Good Night Hoseok | Hoseok

By mitsurine

130K 13.3K 14.8K

"Ve bu gecede kalbimde seninle uyuyacağım." More

ʟɪᴛᴛʟᴇ ʀᴇᴠᴇɴɢᴇ
ʟɪᴀʀ ʟɪᴀʀ
ᴜɴᴀɴsᴡᴇʀᴇᴅ
ʙᴀᴄᴋɢᴀʀᴅᴇɴ
sᴄᴀᴘᴇɢᴏᴀᴛ
ᴀᴄᴄᴏᴜɴᴛ ᴅᴀʏ
ᴍᴏᴏɴʟɪɢʜᴛ
ɪᴄᴇ ʜᴇᴀʀᴛs
ᴄᴏʟᴅ ɴɪɢʜᴛ
ᴘᴀᴘᴇʀ ᴄʀᴏᴡɴ
ʙᴀᴅ ʜᴀʙɪᴛs
ʜᴀᴘᴘʏ ᴅᴀʏ
sᴛʀᴏɴɢ ʀᴇᴀsᴏɴ
sʟᴇᴇᴘʟᴇss ʜᴏᴜsᴇ
ᴘʀɪɴᴄᴇss ᴄᴀᴋᴇ
ᴄʟɪғғ ᴄᴏʀɴᴇʀ
ʙʀɪɢʜᴛ ɢʀᴀss
ᴅᴏᴏʀs ᴄʟᴏsᴇᴅ
ᴡʜᴏ ᴀʀᴇ ʏᴏᴜ?
ᴍʏ ᴛʀᴜᴇ ʜᴇᴀʀᴛ
ᴍɪᴍɪ x ʏᴏᴏɴɢɪ
ᴛᴡᴏ ʙᴏʏs
ғᴀᴋᴇ ᴡɪɴᴅ
ʙʟᴜᴇ ᴡᴀᴠᴇ
ʟᴏsᴇ ᴛʜᴇ ɢᴀᴍᴇ
sᴀᴅᴅᴇsᴛ sᴏɴɢ
ᴜɴᴅᴇʀᴡᴀᴛᴇʀ
sᴍᴀʟʟ ᴘɪʟʟ
sᴛᴏᴘ ᴛʜᴇ ʀᴀɪɴ
ʜᴏᴘᴇ ʙᴇɢɪɴs
sᴏʙᴇʀ ᴍɪɴᴅ
sᴛᴏʀᴍ ᴠᴀʟʟᴇʏ
ʙᴜᴛᴛᴇʀғʟɪᴇs
ᴍᴀᴋᴇ ɪᴛ ʀɪɢʜᴛ
ʙʟᴏᴏᴅ ᴀɴᴅ ʙᴏɴᴇs
Final
and the end
Teşekkürler ft. Delilah

ᴏᴘᴇɴ ʏᴏᴜʀ ᴇʏᴇs

2.5K 312 477
By mitsurine

Yavaş bir heyelanla denizin altına  sürükleniyoruz.
Su hızlıca yükseliyor, biz batıyoruz.
Derine battıkça anlıyorum, bu beyaz köpüklerin arasında beni tek başıma  bırakmayacağını biliyorum.

Güneşli bir sabaha gözümü açtığımda, bu yalancı güneşi sevmemiştim. Çünkü o benim gerçek güneşim değildi.
Benim güneşim geceleri çıkıyor, bedenimi değil kalbimi aydınlatıyordu.
Yalancı güneş kaybolup, ay hüküm sürmeye başladığında geliyor, zamanı durduruyordu.

Açtığım gözlerimi umutsuzca tekrar kapadım. Elim yatağımın boş tarafında gezinirken içimde var olan boşluğu kolaçan ettim.

Evet, boşluk vardı hem de epey derin bir boşluk.

Yemin ederim kokusunu hâlâ alıyordum. Nasıl oluyorda kokusu her yerime siniyordu.
Bu benim cezam mıydı?

Gözlerimi son kez sıkıca bastırdım. Gözümü açmam ve gerçeğe dönmem lazımdı. Ama ben gözümü açmak istemiyor, dün gecenin her saniyesinde tıkılı kalmak istiyordum.

Hızlıca yatağıma oturduğumda aklımdan tek bir şey geçiyordu.

Bitti Jiho.

Dün gece orada kaldı.

Affedişler ve unutuşlar hepsi geride kaldı.

Sana ayrılan sürenin sonuna geldin ve şimdi kızgın ve kırgın kalbine geri dönebilir, önüne bakabilirsin.

Son kez yanımdaki boşluğa bakıp hızlıca kalktım. Bazı şeyleri geride bırakmak en iyisiydi. O zaman zihnini dinlendirmeye vaktin kalırdı ve de önüne bakıp mantıklı düşünmeye.

Dolabımdan elbisemi çekerken fark ettim ki ben istesemde zihnimi dinlendiremezdim.
Çünkü her yerde bir şeyler vardı.

Ve bu küçük objeler dikkatimi dağıtmakla yetinmiyor, beynimin içinde at koşturuyordu.

Bir yanda Felix'in bana aldığı oyuncak, diğer yanda Changgu'nun doğum günümde aldığı taç, Mimi ve Arin'le çekildiğimiz saçma bir resim, Hoseok'un yatağımdaki kokulu yastığı.

Her yer bunlarla doluyken ben tam olarak neyi düşünmeyecektim.
Hışımla elbisemi giydikten sonra dolabımın yanına gidip Felix'in aldığı pony'yi hızla yere attım.

İçim acısada öfkem oldukça ağır basıyordu.
Yatağıma oturup yere attığım pony'ye baktım. Birbirleri için önemsiz ve değersiz olan insanlar, birbirlerine ihanet ederdi. Bunu anlardım. Madem Felix için değersizdim neden öyle davranmamıştı.

Bana karşılıksız yardım etmiş, doğum günüme gelmiş hatta hediye bile almıştı.
Bu beni onun gözünde biraz olsun değerli kılmış olmuyor muydu.
Ben onunla yakın olduğumuzu düşünmüştüm, en azından birbirimizi satmayacak kadar yakın.

Gözüm komidinin üzerindeki çerçeveye gittiğinde son doğum günümde çekildiğimiz resme baktım.

Mimi ve Arin iki yanımda mutluca gülümsüyorlardı. Changgu, Mimi'nin arkasından iki parmağıyla kulak yaparken, Felix kameraya bile bakmamış göz devirirken çıkmıştı.

Mutluydum, o gün hepsi yanımdayken dünyanın en mutlu insanı bile olabilirdim. Ama şimdi hiçbiri yoktu.

Onlar bir vazo gibi elimden kaymıştı ve ben onları tutamamıştım. Çerçeveyi ters çevirip kapattım. Evet bu kesinlikle kolay olmayacaktı.

Elim Hoseok'un yastığına giderken bir yanım dur dedi.
Hata yapıyorsun.
Biliyordum hep yapıyordum zaten.

Üzüleceğimi bile bile Hoseok'un dün gece yattığı yastığa yavaşca kafamı koydum.
Bu bir hayali anımsatıyordu ama bir yandan da hayal olamayacak kadar güzeldi.

Biraz uzaklaşmalıydım, hemde hemen. Burada anılar, kayıplar beni boğmadan kendimle barışabileceğim bir yere gitmeliydim.
Yüzümü Hoseok'un yastığına bastırdım.

Hem başka bir yere gidersem, belki bir süre kimseyi özlemezdim.

Kapım tıklatıldığında hızlıca yattığım yerden kalktım. Kapı yavaşca açıldı ve babam kafasını uzatıp gülümsemeye çalıştı.
"Günaydın."

"Günaydın baba."

Kafasını biraz daha uzatıp üzerimdekilere baktı. "Çoktan giyinmişsin bile, kahvaltı zamanı."

"Tamam geliyorum."

Mutluluktan payını almamış yüzüm ve sesim babamı memnun etmemişti.
"Hızlı ol, geç gelirsen hakkını yerim."

Yamukça gülümseyip ayağa kalktım babam her şeyi normal göstermeye çalışıyordu ama hiçbir şey normal değildi.
Hem aşağı indiğimde annemin dünden pek farklı olduğunu düşünmüyordum.

Ayakta dikildiğim süre boyunca düşündüm. Şu an ne yapmam gerektiğini. Zorlansamda düşündüm. Ellerim birbirine kenetlendi.
Ve kırık kalbim Felix'e gitmemi söyledi.

Dolabımın yanına ilerleyip Felix'in doğum günümde bana verdiği hediyeyi aldım.
Bugün kahvaltıdan önce yapmam gereken bir işim vardı.
Bu hediyeyi sahibine geri vermem yapabilirsem birkaç bir şey söylemem gerekiyordu.

Merdivenleri inip mutfağa ilerledim. O sırada babam, anneme bir şeyler söylüyordu.
"Onunda fikrini almalıyız biliyorsun değil mi?"

"Fikrini alacak bir durum yok, onu Mei'nin yanına göndermeliyiz. Hem biraz burnunun sürtmesi fena olmaz."

"Fazla üzerine gitmiyor musun? Biraz sakinleş."

"Lütfen daha fazla üstüme gelme, eğer görmezden gelirsek yaptığının farkına varmayacak." Masaya bir tabak koyup devam etti. "Yanlışının farkına varmalı."

Elimi duvara koyup dinlemeye devam ettim.
"Hem bu ceza sayılmaz. Orada geçirdiği birkaç hafta düşünme be kafasını dağıtma fırsatı verir ona."

"Bilemiyorum, Jiho oraya gitmeyi pek sevmiyor."

"Cezasız kalmayacağını söylemiştim."

Elimdeki oyuncağı yere koyduktan sonra kendimi toplayıp boğazımı temizledim. İçeri girdiğimde babam, anneme baktı.

Annem ise masanın ortasına yüzüme bakmadan bir tabak daha koydu ve masaya oturdu.

Annemin dediği doğruydu bir cezam olacaktı, bunu hepimiz çok iyi biliyorduk. Ama yanıldığı bir şey vardı. Beni şu an uzaklara göndermek benim için bir ceza olmayacaktı.
Her ne kadar gittiğim yer huysuz Mei halanın yanı olsada, bende uzaklaşmak istiyordum.

Kısık çıkan sesimle, "Afiyet olsun," dedim.

"Afiyet olsun tatlım." Kapıda dikilmeye devam ettiğimde babam, "Otursana," dedi.

Kafamı iki yana salladım. "Biraz yürümek istiyorum."

Annem bana bakmadan konuştu. "Önce kahvaltını et, hem seninle konuşmamız gereken şeyler var."

"Gelince konuşsak."

"Cezanı öğrenmek istemiyor musun?" Babam, anneme uyarırcasına baktığında, annem aldırış etmeden kahvaltısını yapmaya devam ediyordu.

İnsanı kanser edecek seviyede yavaşca haraket etmesi beni rahatsız ediyordu.
Annem önüne çıkan büyük sorunlarda, bir gardiyana dönüşüyordu.
Ellerimi önümde bağladım ve, "Dinliyorum," dedim.

Madem cezalarımı bir an önce söylemek istiyordu. Dinlemeye hazırdım.

"Okul konusunda sen karar vereceksin. Eğer hâlâ orada okumak istiyorsan, seni zorlamayacağız."

Babama gözünün ucuyla baktığında, bunun onun fikri olduğunu anladım ve babama teşekkür edercesine kısa bir bakış sundum.

"Okula geri döndüğünde başına gelecek bütün sorunlar senin sorumluluğunda, ona göre kararını ver."

Annem bakışlarını tekrar tabağına çevirdi. "Gelelim asıl cezalara, öncelikle bu dönem bitene kadar dışarı çıkmak yasak."

"Kulede hapis?"
Annem göz ucuyla bana baktığında sustum.

"Kendini derslerine vereceksin, ek olarak babanla ek ders alman için seni birkaç dershaneye yazdıracağız."
Kollarını masaya yasladı.
"Yani bundan sonra okul, ev, dershane arasında olacaksın."

Bu bir ceza sayılmazdı ki, ben zaten normaldede böyleydim. Okuldan çıkıyor, arada bizimkilerle takılıyor sonra eve geliyordum.

"Cep telefonu, bilgisayar, oturma odasındaki dvd'ler yasak onlara el koyuyorum."

"Cep telefonu mu?"

"Bu aracın bir süre elinden alınmasında sakınca görmüyorum."

Annem sıcaklıktan uzak bir şekilde gülümsedi.
"Ders çalışacaksan kütüphane okulda var ve çarşıdada mevcut oralara gidebilirsin."

Dişlerimi sıkarak kafamı salladım. Annem özetle beni hayattan koparıyordu.
"Bu kadar mı?"

"Daha bitmedi uzaklaştırma aldığın süre boyunca Mei halanda kalacaksın. Hem o küçük tatlı kasabada kalmak sana iyi gelebilir."

Ellerimi sıktım. Gerçekten iyi gelip gelmeyeceğini bilmiyordum.
En son altı yaşımdayken oraya gitmekten nefret ediyor ve abartılı bir şekilde oraya gidince ağlıyordum.

Ama itiraz etmeye yerim olmadığı için diğer her şey gibi bunada evet dedim. Çünkü eğer annemin kırmızı çizgisinin üstüne tekrar basarsam annem o çizgiyi daha da kalınlaştıracaktı.

"Ve ayrıyeten gidip Soojin'den özür dileyeceksin, dünkü gibi değil."

"Bunun için erken olduğunu düşünüyorum anne."

"Özrün erkeni olmaz Jiho ve geç kalındığında da bir anlamı." Uyarıcı bir bakış attı. "Aranızı düzeltin."

Dudaklarımı birbirine bastırıp hızlıca kafamı salladım. Ağzıma gelenleri itiyor, kendime hakim olmak için üstün bir çaba sarf ediyordum.

Aklına gelen bütün cezaları üzerimde uygulamıştı. İtiraz etmeyeceğimi bildiği için tek tek sıralıyordu.
Aslında ceza versede vermesede böyle bir şey bir daha yapmazdım.

Akıllanmıştım, ağzım yanmıştı ve ben bir daha aynı şeyleri yaşamayı göze almazdım.
Bende tekrar ve tekrar susup kafamı salladım.

"Afiyet olsun," diyerek geriye çıktım ve yere koyduğum oyuncağı alıp yürümeye başladım.
Hızlıca adımlayarak dış kapıya ulaştığımda, kendimi sonunda evden atmıştım. Ki bu bile rahatlıkla nefes almamı sağlamıştı.

Dış kapıdan çıkıp üç bina yandaki, Felix'in evine yürümeye başladım. Elim güneşten ısınmış demirlerde gezinirken, zihnimdeki bulutlar dağılmaya başladı.

Hesap sormak bir açıklama beklemek için oldukça yorgun hissediyordum. Elimdeki oyuncağı sıktım. Belki de geri dönmeli ceza olan sürgünüm için valiz hazırlamalıydım.
Felix'in kapısının önüne giden taş merdivenlerden yavaşca indim.

Elimdekini kolumun altına sıkıştırdım. Felix şu anlık büyükannesi ile yaşayordu.
Anne ve babası yurtdışındaydı. Sabah sabah kapılarını çalmam ve Felix'le küçük bir tartışmaya girmem problem olmayacak gibiydi.
Zaten Bayan Kisun televizyonun karşısında otururken, dış dünyayla pek bağlantılı değildi.

Kapıyı yumrukladığımda, Bayan Kisun yavaşca kapıyı açtı. Gözleri tedirgin, bir eli ise kapıyı suratıma kapamak için tetikteydi. Gülümsemedim.
Normalde her kapıyı açtığında gülümser, "İyi günler Bayan Kisun," derdim. Bu defa sessizce suratına baktım.

"Felix evde mi?"

"Evde yok, bir arkadaşına git..-"

Kapıyı dirseğimle hafifçe itip Bayan Kisun'un kolunun altından geçtim.

"Felix evde değil!" diye arkamdan seslendi.

"Kusura bakmayın Bayan Kisun, torununuzla acilen görüşmem gerekiyor. Ona söyleyecek iki çift sözüm var."

Merdivenlerden hızlıca çıkarken, Bayan Kisun merdiven boşluğundan beni izliyordu. Bir beş dakika sonra çökerttiği koltuğuna geri döneceğini biliyordum.

Felix'in odasının önüne geldiğimde sert bir şekilde kapıyı açmak için elimi kaldırdım.
Kapı kendiliğinden açıldığında, elim havada kalmıştı. Duraksar gibi oldum, fakat durmadım.

Onu bilgisayarın başında oyun oynarken bulacağımı düşünmüştüm fakat o aksine geleceğimi biliyormuş gibi kapıyı bana açmıştı.
İçeri girdim ve kapıyı çarparak kapattım.
Onu şu an burada öldürsem kimsenin haberi dahi olmazdı.

Birkaç adım geri gitti. Gözlerinde yorgun bir ifade vardı ve her zamankinden daha mutsuzdu.
Benim nasıl gözüktüğümü merak ettim.

İlk adım atan o oldu.
"Bak, eğer beni dinlersen sana açıklayabilirim."

"Neyi?" dedim sakince. Sesim beklediğimden de sakin çıkıyordu. Evet kızgındım, kırgındım ama bunları dışa vuramıyordum.

"Ona neden söylediğimi."

"Fark edecek mi?"

Elimdeki pony'i ona uzattım. Eli bir süre kalkmadı sadece  elimdekine baktı. Ardından bakışlarını yüzüme kaldırdı.
"Birileri sana güvenirken, onları arkasından bıçaklayamazsın."

Koyu sarı saçlarından bir tutam gözünün önüne düştü.
"Ben.. ben yapmak istemezdim."

Elini arkadaki saçlarına götürüp biraz bekledi ve yüzünü buruşturdu.
"O... o benim hakkımda, ailem hakkında bilmemesi gereken bir şey biliyor."

Gülüşüm odada yankılandığında Felix gözünü kaçırdı.
"Demek öyle? Cidden daha iyi bir yalan bulamadın mı?"

"Yalan değil, o kendimden bile sakladığım o iğrenç şeyi biliyor."
Elleriyle yukarı sıyrık kollarını hızlıca indirdi. Gözleri benimkilerden kaçıyordu.
"Lütfen bana inan Jiho, sadece inan."

Ellerimi önümde bağlayıp kafamı eğdim. Yavaşça başımı sallıyor, öfkemi bastırmaya çalışıyordum fakat öfkemin pek gidesi yoktu ve Felix'e patlamak istiyordu.

"Ben zaten sana inandım Felix." Kafamı iki yana salladım.
"Bir kere inandım ama artık inanmıyorum. Birilerine inanmaktan her seferinde bozguna uğratılmaktan yoruldum artık."

"Bak sana onun beni ne ile tehdit ettiğini söyleyemem, bunu yapmam gerekiyordu ben çok üzgünüm."
Yere bıraktığım oyuncağı eline aldı.
"Senden özür bile dileyemiyorum, çünkü buna yüzüm yok "

"Bir özür istemiyorum ki senden, hiçbir şey istemiyorum. Ne yaptığını, neden yaptığını, Soojin'in ne bildiğini merak etmiyorum."
Ses tonum titremeye meyl ettiğinde yutkundum.
"Ben sadece küçük kardeşim gibi gördüğüm çocuğun, bana bunu neden yaptığını merak ediyorum."

Ona doğru birkaç adım attım.
"Bana bir neden söyle Felix. Bahaneleri bırak ve söyle. Sadece bir neden? Venden nefret mi ediyordun? Sana bir şey mi yaptım söylesene."

"Özür dilerim."
Gözlerinde gördüğüm doluluğu görmezden gelmeye çalıştım.

"Dileme, çünkü hiçbir şeyin faydası yok."

Arkamı dönüp odasından çıkacağım sırada beni durdurdu.
Ona döndüğümde, Felix kafasını yere eğdi. İçeri girdiğimden beri bana olan bakışları beni zorluyordu.
Çünkü o normal Felix gibi bakmıyordu.

O umursamaz kibirli bakışları yoktu onun yerine gözlerinde dile döktüğü özrü ve anlayamadığım bir hüzün vardı.
Onun canını yakan başka bir şey var gibiydi.

"Eğer beni affedeceksen, sana her şeyi anlatabilirim. Yani denerim."

Suskunca ona bakmaya devam ettim.

"Yemin ederim yaptığım şeyden nefret ettim, hâlâ da ediyorum ama seni üzmek istemedim, sen benim..."
Gözlerini kaçırdı.
"Değer verdiğim arkadaşlarımdan birisin."

"Keşke söylediklerine inanabilsem veya bir kere daha sana güvenebilsem." Kafamı iki yana salladım. "Ama bu imkansız Felix. Kayık ters döndü ve ikimizde içindeydik."

Onun yanına biraz olsun bir neden aramak, belki ona bağırmak için gelmiştim fakat şimdi hiçbir söyleyemeden gözleri dolup geri gidecektim. O, önümde küçük erkek kardeşim gibi büzülürken ona küfür dahi edememiştim.
Ben herkes gibi değildim. Değer verdiğim insanları kırmak yerine ağlamayı tercih ederdim.
Değer verdiklerim beni demir para gibi harcarken ben böyleydim.

Daha fazla burada durmak istemiyordum. Soojin'in onu neyle tehdit ettiğini, ne zaman öğrendiğini, hiçbir şeyi bilmek istemiyordum.
Dediğim gibi kayık devrilmişti. Felix'e bakmadan kapıyı açtım.

"Bekle Jiho."

Merdivenlerden hızlıca inmeye başladım. Ayaklarım tahta merdivende ses çıkarıyor, bir ordu aşağı iniyormuş hissi veriyordu.
Ayrıca odasından çıktığını hiç görmediğim Lee Felix'te beni takip ediyordu.
"Beklesene."

Tahmin ettiğim gibi Bayan Kisun çoktan koltuğuna kurulmuştu. Gürültüden rahatsız olmuş gibiydi kızgınca bana baktı.
"İyi günler Bayan Kisun."

Bayan Kisun, elindeki bardağı seslice masaya bırakıp Felix'e seslendi.
"Lee Felix kız arkadaşlarını bir daha eve çağırma."

"O benim kız arkadaşım değil büyükanne."

"Her neyse, migrenim tuttu."

Kapıyı çekip çıktığımda kapı arkamdan tekrar açıldı.
"Lanet olsun, bekle Jiho."

Ona dönüp karşımda durmasını bekledim. Felix nefes nefese önümde duraksadığında konuştum.

"Biliyor musun Felix, o odadan hiçbir zaman çıkamayacaksın."
Elimle odasının camını işaret ettim. "Sen bütün gün oradan çıkmayan, annesinin babasının unuttuğu o işe yaramaz çocuk olarak kalacaksın "

Neden bunları söyledim bilmiyordum, canım yandığı zaman yapabildiğim kadar yakmayı huy edinmiştim.
Basit saçma kelimelerdi.
Fakat Felix olduğu yerde donup kaldı. Sözlerimin onu bu kadar etkileyeceğini tahmin edememiştim. Felix'in gözleri rahatsız edici bir şekilde dolarken güldü.
Ve birkaç kere gözlerini kıpıştırdı.

Birisinin kalbini kırmak hiç hoşuma gitmemişti. Pişmandım, ama çok geçti.

"Haklısın, sadece oyunlarda iyiyim ve pek bir işe yaradığımda söylenemez." Duygularını gizlemek adına gülümseyip ellerini cebine attı.
"Belki de ailem beni bu yüzden buraya sıpıttı değil mi?"

Kafamı sallayıp bu sefer dönmemek üzere arkamı döndüm.

"Konuşmak istediğinde, yardıma ihtiyacın olduğunda, ben hep buradayım ve de hep senin arkandayım."

Aramızdaki mesafe çoğaldığında, arkamdan biraz daha sesli konuştu.
"Ben işe yaramaz çocuk, hep buradayım."

Belki de artık oda Soojin'in iki ayaklı piyonlarından biriydi. Ona bir daha güvenemeyecek olmaz beni sinirlendirmedi bu defa. Bu beni üzdü.
Felix artık benim için kilidi kırılmış bir kapıydı.

Eve doğru yürürken, bütün bu olanlar düşüncelerimi ve duygularımı işgal etmişlerdi.
Ve ben artık ne beynimde, ne de kalbimde kendime yer bulamıyordum.

Eğer bir süre kaybolursam kendime bir yer bulabilir miydim?






3 hafta sonra

Zaman denilen şey önemliydi ve oldukça değerli. Bebekleri büyütür, yaşlıları yolcu ederdi. Bazen bir saat bile, geçip giden yıllara bedel olabilirdi.

Ben zamanın kimilerini uzaklaştırdığını, kimilerini ise özlemle yaktığını düşünürdüm.
Ve tabii ki de her şeye ilaç olduğunu.

Herkesten ve her şeylerden kopalı, ceza olarak Mei halama gideli üç hafta olmuştu. Tam tamına koca bir üç hafta.
Kimine göre kısa olan bu süre, benim için oldukça uzundu.

Mei halada kaldığım süre boyunca aklımı dağıtacak, akla hayale gelmeyecek tonla şey yapmıştım.
Annem beni oraya ceza olarak gönderdiğinde, küçük bir detayı gözünden kaçırmıştı.
Ben oraya en son gittiğimde küçüktüm.
Annem gittiğim yerin benim için cehennem olacağını düşünürken, yanılmıştı.

Çünkü Mei hala beni en güzel şekilde ağırlamak için âdeta yemin etmiş gibiydi.

Bekar, orta yaşlı bir kadın olmanın avantajını kullanmış, beni ilginç yerlere götürmüş, hayatımda yapmayacağım çılgınlıklara alet etmişti.

40'lı yaşların katıldığı bir dans partisine gitmemizi ve vazolarına dokunmamla ilgili takıntısını saymazsak, bu ceza bir tatilden ibaretti.

Her ne kadar kendimi evimden, okulumdan, arkadaşlarımdan uzakta tutsamda aklımın kenarda kalmış boş odası nereye gitsem onlara aitti.

Onları zihnimdem atamamıştım. Gece yastığa kafamı koyduğum her an, o odanın kapısı açılıyor ve içeridekiler serbest kalıyordu.
Kendime verdiğim fazladan bir hafta tatilden sonra eve dönmüştüm. Annemin ektiği çiçekler büyümüş, babam bahçenin düzenini değiştirmişti.

Sanki gideli üç hafta değilde daha fazla olmuştu. Valizimi merdivene çekeleyip bekledim.
Annem kapıyı açtığında dış kapıda öylece dikilen beni gördü.

Başta afallamış, ardından beklemeyip bana doğru koşmaya başlamıştı. Babam bir tatilin herkese iyi geleceği hakkında haklıydı.
Annem bana sarıldığında elimdeki valiz yeri boyladı.

Anneme sıkıca sarılıp gözlerimi kapattım. Pek iyi ayrılmamış olsakta, yaşadığımız ayrılık her şeyi önemsizleştirmişti.
Annemin kızgınlığı dinmiş, kızına olan özlemi baş göstermişti.

"İki haftalığına gitmiştin," dedi saçlarıma dokunarak.

"Mei hala ısrar etti, bilirsin japonya güzel bir yer."

"O seni şımarık bir kız yaptı değil mi?"

Kindar bir şekilde söylediği şey, beni güldürmüştü. Birbirlerini sevdikleri pek söylenemezdi.

Eli saçıma gittiğinde benden hızlıca ayrıldı.
"Jiho, saçın?"

Omuzlarımdaki saçlarımın uçlarına savurdum.
"Beğenmedin mi?"

Annem şaşkınca elini ağzına götürdü. "Hayır, beğendim. Çok beğendim, sadece sen saçlarına dokunmazdın."

Evet, üç haftanın bende değiştirdiği tek şey saçım olmuştu.
Başka hiçbir şey değişmemişti.
Hâlâ olanları unutamıyor ve ne yapacağımı bilmiyordum.
Ve hâlâ arkadaşlarımı özlüyor, ve hâlâ Soojin'den özür dilemek istemiyordum.

En önemlisi hâlâ Hoseok'tan hoşlanıyordum. Belki hoşlanmak kelimesi hafif kalıyordu.
Çünkü birilerini her gece, gece yarılarına kadar düşünmek hafif bir şey değildi.

Bir çocuk beyninizi bu kadar işgal ediyorsa, çoktan ayvayı yemiş sayılırdınız.

"Evet dokunmazdım, ama Mei hala uçlarının yıprandığını ve böyle daha çabuk uzayacağını söyledi."

Aslında tam olarak böyle olmamıştı. Bana sadece ucundan iki parmak alacağını söylemişti. Aynaya baktığımda ise bir kaos meydana gelmişti.
Mei hala ikiyi karıştırmıştı.
Saçım, benim belime inen güzel saçlarım omuzlarımdaydı.

"O kadın tam bir yalancı."

"Onun hakkında böyle konuşma, hem babam duyarsa üzülür."

"Ne yani onu mu koruyorsun?"

"Anne.."

Annem ağzına bir fermuar çekip valizime uzandı. Her şeyi bir rafa kaldırıp bana normal davranması hoşuma gidiyordu.
En çokta son yaşanan şeylerin üzerine kum attığına seviniyordum.

İçeri girdiğimizde annem beni çeşitli yiyeceklerle daralttı.
Her şeyi ağzıma tıkmaya çalışıyor, aylarca yemek yememişim gibi davranıyordu.
Sonunda yorgun olduğum bahanesini sunup odama kaçabilmiştim.

Kapımı örtüp derin bir nefes aldığımda, gözlerimi kapattım ve kafamı kapıya dayadım.

Sanırım arada uzaklara kaçsam geri döndüğümde beklemediğim kadar fazla sevgiye maruz kalacaktım.
Kapattığım gözlerimi açıp odama baktım. Annem odamı iyice temizlemişti. Hatta en hoşlanmadığım şeyi yapmış, eşyalarımın yerlerıni bile değiştirmişti.

Omuzlarımı aşağı düşürüp odamda gezinmeye başladım. Aynamın yanından geçerken duraksadım. Farklı görünüyordum, belki çok fazla değil ama bu aynadaki kız pek tanıdık gelmiyordu.

Aynanın önünde çok oyalanmadan masamın önüne geçtim. Ona, "geri döndüm benim biricik dostum, uykusuz bol testli geceler bizi bekliyor," demeyi de ihmal etmedim.
Başımı masamın üstüne astığım not kağıtlarında gezdirirken gözüm boş alana takıldı.

Eğer bazı takıntılarınız varsa odanızda  bir şey eksildiğinde kolayca fark edebilirdiniz. Ve şimdi ben masamın üzerindeki duvardaki bir kağıt parçasının eksikliğini  fark ediyordum.

Gözlerimi kısarak duvara yaklaştım.
Eğilip aşağıya masanın altına baktım. Masanın üzerindeki birkaç kitabı indirip kaldırdım.
Yoktu, Hoseok'un parktan döndüğümüz gece bana söylediği söz yoktu. 

Belki de yere düşmüş annemde çöpe atmıştı. Hoseok'un kağıdı görmüş olabileceği fikri aklıma yerleştiğinde kafamı yere eğip sandalyeye tutundum.
Evet, ihtimali bile utanç vericiydi.

Kendimi geri geri adımlayıp yatağa attığımda, öylece tavanı izlemeye başladım.
İçimde kocaman bir boşluk vardı. Ne zaman gidecekti? Ya da içimdeki boşluk diye adlandırdığım şey gerçekten boşluk muydu?

Merak ettiğim bir diğer şey ise acaba beni arayan olmuş muydu?

Arin, Mimi, Changgu beni hiç aramışlar mıydı?
Cep telefonum alıkonulduğu için bunu bilmiyordum.
Ya Taehyung?

Onu araması gereken bendim aslınsa. O gün onu salonda bırakıp gitmiş haberde vermemiştim.
Aklıma gelen isimle yutkundum.

Acaba Hoseok geceleri rahat uyuyabilmiş miydi?
Ya da beni aramak istemiş miydi?
Çünkü ben onu her akşam aramak istemiş, fakat buna cesaret edememiştim.
Ve ararsam kendimi aptal aşık kızlar gibi hissedecektim.

Dışarıdan birkaç ses duyduğumda yatakta kendimi toparladım. Ses büyük ihtimalle yan bahçeden, yani Soojin'lerin bahçesinden geliyordu.

Yavaşça yataktan indim ve tülü açmadan camdan dışarı bakmaya başladım. Bir yandan da boynumdaki kolyeyle oynuyordum.

Sesin sahipleri tamda tahmin ettiğim gibiydi. Kino arabanın sürücü koltuğuna geçerken, Jungkook Seokjin'in sırtına atladı. Yoongi ve Jimin'de onları takip ediyor, gülüyorlardı.
İstemsizce bende gülümsedim. Onlar gerçekten güzellerdi. Hiç bozulmayacak bir tablo gibiydiler.
Ama tabloda biri eksikti, Jung Hoseok yanlarında değildi.

Neredeydi.

İçimi bir merak duygusu kapladı. Belki de canı gelmek istememişti. Araba çalışıp uzaklaşmaya başladığında usulca perdeyi çektim.
İhtimaller kafamda dönüp duruyor, beni huzursuz ediyordu.
Ya Hoseok'un arkadaşları gerçeği öğrenmişlerse ve Taehyung'a yaptıkları gibi onu yalnız bıraktılarsa.

Boynumdaki kolyeyi sıktım.

Kafamı Soojin'in odasının olduğu pencereye çevirdim. Eskiden bazı günler Soojin'le bu pencereden konuşurduk, daha sonra o odasını değiştirmiş, orasınıda kendine ait çalışma odasına çevirmişti.

Orayı yılda kaç kere kullandığı ise merak ettiğim bir konuydu.
İçeri gireceğim sırada tülün oynamasıyla yerimde kaldım. Uzun süreden beri boş olan odada birisi vardı.
Bir erkek silueti camı açtığında merakla bakışlarımı o tarafa çevirdim. Pencere aşağıda kaldığı için yüzü gözükmüyordu.

Soojin'in odasında bir erkek şaşırılacak bir şey değildi.
Soojin'in siyah saçlarını gördüğümde hızlıca perdeyi yüzüme çektim. Soojin çocuğa sarılıyordu.

Bu sarılış pekte dosthane değildi, kendimi bir sapık gibi hissettiğimde gözlerimi kaçırıp camdan hızlıca uzaklaştım.

Soojin, Soojindi işte. Her şeye rağmen aynıydı. Merak ettiğim şey, o çocuk kimdi? Soojin'in ilişkileri pek ciddi olmazdı.
Özellikle çıktığı bir çocuğu eve getirmek işte bu ilginçti. Buraya Hoseok ve diğerlerinden başka hiçbir oğlanı getirdiğini görmemiştim.

Beni ilgilendirmediği için yüzümü buruşturdum. Artık Soojinle ilgili hiçbir şeyle ilgilenmiyorum.
Geç kaldığım şeyi yapacak ve onu hayatımdan çıkaracaktım.
Hem benim şu an düşünmem gereken başka şeyler vardı. Mesela yarın okula gittiğimde pişman olacak mıydım?

Mei hala güneş gözlüklerini eğip bana şöyle söylemişti.
"Hataların ve insanların hayatını bozmasına izin verme Jojo, her şey zamanla yolunu bulur git ve o sürtük kıza orada olduğunu göster." demişti.

Yaşına göre ağzının pekte temiz olduğu söylenemezdi.
Yatağıma geri çöküp duvardaki boşluğa baktım.
Yarın her şey zor olacaktı ve ben Mei halanın olağanüstü tavsiyelerinden hiç birini hatırlamıyordum.

Tek hatırladığım sevdiklerim için savaşmam gerektiğiyle ilgili bir konuşmaydı.
Savaş için şu anlık gücüm vardı. Fakat yanımda silahım yoktu ve ben hazırlıklı değildim.
Kısacası bu savaşta silahsız ve tektim.
 




Korku, endişe, nefes alma sıkıntısı şu an hepsi bedenimde mevcuttu. Saçlarımın uçları boynumu kaşındırıyor, sağ ayağım gergince atıyordu.
Gerginlikten kaskatıydım. Oysa okula gelmeden önce birkaç kişisel gelişim kitabı okumuş, kendime özgüven depolamaya çalışmıştım.

Fakat depoladığım özgüven, okula gelmeden toz duman olmuştu. Eve gidince o kitapları yakacaktım.

Sınıfa doğru ilerleyecek ve hiç başımı kaldırmayacaktım. Her zaman ki gibi Jiho, bahçeden geçecek ve sınıfa gireceksin.

Okulun taşlı yolunda yürürken etrafıma bakmamaya özen gösteriyordum. Fakat ne zaman kafamı kaldırsam birileriyle göz göze geliyordum.
Umursamamaya çalışarak önüme baktım. Ama bu umursanmayacak gibi değildi. Herkes bana bakıyordu.

"Cidden o görüntüyü bu mu yaymış?"

"Onu ilk defa görüyorum."

"Saçlarına bak."

"Soojin onu öldürecek."

"Nasıl geri gelebilir?"

Havada asılı kalan bir sürü cümle vardı. Sahiplerini bulamadığım bir sürü kelime.

Okulun kenarındaki banka gözüm istemeden takıldığında, kalbim duracak gibi oldu.
Çünkü altı erkek bana dikkatlice bakıyor her adımımı takip ediyorlardı.
Hepsinin odak noktası benken, bunun hiçte iyiye alamet olduğunu düşünmüyordum.

Kötü kalpli pamuk prensesin altı cücesi oldukça sinirliydi ve prenseslerine zarar veren ben, onlar için kötü kalpli bir cadıydım.

Hoseok, bankın yanında arkası dönük dikiliyordu. Kalbimin korkudan mı? Yoksa onu gördüğüm için mi bu kadar hızlı attığına emin olamıyordum.
Hoseok, arkadaşlarının ateş saçan gözlerini takip ettiğinde beni buldu.

Ellerini ceplerinden düşercesine çıkarırken yutkundum.

O aynıydı, değişmemişti.
Tabii ki de değişmeyecekti, üç haftada ne değişebilirdi ki.
O, kalbimde odası olan çocuktu işte.
Saçları sevdiğim gibi özenliydi, siyah parçalar gözlerinin önüne düşüyordu.

Gözleri, gözlerimi esir almak istercesine bakıyordu. Bakışlarımı ondan çekip tekrar yanındakilere baktım.

Diğerleri, onları ilk tanıdığımdaki gibi bakmıyorlardı. Kino'nun nazikliği, Seokjin'in samimiyeti, uçup gitmişti.
Hepsinin gözlerinde hatırı sayılır bir öfke vardı. Ve bu olmayan moralimi yerlere indirmişti.

Yoluma devam edip, koşar adım okula girdim. Ben Soojin'in benden intikam alacağını biliyordum. Fiziksel ya da zihinsel.
Ama yanındaki gardiyanları hiç hesaba katmamıştım.

Gerginlikle dolabıma vardığımda, kapağı açıp kafamı içine soktum. Öncelikle kesinlikle yarın kulağıma kulaklıklarımı takacaktım.
Ve okula herkesden önce gelecektim. Böylece bütün bahçe gözlerini üzerime dikip hakkımda konuşmazlardı.

Birkaç kitabı dolabıma tıkıp kapağı kapattım. Kapağın arkasında bir anda beliren surat geri sıçramama sebep olurken, karşı taraf güldü.
Yapılı saçlarına ve makyajına bu gülüş hoş bir ahenk katıyordu.

O gerçekten güzeldi, bir erkeğin rahatlıkla kapılabileceği kadar güzel.

Koridordan geçen birkaç kişi bize bakıyor, fakat daha sonra hızlıca yanımızdan geçiyorlardı.
Soojin sağ kolunu dolaba yaslayıp gülümsedi.
"Korkuttum mu?"

Ona karşılık vererek gülümsedim. Fakat bu zorlama ve oldukça yapmacıktı.
"Hayır sadece dalmışım."

Soojin söylediğim şeyle olabilirmiş gibi daha da gülümsemişti.
"Demek dalgınsın."
Dudağını büzüp havaya baktı.
"Senin gibi bir kızın dalgın olması biraz tehlikeli."

Elini ağzına siper etti. "Çünkü etrafın kötü kızlarla dolu olduğunu duydum."

"Uyarın için teşekkürler hiçbirinden korkmuyorum."

Gözlerimi kırpmadan gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
Soojin gülümsemesini sonlandırdı ve dudakları düz bir çizgi halini aldı.
"Geri dönmeye cesaret etmen hoş."

"Geri dönmemek için bir sebep bulamadım, babanın dediği gibi bu olayı o odada kapattık nasılsa."

Soojin'in gözleri koyulaşırken, yaslandığı duvardan ayrıldı. Ve üst tarafını sıkıca saran gömleğini çekeledi.
"Hiçbir şeyden korkmadığını mı söylüyorsun Kim Jiho?"

Kafamı salladım. "Evet, eğer bir şeylerden  korksaydım Seo Soojin.." çantamı rahatça omuzuma attım. "Emin ol şu an başka bir okulda ilk günüm olurdu."

"Ama bence korkmalısın."

Onun çocukça tehditlerini dinlemeyecektim.
Kafamı salladım. "Tamam bunu değerlendireceğim."

"Umursamıyormuş gibi davranman komik görünüyor, yerinde olsam geç olmadan okulumu değiştirirdim."
Birkaç adım ötemde durdu ve fısıldadı.
"Çünkü inan kalbin ortadan ikiye ayrıldığında, kaçacak delik arayacaksın."

Soojin tekrardan gülümseyip yanımdan geçip gitti. Omzu omzuma çarptığında yüzümü buruşturdum. Yüzümü buruşturmamın sebebi canımın acıması değildi, sebebi Soojin'in tekin olmayan gülüşüydü.

Korkmuyorum demem yalan olurdu.
Çünkü bu pekte hoş bir gülüş değildi. Ve Soojin böyle güldüğünde ortaya pek iç açıcı şeyler çıkmıyordu.

Sınıfa girdiğimde uğultu sona erdi. Öğretmen geldiğinde dahi susmayan arkadaşlarım, şimdi susmuşlardı. Çok takılmamaya çalışarak sırama yürümeye başladım.

Mimi kulaklıklarını takmış, önündeki deftere bir şeyler karalıyordu. Ne söyleyeceğimi bilemiyor, öylece sıranın başında dikiliyordum.
Beni fark ettiğinde başta şaşkınca bakmış, ardından toparlanıp kafasını çevirmişti. Sınıf yavaş yavaş eski uğultusuna geri dönerken yavaşca Mimi'nin yanına oturdum.

Kulaklığını kulağından çıkartıp, bana bakmadan önündekileri çantasına koymaya başladı. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Çocukça sırasını değiştirmeyecekti değil mi?

"Mimi ne yapıyorsun?"

Bana bakmadan konuştu.
"Küçük bir yer değişikliği."

"Cidden bunu yapacak mısın?"

Cevap vermedi ve ayağa kalkmak için yeltendi. Gözlerim dolarken onu kolundan yakaladım.
"Lütfen konuşalım."

Mimi kafasını iki yana salladı.
"Üzgünüm yabancılarla konuşmaktan hoşlanmıyorum."

"Dinlemeyecek böyle çocukça mı davranacaksın?"

Kolunu attığı çantasını hafifçe omuzundan saldı.
"Çocukça öyle mi? Asıl çocukça olan ne biliyor musun?"

Bana doğru eğildi. Gözlerinde öfke ve kırgınlık dans ediyordu. "Asıl çocukça olan bütün bunları bizden saklaman."
Dişlerini sıktı bunu kasılan çenesinden anladım.
"Bize yalan söylemen, işte bütün çocukluk sadece bunlar."

Çantasını hışımla çektiğinde gözlerimi kapattım. Zor olacaktı, hiç kolay olacağını düşünmemiştim zaten.
Affedilmem, tekrar güven kazanmam zaman alacaktı. O zamana kadar yarım kalacaktım.

Derslerin çoğunu önüme bakarak dinliyor, arada not alıyordum. Saçlarım yüzümü örttüğü için oldukça şanslıydım.
Neredeyse hiçbir teneffüse çıkmamış oturmaktan bir yerlerimi ağrıtmıştım.

Açıkçası canım sınıftan çıkmak, arkamdan değil yüzüme doğru konuşanlarla karşılaşmak istemiyordu.
Arada kalkıp sınıfta geziniyor, camdan dışarı bakıyordum. Ve yalnızlık çok belirgin bir hâl almaya başlamıştı.

Bir an gerçekten okulumu değiştirme ihtimalimi düşündüm. Acaba başka bir okul gerçekten iyi bir fikir miydi?

Son dersten önceki son teneffüste, okulun bir an önce bitmesi için dua ediyordum. Çünkü sınıfa tıkılı kalmak tam bir işkenceydi.
Ve ben hiç ama hiç iyi değildim.

Müdür yardımcısı sınıfa girdiğinde etrafına bakındı. Beni görsede, gözleri sınıfta bir tur dolaştı.
Yalnız olduğumun farkına vardığında beni yanına çağırdı.

"Kim Jiho, bunu tiyatro salonuna götürün ve kenardaki masanın üzerine bırakın."

Cevap vermek yerine kafamı sallamakla yetindim.
Elimdeki dosyaya sarılıp koridora çıktım. Sonunda kafamı sınıftan çıkartabildiğim için biraz olsun mutluydum.

Üst kata çıktıkça öğrencilerin azalması işime geliyordu. Üç haftada herkesin her şeyi unutması mümkün değildi. Fakat herkes çoktan bu konuyu konuşmaktan sıkılmış görünüyordu.
Ya da şöyle bir yorum yapacak olursam, Soojin'le aramdaki kaosun alevlenmesini bekliyorlardı.
Onlar bu olayın yan etkilerini bekliyordu.

Tiyatro salonunun kapısını ittiğimde karanlık ile karşılaştım.
Bordo perdeler sonuna kadar çekilmişti. Buda salona mayhoş bir karanlık katmıştı.

Telefonum olmadığı için birkaç lanet savururken, ilerlemeye başladım. Kapı arkamdan seslice kapandığında refleks olarak arkamı döndüm.
Sessizlik ürkmeme sebep oluyordu.
Paronoyakça davrandığımı kendime tembih edip, ellerimi kullanarak masayı buldum.

Kulaklarım etraftan gelecek bir sese kendini açmışken, bir kol aniden ağzımı kapattı.
Korkuyla gözlerim büyürken elim ağzımdaki kolu tuttu. Arkamdaki, bir eliyle belimi sardığında bağırmaya çalıştım.
Fakat ağzımdaki kolu buna izin vermiyordu.

Aklıma gelen ilk şeyle elini ısırıp onu ittiğimde korkuyla, nefes nefese geriye sıçradım.

"Cidden... elimi neden ısırıyorsun?"

Önüme gelen birkaç saçı itip sinirle bağırdım.
"Sen gerizekalı mısın?"

"Hey seni özlemişim."

Taehyung bir yandan elini tutuyor bir yandan da gülüyordu.

"Bu komik değildi. Gerçekten korktum."

"Amacım oydu zaten."

Kalbim korkudan deli gibi çarpıyordu. Gömleğimi düzeltip kapıya yöneldiğimde Taehyung kolumdan tutup beni durdurdu.
"Gerçekten geri dönüyorsun ve benim bundan son ders haberim oluyor."

"Bütün okul beni konuşurken, bunu son duyman komik," dedim gülerken.

"Dün gece hiç uyumadım, o yüzden sınıfta bütün gün uyudum. Ta ki iki kız tepemde dedikodu yapmaya başlayana kadar."

"Dün bütün gece ne yaptığını merak ediyorum, ama sormayacağım."

Yamukça güldü. "İstersen anlatabilirim."

"Git başımdan."

Kolumu  ondam çekip meraklı gözükmemeye çalışarak sordum. "O tependeki kızlar, ne konuşuyorlardı. Yani arkamdan."

Korkuyla gözlerimi kısıp ona bakmaya başladım.
Taehyung ise yüzüme bir süre bakıp gülmeye başladı. Bu gerçekten samimi bir gülüştü. Çünkü kendini kasmadığı zaman kare gülüşü ortaya çıkıyordu.

"Ne söylüyorlardı biliyor musun? Yeni saçlarının çok yakıştığını..."
Göz devirip gideceğim sırada beni tuttu.
"Ve Taehyung'un, Jiho'yu çok özlediğini."

Beni aniden kendine çekip sarıldığında, başta karşılık verememiştim. Daha sonra ise odunluğu bırakıp bende ona sıkıca sarıldım.
Biri tarafından özlenmek güzeldi.

"Seni yüzlerce kez aradım. Evinize bile geldim."

"Telefonuma el koydular ve bende uzaklaşmak için kaçtım."

"Haber verebilirdin."

"Haklısın, özür dilerim."

Taehyung beni kendinden uzaklaştırdı. "Benden özür mü diliyorsun? Şaşkınım görmeyeli kibarlaşmışsın."

"Kes şunu."
Ondan ayrılıp gülerek geri çekildim.

"Döndüğüne göre artık yalnız değilim, beraber takılacak eğlencenin dibine vuracağız."

Kafamı sallayıp omzuna dokundum. Gözleri omuzundaki elime kaydı.

"Şu ana kadar yanımda olduğun için teşekkür ederim. Bana acımana gerek yok, başımın çaresine bakacağım."

"Şaka mısın? Sana acıdığım falan yok. Seninle mutlu olduğum için beraber takılalım diyorum." Omuzumdaki elimi alıp dudaklarına götürdü. "Hatta belki arkadaşlıktan ileri bile gidebiliriz."

Seslice güldüm.
"Of cidden sinir bozucusun."

"Ama seni güldürebiliyorum, hemde mutsuzken."

Ona gülümseyerek baktım. Bu doğruydu, beni güldürüyordu. Mutsuzken bile mutlu edebiliyordu.
Oda bana karşılık verircesine gülümsedi.
"Şey derse gidelim."

"Ta.. tamam gidelim."

"Neden kekeledin?" dedim gülerken.

"Bilmiyorum."

Tekrar güldüğümde bana eşlik etti.

"Okuldan sonra bir yerlere gidelim mi?"

Omuzumun üzerinden ona bakıp dudaklarımı büzdüm.
"Cezalıyım, eve gitmeliyim."

"Kaç ceza aldın böyle."

"Sayamayacağım kadar."

Kolunu omuzuma attı. "Benim kitabımda ceza yoktur Kim Jiho. Ne zaman kaçmak istersen beni araman yeterli, gelip seni kaçırabilirim."

"Nasıl kaçıracaksın?"

"Saçlarını sarkıt diyeceğim ama..."

"Tamam sus, bu kötü hissettirdi."

"Yanlış anlama bence yakışmış, yani farklı olmuşsun."

Önüme dönüp iç çektim ve kapıyı açtım.
"Onun için kestirdim zaten farklı olmak, tanınmamak için."

Boş koridora adım attığımızda saatime baktım.
"Geç kaldık."

Tam hızlanacağım sırada Taehyung bileğimden hafifçe tuttu.
"Saklanmana gerek yok, kimseden korkmanada. En azından ben yanındayım."
Güç vermek istercesine gülümsedi.
"Soojin'in ya da Hoseok'un canını sıkmasına izin verme."

Yavaşça kaşlarımı çattım. Evet Soojin'in canımı sıkacağını biliyordum ama Hoseok. Neden canımı sıkacaktı ki. Bunu yapmazdı.
Bu saçmaydı.

"Hoseok neden canımı sıksın ki? Yani canımı sıkacak ne yapabilir?"

Taehyung gözlerini kaçırıp, elini bileğimden çekti. Söyleyemediği şeyler var gibiydi ve bunu fazlasıyla belli ediyordu. Birkaç kere yutkunup bana döndü.
"Bilmiyorsun değil mi?"

"Neyi?"

Taehyung susmaya devam ettiğinde koluna dokundum. "Taehyung."

"Derse geç kaldım Jiho, çıkışta konuşalım olur mu?"

Kolunu benden kurtardı ve yanağımdan makas alıp koşmaya başladı. Sertçe yutkundum. Taehyung'un kaçması garipti.
Genellikle ben ondan kaçmaya çalışırdım.
İçime kötü his yayılırken, Taehyung'un arkasından bakmaya devam ettim.
İçimden bir ses Taehyung'un hoş şeyler bilmediğini söylüyordu.

Adımlarımı tutukça sınıfa çıkardım ve aklım olması gerektiğinden fazla dağınıkken son derse girdim.
Ders boyunca Taehyung'un söylediklerini düşünmüştüm. Bilmediğim ne olabilirdi ki? Üç haftada ne olmuş olabilirdi.

Ders bitiminde kendimi dışarı atmam uzun sürmemişti. Ne kalabalığı ne de başka bir şeyi umursadım.
Kapının önünde Taehyung'u beklemeye başladım. Bir yanım kesin yine benimle uğraşmak için şaka yapıyor diyordu ama diğer yanım...
Sustum ve beklemeye başladım.

Okul bahçesi karınca yuvası olmaktan çıkmış, biraz daha boşalmıştı.

Arkadaşlarım dışarı çıktığında ellerimi aşağı saldım. Mimi ve Arin kolkola önden yürüyor, Changgu ise onları takip ediyordu.
Benim arkadaşlarım ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. Sabahtan beri tuttuğum gözyaşlarım, kapıya dayanmıştı.

Arin beni fark ettiğinde durdu vehafifçe Mimi'yi çekeledi. Mimi'yle beraber Changgu'da bana dönerken beklentiyle onlara baktım. Belki kendimi açıklamama fırsat verirlerdi.

Mimi kafasını çevirip Arin'i kolundan tuttu. Changgu ise elini kaldıracağı sırada kararsız kalıp indirdi.
Mimi arkasına bakıp Changgu'ya seslendiğinde changgu bakışlarını önüne çevirip yoluna devam etti.
Birkaç kere arkasına baksada, geri dönmedi.

Benim yanıma gelmelerine ihtiyacım varken onlar kaçıyorlardı.
Benden, onlara söylediğim yalanlardan.
Elimle gözlerime hava yaptım. Bu tahmin ettiğimden de zordu.

Taehyung'u gördüğümde derin bir nefes alıp, beni fark etmesi için kafamı uzattım. Beni fark edip bana doğru koşmaya başladı. Bir çocuk gibi davranması beni gülümsetti.

Az önce ağlayacakken şimdi gülüyordum. Bozulan dengem beni öldürecekti.

Yanıma ulaştığında nefes nefese konuştu.
"Hadi eve kadar yürüyelim."

Bir şey söylemeden dış kapıya doğru yürümeye başladığımda beni takip etti.
"Tamam yürüyelim, ama önce yarım bıraktığın şeyi söyle."

"Diğer kapıdan çıksak."

"Taehyung."

"Yine saçmalıyordum Jiho, her zaman ki ben işte."

"Taehyung."

"Jiho."

Dış kapıya yaklaştığımızda gözlerimi kıstım.
"Gerçekten sinirleniyorum."

"Kibar Jiho kayboluyor."

"Bir kere bile olsa düzgünce ve açık konuşsan."
Büyük kapının önüne geldiğimizde Taehyung gözlerini bir yere sabitledi.

Yüzümü ona yaklaştırıp konuştum.
"Kime diyorum.."

Beni kollarımdan tutup aniden kendine çevirdi. Yüzü benimkine eğilirken, gözleri hızlıca gözlerimde dolaşıyordu.

"Sen hayatımda gördüğüm en güzel kızsın."

"Sana benimle flörtleşme demiştim."

"Daha iyilerini hak ediyorsun."

Kollarımı ondan kurtarıp kaşlarımı çattım. "Ne demeye çalışıyorsun? Yumurtla artık."

"Bahçe duvarından atlamaya ne dersin? Bu çılgınca ve eğlenceli."

Kolumu tutmak için uzandığında geri çekildim.
"Taehyung garip davranıyorsun.."
Sesim artık titremenin eşiğindeydi.

Taehyung'un elleri aşağı düşerken, dudaklarını yaladı ve usulca bana döndü.
"Tamam ama bana söz ver, üzülmeyeceksin."

"Neyden bahsediyorsun?"

Gözlerimin içine bakmayı reddedip, gözlerini başka bir yere çevirdi.
"Soojin'le o, çıkıyorlar."

"Kim?"

Taehyung çaresizce suratıma baktı. Bakışları anladığını biliyorum Jiho diyordu. Anlamıştım, ama inanmıyordum. Çünkü Taehyung, koca bir yalancıydı işte buda bir yalandı.

"Jiho ben.."

"Ne dediğini anlamıyorum."
Kalbim ağzımda atarken yutkundum ve kafamı salladım bu komik değildi.

"Yalancısın."

Taehyung hayır dercesine kafasını iki yana salladı.

"Hemde çok yalancısın."

Bana uzanan elini itip hızla önüme döndüm. Ve beni önüme döndüğüme pişman edecek, yakıp kavuracak o şeyi gördüm.

Hoseok arabanın önünde dikiliyor, dalgınca yolu izliyordu. Bir anda odağıma giren kızla nefesimi tuttum.

Soojin, Hoseok'un ceketini tutup onu kendine çektiğinde, çaresizce gözlerimi kapatmak istedim ama yapamadım.
Yutkunamıyor, gözümü dahi kırpamıyor,  nefes alamıyordum.

Soojin, onun dudaklarına küçük bir öpücük kondurduktan sonra, geri çekilmiş ve ona sıkıca sarılmıştı.
Ama arkadaşlar birbirlerinin dudaklarına öpücük bırakmazlardı ki.
Saçmaydı.

O an ayağımın altındaki beton kaydı, ağaçlar devrildi ve güneş yere çakıldı.

Sanki bir tek ben ayaktaydım, ben ve uyuşmuş bedenim.

Deli gibi bağırmak istiyor, acıyan karnımı tutuyordum. Aslında acıyan karnım değil kalbimdi. Ama elimi oraya götürmeye cesaret edemiyordum.

Yere oturup kusmak istedim, deli gibi bayılana kadar kusmak.

Hoseok'un gözlerinin ne ara bana döndüğünü bile bilmiyordum. Taehyung kolumu tutup kulağıma bir şeyler söylüyordu. Anlamıyor, hiçbir şeyi algılayamıyordum.

Ayaklarım bir pelte olduğunda, tutunacak acımı dindirecek bir şeyler aradım ama hiçbir şey yoktu.
Her şey geceden daha karanlıktı. Işığım sönmüş gibi hissediyordum acı bir yerleydeydi, ama tam olarak neredeydi?

Sen gece saçlı çocuk, o gün beni öldürürken neden işini düzgün yapmadın?
Çünkü ben hâlâ yaşıyorum. Ve gözümün açık olduğu her an seni ve onu görüyorum.

Ve bana inan aşık olduğum çocuk.
O ateşi kimin yaktığını bilmiyorum ama beni içine senin ittiğini çok iyi biliyorum.



İyi geceler efenim.

Önemli not: Öncelikle hoseok'a lütfen kızmayın bütün suç benim T-T

İkinci önemli not: Final kokusu var evet alıyorum.
Çok yakın olmasada, uzakta değil.

Umarım bölümü beğenmişsinizdir.
Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin.

Hoseok'un gamzelerinde boğulmanız dileğiyle.

Continue Reading

You'll Also Like

48.6K 5K 22
"MİNHO EZ BENİ"
112K 12.6K 51
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
337K 31.3K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
774 124 5
Can sıkıntısı eserleri.