Kurtarıcı ve Mavi

Von Castherian

687K 35.5K 3.5K

🔴 HİKAYEYE YENİ BÖLÜMLER EKLENMEYECEKTİR MAALESEF. ______________________ Clarine Moncreiffe, Eilinior Kale... Mehr

- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- Bildiri
- 35
- 36
- 37
- 38
- 40
- 41
- 42
- 43

- 39

9.2K 459 131
Von Castherian

Bölüm @jadera14 için...

Doğum günün kutlu olsun ve nice mutlu yaşlara... Yerin bende her zaman ayrı olacak.
Biraz geç de olsa paylaşabildim, lütfen yine de söz verdiğim tarihte paylaştım say... :)

Son kontrolleri yapamadım, onu yarın halletmeye çalışacağım. Umarım hepiniz beğenirsiniz çünkü beni bir hayli uğraştıran bir bölüm oldu.

İyi okumalar...

-

Güneş ışıkları doğrudan gözüme vururken avcumun içindeki pembe yapraklı çiçeğe yeniden baktım. Sabahın ilk saatleriydi ve yaklaşık yirmi dakika sonra şato mutfağında olmam gerekiyordu. Ama henüz yolu yarılamadan kafamın içindeki yoğunluk, beni yol kenarındaki sedir ağaçlarının altında yer alan bu çiçek bahçesine doğru çekmişti.

Aslında güzel bir sabahtı. Sorun şuydu ki, ben güzel uyanmamıştım çünkü yine içinde Ector'un olduğu o uğursuz kabusu görmüştüm. Ama bunun bütün huzurumu çalıp götürmesi dışında başka, hatırlayamadığım bir rüya daha görmüştüm ki zihnimdeki asıl yoğunluğu oluşturan tam olarak bu rüyaydı.

Üzerimde tarif edemediğim, garip bir his bırakmıştı. Kötü değildi, ama güzel olduğunu da söyleyemezdim. Hatırlayamıyor oluşum ise bambaşka bir sinir bozucu durumdu ki bu, rüyanın üzerimde bıraktığı hissi daha da tarifsiz kılıyordu. Derin bir nefes alıp yüzümü, sırtımı yasladığım ağacın dallarının yarı yarıya kapadığı gökyüzüne doğru kaldırdım. Sanki o rüyada çok değerli bir şeyimi kaybetmiş ama aynı zamanda ona aslında hiçbir zaman sahip de olamamışım gibi hissediyordum.

Kaçtığınız gerçeklerin günün birinde gelip sizi bulacak olması durumunun, zaman zaman kendini iliklerinize kadar hissettirdiği olurdu. Size, işte bu ikilemleri yaşatırdı. Ne yapıp edip düşünceleri yeniden çelikten parmaklıkların ardına kapatmak hiçbir zaman tam anlamıyla bir zafer sayılmazdı ama işin en kötü yanı zaten bu mücadelenin size kaybettirdikleriydi.

İnsanlar kazanıyor, ona sevginizi veriyor, sonra da onlar için akıl almaz şeyler yapıyordunuz. Günün birinde kaybetmek, en kaçınılmaz olan şeydi.

Elimdeki çiçeğe indirdiğim gözlerim, yorgun bir ağrı eşliğinde sızladı. Zihin yoran rüyalar, kesinlikle uyku düşmanı şeylerdi. Bu ağrının beni şatoda da rahat bırakmayacağını biliyordum ama öte yandan, artık gitmem gerektiğinin de farkındayım. Hafızamı daha fazla orada iz bırakmamış bir rüyayı hatırlamaya çalışmakla zorlamamalıydım.

Pembe çiçeği hafifçe avcumdan alıp yere, çimenlerin üzerine koydum ve ağaçtan destek alarak ayağa kalktım. Doğrulduğumda sırtımda belli belirsiz bir ağrı gezindi ama aldırmamaya çalıştım. Yeniden şatonun yolunu tutmaya koyulduğumda artık bitkinliğim veya izsiz rüyam zihnimi yavaş yavaş daha gerçekçi meselelere terk etmeye başlamıştı. Lord Ronin'in gelişi, eninde sonunda yeniden endişelerim arasında birinci sıraya yükselmişti. Bu akşam kafamı yastığa onun gerçekten de burada, yanıbaşımda olduğunu bilerek koyacaktım.

Aynı şeyler ve aynı korkular tekrar tekrar kafamı kurcalarken şatoya daha fazla geç kalmamak adına adımlarımı iyiden iyiye hızlandırdım. Büyük ön bahçeyi geçtikten sonra mutfağa giden yolu da hızlıca kat etmem uzun sürmemişti.

Mutfak kapısından girer girmez gözüm baş aşçıyı veya Minnel'i aradı. Ama görünürde Yaşlı Grace, Heena, onun kızı ve Temizlikçi Merson dışında kimse yoktu, mutfak bu saatler için fazlasıyla boştu. Kapıdaki birkaç saniyelik duraksamanın ardından Yaşlı Grace'in olduğu yere doğru yürüdüm ve gözlerini bana doğru çevirince hafifçe gülümsemeye çalıştım. "Herkes nerede Grace?"

Gülümsememe, yaşlı gözlerinin etrafındaki karışıklıkları daha da belli edecek şekilde karşılık verdi. "Biraz geç kaldın. Gilberta bir kısmını lordun gelişi için yapılan hazırlıklara götürdü, bir kısmı da hizmetçilere yardım etmek için görevlendirildi." Baş aşçıya mutfakta adıyla hitap eden tek kişi Grace'ti.

"Ah..." dedim anladığımı belli ederek kaşlarımı kaldırırken. Doğruldum ve ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bu kesinlikle baş aşçıyı sinirlendirecekti çünkü görev dağılımına yetişememiştim. Ama en azından kahvaltı hazırlığına yetişecek şekilde ayarlamıştım kendimi, saati mi yanlış hesaplamıştım?

"Kahvaltıyı ne zaman hazırladınız?" diye sordum bu sefer de.

"Kimse yemek salonuna inmek istemedi. Herkesin odasına tepsiler götürüldü." Anladığımı belli ederek başımı salladığımda Grace bir eliyle başımı okşadı ve devam etti. "Endişelenme. Akşam yemeği hazırlıklarına kadar burada bizimle otur, Gilberta döndüğünde zaten yapacak çok işi olacak. Seni gözü görmez."

Korktuğum şeyi hemen anlayan bu bilge ve sevecen kadına büyük bir sevgiyle baktım. Söyledikleri mantıklıydı. "Haklısın Grace." dedim başımdaki elini uzanıp minnetle sıkarken.

Bu sırada gözüme arka taraftaki büyük masada duran üzeri yiyeceklerle dolu gri tepsi çarptı. Tüm dikkatim oraya doğru yönelirken sordum. "Bu neden burada?"

Grace yaşlılığın verdiği ağır hareketlerle önce arkasına sonra da yeniden bana doğru döndü. "Ah, o..." Güldü. "Lord Bruce'a da istememiş olmasına rağmen bir kahvaltı tepsisi göndermiştik. Tabi ki geri döndü."

Grace sözünü bitirdiğinde gülmeye devam ederken gözlerimi tepside gezdirdim. Dünkü ani kayboluşunun hemen öncesinde üzerime dikilmiş çelikten bakışları yeniden hatırıma düşerken tereddütlü hislerim, istekli tarafa galip geldi. Bu, kesinlikle karmakarışık bir konuydu. Onu görüp dansı aslında onunla etmek istediğimi söylemek yapmam gereken şeyler listesinde kesinlikle birinci sıradaydı.

Derin bir nefes alıp düşüncelerimi toparlamaya çalıştım ve köşedeki tabureye oturdum. Tam bu sırada içeriye mutfağın ana kapısından koşarak küçük bir yavru köpek girdiğinde sıçrayarak doğruldum. Fazlasıyla tanıdık gelen kahverengi kulaklı beyaz köpek durup birkaç saniye boyunca yüzümüze baktıktan sonra yeniden geldiği hızda bahçe tarafına açılan kapıya doğru koşmaya başladı ve saniyeler içinde gözden kayboldu.

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez de kapıdan Abigail ve kız kardeşi Cannie nefes nefese kalmış bir şekilde girdi. Gözleri, kısa süre etrafta gezindikten sonra onları şaşkın bakışlarla süzen bize çevrildi ve Abigail sordu.

"Onu gördünüz mü?"

Soru Abigail'den gelince köpeğin nereden tanıdık geldiğini hatırladım. Bu onun geçen hafta da getirdiği köpekti ve baş aşçı onu fark ettiğinde götürmesini, bir daha burada görürse Abigail'i kovacağını söylemişti. Ben oturduğum yerden ayağa kalkarken Heena cevap verdi. "Köpeği mi?"

Abigail başını evet anlamında sallarken, "Bahçe kapısından dışarı kaçtı." diye atıldım. Gözleri bana çevrilir çevrilmez, "Euphiemia, lütfen bizimle gel." dedi

Şaşkın bir şekilde gözlerimi kırpıştırdığımda devam etti. "Eğer köpeği bulup eve götüremezsek yeniden buraya döner ve baş aşçı da bizi kesinlikle kovar."

Kardeşi başını olumlu anlamda sallayıp yalvaran bakışlarını bana diktiğinde gözlerim ikisi arasında gidip geldi ve daha fazla beklemeden, "Peki." deyiverdim. Çünkü olur da bu sebepten ötürü işten atılacak olurlarsa buna en fazla ben üzülürdüm. Biliyordum.

Abigail mutlulukla, "Hadi." dediğinde üçümüz de aynı anda bahçe kapısına doğru koşmaya başladık. Kaybedecek vaktimiz yoktu çünkü köpek uzaklaşabilirdi. Bahçeye adım attığımızda Cannie, "Ayrılalım." dedi. Köpek görünürde yoktu.

Onu dinleyerek üçümüz de kendimize bir yön tayin ettik ve o tarafa doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladık. Devasa şato bahçesinde küçük bir köpek aramak biraz ümit tüketici bir eylem olsa da, onu bulmadan dönmek istemiyordum. Birkaç dakika gözlerimi etrafta gezdirerek ilerlemeye devam ettim. Yolda gördüğüm askerlere de köpeği sormayı ihmal etmiyordum ama şimdiye kadar hiç gören olmamıştı ve ben de hiç ize rastlamamıştım.

Tam artık bu yönde olmadığına kanaat getirip geri dönmeye karar vermiştim ki küçük bir yavru köpek havlaması duyarak olduğum yerde kaldım. Ses bir kez daha geldiğinde artık konumunu da az çok tahmin edebilmiştim. Arkamdaki boyu benim boyuma ulaşan büyük çalılıkların olduğu taraftan geliyordu. Hemen beklemeden o tarafa yöneldim ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Fazla acele edemiyordum çünkü beni duyup yeniden kaçmasını da istemiyordum.

Çalılar beklediğimden daha yüksek ve yoğun çıkınca dalları aşmak için kenara ittiğimde çıkan sesler tüm sessizliğimi bozduğundaysa artık yapacak bir şey yoktu. Küçük havlama sesi yeniden duyulduğunda büyük yapraklı dalları daha hızlı iterek ilerlemeye devam ettim. Son kalan birkaç dalı da iterek sonunda açıklığa çıktığımda karşılaştığım manzara kesinlikle beklediğim türden değildi.

Vücudumun tüm kasları hareketsiz bir şekilde kalırken açık unuttuğum ağzımı da kapatmak için mücedele ettim. Kont Ranald ve Lord Bruce, karşımda durmuş bana bakıyorlardı.

Üstelik Abigail'in köpeğine ait olduğunu sanarak geldiğim ses de ona değil ilerideki sarı tüylü başka bir köpek yavrusuna aitti.

Birkaç adım ilerimde duran kontun gözlerinde biraz anlayış biraz da şaşkınlık hakimken onun hemen yanındaki Bruce'un ifadesi ise yine hiçlik doluydu. Ancak birkaç saniyenin sonunda kontun bir çiftçi gibi giyindiğini, Bruce'un da uzun ve tahtadan yapılmış bir bankta tüm çekiciliği ile oturduğunu fark edebildim. Beni gören sarı tüylü köpek de koşarak kaçmaya başlamıştı zaten.

Kont Ranald, "Ah, sen.." dedi gülerek ve ses tonundan beni hatırladığını anladım. O da beni onaylarcasına devam etti, "Seni tanıyorum."

Fazlasıyla utandığım bu garip anın içinde kendimi toparlamaya çalışarak, "Kontum..." dedim güçlükle ve saygıyla eğildim. Belki de oğluyla özel bir şey konuşuyordu ve ben tamamen saçma bir şekilde az ilerilerindeki çalılıktan fırlayıvermiştim. Şu anın içinde yok olmak veya en azından bir dakika öncesine dönmek, belki de en büyük isteğimdi.

Lord Bruce'un çelik gibi bakışlarını üzerimde hissetmemse çabasıydı. "Ben... Üzgünüm-" diye devam etmeye çalıştığım sırada kont, "Sorun yok." diyerek sözümü kesti anlayışlı bir ses tonuyla ve devam etti. "Yanımıza gel."

Doğrularak şaşkın bir şekilde kontun yüzüne baktım. Beni yanlarına mı çağırıyordu?

Tereddüt ettiğimi görünce, "Adın... Euphiemia'ydı, değil mi?" diye sordu bu kez de. Sanki dilim tutulmuş gibi başımı salladım ve adımı nasıl hatırladığını hiçbir şeyi merak etmediğim kadar ettim.

Bu kez de, "Kayıp mı oldun?" diye sorduğunda cevap vermeden önce gözlerim bir saniye boyunca Bruce'a doğru gidip geldi. Yüzünde hafif, belli belirsiz bir gülümseme vardı ve tüm bedenim üzerinde yoğun bir ılık rüzgar etkisi yaptı. Garip bir şekilde bana hem çok yakın hem de çok uzak hissettiriyordu. Bunun dünkü dans meselesiyle alakalı olduğunu biliyordum ama üzerimde soğuk bir demir tenime değiyormuş gibi bir etki bırakmasını zihnimde açıklığa kavuşturamıyordum.

"Ha... Hayır." dedim gözlerimi güçlükle konta çevirirken. "Ben... sadece yavru köpeğimi arıyordum."

Bunu söyledikten sonra oluşan sessizlikte yok olmayı hiç bu kadar istediğimi hatırlamıyordum. O ömür gibi gelen bir saniyenin ardından kont küçük ama neşeli bir kahkaha attı. "Yavru köpeğini mi?"

Daha sonra söze girmeme fırsat vermeden devam etti. "Eminim onu sonra da bulursun. Buraya gel ve kaledeki hayatının nasıl gittiğini anlat."

Sesinde öyle garip bir ton hakimdi ki ayaklarımın oraya doğru yürümeye başlamasına engel olamadım. Aslında bunun ötesinde kalenin kontunun emrini zaten istemesem de yerine getirmek zorundaydım ama bunu emir gibi değil, farklı bir tonda söylüyordu.

Diğer yandan benim dengemi korumak için binbir çaba harcayarak ilerlediğim o birkaç adımlık mesafe boyunca üzerime çelikten bakışlarını dikmiş bir de Lord Bruce unsuru vardı. Garip bir şekilde bana hem dün dansta göz göze geldiğimiz andaki gibi soğuk, hem de beni suya çekip ateşli bir şekilde öptüğü o günkü gibi yoğun bakıyordu. Bu iki tezat onun koyu yeşillerinde o denli kusursuz şekilde bir aradaydılar ki ruhum alışık olmadığı bir rüzgarın eşliğinde titredi.

Lord Bruce'un oturduğu banka ulaştığımda ikisinin de gözünü üzerimde hissederek yanına oturdum. Üstümdeki garip gerginliği belli etmemeye çalışarak hemen gözlerimi tam karşımızda, küçük bir çalının önünde durmuş bize doğru bakan Kont Ranald'a çevirdim. Yüzünde beni buraya gelmeye ikna ettiği için mutlu olmuş gibi bir ifade vardı. Bruce ve babası ne kadar zıt insanlardı. Birinin yüzünden gülümseme eksik olmazken diğerini çok nadir olarak gülerken görüyordunuz.

"Sanırım seninle çok uzun bir süredir hiç konuşmadık." dedi ben gözlerimi ağarmış saçlarında gezdirirken. "Buradaki hayatın nasıl gidiyor?"

Kontun bu ilgili hali beni biraz şaşırtsa da duraksamadan cevap verdim. "Güzel gidiyor, kontum." Gerçekten de bu adama çok şey borçluydum ve minnettarlığımı göstermek istiyordum çünkü benim kalede kalabilmemi aslında o sağlamıştı. Burada iyi olan her şeyde bir paya sahipti... "Burada hayatımın yeniden düzene girdiğini hissediyorum."

Cevabım onu çok mutlu etmiş olacak ki neşeli bir şekilde güldü. "İşte buna çok memnun oldum. Kaleme aldığım herkesin burada huzurlu ve mutlu olmasını sağlamak benim için bir onurdur."

Gülümsedim ve gergin bir gülümseme olmaması için çaba harcadım. "Tüm her şey için size minnettarım."

Kont Ranald elini önemi yokmuş gibi salladı ve konuştu. "İstediğim şey minnettarlığın değil, mutluluğun. Aileyi kaybetmenin ne demek olduğunu biliyorum."

Yüzündeki gülümseme hafifçe solarken kalbimin ağırlaştığını hissettim. Acaba kont kendi annesi ve babasından mı bahsediyordu yoksa şimdiki dağılmış haldeki ailesinden mi... Her iki durum da oldukça üzücüydü. Bir şeyler söyleyebilmek istedim ama kelimeler ağzımda kilitlendi. Şatonun bir ucunda yaşayan, herkesten kendini soyutlayan bir eş ve uzun süredir etrafındaki hemen herkesle bağları kopuk bir evlat... Bu adam kendini gerçekten de yalnız hissediyor olmalıydı ve onu anlamamam imkansızdı.

Aradaki sessizlik uzarken kont eğildi ve yerdeki küçük bahçe çapasını alırken yüzüne yeniden gülümsemesini yerleştirdi. Bu sırada cesaretimi toplayıp Lord Bruce tarafına kaçamak bir bakış attım ama gözü bende değildi. Yüzünde alaycı olup olmadığını anlamadığım bir ifade hakimdi, doğrudan yere diz çökmüş olan babasına bakıyordu. Kont bize hafifçe arkasını dönerek elindeki çapayla toprağı eşelemeye başladığında kontun neden bir çiftçi gibi giyindiğini anladım. Toprakla uğraşmayı seviyor olmalıydı.

"Mutfakta işler nasıl gidiyor?" diye yeniden söze girdi gözünü yaptığı işten ayırmadan.

"İyi..." diye cevapladım bir yandan da baş aşçının gelip gelmediğini merak ederek. "Oradaki işime tamamıyla alıştım sayılır."

"Güzel." dedi tatmin olmuş bir tonda. "Aslında mutfak, şatodaki en sıkı yerdir. Uyum sağlamanı takdir ediyorum."

Yanımdaki Lord Bruce'tan bana doğru yayılan yoğun enerji konuşulanları dahi anlamamı zorlaştırıyordu, yanına oturduğumdan beri bir kez yüzüme bile bakmamıştı. Bunun zihnimi bulandırmaması için uğraş verdim ve kontun söylediklerine odaklanmaya çalıştım. "Mutfaktaki herkes benim için oldukça yardımsever davrandı."

Kont kafasını hafifçe bana doğru çevirirken konuştu. "Yeni hayatına yeni insanlar katmandan daha güzel bir şey olamaz."

Cümlesi bittiğinde kafasını çevirip gözlerimin içine bakarak yine anlayışlı bir şekilde gülümsedi ama bir saniye boyunca o gülümsemede sanki çok daha derin bir anlam daha varmış gibi hissettim ve düşüncelerimin ardında oluşan birkaç şimşek 'yeni hayat' kelimesinden türeyerek sertçe bedenime yayıldı. Sonra bunun çok anlamsız olduğunu fark ederek oturduğum yerde doğruldum ve gülümsedim. Kont olduğu ve konuştuğu gibi bir adamdı. Söyledikleriyle gerçekteki eski hayatıma bir gönderme yaptığını düşünmek gerçekten de saçmalıktı.

"Haklısınız, Kont Ranald."

Elindeki çapayı kenara bırakıp az ileride duran küçük çiçek fidesini alırken gözlerimle onu takip ettim. Yaptığı işte hiç de acemi görünmüyordu. Aksine oldukça aşina tavırları vardı.

"Bu çiçeğin adını biliyor musun?" diye sorduğunda gözlerimi elindeki henüz bir dalın ucundaki iki yaprak halinde bulunan fideye çevirdim. Bilmiyordum. Hatta hiçbir fikrim yoktu, öyle ki çiçek türlerinde ne kadar kötü olduğumu da o zaman fark ettim.

"Sanırım hayır..." Sesim bir mırıltı gibi çıkmıştı.

Kont hafifçe kafasını çevirip benimle göz teması kurduktan sonra, "Yaban sümbülü." dedi ve hayran bakışlarını henüz açmamış çiçek fidesine çevirdi.

Bu çiçekleri biliyordum. Onları ormanda da sıkça görürdüm. Benim için bu toprakların simgesi gibi bir şeydiler. Muazzam mavi-mor renkleri, taç yapraklarının o zarif eğikliği ve yağmurdan sonra damlaların üzerlerinden süzülüşüyle kesinlikle büyüleyici bir çiçek türüydü yaban sümbülleri.

"Toprakla uğraşmayı seviyor olmanız ne kadar da hoş." dedim gülümseyerek. Kont hoşnut bir şekilde başını salladı ve fideyi açtığı boşluğa dikkatlice yerleştirirken, "Bana kendimi rahat hissettiren nadir şeylerden biri," diye karşılık verdi.

Toprağı yeniden eşelemek için çapayı eline alırken, "Bu gördüğün küçük bahçe bana ait." diyerek eliyle etrafı gösterdi. Gözlerimi sınırları büyük çalılarla çizilmiş olduğunu daha önceden fark etmediğim bu ayrı bahçede gezdirdim. Gerçekten de güzel görünüyordu ve kontun burada rahatsız edilmek istemediğini, buraya stres atmak için geldiğini anlamak çok da zor değildi.

Tam ilerideki bölümlere ayrılmış ve farklı fideler dikildiği belli olan tarhlarda göz gezdiriyordum ki omzumda hissettiğim dokunuşla hafifçe ürperdim ve başımı hemen yanımda oturan Lord Bruce'a doğru çevirdim. Dokunuş ona aitti ama garip bir şekilde bana bakmıyordu, gözleri geldiğimden beri sahip olduğu soğuk parıltılarla hala tam karşıya, babası tarafına bakıyordu.

İçimde hissettiğim yumuşak ürperti yavaş yavaş bedenime yayılırken Bruce'un eli acelesizce omzumdan enseme doğru ilerledi ve geçtiği yerlerin alev aldığını hissettiğimde nefes almayı bıraktım.

Ne yapıyordu?

Kont Ranald geçen yıl tarhların bir kısmına menekşe ektiğinden bahsetmeye başladı. Ama hiçbir şekilde kafamı ona veremiyordum çünkü Bruce'un yakıcı ama bir o kadar da belli belirsiz dokunuşu tüm algılarımı saf dışı bırakıyordu. Çok uzun birkaç saniyenin ardından enseme ulaşan eli hafifçe saçlarımda gezindiği sırada gözlerimi kapatıp inlememek için kendimi zor tuttum. Beni sadece bu ufak dokunuşlarla bile baştan çıkarabiliyor olması kendimi eve kapatıp ondan olabildiğince uzak durmam için yeterli bir sebepti...

Sıcak parmakları ne yaptığını bilir bir tavırla, beni öldürecek kadar yavaş şekilde ağır ağır ensemden aşağı inmeye başladı. Ona durmasını söylemek istedim ama tüm dirayetim yok olmuştu. Konuşamıyor, hem düşüncelerime hem de bedenime söz geçiremiyordum. Sadece ellerimi oturduğumuz bankın alt kısmındaki tahtaya sabitlemiş, orayı istemsizce sıkıyordum. Tek hissettiğim o küçük dokunuşuydu ve klübedeki veya daha önceki dokunuşlarından biraz daha farklı olduğuydu.

Kont Ranald konuşmasına hafif bir gülmeyle ara verirken Bruce dokunuşunu kesti ve elini sakince çekip tamamıyla rahat bir tavırla önüne koydu. Sanki az önce nefesimi kesen dokunuşları kendine ait değilmiş gibi hiç bozmadığı bakışlarla babasına bakmayı sürdürdü. Kont, güldükten bir saniye sonra bana doğru döndü ve, "O yüzden ben de bu yıl hercai menekşe ekmemeye karar verdim." dedi. Ki bu dönüş, Bruce'un dokunuşunu kestiği andan hemen sonrasına tekabül ediyordu ve onun ne kadar dakik ve zeki olduğunu bir kez daha anlamamı sağlamıştı.

Konta onun anlattıklarını baştan sona dinlemiş gibi gülümseyerek başımı salladım ve ifademi gerçekçi tutmaya çalıştım. Aynı zamanda ciğerlerime hava gitmesi için de çaba sarf ediyordum. Kont, "Geçen yıl yabani otlar yüzünden ekim yapamadığım bir kısım vardı." dedi ayağa kalkarken. Elindekini çapa ile hemen sağımda kalan bir bölgeyi işaret ettikten sonra az önce ekim yaptığı yerin bir adım ilerisine gitti. "Bu ayın başında onları da hallettim sayılır. Oraya çiçeklerden farklı bir şey ekmeyi planlıyorum."

Yeniden arkasını dönüp yere diz çöktü ve yaptığı işe kaldığı yerden devam etmeye koyuldu. Çapa ile toprağı eşelerken, "Larena ormanın iç kısımlarında yetişen bir yaban mersini türünden bahsetmişti. İlaç yapımında kullanılıyor." dedi. Ve kont anlatmaya devam ederken sırtımdaki o yakıcı dokunuşu yeniden hissettiğimde kulaklarımla tüm bağımı tekrardan kopardım.

Dokunuşu yine kaldığı yerden usulca aşağı inmeye başladı. Ama çok geçmeden elbiseme takıldığı için daha fazla ilerleyemedi. Bu tatlı işkencenin aslında sona ermesini istediğim için, biteceğini düşünerek derin bir nefes almaya hazırlandım. Hesaba katmadığım şeyse Bruce'un istediği zaman ne kadar tehlikeli olabildiğiydi çünkü hiç tahmin etmediğim bir şey yaparak parmaklarını elbisemin arka kısmını bir arada tutan ilk düğmenin üzerine getirdi ve onu açtı.

Şaşkın bir şekilde bakışlarımı ona doğru çevirdim. Hala benden tarafa bakmıyordu ama yüzüne az önceki sakinlikten öte küçük bir parıltı eklenmişti. Hala fazlasıyla gölgeli hatları arasındaki o ufak zafer izleri...

Parmakları açılan düğmenin izin verdiği kadarıyla yeniden tenimde gezindi ve ona yapmamasını fısıldamak istedim. Ama benimle hiçbir şekilde göz teması kurmadığından bunu gözlerimle bile anlatamıyordum. Baş parmağı omurgam üzerinde nefesimi kesen bir yol izledi ve ilk düğmenin birkaç santim altındaki ikinci düğmeye ulaştı. Onu da açacağını anladığım anda önce hala bize arkası dönük konta sonra da kafamı çevirip Bruce'a doğru baktım.

Sonunda tüm gücümü toplayarak, "Yapma." diye fısıldadım. Ve daha kelimem sona ermeden hala bana bakmayan Bruce tarafından ikinci düğmem de açıldı. Yutkunmaya çabaladığım sırada parmakları artık neredeyse yarıya kadar açılmış sırtımda usulca gezindi. Yaptığı şey yasaktı, olmaması gerekiyordu. Ama garip bir şekilde bu küçük dokunuşlarda öylesine derin bir tutku vardı ki karşı koyamıyordum. İşaret parmağının arkasıyla yavaş yavaş enseme doğru kalbimi hızlandıran bir yol çizdi ve sonra aynı yavaşlıkta usulca aşağı indi. Dudaklarımı ısırdım ve ellerimle bankın tahtasını biraz daha sıktım.

Sanki beni keşfe çıkmış gibi dokunuşları bir anda kesildiğinde başımı kaldırıp konta doğru baktım. Yeni toprağa ektiği fideyi düzeltirken bana doğru döndü ve, "Öyle değil mi?" diye sordu gülümseyerek.

Kalbim sanki yerinden çıkacak gibi atıyordu ve yanaklarımın da alev aldığını yeni fark ettim. Elbisenin arkasının açık olduğu oradan anlaşılıyor muydu hiçbir fikrim yoktu ama yine de oturduğum yerde biraz dikleşerek, "Haklısınız, kontum." dedim ve söylediğimin çok absürt bir cevap olmaması için dua ettim. Hala düşüncelerimi tam toparlayabilmiş değildim, üstelik vücudumun da bir kısmını hissetmiyordum.

Beni bu duruma soktuğu için Bruce'a kızgın mıydım bilmiyordum ama şu an onun hiç görmediğim bir yönüne tanık olduğumdan emindim. O yüzden ne tepki vereceğimi kestiremiyordum ki dokunuşlarının tüm düşünebilme yetimi alıp götürmesi de cabasıydı.

Kont, "Burada herkes tam aksini düşünür ama bazen her şey toprağa bağlı değildir." dedi gözlerini çekmeden. Bahsettiği şeyi baştan sona dinleseydim neden böyle dediğini anlardım ama dinleyememiştim. Eliyle az ilerideki kırmızı çiçek öbeğini göstererek, "İşte, bunun gibi." dedi ve yeniden arkasını dönüp yerdeki çapayı eline aldı.

Kırmızı çiçeklerin açma sürecinden bahsetmeye başladığı sırada sırtımdaki dokunuş yeniden kendini belli etti ve midemle kalbimin çevresinde çelik kanatlı kelebekler uçuştu. Dişlerimi sıkarak derin bir nefes almaya çalıştığım sırada Bruce, elini belimdeki korsenin üzerine götürdü ve reddeden bakışlarım hızla üzerine çevrildi.

Ama yüzündeki sert ifade hiçbir şey söylememe fırsat vermedi ve bu sırada belimdeki parmakları tek hareketle elbisenin korse iplerini çözerek sırtımı tamamen açıkta bıraktı. Ne yapmaya çalıştığı hakkında hiçbir fikrim yoktu, tek düşünebildiğim şey, irademi saf dışı bıraktığının kesinliğiydi. Önümdeki saçların birkaç teli hafifçe esen rüzgarın etkisine kapılıp o yöne doğru giderken parmakları yeniden tenimle buluştu. Baş parmağı belimden başlayıp usulca yukarı süzülürken sırtımın yarısına geldiğinde yerini diğer dört parmağa bıraktı. Tek isteğim kontun bakışlarını bize doğru çevirmemesiydi. İçimde sıcak bir ürperti gezinirken dokunuşu ağır ağır olduğu yerde gezindi ve gözlerimi kapatıp inlememek için kendimi zor tuttum. Düşüncelerim oradan oraya savrulurken fark ettim ki Bruce'u hiç bu kadar istememiştim... Beni hem kendine çekiyor hem de soğuk rüzgarıyla üşütüyordu. Ama her şey sona erdiğinde geriye kalan sadece sırtımdaki tutku dolu yakıcı dokunuşlarının izleri oluyordu. Bu hisle beraber içimde kuvvetli bir kızgınlık yükseldi.

Parmağı omzuma doğru ilerleyip oradaki yatay biçimli kemiğin üzerinde gezindi. Dudaklarımı canımı yakacak kadar ısırdım ve bu sırada kapalı gözlerimdeki karanlığın ardında Bruce'un şöminenin başındaki üst kısmı çıplak hali belirdi. Parmağı aynı yer üzerinde yavaş yavaş gezinirken istediğim tek şey o ana geri dönmekti. Böylece ben de ona dokunabilir ve içimde giderek büyüyen arzuyu biraz olsun dindirebilirdim.

Dokunuşu omzumun üzerinden yeniden aşağı, belime doğru kaydı ve bel boşluğuma kadar usulca indi. Parmak uçlarıma kadar ürperdim ve midemle kalbim arasında ateşten bir yol uzandı. Derin bir nefes aldığım sırada gözlerimi açmak için kendimi zorladım. Bunun sona ermesi gerekiyordu çünkü her an konta yakalanabilirdik. Eli belim üzerinde neredeyse yokmuş gibi hafif bir dokunuşla ağır ağır gezinirken sonunda bankın tahtasına yapışmış ellerimden Bruce tarafındakine söz geçirebildim ve uzanıp onu bileğinden tuttum. Kulaklarımdaki uğultu şiddetini artırırken dokunuşu son buldu ve parlak yeşil gözleri yanına oturduğumdan andan beri ilk defa benimkilerle buluştu.

Kalbim inanılmaz derecede hızlı çarpıyordu. Gözlerindeki ifadesizlik yerini gölgeli ve sorgulayan ifadeye bırakırken ona artık son bulması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Sinirliydim. Ve bu konuşma yetimi benden almış gibiydi. Nefes dahi alamıyordum, o yüzden bunu sadece bakışlarımdan anlamasını umut ettim çünkü dokunuşu yeniden sırtıma ulaşırsa onu bir kez daha durdurabilir miydim bilmiyordum.

Gözleri yavaşça onun bileğini kavramış elime indi. Ciğerlerimdeki hava çıkmak için şiddetli bir mücadeleye girerken ben de onun bakışlarını takip ettim. Eklem yerleri beyazlamış parmaklarım, sanki tüm hayatım buna bağlıymış gibi bileğine sarılmıştı. Bırakıp bırakmama konusunda karar vermeye çalışırken düşüncelerim, ben toparlamaya çalıştıkça kumdan bir fırtınaya tutulmuş gibi savruldu. Ve Bruce bir anda hiç beklemediğim bir şey yaparak boştaki eliyle çenemi kavradı, yüzümü yüzüne çevirdikten sonra dudaklarını sertçe dudaklarıma kapayıp beni öpmeye başladı.

En az dokunuşları kadar sıcak dudakları tüm algılarımı bir kez daha dış dünyaya kapadı ve kalbim göğüs kafesimde güçlü vuruşlarla atmaya başladı. Yumuşak dudakları bu kez hiç olmadıkları kadar sertti. Öpüşü ayak uydurmamı imkansız kılıyor hatta dudaklarımı sızlatıyordu ama bu sertliğin ardında öfkeden daha yoğun, farklı bir şey vardı. Beni hem baştan çıkarıyor hem de fırtınalı bir günde uçurum kenarında ayakta durmaya çalışıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Yaklaşık üç uzun saniyenin ardından dudakları geldiklerinden daha usul bir biçimde dudaklarımdan ayrıldı ve uçurum kenarındaki rüzgarlardan da kum fırtınalarından da kurtularak içinde bulunduğum bahçeye indim. Kalbim sertçe göğüs kafesimi döverken gözlerimi araladım ve Bruce, bakışları çok kısa süre benim bakışlarımla buluştuktan sonra çenemdeki elini çekip yüzünü benden uzaklaştırdı. Nefes, göğsümü yakacak türde bir etkiyle ciğerlerime dolarken yeniden arkasına yaslandı ve yüzüne o gölgeli ifadesizliğini yerleştirip bakışlarını babasına çevirdi.

Kontun sanki çok ileriden geliyormuş gibi duyduğum sesi, anlaşılır olmaktan fazlasıyla uzaktı. Az önceki öpücüğün etkisi, tüm vücudumu uyuşturmak olsa da hareket edebilmek için yoğun bir çaba sarf ederek yüzümü Bruce'un kusursuz ifade yoksunluğundan, hala toprakla uğraşan Kont Ranald'a çevirdim.

Hafifçe yutkunup başımı kaldırdığım sırada kont da bana doğru döndü ve en sevdiğim çiçeğin ne olduğunu sordu. Arkamdan esmeye başlayan rüzgar çıplak tenime değdikçe beni daha da üşütüyor, düşüncelerimi toparlamama engel oluyordu. Soruyu idrak edebilmem birkaç saniyemi aldı ama sonunda, "Sarmaşık gülleri." diyebildim zayıf bir sesle.

Kont hiç eksik olmayan neşesiyle güldü. "Sarmaşık güllerini ben de severim." dedikten sonra doğrulup ayağa kalktı. Elindeki bahçe aletini yere bırakırken vücuduma yoğun bir gerginlik yayıldı çünkü buraya doğru geliyordu. Bize doğru ilk adımı attığı sırada kaşları hafifçe çatıldı ve hafifçe duraksayarak, "Euphemia, iyi misin?" diye sordu. "Biraz solgun görünüyorsun."

"Ben..." diye kekeledim ne diyeceğimi bilmeyerek. "İyiyim, kontum."

"Eğer hastaysan-" dediği sırada Bruce sakin bir sesle, "Baba." diyerek ayağa kalktı ve kont cümlesini, gözlerini sorgularcasına ona çevirerek kesti.

"Ronin'in gelme saati yakışıyor." Bruce babasına doğru acelesiz adımlarla yürümeye başladığında kont kafasını salladı.

"Evet. Hazırlıkları kontrol etmemiz gerekiyordu."

Beni unutmuş gibi göründüğünden, fırsattan istifade ben de ayağa kalktım. Kont gözlerini oğlundan bana çevirdiği sırada elbisemin ön kısmındaki bolluk belli olmasın diye saçlarımın tamamını önüme getirdim. Neyse ki uzun ve sık oldukları için beni olabildiğince kamufle ettiler.

"Gidiyor musun Euphemia?" diye sordu bana yönelerek.

"Evet, kontum." dedim saygıyla eğilerek. "Artık gitsem iyi olacak."

Başını anlayışlı bir şekilde salladı. "Pekala. Ama buraya ne zaman gelmek istersen gelebileceğini unutma."

Gülümsemeye çalışarak gözlerimi önce hala bana arkası dönük Bruce'a sonra da tekrar kontun yüzüne çevirdim. Ellerimi önümde birleştirip, "Teşekkür ederim. İzninizle..." dedikten sonra tam nasıl arkamı dönüp gideceğimi düşünüyordum ki Bruce bir elini babasının omzunun yanına koyarak, "Baba, seninle konuşmak istediğim bir şey var." dedi. Dikkati tamamen oğluna yönelen kont, hafifçe onun olduğu tarafa dönerken beni görüş alanının dışına çıkardı.

Lord Bruce'un bu küçük hamlesi sayesinde elde ettiğim kısa zamanda hızlıca arkamı dönüp, geldiğim yerin az ilerisinde yer alan çalıların arasındaki boşluğa doğru ilerledim ve artık bu küçük bahçeden çıktım.

Bir yandan da hızlıca belimdeki korsenin iplerini bağlamaya çalışıyordum ama titreyen ellerim bana hiç yardımcı olmuyordu. Kalbim hala yaşadığım anın üzerimdeki etkisiyle sertçe çarpıyordu. Öyle ki sesi kulaklarıma gelecek derecede güçlüydü... Midemse hala çelik kanatlı kelebeklerin esiriydi. Düşüncelerimi toparlamaya çalışıyor ama kendimi hiçbir şekilde bulunduğum ana adapte edemiyordum.

Hızlı adımlarla şatonun arka bahçesinden girip ilk kattaki koridorlara doğru yöneldim. Oraya genelde kimse uğramazdı ve ben de şu anda mutfağa gidecek halde olmadığım için en azından birkaç dakika yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyordum. Koridorun köşe kısmına geldiğimde orada yer alan küçük pencerenin önünde durdum ve yanındaki duvara sırtımı yasladım. Korsesini bağlayabildiğim elbisenin sırt kısmının yarısı hala açıktaydı ve oradan tenime değen soğuk taşlar içimi ürpertti. Başımı duvara yaslarken gözlerimi kapadım ve elimi de kalp atışımı düzene sokması için göğsüme sabitledim. Zaman ve mekan kavramları hala zihnimde birbirine girerken hissettiğim tek şey sırtımdaki yakıcı dokunuşların bedenime bıraktığı etkiydi. Bruce'un bunu neden yaptığını veya bana neden buz gibi davrandığını anlamaya çalıştıkça düşüncelerim daha büyük çıkmaza giriyordu. Aslında tam anlamıyla soğuk davrandığını da söyleyemezdim çünkü daha birkaç dakika önceki o sert öpücüğünde bile öyle yoğun bir duygu yükü vardı ki yeniden öyle öpülmek için her şeyi yapabilirdim.

Kalbim biraz olsun yavaşlamaya başlamışken ellerimi hala uyuşuk haldeki bacaklarıma indirdim. Kontun bizi o halde görme ihtimali bile yüzümü fena halde kızartmaya yetiyordu ama neyse ki Bruce cesur olduğu kadar akıllıydı da... Kendimi çok büyük bir şeyden kurtulmuş gibi hissetmem yine de daha büyük bir şeyin içine düşmüş gibi hissetmeme engel olamıyordu. Birinin aynı anda hem buz gibi hem de inanılmaz derecede cazibe dolu olması mümkün müydü?

Gözlerimi açıp tavana diktiğim sırada kaç dakikadır burada olduğumu düşünmeye başladım. Kendimi en azından insanların içine karışacak kadar toparlamam gerekiyordu. Aynı zamanda elbisemi de düzeltmem...

Ellerimi arkaya uzatarak düğmelerden birine ulaşmaya çalıştım. Ama bu elbiseyi ben ne zaman giysem düğmelerini Kennis hallettiği için hiç onlarla uğraşmam gerekmemişti. Şimdi nasıl tek başıma halledeceğim konusundaysa hiçbir fikrim yoktu.

Tam alt kısımdaki düğmeye dokunmayı başarmıştım ki koridorun sonundan kontun sesini duydum. Merdivenden çıkıyordu ve yalnız değildi. Korku ile telaş yeniden düşüncelerimle bedenime aynı anda hücum ederken olduğum yerde donup kaldım. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum, bulunduğum koridor sadece ileri doğru devam ediyordu.

Kararsızlık içinde etrafıma bakarken koridorun, seslerin geldiği tarafında arkası dönük bir biçimde Lord Bruce belirdi ve kalbim sertçe teklerken hareketsizce olduğum yerde kaldım. Neyse ki fazla geniş sayılmayan koridorun diğer koridora açılan kısmını bedeniyle görüşe kapatırken babası, "Birazdan hazırlanıp kale girişine gelirim. Evander'e son haberleri iletmesi için yanıma gelmesini söyle." dedi ve düz bir şekilde yürüyerek odasına çıkan kata yöneldi.

İçimdeki rahatlama azami boyutlara ulaşırken tüm vücudumun yine karıncalanmaya başladığını hissettim. Nefesim, bütün isteğime itaatsiz bir şekilde ciğerime hapsolurken güçlükle yutkundum. Yavaş yavaş arkasını dönen Bruce'un yabani zarafeti bana yine o ormandaki kurdun üzerime yürüdüğü anı hatırlattı ve zihnimde çakan bir şimşekle gerçeklik üzerindeki tüm bağımı koparıp bu sabah gördüğüm ama uyandıktan sonra kesinlikle hatırlayamadığım rüyanın içine savruldum.

Artık hatırlıyordum.

Bruce bana doğru bir adım attı. Aynı anda rüyamdaki simsiyah renkli kurt da bir adım attı. Gümüş renkli bir ok yağmuru üzerimize doğru gelirken parmaklarının arasından kan süzülen elimle uzanıp kurdun başına dokundum. Tüyleri ıslanırken hem elim daha fazla kanadı hem de yeşil gözlerini kapatan kurda bakarak güçlü bir tatmin duygusu hissettim. Göğüs kafesim sertçe sarsılırken gözlerim oraya çevrildi. Göğsümün üzerinde derin bir pençe izi vardı. Tüm kan oradan geliyordu ama acı hissetmiyordum. Sonra kurt gözlerini açıp sinirli bir şekilde hırladığında başımı çevirip arkama baktım.

Bruce bana doğru bir adım daha attı.

Ayağa kalktım ve ne yaptığımdan son derece emin bir şekilde giderek bize yaklaşan yüzlerce oka bakıp elimi yeniden kurdun başına koydum. Gözlerimi kapadıktan sonra bir adım geriye attım ve kendimi bu yeşil gözlü gece siyahıyla birlikte uçurumdan aşağı bıraktım.

Tüm duygularım birbirine girerken düşme hızımla eşit bir şekilde içinde bulunduğum dünyaya döndüm. Bruce son bir adım daha atarak aramızdaki mesafeyi kapattı ve bir elini başımın hemen yanına, duvara sabitlerken ne zaman buraya kadar geldiğini hiç anlamadığımı fark ettim.

Nefes almaya zorladığım ciğerlerim onun kokusuyla dolarken başım döndü ama gözlerini gözlerimden çekmedim.

"Mavi..." diye fısıldadı.

Bakışlarım onun yeşillerinde sabit kalmak için yoğun çaba sarf etti. Bana bir şey söylememi bekliyormuş gibi bakıyordu.

"N... Neden?" diyebildim sadece. Bahçedeki öfkemin beni terk ettiğini hissediyordum.

"Ne, neden?" diye sordu alaycı kaşlarını olabildiğince soğuk bir şekilde kaldırırken. "Yoksa yine yolunu mu kaybettin?"

Fena halde yutkunma ihtiyacı hissettim ama aynı zamanda da ağzım kurudu. "Bahçedeki..." dedim son sorusunu duymazdan gelerek. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdikten sonra açıp devam ettim. "Bahçedeki yaptıkların... Bu yanlıştı ve-"

"Anlaman için..." dedi inanılmaz derecede sakin bir tonda sözümü keserek.

Şaşkınca gözlerimi kırpıştırdım. "Neyi?" Onun yarısı kadar soğuk kanlı konuşabilmek için neler vermezdim...

Sorumu duymamış gibi, "Bu kadar güzel dans edebildiğini bilmiyordum." dedi.

Neden konuyu değiştirdiğini deli gibi merak ettim ve dişlerimi sıkmamak için kendimi zor tuttum. "Ben de böyle bir yönün olduğunu bilmiyordum." dedim beklemediğim kadar düzgün bir tonda ve, "Şimdi... Neyi anlamam için?" diye üsteledim.

"İyi." dedi yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırırken ve fısıldadı. "Artık öğrenmiş oldun."

Kalbim teklerken hala soruma bir cevap alamamış olmanın hezimetini yaşıyordum ama fısıltıyla konuşmasının aklımı başımdan aldığı da bir gerçekti.

Düşüncelerimin fazla dağılmasına engel olmaya çalışarak, "Ben..." diye söze girdiğim sırada yine sözümü kesti.

"Anlaman bu kadar mı zor?" derken boştaki eliyle çenemi tuttu ve başımı hafifçe kendine doğru kaldırdı. Kalbim hızlanırken gözlerini gözlerimden çekmedi. "Seni her saniye aslında ne kadar istediğimi. İçimdeki arzunun ne denli tahammül edilemez seviyede olduğunu..."

Tüm vücudum yoğun bir sancı eşliğinde kavrulurken biraz daha eğildi. "Aşağıda..." diye fısıldadı. "Beni arzuladığını biliyorum."

Sonra elini enseme doğru kaydırıp sırtımdan aşağı yeni bir ürperti süzülmesine sebep olarak beni hafifçe kendine çekti ve inanılmaz derecede yumuşak bir şekilde öptü. Kalbim o birkaç saniye içinde atmayı bırakırken yere düşmemek için kendimi zor tuttum.

Dudakları dudaklarımdan ayrıldığında konuştu. "Bilmen gerek ki, ben seni her saniye işte o andan daha fazla arzuluyorum."

Hala kapalı haldeki gözlerimin ardında simsiyah bir kurdun fazlasıyla tanıdık yeşil bakışları belirdi. Hiçbir şeyi Bruce'un dudaklarının benim dudaklarımdan ayrılmamasını istediğim kadar dilemediğimi fark ettim.

Onun tarafından arzulanmak benim hayallerimin dahi çok ötesinde bir şeydi. Bahçedeki tüm iradelerimden yoksun halim gözümün önüne geldi. Nasıl bundan daha fazla istenebilirdim?

Öyle bir şey mümkünse bile, Bruce buna nasıl dayanabiliyordu?

Alnını alnıma dayarken ensemdeki elleri yine yakıcı bir iz bırakarak oldukları yerden ayrıldı ve güçlükle gözlerimi araladım.

"Harika dans ediyorsun." dedi düşük bir fısıltıyla. "Ve belki de... Benimle de dans etmek isteyebileceğini düşündüm."

Cümlesi bittikten sonra alnını alnımdan ayırdı, başparmağı çenemde gezindi. "Çünkü aşağıda dahil olduğun şey, benim dansımdı."

Gözlerimi kapadım ve beni yeniden tutkuyla öptü. O anda kalbim atmayı bıraktı ve tüm düşüncelerim, söylediği şeyi idrak edebilmekten fazlasıyla uzak yerlere savruldu. İçinde bulunduğumuz şato alev aldı ve işte o anda birisini her şeyden fazla arzulamanın ne demek olduğunu anladım...

Dudakları dudaklarımdan ayrıldığı anda soğuk bir rüzgarın da üzerime estiğini hissettim. Nefesim düzene girmek için göğsümü hızlı hızlı kaldırıp indirirken Bruce'un dokunuşları yavaşça kayboldu. Sadece ve sadece üzerimdeki yakıcı etkileri olduğu gibi duruyordu. Gri bir kum fırtınasında savrulan düşüncelerim, kalbimin etrafındaki ağır sıcaklığı da alarak geri geldi ama bu, o kadar da kısa sürmemişti.

Uyuşan bedenim çözülmeyi reddederken
güçlükle göz kapaklarımı araladım.

Bruce, gitmişti...

Bu soğuk, koyu sarı taşlarla döşeli koridorda sadece ben ve düzene girmeye çalışan nefesimin yankıları vardı. Gözlerimi yeniden kapatıp başımı arkaya yasladım. Bir gün için fazla Lord Bruce'a maruz kalmıştım ama anlamamak mümkün değildi. Bruce, beni Lord Henson ile dans ederken görmekten fena halde hoşlanmamıştı... Ellerim gayri ihtiyari enseme doğru gittiğinde elbisemin kapalı düğmesi elime geldi. Kaşlarımı çatarak gözlerimi açtığımda biraz daha aşağı indim ama her iki düğme de iliklenmişti. Bruce, bana hiç hissettirmeden üzerimde böyle her şeyi yapabiliyor muydu yoksa ben mi o etrafımdayken fazlasıyla hissedebilme yetisinden uzak hale geliyordum? Yüzüme hafif bir gülümseme yayılırken gözlerimi yeniden kapadım ve onu, tenimi sızlatacak kadar güçlü bir arzuyla yeniden yanımda istedim.

Ama biliyordum ki yapabilecek hiçbir şeyim yoktu ve olanlar sahiden de ayak uydurabileceğimden fazlasıydı.

Bruce, benimle kendi dansını edip gitmişti...

**

**

**

Karşılama kutlamasının sesleri pazarın kale kapısının olduğu tarafa bakan çıkışına kadar geliyordu. Gayda sesleri, çocuk kahkahaları, mutlu şarkılar...

İnsanlar coşkuluydu, bense karmakarışık ve korku doluydum.

Adımlarım kararsızca kalenin ana girişine doğru giderken tepemdeki güneş, giderek daha da yükseliyordu. Henüz öğlen olmamıştı ama tahminimce bir saati vardı.

Bruce ile yaşadığım sıra dışı iki ayrı bir araya geliş, hala zihnimi allak bullak ediyordu ama şimdi bundan daha önemli bir meselem vardı. Yaklaşık iki haftadır beklediğim lord, sonunda kaleye geliyordu. Ve belki de buradaki hayatımın sona erip ermemesi buna bağlıydı. Şimdilik hesaplarımın arasında Lord Ronin'i uzaktan görmek ve sonra da eve dönmek vardı çünkü Lord Henson onun burada bulunduğu iki hafta boyunca şatoya uğramamamı söylemişti. Ama yine de ne olacağı belli olmazdı.

Kutlama alanına iyiden iyiye yaklaştıkça kalp ritmim düzensizleşiyordu. O kalabalığın içinde beni görebileceğinden değildi ama kendimi onu görmeye hazır hissetmiyordum. Derin bir nefes alarak mutfaktaki çalışanların bir arada bulunduğu kısma doğru yürümeye koyuldum. Kale kapısının baykuş figürlü devasa kapısının iki yanına dağılmış ve giriş kısmını boş bırakmış kalabalığın sağ tarafındalardı.

Tam gözlerimle Minnel veya Abigail'i aramaya koyulmuştum ki birinin beni bileğimden tutmasıyla olduğum yerde durup merakla arkamı döndüm. Lord Henson'dı. Yüzünde biraz şaşkın, çokça da kızgın bir ifade vardı.

"Burada ne işin var?"

"Şey..." diye kekelediğim sırada bileğimi bırakıp ellerini hesap sorar bir tavırla önünde birleştirdi. "Lord Ronin'i görmek için gelmiştim."

"Demek Lord Ronin'i görmek için gelmiştin." dedi kaşlarını onay bekleyen bir şekilde kaldırarak. Masumca başımı evet anlamında salladığım sırada yeniden ciddileşti ve sert bir tonda sordu. "Benimle dalga mı geçiyorsun Euphemia? Seni görebilir."

"Etraf çok kalabalık Lord Henson ve-"

Sözümü kesti. "Ve ne, Euphemia? O seninle aynı yerden geliyor. Farkında değil misin?"

Kaşları fena halde çatılmıştı. Ne diyeceğimi bilemeyerek, "Sadece yüzünü görüp gideceğim." diye konuştum. "Söz veriyorum. Beni iki hafta boyunca görmeyeceksiniz."

"Hayır." dedi etrafa hızlıca göz gezdirdikten sonra. "Bu riski alamayız ve-"

"Henson!"

Lordun sözü arka tarafından gelen kadın sesiyle kesildiğinde ikimiz de merakla oraya doğru baktık. Leydi Larena yüzünde mükemmel bir gülümsemeyle bize doğru geliyordu. Lord Henson ve ben çok kısa bir süre boyunca göz göze geldik ve o gözlerde gördüğüm ifade kesinlikle hemen gitmem gerektiğini söylüyordu.

"Ne güzel bir sürpriz." dedi Leydi Larena, hayatımda gördüğüm en güzel siyaha sahip saçlarını zarif bir hareketle arkaya atıp biçimli boynunu açıkta bırakırken. Yeğenine doğru döndü. "Geçen gün beni tanıştırdığın arkadaşın, öyle değil mi?"

Bu kadının nasıl bir hafızası vardı böyle? Bahsettiği gün benim Lord Henson ile tanıştığım gündü... Kafamdan aşağı içki döküldüğü günü saymazsak beni başka bir yerde görmemişti. Aslında fazla şaşırmama da gerek yoktu. Kalenin baş şifacısı olmak için bu kadar mükemmel bir hafıza zaten olmazsa olmazdı.

"Leydim..." dedim saygıyla eğilirken.

Lord Henson, "Hala, arkadaşım da tam gidiyordu." dedi bana bakarak.

Leydi Larena üzgün bir şekilde, "Öyle mi?" diye sordu bana dönerek.

"Malesef, efendim." dedim gerçekçi bir üzüntüyle. "Baş aşçı beni diğerlerinin yanında görmezse sinirlenebilir."

Başını anlayışlı bir şekilde salladı. "Peki." Sonra gülümsedi. "Görüşmek dileğiyle..."

Ben de onun gülümsemesine karşılık verip ikisine de saygıyla eğildikten sonra Lord Henson ile göz göze gelmemeye çalışarak arkamı döndüm ve oradan uzaklaştım. Çünkü göz göze gelirsem benden sözsüz olarak gitmemi isteyeceğini biliyordum.

Doğrudan mutfaktaki arkadaşlarımın bulunduğu tarafa doğru ilerledim. Ve Lord Henson'ın beni görmeyeceğini umdum. Sonunda yanlarına ulaştığımda hemen Abigail'i buldum. Bana neşeli bir şekilde baktı ve, "Euphemia! Buradasın." dedi. Gergin gözükmeme çalışarak gülümsedim. "Evet, köpeğini buldun mu?"

Başını olumlu anlamda salladı. "Neyse ki..." Sonra kalabalığın en önündeki baş aşçıya bakarak güldü. Ona yakalanmadığı için fena halde şanslıydı.

Birkaç dakika boyunca oradakilerle konuştuktan ve gerginliğimi dindirebilmesi için gayda seslerine kulak verdikten sonra duyulan güçlü bir erkek sesiyle herkes yavaş yavaş sustu. Ne dediğini anlamamıştım ana emir gibi bir tondaydı ve tüm gaydalar aynı anda düz bir sesle çalmaya başladığında gözümü kapı tarafından ayırmadım.

Ne taraftan geldiğini kestiremediğim erkek sesi tekrar, "Açıl!" diye yankılandığında devasa kale kapılarının büyük sürgü kilitleri hareketlendi. Çalan müzik, tekdüzelikten hafif melodiyle doğru geçiş yaparken herkes yavaş yavaş açılan kapıya doğru bakıyordu. Sessizlik yerini yeniden konuşmalara bırakmaya başladığında ellerimin titrediğini hissettim ve gözlerimi ağır ağır kapının girişinden yaklaşık otuz adım ileride durmuş Kont Ranald ve ailesine çevirdim. Lord Bruce da oradaydı ve kesinlikle hiç zorlanmadan fark ediliyordu.

En önde Kont Ranald ve yanında kardeşi Komutan Escanor duruyordu. Henson, Bruce, Leydi Larena ve komutanın eşi, onların hemen arkasında bekliyorlardı.

Derin bir nefes almaya çalışıp gözlerimi yeniden artık sonuna kadar açılmış kapıya çevirdim. Ve o sırada Lord Ronin, uzun beyaz yeleleri savrulan siyah atının üzerinde yavaşça kapıdan içeri girdi. Arkasından da ikili sıralar halinde onun adamları olduğu belli olan askerler girdi ve kalabalık neşe içinde bağırmaya başladı.

Kirli sakallara, hafifçe uzamış, yer yer bukleler halini almış kahverengi saçlara sahip lord en az kardeşi ve kuzeni kadar kusursuz yüz hatlarına sahipti. Asil atının üzerinde dik bir şekilde oturuyordu ve bu sayede kalıplı vücudu daha da göze çarpıyordu. Parıltılı gözleri doğrudan tam karşısında yer alan ailesine kenetlenmişti.

Kalbim göğüs kafesimin içinde sertçe teklerken lord gülümseyerek onların yanına doğru ilerledi ve tam önlerine geldiğinde atından indi. Boyu en az Bruce kadar uzundu, belki birkaç parmak kısa olabilirdi ama omuzlarının genişliği ve kilosu neredeyse tamamen onunkiyle aynıydı.

Lord Ronin, belindeki kılıcı çıkarıp Kont Ranald'ın biraz ilerisinde toprağa sapladı ve kılıcı bırakmadan yere diz çöküp başını saygıyla eğdi.

"Kontum."

Tok sesi az da olsa bulunduğum yere kadar gelmişti. Güçlü ve akılda kalıcı bir sesti. Sessizleşmiş kalabalık pür dikkat bu karşılama selamını izlerken kont takdir dolu bir ifadeyle bir adım atıp elini, artık kendi oğlu gibi gördüğü çok açık olan bu lordun omzuna koydu ve, "Evine hoş geldin." dedi yüksek bir sesle.

Lord yüzünde, kardeşininkine çok benzeyen bir gülümsemeyle ayağa kalkarken topraktan çekip çıkardığı kılıcını yerine koyduktan sonra amcasıyla sıkıca sarıldı.

Gözlerim yavaş yavaş gökyüzüne çevrildi ve benim ilk kez görmüş olduğum bu adamın da beni daha evvel görmemiş olması için yalvardım. Etraftaki kalabalık neşeli bir şekilde lordlarının ismini bağırırken gökyüzünde daireler çizerek tepemizde dönen Nae'yi izledim.

Muhteşem görünüyordu. Kalabalıktan soyutlanmış halde dakikalarca onu izledim. Aslında gitmek istese gidebilirdi, özgürdü. Ama neden gitmediğini biliyordum. Onu burada tutan bir şey vardı. Biri... Rüzgara hükmeden güçlü kanatlara rağmen bağımlı olduğu biri...

Ve o an, Nae ile ortak noktamızın ne olduğunu buldum. İkimiz de kelebeklerin ateşi terk edemediği gibi Bruce'u terk edemiyorduk... Güçsüz değildik, sadece uzaktayken yarımdık...

Gözlerim bu düşüncenin etkisiyle yavaş yavaş yeniden ortadaki kalabalığa indi ve bakışlarımı yine nereye gitsem beni bulan bir çift orman yeşili karşıladı. Kalbim, göğüs kafesimin içinde sertçe tekledi.

Weiterlesen

Das wird dir gefallen

AŞIK CİNİM Von Gece....

Historische Romane

98.9K 3.9K 37
Nefret ettiği bir insanoğluna aşık olmuş bir cin aşık bir cini olan kız Peki sizce bu aşka ne olacak başlamadan bitecekmi yoksa büyük bir yasak a...
267K 36.2K 50
Geçmiş hayatınızı yaşama şansınız olsaydı ne yapardınız? On yıllık ilişkisi büyük bir ihanet ile son bulduğunda Eda artık bir gerçeği kabul etmek zor...
3.4K 126 6
Aladdin Ali ve gonca'nin zorla barış için evlendirilmesi ve onun ardından yaşanan olaylar
Sahip Von L.U.Tess

Historische Romane

2.2M 89.2K 39
Aldığı kölelerle bir gece geçirip saraydan gönderen acımasız bir Şehzade... Ve Yıllardır eziyet çeken bahtsız bir köle.. Yolları bir gün kesişirse ne...