Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.1M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
168.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻
Güneşçiçeği*🌻🌻
172.Bölüm
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
180.Bölüm
181.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

8*

605K 27.7K 134K
By dpamuk

Ah Bora Karabey!

Bahçedeki ışıkların, sık ağaçlardan dolayı loş bir ortam yarattığı garajın köşesindeki, ahşap üstü açık çardakta oturduğunu görmüştüm, ilk kez. Sırtın bana dönüktü. Nazlı, yüzünü gözlerinin önüne getirebilecek kadar seni tanıyordu ama ben sana yabancıydım. Nazlı'ya da. Zamanla tanıdım hem Nazlı'yı hem de seni. Sen bana kendini ne kadar anlatırsan anlat, Nazlı da anlattı. Seni anlattı. En başından beri. Benim zihnimden daha değerli bir yer varsa, Nazlı'nın kalbidir o yüzden. İyi ki oraya yerleştin Bora Karabey, bu senin de önceliğin biliyorum, senin için de en güzel iyi ki...

Kendi adıma, yaşadığın evrendeki doğum gününü kutlamak benim için ne kadar özel, biliyorsun. Hem senin, hem de nazlı sevgilinin varlığı benim şükür sebebim. Nazlı hikayesini anlatmak için beni seçmeseydi, bugün bu satırları yazamıyordum ben. Öyle derin bir adamsın ki, Nazlı sana okyanus yakıştırması yapmakta çok haklı Bora. Seni anlamak çok güzel ve çok acı. Elinden alınan hayallerin için üzgünüm. Sana biçilen hayat için de. Bilmiyorum sen kaç kez doğduğuna pişman oldun ama ben, göğsümü gere gere iyi ki doğdun diyorum bugün sana. İyi ki ruhunu buldun. İyi ki konuştun benimle, iyi ki açtın içini.

Bilirsin uzar gider, minnetim çokça sana.

Seni çok seviyorum Bora. 🖤

🎲

Kafamın içindeki sesler başımı ağrıtıyor ve ben geçmişi düşünüyorum. Aslında bunu çok kez yaptım. En çok da rüyalarımda. Rüyalarım daima ikiye ayrılıyor; ya geçmişteyim ya gelecekte. Şimdiyi sevmiyorum, bugünü. Altı sene evvel başlayan ve ne zaman biteceği belirsiz, hatta bitip bitmeyeceği dahi muamma olan zamandan nefret ediyorum. Geçmiş en güzeli. Annem de Beyza da hayatta. Ben, Beyza ve Begüm'ün ortasına oturmuş, ikisini birden kollarımın arasına almış, onları her zaman koruyacağımın sözünü veriyorum. Annem ise babamla. Üç çocuk da büyümüş, hayata karışmış, dinlenmek onların da hakkı. Hakkıymış. Annem öyle derdi.

Begüm 18 yaşını doldurduktan sonra babamla uzun, upuzun bir tatile çıkmanın ve bizi birbirimize emanet etmenin hayalini kurardı. Boşuna üç tane doğurmadım, diye şakalaşırdı bizimle. Annemin abisiyle ilişkisi nasıldı bugün hâlâ tam olarak bilmiyorum ama kardeşliğin en önemli şey olduğunu dinleyerek büyüdüm. Bu bir manipülasyondu fakat kötü niyetli değildi. Annem başlarına her an bir şey gelebileceğini bildiği için, bizim etle tırnak olmamız için çok ama çok uğraştı. Bazen, ablamın ölümünü görmediği için şükrediyorum. Hatta kendi abisinin de.

Annemle babam uzun, upuzun tatillerindeyken dünyanın ikinci ve üçüncü harikalarıyla olmak, gerçekten pahabiçilemez. Etle tırnak olduk mu bilmesem de Beyza ve Begüm kollarımdayken yaşadığım huzuru hiçbir şeye değişemem. Ablamı ne zaman rüyamda görsem kesin kötü bir şey olur ama olsun. Geçmişi görmek, başıma kötü ne gelirse gelsin, çok değerli. Bugüne döndüğümde, Beyza'nın kollarım arasında olmadığını fark ettiğimde, Begüm'e daha çok sarılıyorum. Onu da kaybetmemek için elimden gelenin sınırlarını, kendimden uzaklaşmak pahasına zorluyorum. Ona bir gelecek vereceğim. Ne olursa olsun. Bu anneme borcum. Ablamı koruyamadım ama Begüm'ü koruyacağım.

Kurguladığımız oyun bugün başlıyor.

Hatta başlamış bile.

Ali'nin alaylı bakışlarla süzdüğü kızın sırtı bana dönük olsa da gözlerini Ali'ye dikip meydan okuduğu buradan bile belli. Bir sorun var. Ali, beni fark eder etmez düğmelerini ilikleyip ciddileştiğinde ve tüm dikkatini bana yönelttiğinde, burada olduğumu kız da anlamış olmalı. Her şeyi çözmek zorunda olan kişi olmaktan bıktım, en azından bunun tıkır tıkır işlemesi gerekiyordu. Kızı kapının önünde değil, bekleme salonunda veya odamda bulmak zorundaydım. Sikeyim. Protokollerden nefret ediyorum. İlk dakikadan mahcup olmak zorunda değildim.

Elimi omzuna koydum. "Nazlı, neden burada bekliyorsun?" diye sordum. İsmini bilhassa vurgulamak istemiştim, Ali duysun diye. Nazlı Alaca benim misafirimdi, bugün buraya geleceğinin Ali'ye bildirilmiş olması gerekiyordu. Kız bana döneceği sırada elimi omzundan çektim ve ellerimi cebime soktum. Gözlerinden korkusu okunuyordu.

Hatta sesinden de. "Bir sorun olmuş sanırım... Seninle görüşmeye gelecek birisinden haberdar değillermiş..."

Ali'ye baktım. Çoktan pişman olmuş, bir hata yaptığını fark etmişti. Fakat bu Ali'nin hatası değildi ve dilediği özür yersizdi. Ona misafir beklediğim söylenmemiş olmamalıydı. Kızın kolundan tuttum ve içeriye geçmesi için yönlendirdim. Ali'nin karşısında gördüğü kızı ve karşımda yaşadığı mahcubiyeti asla ama asla unutmayacağını biliyordum. Fakat Ali'nin bakışlarını da ben unutmayacaktım. Alaylı bakışlar. Güvenlik böyle bir şey değildi ve ben güvenlik görevlilerinin haksız özgüvenlerini hiçbir zaman anlamayacaktım. Bu saygısızlığı sadece bu kıza değil, misafir vasfına sahip kimseye yapmaması gerekiyordu. En azından yalan söylediğine emin olmadan.

Kızla içeriye girdiğimizde Seren'le karşılaştık. Kızdan özür dilemedi. Kızın maruz kaldığı muamele Seren'in hatasıydı; bunu ne zaman fark edecekti? Asansöre ilerlediğimizde, yakın gelecekte fark etmeyeceğini anlamıştım. Unuttuğum toplantı hakkında benimle konuşurken mesela, sitem ediyordu ve bu gerçekten komikti. Onun unuttukları peki?

"Sorun olur mu senin için şirkette kalmamız?" diye sordum, kıza. Sanırım daha evvel hiç kimse ona herhangi bir konuda, herhangi bir şey sormamıştı çünkü bu kadar şaşırmasının başka bir anlamı olamazdı.

"Yoo... Yok. Yani... Şey... Sorun değil... Fark etmez..." Benden tahmin ettiğimden daha çok korkuyordu. Madem bu kadar çok korkuyordu, burada ne işi vardı?

"Güzel, kısa tutmaya çalışırım. Seninle de o sırada Seren ilgilenir."

Asansörden indik ve odama gittik. Kız etrafta gözlerini gezdirirken ben masama doğru ilerledim ve oturması için, ona karşımdaki koltuğu gösterdim. Eğer bunu yapmasaydım oturabilecek gibi değildi. Kendini tedirgin hissediyordu. Seren'in kahvesini nasıl içeceğini sorması bile onu germiş gibiydi, çünkü belli ki kahve önemsizdi, ayıp olmasın diye içecekti. Sütlü filtre kahve. Tahmin ettiğim gibi. Muhtemelen şekerli içiyordu.

Seren odadan çıkınca, "Nasılsın?" diye sordum.

İyi olduğunu söyledi ama daha çok çıkışıyor gibiydi. Kendisine neden hatırını sorduğumu anlamaz gibi ya da. Benim kumarhanemde hile yapan kendisi değilmiş gibi, beni suçlayan bir tavrı vardı. Bir kumarhaneyi dolandırmaya kalkmanın sonu, Kıbrıs'ta, en iyi ihtimalle polis merkezinde biterdi fakat kız muhtemelen, girdiği yerden elini kolunu sallayarak çıkacağını düşünüyor olmalıydı ki, şu an yaptığı şeyleri gereksiz buluyordu. Hesabı ödeyemeyince bulaşık yıkamak zorunda kalmak gibi. Muhtemelen bu kız, böyle bir durumla karşılaşsa, tabakları yıkamak yerine sirtaki yapardı. Öyle dikti.

Kısa bir süre sonra, benim nasıl olduğumu sordu. Tamamen nezaket göstermesi gerektiğini düşündüğünden olsa gerek. "İyiyim. Yorgunum sadece," dedim. Bunu beklemiyor olmalıydı çünkü duyduğunda bakışları yumuşadı ve beni incelemeye başladı. Bir an için, yorgun olduğumu görünüşümle de onaylamaya çalıştığını düşündüm. Gözleri fıldır fıldır dönüyor, kafasının içinde bana dair muhtemel yeni ön yargılar inşa ediyordu.

"Bu arada ben... Teşekkür ederim," dedi. Neye teşekkür ediyordu? "Bir haftadır Seren Hanım her şeyle ilgilendi, sürekli telefonla irtibatta kaldık." E ben bunun sözünü vermiştim zaten?

"Gitti mi?" diye sordum, ayıp olmasın diye.

Beklediğim gibi oldu. Yüzü düştü. Gözlerinin derinlerine sinen hüzünle çarpıştım. Kız, çocukla alakalı her ne hissediyorsa göstermekten çekinmiyordu. Belki de maske takmaya çabalıyordur ama çocuğa karşı öyle yoğun duyguları vardır ki, maskeden taşıyordur. Ki öyle olmalı. Çocuğun yaşayıp yaşamayacağı bile belirsizken, kendi hayatından vazgeçti. "Evet iki gün önce. Ambulans uçağa bindirdiler Anıl'ı," dedi.

"İletişim kuruyorsun herhalde onlarla?" diye sordum.

"Kız kardeşi mesaj atıyor sürekli, durumundan haberdar ediyorlar," dedi.

"Parayı nasıl bulduğunu sormadılar mı?" diye sordum. Aslında en çok merak ettiğim buydu. Çünkü çocuğun ailesinin, kızın bu yüklü masrafı kaldıramayacağının farkında olacağı kesindi. İşte burası, kızın bana verdiği sözü çiğneme ihtimali olan yerdi.

"Sordular... Bir şirkette işe başladığımı ve avans aldığımı söyledim," dedi. Eğer bu cevabı bana değil bir başkasına verse kahkaha atabilirdim fakat şu an sadece sinirlenmiştim. Zekamı hafife alıyordu.

"Saçmalık. Hiçbir şirket, bu kadar yüklü bir miktarda avans vermez," dedim.

"Ne deseydim? 'Kumarda kazandım.' mı?" dedi. Benimle alay ediyordu. Benimle. Kendisine, ölmeyi kabul etmesi şartıyla yardım eden adamla. Belli ki kendisinden çoktan vazgeçmişti ve ölmek için sekiz ay beklemeye dahi sabrı yoktu. Tam cevap verecektim ki Seren geldi. Kahvelerimizi bırakırken, kıza daha dikkatli baktım. Yüzünden çekilen kan, adeta gözlerine yerleşmişti. Uykusuz ve gözyaşı dolu geceler. Gerçekten avans aldığını söylemiş olabilir miydi? Kız gerizekalı değildi. İçinde bulunduğu holdingin sahibinin, böyle bir yalanı anlayacağını tahmin etmemiş olamaz ve kendini böylece ele vermezdi. E peki o zaman, çocuğun ailesi mi gerizekalıydı?

İyi de kız daha öğrenciydi.

En gerizekalı olan insan bile, avans yalanını yemezdi.

"Kaçıncı sınıftasın sen?" diye sordum. Belki de kızı umursamıyorlar, sadece oğullarını düşünüyorlardı ve neresinden bakarsam bakayım, bu korkunç bir şey. Sonuçta kendi evlatlarını düşünseler bile, bu kızın da bir anne ile bir babanın evladı olduğunu unutmamak zorundalar. Kızın onlara bir minnet borcu olmalı. Her şey olabilir. Fakat her ne olursa olsun, bu kız için büyük bir yük.

"Okuduğumu nereden biliyorsun?" diye sordu.

Bu kızın alaycılığının bir dozu olmak zorunda, kendisini ne sanıyor? "Seninle sohbet etmiyorum Nazlı! Ben sana soru soruyorum ve sen de bana cevap vermekle yükümlüsün."

İnanmıyorum. Bozulmuştu. Öyleyse doğru düzgün konuşsaydı, ne diye alay ediyordu? Beni tersleme hakkını nereden buluyordu? Çocuğun arabasına çarpan ben miydim? Kumarhanemde hile yapmasına izin vermediğim için miydi tüm bu olanlar? Kendi arkadaşını, Hakan'ı suçlasaydı o zaman? Sonuçta onun yüzünden bugün karşımda değil miydi?

"Okulum bitti, yalnızca alttan kalan bir dersim vardı, haftanın bir günü okula gidiyorum," dedi.

"Ne okuyorsun?" diye sordum.

"Matematik," dedi. Siktir. Hollywood klişesi. Gökhan gerçekten bunu duymasa iyi olurdu.

"Hangi okulda?" diye sordum ama alacağım cevabı biliyorum. Dandik bir okulda okumuyor olmalı. Derece yapmış olmalıydı. Bakışları öyle kendinden emin ki, Oxford dese inanırım.

"Boğaziçi," dedi. Al işte. Hakan'ın, kızın mükemmel bir üniversite hayatı olduğunu yazdığı mesajı hatırladım. Çalışıyordu da o yüzden mi okulu aksatmıştı acaba?

"Geçimini nasıl sağlıyorsun?" diye sordum.

"Çalışıyorum. Yani çalışıyordum. Anıl'ın kazasından sonra, izin almam gerekti ve vermediklerinde de işten ayrıldım," dedi. Hangi holdingte staj yaptığını sormaktan itinayla kaçındım çünkü bunu öğrenirsem, iş yerinde de ego yapıp yapmadığını merak edecektim ve kimseyle bu kız hakkında konuşmak istemiyordum. Bu kız hakkında herhangi birisinden duyduğum şeyler, kendi kazanacağım fikirlerin önüne geçerdi. Başkasının olumlu veya olumsuz bir düşüncesini istemiyordum, çünkü kurguladığım oyunun başrolüne yerleşecek bir kız hakkında, ancak ve ancak kendi gözlemlerime güvenebilirdim.

"İşsizsin yani şu an?" dedim. Ki en doğrusu da buydu. En az otuz sniperla korumak zorunda olduğum bir kızı, herhangi bir plaza binasında serbest bırakamazdım. Kendi holdingimin içi bile o kadar tekin değilken, başkalarının şirketini güvenli hâle getiremezdim. Kızı soktuğum dünyayı düşünürsek, canı bana emanetti ve bu canı korumakla yükümlüydüm.

"Evet. Ne o? Her Boğaziçi'linin kapısında yattığı şirkette bana iş mi vereceksin?" dedi. Karabey Holding'ten hoşlanmadığını anladım, evet. Acaba iş başvurusu mu reddedilmişti? Bu yüzden mi bana bu kadar sitemliydi? Hafızamı zorlamam gerekiyordu. Acaba Boğaziçi'nde verdiğim seminerde bir soru sormuştu da ergence bulup terslemiş miydim? Gerçi genelde herkesi alttan almaya çalışırdım. Kıza ne yaptığımı ve kızın bana neden böylesine aksi davrandığını çözmem lazımdı.

"Hayır. Sen çalışmayacaksın," dedim

"Anlamadım?!" dedi, sesini yükselterek. Açıkçası ben de anlamamıştım, bana sesini mi yükseltiyordu?

Kendimi tekrarlamaktan nefret ettiğimi bir ara söylemem lazımdı. "Çalışmayacaksın."

"Buna sen karışamazsın!" diye bağırdı. Kız, onun ölümüne göz yumacağımı zannederken, çalışmasına karışamayacağımı mı öne sürüyordu? Gerçekten mi? Yüzüne bakmaya devam ettiğimde, hafifçe titredi. Teniyle tezat renkteki saçlarının diplerine kadar terlediğine bahse girebilirim. Kız benden deli gibi korkuyordu. İnsan, korktuğu birisine nasıl ve neden bu kadar pervasız davranırdı ki? Acaba kızın psikolojisi falan bozuk olabilir miydi? Başıma iş mi almıştım? Bildiğim tek şey, ona bakmaya devam edersem, oturduğu koltukta can verecek oluşuydu.

Yok, bu sekiz ay böyle geçmezdi.

Ayağa kalktım, kızın nefes alması için ona sırtımı döndüm ve cama doğru yürüdüm. Boğazı izlemeye başladım. Bu siktiğimin binasında ne yaptığımı bilmiyordum. Ve bu kızla ne yaptığımı da. Uçsuz bucaksız denizin üzerinde olmam gerekirken, aptal bir takım elbisenin içine hapsolmuş, hayallerime uzaktan bakıyordum. Bu kızın hayalleri yok muydu? Ne diye başkası için kendini feda ediyordu ki? Aptallık.

Ah abla!

Kızı rahatlatmam lazımdı. "Korkma. Bir şey yapmayacağım. Bağırdığın için pişman oldun zaten..." Ya da aptallığının altını çizmem lazımdı, ne diye rahatlatıyordum ki? "Bir hafta önce, anlık bir gafletle bir karar verdin ve şimdi doğru yapıp yapmadığını sorguluyorsun. Bugün keyfim yerinde. Mazur görüyorum." Koltuğuma geri oturdum.

"Neden biriyle sevgili gibi davranmak zorundasın?"

Bu sorunun cevabı, eski sevgilimi kıskandırmak kadar basit olmadığı için yaşadığım hayattan bir kez daha nefret ettim. "Çok soru soruyorsun."

"Sen az evvel beni sorguya çekerken iyiydi ama!"

Korkmasına gerek yoktu ama haddini aşmasa iyi olurdu. "Nazlı! Keyfimi kaçırmak istediğine emin misin?!"

"Özür di-.......OFFFF!"

Buraya kadardı.

Katlanılmaz bir mücadele.

Kahkaha attım.

"Senin sorunun kasmak... Çok fazla kasıyorsun, bu da seni gergin olmaya itiyor. Rahatla biraz."

"Seni tanımıyorum. Kim olduğunu bile bilmiyorum! Seninle aynı evin içinde yaşayacağım ve çok katı kuralların var! Ayrıca ürkütüyorsun da beni! Sekiz ay sonra geberip gideceğim! Sence nasıl rahatlayabilirim?" dedi.

İtiraf etmeliyim ki bunu beklemiyordum. Onun ölmesine izin vermeyecektim ama o ölmeye öyle razıydı ki, bunu ona söylemeye niyetim yoktu. Öleceğini zannederek yaşamasını ve sekiz ay sonra, ölmeyeceğini öğrendiğinde, -kendisine rağmen- ona bağışlanan hayatın kıymetini bilsin istemiştim. Fakat bu kız, bir hafta önce, Kıbrıs'ta karşımda oturan kız değildi.

Pişmandı.

Ölmek istemiyordu.

Burada olmaktan, burada olmasından nefret ettiğim gibi nefret ediyordu.

Eşit şartlardaydık.

"Bunun idrakını şimdi mi yaşadın Nazlı? Oysa ben üzerine basa basa seni uyarmıştım. Anıl'ın hayatını kurtarmak isteyen ve bu uğurda ölmeyi göze alan sendin. Ölene kadar da başına ne gelecekse razıydın. Aşk için değerdi. Şimdi, onun hayatının kurtulacağını bilince pes mi ettin?"

"Hayır... Sadece..." dedi.

O cümleyi asla kendisi tamamlayamayacaktı; "Korkuyorsun," dedim.

"Evet."

İnsanları korkuttuğum gerçeğiyle yüzleşeli ve bunu kabul edeli çok olmuştu. Elif'le başlamıştı ve daha sonra sık sık insanların benden korktuğunu görmüş, duymuştum. Korkutucu olmak gibi bir çabam yoktu, kendiliğinden gelişiyordu. Yıllar içinde tahammülsüz fakat sabırlı bir adama dönüşmüştüm. Begüm tahammülsüzlüğümden korkardı, Gökhan sabrımdan. Bahar, içinde bulunduğum koşullardan korkuyordu. Eskiden sık sık benimle dışarıda buluşmak isteyen kuzenim, gitgide bunu ev ziyaretleriyle sınırlamıştı. Ceren ise her şeyin daha kötüye gitmesinden korkuyordu, bir gün her şeyin daha da kötü olmasından. Mümkünmüş gibi. Aile fertlerinden yakın akrabalarıma, arkadaşlarımdan çalışanlarıma kadar herkes benden bir şekilde korkuyordu ama beni en çok ve hâlâ şaşırtan Aydın Demir'di; ne ara onu bile korkutacak birisine dönüşmüştüm?

Gerçi kendimden kendim bile korkmuyor muydum, Aydın Demir'e neden şaşırıyorsam?

"Yanımda olmaktan..."

"Evet."

"Benim evime gelmekten..."

"Evet."

"Orada benimle yaşamaktan..."

"Evet."

"Ve ölmekten..."

"Evet!"

"Ölmek istemiyorsun çünkü."

"E-Evet..."

Kurguladığım oyun düşünülürse buna üzülmem beklenilebilirdi ama çok şükür aklımı o kadar kaçırmamıştım. Bu kız olmaz, başkası olurdu. Kimin olduğunun pek bir önemi yoktu. Kızı azat edecektim.

"Tamam. Çık şimdi şu kapıdan. Oyun moyun yok. Anlaşma iptal. Serbestsin," dedim.

Rahatlamıştım. Aşk için ölmeye değmeyeceğini düşünüp hayatta kalan insanları bir araya toplayıp kulüp oluşturmayacaktım ama bir yerlerde var olmalarını bilmek güzeldi. Ayrıca Gökhan'a da hesap vermeme gerek kalmamıştı. En nihayetinde kafama, bir kız bulup öldü gösterelim fikrini sokan oydu ve ben çok akıllı bir insan olduğum için, gerçekten öldürmezsek risk almış olacağımızı düşünmüş, zamanla kendi fikrimi Gökhan'ın kanıksamasını sağlamıştım. Aklımı sikeyim. Olacak iş vardı, olmayacak iş.

Yalnızca sevdiği çocuğun hayatını kurtarmaya çalışan bir kızın ölümü üzerine, kendi sevdiklerimin mutluluğunu hazırlayamam. Geçen hafta, o balkonda, ölmesine izin veremeyeceğime emin olmuştum. Üstelik ona mükemmel bir hayat sağlayacaktım ve en azından bu konuda vicdanım rahat olacaktı. Yaptığımın düpedüz delilik olduğunu biliyorum. Senet bile yapmadım. İçten içten kaçmasını, bugün buraya gelmemesini istemiştim hatta ama bunu Gökhan bilmese de olur. Geleceğini bile bile gelmemesini istedim çünkü ölmeyecek dahi olsa, içine gireceği dünya kapkaraydı ve ben masum bir kızın benim yüzümden zarar görmesini hiç mi hiç istemiyordum.

Ve işte bitmişti. Bu kapıdan çıkıp gittiğinde, yaşanacakları biraz erteleyecek ve bir gün başka bir kız bulacaktım. Belki bu kadar masum olmayan, gözlerinin derinlerinde iç sızlatıcı bir hüzün taşımayan bir kız. Ayrıca mümkünse, gözleri farklı bir renkte olsun.

Kız şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. "Ama... Anıl için o kadar para-"

Lafını kestim. "Ödersin. Şu ana kadar harcadığım kadarını." Bir an evvel gitmesini istiyordum.

"Benim o kadar param yok." Bu kız ciddi miydi? O kadar parası olsa zaten burada işi olmazdı, bunu bilmiyor olamazdım değil mi?

Mahcup olmaması ve kabul edemeyeceğini dile getirerek daha fazla burada oyalanmaması için, "Olduğunda ödersin," dedim. İlla kapıyı benim mi göstermem gerekiyordu? Kalkıp gitmek için ne bekliyordu Allah aşkına?!

"Ameliyat parası ödenmedi ama daha. O parayı nereden bulacağım? Bulamam ki. Ölür. Ailesi o kadar umutlandı, herkes umutlandı..." dedi. Tüm bunların kamera şakası olma ihtimali var mıydı acaba? Ölmek istemiyordu ve parayı nereden bulduğunu laf olsun diye soran, çocuğun gerizekalı ailesi umutlandı diye, kendini değil de onları mı düşünüyordu? Kızı onlar büyütüp okutmuşlar mıydı? Hayatını mı kurtarmışlardı acaba daha evvel? Ölüme bu kadar körü körüne adanmasının sebebi neydi?

Gerçekten sadece aşk mı?

Yok, bu kadar aptal bir kızla zaten bu oyunu oynayamazdım.

Düşünce yapısı bozuk birisiyle nasıl iletişim kuracağımı kestiremiyordum. Kendimi terapist gibi hissetmiştim çünkü kızın tımarhaneye kapatılması gerekiyordu. Beyza da annem de aşk uğruna ölmüşlerdi ama onlar en azından bu kadar pisi pisine ölmemişlerdi. "O ölmesin diye sen öleceksin. Ve sen ölmek istemiyorsun. Kurtarmak için de o kadar paran yok. Bence adil olan senin yaşaman," dedim. Umarım anlardı.

"Hayır. Adil olan bu değil. Elime bir imkan geçti yaşaması için ve karşılığında ölmem gerekiyordu. Bencilce davranamam, bunun vicdan azabıyla yaşayamam. Bir karar verdim, onları umutlandırdım, sana söz verdim. Ne olursa olsun, senin yanında kalacağım. Bunun geri dönüşü yok! Ancak sen, Anıl'ın masrafları için yardım etmeye devam eder ama beni azad edersen... Ancak öyle gidebilirim. Bunu da neden yapasın ki?"

Yapardım. Harcayamayacağım kadar çok param vardı. Yapacaktım da. Birilerinin hayatının kurtulma şansı varsa, buna gözlerimi kapatacak değildim. Kötü birisiydim ama benim kötülüğüm, masum insanların dünyasına ait bir kötülük değildi. Ama öncelikli olarak, bu kızın, sanki o çocuğu kendi ölüme itmiş de şimdi kurtarmaya çalışıyormuş gibi davranmaya derhal son vermesi gerekiyordu. Ben masrafları üstleneceğim diye değil, adil olanın bu olduğu için anlaşmamızı iptal etmesini istiyordum. Zira bencilce davranamam dediği şey, kendi hayatı karşılığında başkasına hayat vermekti. Yaşayan hiç kimse, kendisini ölüme itecek bir organ bağışında bulunamazdı değil mi?

Bu kızı hiç mi sevmemişlerdi, kendi hayatının kıymeti hiç mi yoktu? Kendi yaşamının değerini neden ayaklarının altına alıyordu? Tutumu sinirlerimi bozmuştu. Üstelik çocuk, kızın sevgilisi bile değildi. Gerçi sıfatların çok önemi yoktu ama... Yine de saçmalıktı. Çocuğun annesi, babası ya da her kimi varsa, onlar bu fedakarlığı yapmalılardı; bu kız değil. Begüm'ün bir gün, böyle bir şey yaptığını düşününce tüylerim diken diken oldu. Neyse ki benim kardeşim bencil, çok şükür.

"Bir daha sormayacağım Nazlı. Bu son şansın. Onu boş verip, yaşamayı seçiyor musun seçmiyor musun?"

Lütfen seçsin.

Lütfen annemi ya da ablamı değil, Elif'i taklit etsin.

"Seçmiyorum," dedi. Üstelik diklenerek. Sikeyim!

Masadan nasıl kalktığımı ve hangi ara bileğinden tutup kızı ayağa kaldırdığımı bilmiyordum. Bunu neden yaptığımı da. Yaşamaktan vazgeçmesi, özgürlüğünden vazgeçmesi, hayallerinden vazgeçmesi, aptal olması benim sorunum değildi. Olmamalıydı. İşime gelen buydu hatta. Birileri, birileri için canlarını feda ettiğinde kendi kayıplarımın sızısını hissetmeye bir son vermem lazımdı.

"Yüzüme bak!" diye bağırdım. Korkudan titremesine rağmen, gözlerini gözlerime değdirdi. Tam şimdi, çığlık atarak bu binadan koşar adımlarla uzaklaşması gerekiyordu ve hâlâ ne bekliyordu? "Biz şu gereksiz muhabbetleri yapmadan önce nerede kalmıştık? Heh! Çalışmayacaksın. Sana bu sekiz ayda, ben ne dersem onu yaşayacağımızı söylemiştim! Şimdi ben toplantıya gidiyorum. Seren seninle ilgilenir. Ben gelene kadar da kendini topla. Bu şirketten çıkıp eve girdikten sonra, bu kadar sakin olmam."

🎲

Odamdan çıkar çıkmaz, Seren'in odasına ilerledim. Kapıyı açtığımda ayağa kalkmış ve bana samimi bir gülümseme bahşetmişti.

"Neden Ali'ye, Nazlı'nın geleceği bilgisini geçmedin?" Ses tonum gayet normaldi fakat Seren, ciddiyetimi anlayacak kadar beni tanıyordu.

"Bora Bey haklısınız kızmakta," derken, gülümsemesi düştü. "Tamamen aklımdan çıkmış."

"Çıkamaz," dedim. Başımı iki yana sallarken, Seren'in tedirginliğini fark ettim. "Eğer ben birisine, benimle şirketimde buluşması için belirli bir gün verdiysem, o kişi, benim şirketimde bir saygısızlıkla karşılaşamaz!"

"Bir daha olmayacak..." dedi Seren. Bakışlarıyla özür diliyordu ve bunun kelimelere dökülmesinin benim için önemsiz olduğunu biliyordu.

"Ben toplantıya giriyorum. Kısa tutacağım. Nazlı ile ilgilen. Kendisini güvende hissetsin," dedim. Seren bir emir almışçasına başını salladı. "Soru sorma, kendini rahatsız ya da üzgün hissetmesini sağlayacak herhangi bir şey sorma... Özellikle Anıl Bey'in ameliyatı hakkında."

"Merak etmeyin," dedi Seren. Ama o merak ediyordu. Nazlı kimdi, bir haftadır neden onunla irtibat kuruyordu, Anıl Bey kimdi, onun hastalığı neden benim gündemime yerleşmişti, deli gibi merak ediyordu. "Peki ya, o bana bir soru sorarsa?"

"Soracak zaten Seren."

🎲

Her şeyin üstüme üstüme geldiğini hissediyorum. Toplantının bok gibi geçtiği -ki bu benim yüzümden- yetmezmiş gibi, bir de üzerine Aslı'nın saçmalıklarıyla uğraşmak zorunda kaldım. Uzun zamandır onu kovmak istiyordum fakat hiçbir zaman elime, bugünkü gibi bir koz vermemişti. Muhtemelen çok geçmeden Elif'e bir kız arkadaşım olduğunu yetiştirecek. Elif'in ne kadar ileri gideceğini bilmiyorum. Aslı'yı ciddiye alıp almayacağını da. Eğer eve gelmeye kalkarsa, gerçekten bu kez onu yaka paça kovmak zorunda kalacağım ve bir insanın, eski sevgilisiyle, böylesi çirkin bir konuma düşmesi nahoş.

Bu kızın başını Elif'le derde sokmadan, Aslı'nın Elif'e laf taşımasını engellemem gerek. Çünkü nasılsa yarına kalmadan bu kız gidecek. Neye gülmüştü bilmiyorum ama ona çok sert davrandığımın farkındayım. Resmen canını yaktım. Kızın ısrarla ölümü seçmesi beni öyle sinirlendiriyor ki, değil gülmesi, nefes almasını bile problem edecek noktadayım. Karşıma geçip ölmek için yalvaran onlarca insan gördüm fakat bu şekilde değil. İnsanlar, çektikleri acıya dayanamadıkları için ölmek isterler, başkaları yaşasın diye değil. Neden yaşam koçluğuna soyundaysam!

Kız, ne elimdeki silahı fark etti ne de mermileri boşalttığımı. Tamamen kendini bana kapatmış gibi, yolu izliyor. Nereye gittiğimizi sorgulamadığına eminim. Hatta umursamadığına. Arabayı park etttim ve kemerimi çözüp aşağıya indim. Kızın bavullarının odasında olduğuna emin olduktan sonra, eve doğru ilerledim. İlerledik. Az evvel canını yaktığım için benden daha da korkuyordu, bu da normaldi. Gökhan, bir kızın canını yaktığımı duysa, muhtemelen demediğini bırakmaz.

Sevim Hanım kapıyı açıp aşağı indikten sonra, kıza döndüm: "Sana evi gezdireyim ben."

"Gerek yok."

"Sekiz ay boyunca yaşayacağın yeri, yani evini merak ediyor olman lazımdı."

Bu evi merak etmemesi bile, kızın aslında bu oyuna razı gelmediğinin kanıtı.

"Burası benim evim değil cehennemden önceki son durağım."

O kadar da değil, ben ne yaptım?

"Nazlı, ben seni buraya zorla getirmedim. Alıkoymadım. Seni burada yaşamaya mahkum da etmedim! Bu tavrını çekemem senin. İhtiyacın olan ve asla bulamayacağın parayı sana açık çek olarak sundum ve burada olmayı sen kabul ettin. Sence de haksızlık etmiyor musun?"

"Özür dilerim."

"Özür dilenmesinden hoşlanmadığımı söylemiştim."

"Evet ama ben hata yaptığında özür dileyen birisiyim, bu da benim karakterim!"

"Senin karakterin bugünden itibaren değişmek zorunda. Önümüzdeki sekiz ay ve sonrasında, senin karakterin bana sökmeyecek."

"Önümüzdeki sekiz aydan sonrası yok! Beni öldüreceksin MANYAK!" Öldürecek miyim? "Manyaksın!" Ben mi?

"Haklısın... Sekiz ay beklemek manyaklık."

Kızın kolundan tuttum ve onu merdivenlere ilerlemesi için zorladım. Bu onun için ani bir şeydi ve beklemiyordu. Benim gibi. Ne yaptığımı benim de bildiğim söylenemez. Ona öleceğini söylemiştim, evet, ama onu öldüreceğimi söylememiştim. Onu öldürecek olsaydım zaten öldürürdüm.

"Aşık olduğum adamı özledim... Bazen sana bakıyorum ve nereye gittiğini çözmeye çalışıyorum Bora. Çok kısa bir sürede, bambaşka birisine dönüştün. Seni kaybettim."

"Bunları konuşmak istemiyorum."

"Söylesene, birini öldürdün mü?"

"Sus."

"Bir gün beni de öldürür müsün?"

"Elif! Sana sus dedim!"

"Belki de öldürürsün... Katil, katildir sonuçta, değil mi? Cevap vermiyorsun... Ama ben hissediyorum. Beni öldürebileceğini hissediyorum. Öfkelendiğinde eline silah alacağını hissediyorum. O silahın kafama dayanacağını hissediyorum. Senden korkuyorum. Senden çok korkuyorum. Seninle görüşmekten bile korkuyorum bazen!"

"Canım yanıyor bırak beni!"

"Babamın canını yaktığı insanları düşünüyor musun sen de? Benim hiç aklımdan çıkmıyorlar. İyi ki benim kardeşimsin. Onun izinden gitmeye bu kadar karşı olduğun için öyle mutluyum ki... Seninle gurur duyuyorum Bora!"

"Yüzüme bak!" dedim. Kızın yüzünde görmeyi beklediğim neydi? Ablamın, suratına tükürmek isteyeceği kardeşi mi?

"Bırak beni n'olur bırak! Saçım! Canım...canım yanıyor."

Kızın saçlarını mı çekiyordum?

"Sana bir sır vereceğim şimdi... Saçlar, kadınların zayıf noktalarıdır. Saçlarını sevmek, onları sevmek demektir."

"Beyza Karabey'den aşk dersleri!"

"Ciddiyim be dalga geçme benimle! Seni hiç Elif'in saçlarını okşarken görmedim... Merak ettim sadece."

"Evde üç kadın var abla! Hepimizin saçlarını okşamaktan, Elif Abla'nın saçlarına sıra gelmiyordur!"

Yeter. Bitsin artık. Bitsin.

"Uğrunda ölecek kadar çok seviyorum seni!"

"Abla şöyle konuşma."

"Ne? Seni çok sevdiğimi mi söylemeyeyim?"

"Uğrumda öleceğini söyleyip durma! Sen ölürsen ben yaşayabilir miyim?!"

Silahı kızın başına dayadım. Canını bağışlamam için bana yalvarsın ve sonra da bu evden defolup gitsin.

"Öldürecek misin beni?" diye sordu.

"İstediğin bu değil miydi?"

"Sekiz ay sonra dedin... Anıl'ın hastane masraflarını karşılayacağım dedin..."

"Aklım almıyor anne! Aklım almıyor! Bir katile aşıksın! Bir katilden üç çocuk yaptığın yetmiyormuş gibi, karşıma geçip bir katili bana savunuyorsun! Bir katile çok aşık olduğunu söylüyorsun!"

"Bora! Beni anlama! Beni anlamanı zaten istemiyorum oğlum! Ama babandan, bir katil diye bahsetme, ağrıma gidiyor. Yapma... O kötü birisi değil. Yapma n'olur..."

"Hepimiz ölebiliriz onun pislikleri yüzünden! Eğer sana bir şey olursa, eğer ablamla üç numaraya bir şey olursa onun yüzünden, yemin ederim onu kendi ellerimle öldürürüm!"

"Bora! Sakın! Sakın böyle konuşma bir daha benim karşımda! Eğer bir gün, bir cinayet işlersen... Baban ya da başka birisi... Eğer bir gün, tek bir canlının canını alırsan, sana hakkımı helal etmem! Seni silerim Bora! Seni silerim!"

"Merak etme. Ona dokunmayacağım, tedavi masraflarını da üstleneceğim, sözüm söz. Sadece sen benim canımı düşündüğümden fazla sıkacakmışsın onu anladım ve senden bir an evvel kurtulmak istiyorum."

"Tamam."

"Korkmuyor musun?"

"Ölmekten mi?"

"Onun tedavi masraflarını yarım bırakmamdan."

"Hayır. Söz verdin. Sana güveniyorum."

Başına silah dayayan bir insana mı güveniyor?

Peki o zaman.

Emniyet kilidini açtım.

"O peki?" diye sordum.

"O ne?"

"Sen öleceksin... O yaşayacak... Senden sonra senin ölümünü belki de umursamayacak bile. Seni unutacak... Dokunmuyor mu bu sana?"

"Unutsun zaten... Beni hatırlayarak acı çekmesinin bana kazandıracağı hiçbir şey yok. Madem hayatı kurtuldu, mutlu da olsun..."

'Bora... Şimdi uslu bir kardeş ol ve ablanın sevdiği adama asla zarar verme. Bana söz ver. Söz ver Bora Karabey, Mehmet'in kılına zarar gelmeyecek, seni ondan korudum, onu da senden korumam lazım. Ondan ayrılmak da benim ölümümdü, onun sana zarar vermesi de benim ölümümdü, demek ki bir şekilde ölecekmişim. Söz ver bana ona zarar vermeyeceksin.'

"Onun için öldüğünü bilmesin yani..." diye sordum.

"Asla! Bilmesin... Lütfen."

"Peki." Ne zaman yalvaracaktı? "Son sözünü söyle."

"Teşekkür ederim."

"Asıl sen manyak mısın?" Kız, beni çıldırtmak istiyordu. Saçlarını tuttum ve yüzünün yüzümle aynı hizaya gelmesini sağladım. Silahım alnına değiyordu. Saçlarının acısına dayanamadığını hissettim ama donakalmış gibiydim, saçlarını bırakamıyordum. Gözleri cenneti çağrıştırırken, neden kendisini bir cehenneme tutsak etmişti? "Başına silah dayayan bir adama neden teşekkür ediyorsun?! Aptal mısın sen?!"

"Ama anlaşma buydu. Sen bana ihtiyacım olan parayı verdin... Ben de ölmeyi kabul ettim. Senin bir suçun yok ki."

Ben de bundan bahsediyordum!

"Az evvel, buraya cehennemden önceki son durak diyen kimdi?"

"Bendim. Ama o cehenneme gidişi ben yarattım, farkındayım. O yüzden özür diledim ya zaten. Senin bir suçun yok. Yani neden sekiz ay sonra ölmemi istedin en başında, bilemiyorum ama... Ne bileyim, sonuçta anlaşma anlaşmadır. Ayrıca, Anıl'ın ameliyat ve tedavi masraflarını karşılayarak, bana ve ailesine dünyaları verdin zaten. Bu yüzden... Te-teşekkür ederim."

Düşünce yapısı bozuk değildi. Hatta elmalarla armutları birbirinden pekala ayırabiliyor, olayları sentezleyebiliyor, alnına bir silah dayalıyken dahi gayet soğukkanlı bir şekilde düşünebiliyordu.

Sınırı neresiydi?

"Ayağa kalk!" dedim. Ayağa kalktığında silahı indirdim. Ölmeyeceğini düşünerek rahatladı. Elini tuttum ve avucuna silahı bıraktım. Vücudunu bir titreme sararken, saçları omuzlarından sırtına doğru döküldü.

"Ne-ne yapacağım ben? Bununla?"

Beni öldürmeye yelteneceksin.

"Kendini kendin öldüreceksin."

"Yapamam!"

"Eğer sen kendini öldürmezsen, ben Anıl'ın tedavi masraflarını ödemem. İkinizden birisinin bugün ölmesi gerekiyor."

"Sen neden öldürmüyorsun beni? İntihar süsü vermek için falan mı?"

Gülmek istesem de kendimi tuttum.

"Diyelim öyle... Ya da manyağımdır belki dediğin gibi? Bundan hoşlanıyorumdur, zevk alıyorumdur. Olamaz mı? Fark eder mi? Kafana götür ve çek tetiği!"

Bunu yapamayacağını bal gibi de biliyordum ama silahın namlusu ne zaman bana dönecek, gitgide daha çok merak ediyordum.

"Sarhoş olsaydım bari... Ayık kafayla yapılacak iş mi bu?"

"Aaa niye? Kumarhaneye girerken sarhoş muydun? Sevdiğin adamın hayatını kurtarıyorsun. AŞK İÇİN ÖLMEYE DEĞMEZ Mİ NAZLI ALACA?"

"Abla ağlamaya devam edeceksen, gidip odanda yatar mısın lütfen?!"

"Ruhsuzlaşma! Senin de gözlerin doldu!"

"Kimin? Benim? Gözlerim doldu? Daha neler!"

"Çok epik bi final değil mi?!"

"Birincisi, bu filmi beş yüz kez izledin ve bana da izlettin. Yani içi boşaldı artık. İkincisi, saçmalık ötesi bir final. İnsanların buna neden bu kadar üzüldüklerini anlamıyorum bile."

"Adam, kız için, kendini feda ediyor Bora!"

"Yani?"

"Yani aralarındaki aşkın ne kadar büyük olduğunu görmüyor musun?!"

"Neden aşkın değeri ölümle ölçülüyor?"

"Öyle bir şey yok! Ama yani birisinin, canını verecek kadar seni sevmesi, sence de çok güzel değil mi?"

"Yoo. Bunun vicdanıyla yaşamak korkunç bir şey."

"Ruhsuzlaşma dedim sana!"

"Sen de ağlayıp durma artık ya!"

"Hayalleri var onun. O hayallere son veren kişi olamazdım. O kumarhaneden de, bugün o şirketten de kendi canımı kurtarmak için çıkamazdım. Şimdi de... Şimdi de 'Kendimi öldüremem' deyip, onu ölüme terk edemem. Söz verdim ailesine. İyileşeceğini söyledim. Geri dönemem. Bununla yaşanmaz."

"Hayallerim var... Beni anlıyorsun değil mi? Senin hayatının içinde kendime yer bulamıyorum. Üzgünüm. Özür dilerim. Çok özür dilerim aşkım. Yapamam. Seninle evlenemem. Yapamam. Seninle bir gelecek kuramam. İstemiyorum artık. Hayallerimden vazgeçemem."

"Senin hayallerin yok mu?"

"Vardı. Hepsinin de içinde o vardı. Hiçbiri gerçek olmadı. Hiçbiri..."

"Benim hayallerimin içinde, uzun zamandır sen yoksun Bora... İnsan, hayallerinin içinde olmayan birisiyle nasıl evlenir ki? Senin için ölümü göze alamam. Seni bu kadar sevmiyorum. Bu kadar değil... Anla beni n'olur."

"Bas tetiğe!" dedim.

Basmasın.

"İzlemek istediğine emin misin? İstersen dışarıya çık..."

O silahı bana doğrultsun!

"Haklısın."

Dışarıya çıktım. Kapı açıktı. Ama arkam kıza dönüktü. Belki de beni sırtımdan vurması çok daha kolay olurdu onun için. Ölmek, o kadar da basit değildi. Hiç kimse kolay kolay bir silahı kendi başına dayayıp, tetiği öylece çekemezdi. Bu delilikti. İmkansız ötesi bir delilik.

Tetiğe basmıştı. Hızlıca arkamı döndüm ve odaya girdim. Silah başına dayalıydı ve arafta kalmışçasına şoka girmiş, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Dizlerinin üzerine çöktüğünde silah elinden düştü. Gözyaşları boğazını patlatırcasına ağlarken, yutkunamadığımı hissettim.

Kafasına sıkmıştı.

Kafasına.

Kendini öldürmüştü.

Aşk için.

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Kız nasıl şoktaysa, ben de en az onun kadar şoktaydım. "Duşa gir, rahatla... Bir saat sonra da üç kat aşağıya in. Yemek yiyeceğiz." dedim. Gözlerime bomboş bakıyordu. Haklı olarak.

"İyi değilsin sen..." dedim. Sanki az evvel olanları beraber yaşamamışız gibi telaş yapmıştım. Kızı kucağıma aldığımda, itiraz edecek kadar bile hâli yoktu. "Bir de ölmekten bahsediyor!" Sitemim kimeydi? Tetiğe basmıştı ve aslında kendisini öldürmüştü; ölmediğini görünce ne yapacaktı, hiç etkilenmeden ayağa kalkıp benimle sohbet mi edecekti? Sakin olmam lazımdı. Kızı yatağa yatırdım ve yanına oturdum. Öyle masum görünüyordu ki, küçücük bir kız çocuğu gibi. "Ölmek korkakların işidir küçük hanım." dedim.

"Neden bana bunu yaptın?"

Sorma.

"Uyu hadi. Duş alacak bile dermanın kalmadı. Yemek hazır olduğunda, seni uyandırırlar."

Gözlerini kapattığında, içime derin bir nefes çektim. Silahın içinin boş olduğunu bilmiyormuşum ve sanki az evvel ölebilirmiş gibi korkmuştum. Kendini öldürmesi beni şaşırtmıştı. Bu kadar gözü kara olması beni şoka sokmuştu. Üzerime vazife değil ama bu kızın yaşaması için, elimden ne gelirse yapacağım. Sözüm söz.

🎲

On bir tane bordo kelebek. On birinci ay. Kasım ayı. Bunu yaptırırken ne düşündüysem, şimdi hiçbir önemi yok. Kızın tekrar özgür kalacağı günleri düşünmesini istemiş olmalıyım, bazen beynimin hızına ben bile yetişemiyorum. Fakat canına kıyan bir kız, muhtemelen buradan gitmeyi de özgürlük olarak görmeyecek.

Mahremiyeti ihlal etmemek adına, kızın çalışma masasına oturdum. Ona daha fazla yaklaşmamalıyım. Fakat öte yandan sayıklayarak uyuması kendimi suçlu gibi hissetmeme sebep oluyor. Devamlı çocuğun adını söylüyor. Devamlı. Birkaç kez sakinleştirmeye çalışsam da uyanmadı. Belli ki uykusu derin. Masa lambasını yaktım ve deri kaplı defterin cildini okşadım. Kararsızlık içinde kaldığım her dakika, yardımıma koşan bir ablam olduğu için şanslı hissediyorum. Benim yüzümden ölmüş bile olsa.

"3 Şubat 2008

Bugün Begüm'ün doğum günüydü. Sabahtan beri avazı çıktığı kadar bağırarak iyi ki doğduğunu söylemeye başlamıştı. İlk birkaç saat bu çok eğlenceliydi fakat günün ilerleyen saatlerinde çekilmez olmaya başladı. Bora'nın geleceğini bilmiyordu, o yüzden ondan telefon beklediğini söyleyip durdu. Bir noktada gürültüsüne tahammül edemediğimden, kendimi babamın çalışma odasına kapatmıştım. Bugün Pazar olmasına rağmen, babam ortalıkta yoktu. Önümdeki dosyaya dalmıştım ki, Aydın odaya girdi. İkimiz de karşılaşmayı beklemediğimiz için, birbirimize şaşkınlıkla bakmıştık. Özür diledi, rahatsız ettiğini söyledi, babamın nerede olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Bana bir yabancıya bakar gibi baktı.

Aydın'a karşı hissettiğim ne varsa kalbimin en derinlerinde. Mehmet'i seviyorum. Mehmet'i çok seviyorum hatta. Fakat Aydın ne zaman bir yabancıya bakar gibi bana baksa, kalbimin yerinden söküldüğünü hissediyorum. Alt tarafı çocukluk aşkı, biliyorum. O zaman kalbim neden sökülüyor? Eskiden Aydın'ın korkak olduğunu düşünürdüm. Beni çok sevdiğini ama elimden tutmaya cesaret edemediğini. Ergenlikti bana bunu düşündüren muhtemelen. Ama büyüdüm. Şimdi Aydın'ın bana, benim sandığım gibi aşık olmadığını anlayacak kadar büyüdüm. Uzun zaman sonra ilk kez, Aydın üzerine düşündüm. Az çok babamın işlerine tümden girdiğini ve babama layık bir adam olduğunu anlıyorum. Babamın övgülerinden, Kemal Abi'nin gururlu bakışlarından... Kaybolmuş sandığım adam, belki de olmak istediği yere kavuşmuştur. Olamaz mı?

Bir gün bile, Aydın'la Mehmet'i kıyaslamadım. Bugün de kıyaslamamak için ağladım durdum ama elimde değil. Mehmet, benim için her şeyi yapar. Ama Aydın, benim elimden bile tutmadı. Mehmet benden vazgeçmez. Ama Aydın, önce beni arkasında bıraktı. Mehmet beni bir kez bile ağlatmadı. Ama Aydın beni bir kez bile gülümsetmedi. Annem bazı günler laf arasında, Aydın'dan bahsediyor. Duymazdan gelsem de annemin bizi çok yakıştırdığını biliyorum. Muhtemelen annem için, Aydın'ın babamın yolundan gidiyor olmasının önemi yoktur.

Begüm daha on beş yaşında ama Bora ve ben kendimize dürüst bir hayat çizmek için uğraşıyoruz. Anne baba parası olmadan, kendi geleceğimizi kendimizin kuracağı bir düzen sağlamaya gayret ediyoruz. Açtığımız ortak hesapta kayda değer bir para birikmeye başladı. Bora da benim gibi okurken çalıştığı için üzülüyorum ama altından kalkabiliyor, biliyorum. Bir gün başkaldıracağız. Bir gün, Ahmet Karabey'in himayesinden çıkacağız. İşte o gün, karşımızda Aydın da olacak muhtemelen. Bizi durdurmaya çalışanlardan birisi de o olacak. Gökhan hangi tarafta durur acaba? Gerçi onun kalbi hep benden yanadır. En çok anneme üzülüyorum. O arada kalacak. Annem olmasa, bu evde bir dakika durmazdım zaten.

Keşke, Aydın da beni, babamı karşısına alabilecek kadar sevseydi.

Savaşmadan sevda olmaz."

Bu satırları kaç kez okudum bilmiyorum. Artık ezberledim. Ablamın en büyük ukdesi olan Aydın Demir'i aşmayı başardığımı zannediyorum. Bir tarafım Aydın'a hep kızgın kalacak. Hiç geçmeyecek bir kızgınlık. Ablamı kendi elleriyle Mehmet Şahindağ'a ittiği için. Ama maalesef bunu ben de yaptım. Onayladım, destekledim, ablamın arkasında durdum. Benim yüzümden ölmesi, benim en büyük kamburum. Dik duramıyorum. Her saniye içimde onun varlığıyla yaşıyorum. Öyle çok özledim ki onu, yanımda olmasına ve ona sarılmaya çok ihtiyacım var. Altı sene oldu. Altı sene oldu ve ben onun yokluğuna hâlâ alışamadım.

Karşımdaki yatakta uyuyan kızın burada bulunma sebebi, ablamı öldüren adamın hayatımızı kabusa çevirmiş olması. Ne ironi! Keza az evvel kızın canını yaktığım için ablamın suratıma tükürecek olması da başka bir ironi. Hayatım da aklım gibi karmakarışık.

🎲

"Oradan durup izleyecek misin? Yoksa yardım mı etmek istersin?"

Yeni bir sayfa açmam gerekiyordu, en baştan.

"Ne yapabilirim?"

"Ekmekleri götür," dedim. Kız ekmekleri götürürken, ben de elimdeki salata kasesiyle peşinden salona gittim. Ona her ne kadar yemeğe başlamasını söylesem de beklemek konusunda diretti. Ama kim bilir kaç saattir açtı, üstelik yorgun düşmüştü ve bir an evvel bir şeyler yemesi gerekiyordu.

Benim ise derdim bitmiyordu ve yemekten daha önemli bir sorunum vardı: Begüm!

Gökhan'la telefondaydık, hoparlör açıktı. "Vallahi... Üç gün sonra gelecekmiş..." dedi.

"Ebesinin-" Küfür etmemeliydim, yanımda kız vardı. "Yarın ilk uçakla Londra'ya gidiyorsun ve gerekirse onu eve kilitliyorsun! Bir süre daha İstanbul'a adımını atmayacak!"

"Abi isyan çıkarır. Sen Begüm'ü tanımıyor musun?"

Tanıyordum fakat onun da beni tanıması gerekiyordu. "Lan başlatma isyanına! Gelmeyecek dedim o kadar."

"Abi o zaman bir zahmet sen kalkıp gideceksin Londra'ya. Ben tutamam o cadıyı."

"Sikicem yapacağın işi Gökhan!" Yine kızı unutmuştum. Göz ucuyla ona baktım, küfür etmemden rahatsız olmuşa benzemiyordu. "Ulan ben gideceksem, sen neden varsın?"

"Ben senin çalışanınım oğlum. Begüm'ün değil."

"Lan Begüm benim kardeşim!"

"İstifa ederim!"

"Et! Siktir git!" Yüzüne kapattım. Çoğu zaman olduğu gibi Gökhan'a da tahammül edemediğimi hissettim. Zaten dünyanın en saçma sapan günlerinden birisini yaşıyordum ve kafam allak bullaktı. En azından Gökhan'ın, Begüm'le ilgilenerek yükümü azıcık olsun azaltmasını bekliyordum ki buna hakkım da vardı.

Sevim Hanım'a seslendim fakat çoktan çıkıp gittiğini ancak hatırladım. Çorbanın tuzu yoktu. Her şey kasti olarak bana inat ilerliyor olmalıydı. Mutfaktan tuz aldım, yeniden sofraya oturdum fakat tuzluğun kapağı açılarak tüm tuz çorbaya döküldü. Sikeyim! Tuzluğu fırlatıp atmış olmam, umarım kızı kafasına silah dayamasından daha çok korkutmamıştır. Begüm'ün şımarıklığından, Gökhan'ın aksiliğinden, herkesten bıktım! Ufacık bir seste tehlike varmış gibi içeriye giren adamlardan da!

"Tuzu bulamadım ama..." Kızın bana çorba doldurduğunu ancak fark ediyordum, neden bunu yapmıştı?

Selim'e seslendim.

"Buyur abi?"

"Tuz bul bana!"

"Tuz mu?"

"TUZ! EVET!" Anlaması neden bu kadar zordu Allah aşkına?

"Tabii abi. Mutfakta mı?"

Sabrımın belki de sonu burasıydı. "Denizde Selim. Deniz tuzu istiyorum. Ya da bırak... Kaya tuzu bul bana sen. Şimdi git! Bul da gel. Hadi." Selim'e verdiğim cevap, kızı eğlendirmiş olmalıydı çünkü gülmemek için çok zor duruyordu. Neyse, korkmadı sanırım.

"Tabii abi. Bakarım internetten hemen."

"Selim!"

"Efendim abi?"

"Selim... Seliiiiiiim... Sevim Hanım'ı ara Selim. Sor bakalım, evimizde tuz neredeymiş. Öğren. Neredeyse al da gel Selim. Hadi Selim. Yoksa seni tuzlu suya gömeceğim şimdi Selim."

Kız bu kez gerçekten kendini tutamamış ve kıkırdamıştı. Verdiği her tepkide, burada olduğunu ancak hatırlıyordum. Birisiyle yaşamaya öyle alışık değilim ki, bu iş sandığımdan zor olacak.

Selim, dakikalar sonra, açılmamış tuz poşetiyle salona geldi. "Buldum abi. Bakliyatlar kısmındaymış," dedi. Selim'e baktım. Sonra tuza. Bunu gerçekten bana bu şekilde getirmesi gerizekalı olduğuna delaletti, ben neden Selim'i yanımda tutuyordum? Selim'den de bıkmıştım.

Kız gene yerinden kalktı ve Selim'e döndü. "Eee şey Selim Bey... Rica etsem arkamdan, çorba tenceresini getirebilir misiniz?" diye sordu. Selim ise bakışlarını bana çevirmiş, benden izin istiyordu. Kafamı usulca salladım. Kız bu eve cehennemden önceki son durak derken, nasıl ve neden şimdi bu evi sahiplenmişti?

Çorbayı tekrar ısıtmış, bir kaseye koymuş, tuzu ise bir çay tabağına dökmüş, masaya geri getirmişti.

Tam bir şey diyecektim ki Gökhan'ın adım seslerini duydum: "Ooooo afiyet olsun!" Umarım tuz boca ettiğim çorbayı içip boğulurdu. "Oğlum bu ne ya?" Boğulmasa da ağzının tadı bozulmuştu en azından, keyfim yerine gelmişti. "Merhaba yenge," dedi, kıza.

"Çüşşş! Yenge senin-" Çorbayı zor yuttum, kız gerçekten dikti.

"Tanışmadık bu arada... Ben Gökhan..."

"Naz ben de. Memnun oldum."

"Nazlı diye biliyordum ben?" dedi Gökhan. İnanılmaz. Güvenlik söz konusu olduğunda, babası karşısında olsa, muhtemelen ona da iltimas geçmezdi. Gerçi babasından nefret ediyor. Haklı.

"Nazlı evet. Naz derler ama bana, genelde. Naz'ı kullanıyorum yani."

"Olur ya bana fark etmez. Zaten sonuçta, ben genelde yenge derim, Bora'nın sevgilisine yani." Külliyen yalan söylüyordu. Bora'nın tek sevgilisi Elif olmuştu ve Gökhan ona hiçbir zaman yenge dememişti. Ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum ama onu kendi hâline bıraktım.

"Bana demeseniz? Çünkü ben hiç sevmem de..."

"Yengeyi her kız sever." dedi Gökhan. Gerçekten bu muhabbeti ne kadar sürdürecekti?

"Ben sevmem," dedi, kız.

"O niye?" diye sordu Gökhan.

"Çok itici..."

"Bora?" dedi Gökhan.

Konunun bana gelmesine gerek yoktu. Kafamı bile kaldırmadım: "Ne var?"

"Nazlı mı diyeyim? Naz mı diyeyim? Yenge mi diyeyim?"

"Ne istiyorsa onu de."

"Tamam. Naz diyeyim o zaman."

"Eee aç mısınız? Size de tabak getireyim ben?" dedi, kız.

"Mutfağın yerini biliyor. Açsa kalksın alsın!" dedim. Gökhan'a eğer yüz verirse, bunun geri dönüşü olmazdı. Ağırlığını koyması gerekiyordu. Bu evin hizmetlisi ya da çalışanı değildi, olmayacaktı. Bugün çorba koyarsa, yarın Gökhan ondan mantı açmasını falan da isterdi çünkü duracağı yeri asla bilmez.

"Yok Naz sağ ol... Yedim ben gelirken. Sevim Hanım'ın çorbasını görünce dayanamadım da saldırdım ama çok tuz koymuş bu sefer-"

"Niye geldin?" diye sordum Gökhan'a. Zaten ona çok sinirliydim ne cesaretle karşıma geçiyordu?

"Uçak biletini getirdim." Gökhan'ın elimde kalmak istediğine emin oldum ama bunu bu kızın önünde yapmasam daha iyiydi.

"Anlamadım?" dedim, bir şans daha vermek için.

"Sen gidiyorsun abi. Ben Begüm'le uğraşmam!"

"Gökhan! Dünya kadar işim var şirkette!"

"Abi sen patron değil misin? Bıraaaaak. Bırak çalışanlar çalışsın. Bak adı üstünde, ÇA-LI-ŞAN!"

"Sen nesin?" diye sordum ama bu soru sadece Gökhan'ı güldürürdü. Benim çalışanım değil, kardeşimdi sonuçta. Fakat benim kardeşlerimin beni kanser etmek gibi bir huyları var.

"Ben başka... Ben, Bora Karabey'in şirketinde çalışmıyorum. Kara'nın yanında çalışıyorum. Rüzgar gibi sert, şiddetli, fırtınalı Kara'nın... Hani şu yer altındaki herkesin karşısında tir tir titrediği... Kumarhanelerdeki herkesin masasına oturmaktan korktuğu... Namıdiğer Kara!!! Milletin, 'Öldür beni!' diye yalvardığı adam..."

Kız kalpten gitmese bari.

🎲

Yemeğimi bitirip verandaya çıktıktan bir süre sonra, Gökhan da yanıma geldi. Az evvelki eğlenceli tavrı normale dönmüş, belki de içinde bulunduğumuz durumun koşullarını hatırlamıştı. Ben sigaramı içerken, dikkatle beni süzdü. Konuşmaya başlayacak ve susmayacaktı.

"Kız güzelmiş." Hiçbir tepki vermeden, yüzüne bakmaya devam ettim. "Kıyacak mısın gerçekten ona?"

"İnsanları güzel ya da çirkin diye mi öldürüp öldürmemeye karar veriyoruz?" diye sordum.

Gökhan gülümsemeye çalıştı. "Yapma bence," dedi. Sigaramı yavaşça söndürdüm. "Tehditle bastır, yaşasın."

Gökhan, aslında kalbi tertemiz bir insan fakat zaafı onu kötü olmaya itiyor; ben. Eğer ona kızı zaten öldürmeyeceğimi söylersem, buna sevinir fakat günü geldiğinde kız bir hata yaparsa, en önce o, kızı öldürmeye kalkar. Eğer kızı koruyacaksam, Gökhan'dan da korumam lazım. Çünkü Gökhan, kızın hayatta kalmasını istese bile, onu bu oyunun içinde zorlamaktan ve sınamaktan geri durmayacak. Onu tanıyorum. Kızı öldürmesek de her türlü tehlikeye gözü kapalı sokacak. Saçma sapan insanlara ifşa olmasına sebep olacak ve kız, sekiz ay sonra buradan gittiğinde, ağır travmalar yaşamış olacak.

"Ölmesi gerekiyor, bizim için en güvenlisi bu Gökhan."

Bir süre yüzüme baktı. Düşünüp taşındığını ve vicdanıyla bir savaş verdiğinin farkındaydım. Kadına şiddet onun en ayar olduğu ve asla katlanamadığı bir şey. Babası annesini devamlı dövdüğü ve öldürdüğü için, bir kadına el kaldırılmasına asla ama asla dayanamıyor. Ve şimdi de benimle savaşması gerek. Eğer gerçekten bu konu onun asla geçilmeyecek sınırıysa, bana karşı zaafının önünde olması gerek. Kızın yaşaması gerektiğini savunması gerek. Eğer bunu yapmazsa, -ki bence yapmayacak- kızı ondan da korumak zorunda olduğuma emin olacağım.

"Haklısın," dedi.

En azından insanları tanıyorum.

Gökhan'a kalırsa, ablam da benim yüzümden ölmedi.

Muhtemelen bu kız ölse, onun da arkasından, benim yüzümden ölmediğini söyleyecek kadar riyakarlık eder.

Sanırım vicdanını böyle temizliyor.

🎲

Kız sofrayı toplamış, bulaşıkları yıkamış, hatta mutfağı da temizlemişti. Üstelik bunu neden yaptığını sorduğumda, kendisinin görevi olduğunu düşündüğünü de yüz ifadesi ele veriyordu. Böyle bir görevi yoktu fakat sanırım bu konuda uzlaşmamız biraz sorun yaratacaktı. Kendi işini yapmaya alışık birisi olduğu belliydi de bu evde kendisini zorlamak zorunda değildi.

Çay içip içmediğimi sorduğunda, sevmediğimi söyledim. Neden şaşırdığını bilmiyordum. "Nasıl? Yemeğin üzerine... Sigarayla beraber?" dedi. Aklıma kapıdaki çocuklar geldi, onlar da buna bayılırlar.

"Hayır... Sevmem," dedim.

"Siz zenginler ağzınızın tadını bilmiyorsunuz!" dedi. Bunun zenginlikle ne alakası vardı?

"Yap da içelim o zaman Nazlı." Neden bu kadar çabuk sinirlendiğimi bilmiyordum ama damarıma basıyordu.

"Çay ve çaydanlık nerede?" diye sordu.

"Makinası orada?" dedim.

"Makina istemem ben. Çaydanlık isterim. Yani çay ocakta güzel olur," dedi. Yatıp uyumam gerekirken, kızın çaydanlık arayışını izlediğime inanamıyorum.

"Çaydanlığın nerede olduğu hakkında bir fikrim yok. Çaydanlık var mı, onu bile bilmiyorum. Ama Sevim Hanım'ı arayabiliriz," dedim. Burası onun mutfağıydı sonuçta, o bilirdi.

Sevim Hanım'ı aradım ve telefonu kıza uzattım. Konuşmanın gidişatı onu resmen mutsuz etmişe benziyordu. Başına dayadığı silahı, içinde bulunduğu durumu, sekiz ay sonra ölmeyi falan bir kenara bırakmış ve bir bardak çayın peşine düşmüştü. Sanki Sevim Hanım onu görüyormuşçasına mimik yapmaktan kaçınmıyordu ve arada anladığını belli eder gibi kafasını sallıyordu. Saçları devamlı yüzüne düşüyordu. Gökhan haklıydı. Kız güzel. Kumarhanedeki makyajından arınmış ve doğal hâli, daha güzel.

Telefonumu bana geri verdiğinde, ona Sevim Hanım ne dedi dercesine göz kırptım. "Yokmuş çaydanlık. Çay da bitmiş." Gözleri. Gözlerinin derinlerindeki hüzün yine belirginleşmişti. Oturup ağlayabileceğini hissettim.

"Niye aldırmamış?" diye sordum.

"Yarın aldırırım diye düşünmüş. Neyse... Kahve içelim bari," dedi. İlla bir şey içecektik yani. Kız normal davranmaya çalışıyordu. Aslında benim de istediğim buydu.

"Alsın çocuklar gidip çay..."

"Yok canım bu saatte zahmet etmesinler, içmeyiveririz..." dedi.

Selim'e seslendim. Kız ne istiyorsa Selim'e söylesin, o da birisine aldırsın ve bir an evvel şu konuşmayı yapalım. Bergamot aromalı çay istedi. Çay çeşitlerini bildiğim söylenemez ama kokulu bir çay içemeyeceğime eminim. Uzatmak istemiyorum.

"İşte en iyisi neyse sorsun, baksın, alsın. Bergamot aromalı," dedim Selim'e.

"Şeyy Selim Bey? Zahmet olmazsa, rica etsem... Bir de çayın yanına yenecek, atıştırmalık, çikolatalı falan bisküvi alabilirler mi?" dedi, kız. Tatlıdan nefret ediyorum. Ancak bu kadar zıt olabilirdik. Sevim Hanım'ın her türlü sağlıksız abur cuburları mutfakta bulundurması gerekecek.

"Tabii yenge, söylerim," dedi Selim.

"Yengeniz batsın!" dedi kız, Selim'in arkasından.

Sandalyeye oturdum. "Alış buna," dedim.

"Neye?" diye sordu. Sanki anlamadı.

"Yenge demelerine... Söyleyecekler çünkü. Söylemek de zorundalar zaten sana adınla hitap edemezler."

"O niye?" dedi ve yüzünü bana döndü. Kavga etmeye hazır görünüyordu. Kendini ve düşüncelerini savunmak konusunda iyi. Savaşçı. İşte bu iyi.

"Benim sevgilim olarak biliyorlar çünkü seni," dedim.

"Eee senin sevgilin olunca n'oluyor?" Ses tonundaki iğnelere bakılırsa, bana şimdi de sen kimsin ki diye dikleniyordu.

Anlamazdan geldim. "Benim karşıma geçip nasıl ki bana Bora diyemezlerse, sana da Nazlı diyemezler. Nazlı Hanım çok resmi. Bana abi diyorlarsa, sende yenge oluyorsun. Abla diyecek halleri yok..." dedim.

"Kız kardeşine ne diyorlar?" diye sordu.

"Begüm'e mi? Begüm Hanım diyorlar ama o başka. Racon bu... Sen benim sevgilimsin, otomatik olarak yengeye terfi ediyorsun yani," dedim.

"Çaresi yok diyorsun?"

Durumu kafasında tartıp alternatifler üretmeye çalışıyordu. Sanırım ölmeye adanmışlığı dışında, gerçekten de kafası çalışıyor. Bunun beni eğlendirmediğini söyleyemem.

"Yoo... Var... Eğer istersen hepsini hizaya dizerim. Bir güzel anlatırım Nazlı Hanım demeleri gerektiğini, kendi dilimle ama..." dedim.

Kaşlarının arasında çukur oluştu, hem şaşırmış hem de korkmuştu.

"DÖ-Döverek...Mi?" diye sordu. Yüksek sesli bir tepki verecekti ama son anda kendini frenlemişti.

"Hı hı..." Gülmemem lazım.

"Yok aman kalsın. Yenge desinler. Dövme sakın. Yazık." Dalga geçtiğim çok belli ama bunu anlamamış, hatta üzülmüştü. Sonra aklına bir şey geldi. Bir insan nasıl bu kadar açık seçik olur? Her şey nasıl yüzünden okunur? Uzun zamandır bu kadar şeffaf birisiyle karşılaşmadım. "Ama Gökhan Bey'in adımla hitap etmesine izin verdin?"

"Gökhan başka. O benim en yakınım. Kardeşim. Yalnızca çalışanım değil," dedim.

O sırada telefonuma mesaj geldi. Aydın'dan.

"Kara, Kozan bir boklar çeviriyor. Yarın görüşelim."

Beklemediğimiz bir şey değildi.

🎲

Selim, çocukların aldıklarını getirmişti. Salondan sigaraları alıp tekrar mutfağa geçtim. Kendime bir sigara yaktığımda, kız da yaktı.

"Normalde evde içilmesinden hiç hoşlanmam," dedim.

"Çayı bahçede içebilirdik..." dedi.

"Sorun değil. Mecbur kalmadıkça içmezsin içeride. Önümüz yaz zaten..." dedim. Konuya bir an evvel girmem gerekiyordu.

"Kışın da ben zaten burada olmayacağım, ancak mezarda içerim sigarayı. Merak etme zaten çok içmem," dedi. Başı önüne eğilmiş, simsiyah dalgaları yüzünü tümden kapatmıştı. Kendini öldürecek kadar cesur olması, ölmek istediği anlamına gelmiyordu.

"Oraya gelecektim ben de. Evet kışın burada olmayacaksın. Biraz da gerçeklerden bahsedelim..." dedim. Gözlerindeki hüzün bir kez daha ortaya çıktı. Bu hüzne tahammül etmek çok zor. Bir an evvel o hüznü silmem gerek. Bunu hak etti.

Çayları dolduracağını söyledi ve biraz sonra, iki bardak çayla yeniden yanıma oturdu. Çaydan bir yudum aldım. Aroması kesinlikle keskindi ve çayın tatlı bir tada sahip olmasına sebep olmuştu. Bunu neden seviyordu? Gerçi kahveyi şekerli içtiğini unutmamak gerek.

"Ellerine sağlık," dedim.

Beğendiğimi düşünmüş olmalı. Gülümsedi çünkü. İlk kez mi? Belki de onu gülümseten bergamot aromalı çaydır. "Afiyet olsun..." dedi. Gülümsemesinin farklı bir güzelliği var. Yaşam dolu bir güzellik. Ve kendini öldürmeye kalktı utanmadan, öyle mi?!

"Nazlı... Bugün kendini öldürdün sen. Farkındasın değil mi?"

"Evet."

"Yapabileceğine ihtimal vermiyordum açıkçası. Beni şaşırttın. Yanılmak isterdim. Bu benim gözümde aptallık!"

Tetiğin sesini duyduğum o ana gittim.

"Daha önce de söylemiştin aptallık olduğunu... Ne yapmamı bekliyordun ki? Ben sana bir söz verdim... Sen Anıl'ın hayatını kurtardın, ben de öleceğim... Bunun üzerine onun ailesine de bir söz verdim. Sekiz ay sonra ya da şimdi ölmüşüm, ne fark edecek? Ya da arada istediğin özel herhangi bir tarihte öleceğim belki de."

"Ölmeyeceksin," dedim. Emreder gibi. Hayata kafa tutar gibi. Geleceği yeni baştan yazar gibi.

Gözlerimin içine umutla bakıyordu. "Nasıl?" diye sordu.

"Ölmeyeceksin işte. Yaşayacaksın."

"Ama, 'Sekiz ay sonra öldüreceğim.' dedin..."

"Sekiz ay sonra öldüreceğimi söylemedim Nazlı. Öleceğini söyledim. Ölmeyeceksin. Elbet bir gün herkes gibi öleceksin belki ama buna ben sebep olmayacağım yani, endişelenme."

"Anlamıyorum."

"Sekiz ay sonra ölmeyeceksin. Bunun nesini anlamıyorsun?"

Ölmeyeceğini kabul etmesi, öleceğini kabul etmesinden daha zor olmuştu.

"Neden vazgeçtin?" diye sordu.

"Bugün vazgeçmedim. Zaten ölmeyeceğine çoktan karar vermiştim. Ama sekiz ay sonra öleceğini düşünerek yaşamak senin cezan olacaktı. Bu korkuyla yaşamayı hak etmiştin. Çünkü aşk için ölmeye değeceğini düşünecek kadar aptal birisi olman sinirlerimi bozmuştu."

Aslında bu kısmen doğruydu; sakladığım bazı gerçekler vardı; mesela arkasına bakmadan kaçıp gitmesi için, silahın mermilerini boşaltıp kafasına dayamış olmam gibi.

"Neden?" diye sordu.

"Çünkü bu hayatta en önemli şey insanın ta kendisidir," dedim.

"Bana her defasında iki seçenek sundun. Onun yaşaması için bir seçenek olduğunu avuçlarımın içine koydun. O kumarhanede de, bugün şirkette de, saatler önce yukarıda da. O seçenek benim elimdeyken, bunu yok sayamazdım. Evet belki aptallık. Ama aksi de çok doğru bir davranış mıdır, tartışılır."

Kendince haklıydı ama kaçırdığı şey, kendisini seçmesinin çok da zor olmadığıydı.

"Sana yukarıda üç seçenek sundum Nazlı, iki değil." Şaşırdı. Hâlâ o silahı bana doğrultmak aklının ucundan geçmiyordu. "Silahı bana doğrultup, beni tehdit edebilir ya da öldürmeyi düşünebilirdin."

Kahkaha attı. "Kapıda yedi tane adam vardı. Seni bununla tehdit etsem ya da seni vursam ve kurtulmaya çalışsam bile bu evden çıkamazdım." Adamların sayısını ne ara saymıştı?

"Bu şimdi düşündüğün bir şey. O an, o silahı bana doğrultmak aklına bile gelmedi. Çünkü bu senin için bir seçenek bile değildi. Üçüncü seçeneği görmedin. Bana zarar vermeyi aklının ucundan bile geçirmedin."

"Evet," dedi.

"Neden?" diye sordum.

"Ölmeyi kabul eden bendim sonuçta. Teklifini kabul etmek her ne kadar aptallık da olsa... Ki bu teklif de çok manyakçaydı, bunu da unutmayalım... Anlaşma anlaşmaydı işte. Er ya da geç Anıl'ın yaşamasına karşılık ölecektim."

Makul ama saçma.

"Silahı eline verdiğimde bana doğrultacağını düşündüm. Bu senin sadakat testindi. Dışarıya çıkmamı istediğinde, tetiği çekemeyeceğini düşündüm. Bu da senin cesaret testindi. Ne kadar yapacağını söylesen de yapamazsın sandım. Çünkü dile kolay bir şeydir ölmek. Ölümden korktuğunu ve asla o tetiği çekemeyeceğini sana kanıtlamak istemiştim. Ama yanılmışım. Sen resmen kendini öldürdün. Sandığımdan fazla cesurmuşsun."

Ne diyordum ben? Bir de madalya taksaydım?

"Bana, 'Ölmek korkakların işidir' dedin. Hem korkak hem cesur nasıl olunuyor?" diye sordu, şaşkınlıkla.

"Kendini öldürecek kadar cesursun, evet. Ama ölümü seçmek korkakların işidir. Her zaman yaşamanın yollarını aramaya bakacaksın. Tüm cesaretini hayatta kalmak için kullanacaksın; ölmek için değil." Beni anlamadığı belliydi. Muhtemelen yaşamın felsefesine neden girdiğimi düşünüyordu. Umarım cümlelerimi bir yere kaydeder ve hayat mottosu yapar. "Şimdi eminim ki, nefes almanın kıymetini anlamışsındır. Bundan sonra da böyle aptallıklar yapmaman gerektiğini fark etmişsindir. Önce kendi canını düşünmenin yanlış olmadığını sana öğretmem gerekecek."

"Peki o tetiği çekmem senin sinirlerini bozan bir şeyse. Aşk için diyelim... Ölmeyi göze almak aptallıksa senin için... Neden şimdi bana ölmeyeceğimi söylüyorsun ki? Bu korkuyla yaşamam konusunda bana ceza verdiysen, şimdi neden bunları konuşuyorsun benimle?"

"Elindeki silahı, o can havliyle bile bana doğrultmayı aklından geçirmemenin küçük bir ödülü diyelim. Ayrıca... O tetiği çekmene kızıyorum evet ama..."

Cesaretine hayran kaldım. Sendeki bu aptal cesareti, kimlerde kimlerde göremediğimi bilsen...

"O tetiği çekmeme kızıyorsun AMA?" dedi.

"Neyse. Çektin işte." dedim. Cesaretine hayran kaldığımı bilmesine gerek yok. Gidip kendini köprüden atma potansiyeli de var sonuçta. Güvenmiyorum. Ama helal olsun. Harbiden helal olsun. Aptal. Cesur savaşçı. Yok yok, aptal.

"Ama şunu unutma... Yine olsa yine yaparım. Verdiğim bir söz vardı ortada, hem sana hem de Anıl'ın ailesine."

"Onu anladım," dedim.

Sözünün eri olduğu bariz meydanda zaten. Bugün şirkete gelmesinden belli. Milyonlarca liralık senedi olan adamların göstermediği bir sözünün erliği hem de. İşte bu da benim insanda en önem verdiğim şey, sözünü tutması.

"Verdiğin sözleri tutman güzel. Çünkü bana bir söz vermeni istiyorum," dedim.

"Ne sözü?" diye sordu.

"Seninle şimdi, gerçek anlaşmamızı yapacağız Nazlı ve bu ölüp gitmenden daha çok zorlayacak seni."

"Gerçek anlaşma mı? Yeni bir anlaşma mı yani?" diye sordu.

"Eskisinin revize edilmiş hali aslında. Senin açından daha yaşanılır bir anlaşma olduğu kesin. Sekiz ay boyunca bu evde benimle yaşayacaksın. Sevgilimmiş gibi davranacaksın. O yüzden benim kurallarıma uyacak, sözümden dışarı asla çıkmayacaksın. Sekiz ayın sonunda da düğünümüz olacak. Ve o gün... Seni, yani benim sevdiğimi düşündükleri kadını öldürmek isteyecekler... Ve öldürdüklerini düşünecekler de."

Yeni yaktığım sigaradan birkaç nefes aldım. Neyi ne kadar anlattığıma dikkat etmem gerekiyordu. Benim hakkımda öğrendiği her fazla bilgi, onu tehlikeye sokardı. Beni de. Eğer sözümden çıkmadan benimle sekiz ay geçirirse, başına hiçbir şey gelmezdi ve ben en nihayetinde Mehmet Şahindağ'ı zayıflatabilirdim.

"Na-nasıl yani?" diye sordu.

"Daha planlamadım... Gelinliğin içine çelik yelek belki? Başından vurulmaman için herhangi bir tedbir... Bilemiyorum şu an. Sen bunları düşünme. Ben seni koruyacağım," dedim. Sahiden acaba Gökhan, bir kızı öldü göstermekten bahsederken ne düşünüyordu? Umarım bu mümkündür. Neyse, araştırmak lazım.

"Neden senin sevdiğin kadını öldürmek istiyorlar?" diye sordu. Bu konudan uzaklaşmalı, onu ilgilendirmiyor.

"Kendi meselene odaklan sadece Nazlı!" diye uyardım.

"Sonra ne olacak peki?"

"İzini kaybettireceğiz. Yurt dışına çıkacaksın. Adın, soyadın, kimlik bilgilerin, her şeyin değişecek. Türkiye'ye dönmeyecek, tanıdığın hiç kimseyle irtibat kurmayacaksın. Hayatın boyunca... Herkes seni öldü bilecek. Konforunu ve can güvenliğini hayatın boyunca sağlayacağım. Merak etme sen."

Hayallerini öğrenmeliydim. İçinde o çocuğun olmadığı hayaller kurmasını sağlamalıydım ya da. Yaşamanın kıymetini bildiği, en çok kendisini önemsediği bir hayata kavuşmalı. Ablam yerine yaşamalı belki. Aptalca kendini başkası için feda eden herkes yerine ve de.

"Ya dediğini yapmazsam?" diye sordu. Ciddi miydi?

"O zaman seni de tanıdığın herkesi de ben öldürürüm. Gözümü kırpmam. Çünkü yaptığın tek bir hata her şeyi mahveder. Ve bu benim için çok önemli bir mesele." Kızı bilmem ama ben ciddiydim. Bu konunun şakası yok ve beni ona bir hayat verdiğime pişman etmemesi gerekiyor.

"Hayatım boyunca Türkiye'ye dönmemek..." dedi, üzüldüğünü saklamayarak.

Ben de kızgınlığımı saklamadım. "Nazlı... Az evvel tetiği çektiğin silahta kurşun olabilirdi. Şimdi değilse de sekiz ay sonra ölmeye 'tamam' dedin sen. Yurtdışında yaşayacak olmana mı takıldın?"

"Doğru... Ben çok şaşırdım yani..." dedi.

Benden korkmayı bırakmıştı ama hâlâ ürktüğünü söylemek yanlış olmaz. Onu ikna etmeliyim. Adil olanın bu olduğu konusunda, benimle aynı fikirde olmalı. Yaşamakla barışmalı.

"Beklemiyordun bunu, biliyorum. Kendini ölmeye şartladığın için. Ben, senden yaşamanı istiyorum. Anıl'ı, ya da başka bir kimseyi düşünmeden. Düşünürsen yapamazsın. Anıl'ın ameliyat ve tedavi masrafları karşılığında dediğimi yapmanı istiyorum."

"Tamam. Dediğini yapacağım," dedi.

"Biliyorum." dedim, inançla. Sözünün eri. "Ne olursa olsun, önceliğin yaşamak olacak Nazlı. Yaşamak."

"Bir şey sorabilir miyim?" diye sordu fakat çekindiğini anladım.

"Sor?" dedim.

"Ama kızmayacaksın..."

"Benimle pazarlık yapma!" Sikeyim. Neden kızıyorsam. Beni tanımıyor ki. İfademi de sesimi de yumuşattım. "Sor, ne soracaksan..."

"Anıl'la konuşmam yasak mı? Yani bu evdeyken... O iyileştiğinde... Onunla konuşabilir miyim?"

Bu muydu? Elbette. Ne zaman isterse.

"Görmeye de gidebiliriz beraber. İyileşsin de..." dedim.

"Sen? Sen ciddi misin?" diye sordu.

Heyecanlanmıştı. İçinde taşıdığı aşkın her bir zerresine yayılması, görülmeye değerdi. Çocuk için kendinden vazgeçmişti ve şimdi hem kendinin hem de çocuğun yaşayacağını biliyor olmak, kızın çok mutlu olmasını sağlamıştı. Ben canavar değildim, neden çocukla görüşmesini yasaklayacağımı falan sanıyordu ki?

"Evet?" dedim.

Birden boynuma atladı. Siktir. Neden? Çocuğu görmeye gidebileceğimizi söyledim diye beni dünyanın en iyi insanı falan ilan etmemiştir umarım. Ne yapmam lazımdı? Ellerimi beline koydum. İçime yaz doluyordu. Saçlarından mı geliyordu bu koku, teninden mi? Saçlarını çektiğim için hayvan gibi pişman olduğumu söylese miydim? Artık bana sarılmaya bir son verebilir miydi? Kız çok güzel kokuyordu. Kız değil. Nazlı. Evet, Nazlı.

Nazlı, çok güzel kokuyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

127K 20.5K 44
TÖRE & ADALET SERİSİ 2. KİTAP♟️👠🎓
2.7M 143K 16
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
864K 48.4K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
218K 14.4K 40
... En iyiler: #1 - b×b #1- gay #1- boyslove #2 - lgbt #2 - mpreg #2 - interseks #7 - bl #5- eşcinsel