

"Mesafeler sadece gözle görenler içindir."

Derin anlam taşıyan cümlesi ile ruhumun bir bölümünün öyle rahatladığını hissettim ki. Bir kuş gibiydim sanki. O, ağır yükler taşıyan insan gitmiş, yerine kuş kadar hafif biri gelmişti.

Onu daha fazla rahatsız etmek istemediğim için hafifçe geri çekildim. Böylesine güzel düşünen bir insanın kendince sebeplerinin olduğunu düşünüyordum.

Yavaşça kapüşonunu başına geçirdi ve birkaç adım ötedeki binaya doğru yürümeye başladığında arkasından bakmaya başladım.

Bir deli gibi davrandığım için üzgünüm.

Kendime hakim olamadığım için üzgünüm.

Unuttuğum halde asla etkisini yitirmeyen anılarım için üzgünüm.

Çok ama çok üzgünüm Batı.

🔲🔲🔲

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

3.2K 113 1
Aşktan Düşmanlığa giden bir aşk hikayesi. Güçlü bir kadın , güçlü kalmak ve hayatta kalmak zorundadır. Başı dik ve otoriter, dostunun övüncü düşmanın...
1M 98.1K 78
O bir hırsız. Dahası dolandırıcı ve yalancı. O bir profesyonel. Üstelik gerçek bir dâhi. Ve şimdi polisin ona ihtiyacı var.
1.5M 24K 26
Hayatta kalabilmek için sadece 10 şansınız varsa ne yapardınız?
2.4K 1K 62
♥️'ler bir atınca harfler önemini yitirir!.. Yolların değil, yılların ayırdığı bir aşk hikayesi !.. Hayatta hiç bir karşılaşma tesadüf değildir. Karş...