MELÂL

By snmnurgyk

2.9M 130K 110K

Kanla kazıdığın kelebek dövmesinin üzerini çizdir. Noktalı virgülle değiştir. Bu, devam edecek gibi değil ama... More

《TANITIM》
《1》'KARA GÖZ'
《2》'ŞİZOFREN'
《3》'BELİRSİZ SURET'
《4》'KARANLIK KUTU'
《5》'ZARFDAKİ GİZEM'
《6》'CÜRETKAR HADSİZ'
《7》'RUHSUZ BEDEN'
《8》'UÇURUMDA HAYALLER'
《9》'KATİL'
《10》'ACININ GEÇMİŞİ'
《11》'BEDENSİZ RUH'
《12》'PAÇAVRA'
《13》'DARAĞACI'
《14》'RUH SANCISI'
《15》'FERYAD-I İNTİHAR'
《16》'SON ÖLÜM'
《17》'EHVENİŞER'
《18》'VİCDAN MEZARLIĞI'
《19》'ELFİDA'
《20》'GERÇEK SANRI'
《21》'RUHSAL ŞEYTANLAR'
《22》'ARAF ÇIKMAZI'
《23》'ÖLÜM MAKAMI'
《24》'KÜL BEBEK'
《25》'RUH İZİ'
《26》'GERÇEK ÖLÜLER'
《27》'ÖLÜLER PUSULASI'
《28》'ÖLÜM ÇANLARI'
《29》'KALBE NEFRET RUHA YAS'
《30》'BUGÜN ÖLÜ, YARIN GÖMÜLÜ
《31》'ORTADA OLAN CANINSA'
《32》'MİNERVA'
《33》'KOR GERÇEK'
《34》'DÜŞÜNMEDEN'
《35》'KANDAN CANA'
《36》'ÖLÜMLE OYUN'
《37》'İRTİHAL
《38》'KAR KÜRESİ'
《39》'KAMELYA'
《41》'YARIMSIN'
《42》'DUY İSTEDİM'
《43》'ENSENDEYİM'
《44》'HARABE'

《40》'YİNE BANA GEL'

32.3K 2K 1.9K
By snmnurgyk

SELAAAM!

DEPRESYON DELİSİ GELDİİİİ

ARTIK YORUMLARINIZ İÇİN YAZIYORUM BÖLÜMLERİ, BENİ MOTİVE EDİYOR DEMEKTEN DİLİMDE TÜY BİTTİİİ

LÜTFEN YORUM YAPIIIIN, BÖLÜMÜ BİRDEN FAZLA OKUYORSANIZ O ZAMAN YAPIN MESELA. BEN DE YORUMLARINIZI OKUYAYIM.

ŞİMDİ BÖLÜMEEEE!

OY VERMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN.

KEYİFLİ OKUMALAR
SNMNURGYK

Yangını gizleyemezsin. Ateşi vardır,
ışık saçar. Kalbin yanıyorsa da olmaz, göz yaşların akar. Ancak ruhun isle karardıysa gözlerin bir şeyleri anlatamaz. Yalnızca için yanar.

Bu sefer de yanıyordum. Cayır cayır. İlk değildi kalbimin yangını belki ama bu sefer çok farklıydı. Acıyı da tatmıştım fazlaca ancak acısı bile ölümdü. Ölmek gibiydi.

Yağmur, bedenimi ayakta tutan kişiydi şimdi. Belimdeki koluyla ilerlememi sağlıyordu. Halbuki belimdeki el hep Baran'ın olurdu. Bu his bile boşluktu.

Aras'ın sözleri üzerine hızla çıkmıştık mekanın kapısından. Ön girişteydik. Etraf oldukça kalabalıktı. Çoğu kişi yerinde, soğuktan titreyerek ne olduğunu anlamaya çalışıyor, sigara içiyordu. Bazılarının dedikodusunun kokusu genzime çarpmıştı. Duymuyordum belki ancak çok açıktı. Üzerimdeki bakışları yok sayarak hafif eğilen belimle ilerletiliyordum.

Adımlarımızı kesen önümüzde duran araba olmuştu. Vale arabayı getirmiş, başını eğerek hızla yanımızdan uzaklaşmıştı. Yağmur önce beni koltuğuma yerleştirdi. Esen rüzgar saçlarımı dağıtırken zihnimde dağılmayan anılarla kaldırdım başımı. Mekanının girişine baktım. Çıkar, gelir diye bekledim belki de.

Gelmedi. Üstüne kapı sertçe kapatıldı. Demirin çarpma sesi kulağıma, etrafa yayılan sinirin şiddeti ise üzerime bulaştı. Bana gel, dese gidecek miydim? Beklentiler gebeyse doğum hayal kırıklığı olur çoğu zaman. Beklentin varsa kırılırsın. Kırılmıştım.

Aras engellemiştir belki, iç sesimin bu cümlesine kulak verdim. Ardından kulaklarımı arabanın motor sesi doldurdu. Yağmur sürücü koltuğuna yerleşmiş, ilerlemeye başlamıştı. Çok hızlı değildi ama yavaş hiç değildi. Yolun ne kadar süreceğini bilmiyordum. Ve artık dayanamayacaktım. Saatlerce ağlamak istiyordum. Hüngür hüngür, nefesim, göz yaşım kesilene kadar.

"Ah canım benim, yanındayım tamam mı? Ne olursa olsun, hep yanındayım."

Yağmur elini omzuma koyarak konuştuğunda ağlamamak için genzime dizdiğim taşlar domino taşı oldu, yıkıldı. Göz yaşlarımı da yoluna kattı. Ağlıyordum şimdi. Derin, içli bir hıçkırık kaçmıştı dilimden. Ses çıkarmamak için kendimi kastıkça saçma sapan sesler dağılıyordu etrafa. Daha katlanılmaz bir hal alıyordu.

"Ağla, ağla bebeğim. Kasma kendini. Dök içindekileri. Ben sana yabancı olmayı hiç istemem. Rahat hisset yanımda, lütfen."

Yağmur'un sözlerini dinliyordum. Cevap veremiyordum çünkü geçmişe mahkum olmuştum, yeniden. Başka bir zaman demiştik, değil mi? O kadar isterdim ki Baran'ın erkek arkadaşım olmasını, tartıştığımız için arkadaş grubumuzun bizi sakinleştirmesini. Ama öyle değildi. Yağmur, Soykan'ın en yakın arkadaşlarından birinin kardeşiydi. Onların safındaydı. Ben yalnızdım. Uzun zamandır hissetmemiştim bunu ancak şu an farklıydı.

Ne ben arkadaşımın yanındaydım ne de Soykan arkadaşlarının sakinleştirip orta yolu göstereceği kişiydi.

Keşke, keşke Nefes burada olsaydı. Yağmur'u kıskanırdı benden. Onunla konuştukça çimdiklerdi. Yağmur bir şeyler anlatırken göz devirirdi. Neden oradayız, bize gidelim, derdi. Beni zaten çok seviyordu da Yağmur'u da severdi.

Tüm bunlar daha çok ağlamama sebep olmuştu. Yaramaz bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Suçlu hissettirilmiştim. Halbuki hiçbir şey yapmamıştım ki. Çıkıp gideceğim bir yer yoktu. Gidemezdim. Yalnızca insanların yardımını kabul edebilirdim. Bu boynumu büküyordu. Kendime yetmiyordum. Böyle hissetmemin sebebi Yağmur'un yanında olmamdı belki de. Soykan'la olan kavgamız evde gerçekleşseydi böyle hissetmeyecektim.

Kırıldım. Kırıldım işte, bunu fark etmek çok mu zordu? Tuvalete geldiği sakin haliyle konuşabilirdi benimle en baştan. Canımı yakacağını, beni kıracağını tahmin edebilirdi. Olmadı. Yapmadı. Kırdı.

Yarım saat süren yolculukta, göz yaşlarımın birbirine girdiği anda Yağmur kucağıma bir mendil kutusu bıraktı. Yol uzadı, ben ağladım, Yağmur da benimle birlikte ağladı.

Şimdi evlerinin önündeydik. Yağmur, çantasından çıkardığı anahtarla kapıyı açmış, geçmemi bekliyordu. Vakit kaybetmedim. Hızla geçtim içeri. Peşimden geliyordu Yağmur, boş evde yalnızca ayakkabılarımızın topuk sesi yankılanıyordu.

"Mira gel canım benimle yukarıya. Hemen sana rahat kıyafetler vereyim. Sonra da sabaha kadar dertleşir, konuşuruz. Ağlarken uykuya dalmana izin vermeyeceğim."

Yağmur itiraz kabul etmediğini belli eden bir sesle önümde ilerliyordu. Mesela şu an kafa dağıtmadan dönmüş, birlikte kalacak arkadaşlar da olabilirdik ancak bizim evrenimiz farklıydı. Ve ben artık başka bir evreni düşünmeyi reddediyordum.

"Hiç zahmet etme. Benim için sorun değil. Elbisey-" Cümleme devam ediyordum ki hızla adımlarını durdurdu Yağmur ve bana döndü. Kaşlarını çatmış, sinirlendiğini hissettirmek ister gibi bakıyordu.

"Elbiseyle mi yatacaksın? Saçmalama. Beni daha tanımıyorsun. Gerekirse seni duşa sokar, foşur foşur yıkar, giydiririm. Kıyafet vermek mi zahmet? Gel peşimden çabuk!" Her ne kadar sinirli olmaya çalışsa da o merhametli tarafı ağır basıyor, sesi bile kayıyordu. Bu tavrı da aylardır görmediğim bir diğer arkadaşımı aklıma getiriyordu. Ona benziyordu.

"Teşekkür ederim Yağmur." Minnetle çıkmıştı sesim ve bunu gizlememe gerek yoktu. Hissettirmek istemiştim. "Ne teşekkürü yaa! Ben teşekkür ederim bana güvendiğin için."

Gözlerimi kapatıp açarak onayladım onu. Hızla yukarı çıktık. Yağmur odasına girdiğinde ben de onu takip ediyordum. Vakit kaybetmiyor, aceleyle ayarlıyordu her şeyi. Kendine ve bana kıyafet ayarlamış, kendininkileri alıp çıkmıştı. Yatağın üzerine bıraktığı gri eşofman, koyu yeşil, bol sweat ve beyaz çorapları hızla giymiştim üzerime.

Elbiseyi ve ayakkabıları çıkarmam o kadar kısa sürmüştü ki bu kadar rahatsız ettiğinin farkına bile varmamıştım. Odadan çıkmadan önce elbiseyi, eldivenleri ve ayakkabılarımı bir kenara bırakmıştım. Kartı ise eşofmanın cebine koymuştum.

Merdivenleri iniyordum büyük adımlarla. Yağmur ve Taha'nın evi daha çok aile evi gibiydi. Aile evi sıcaklığı vardı. Büyük cam perdeyle örtülüyor, hemen karşısında da yemek masası bulunuyordu. Oturma alanı da şöminenin karşısında duvarlı bölümdeydi.

Işığın rengi bile sıcaklık katıyordu. Gerçekten bir arkadaşımın aile evinde gibi hissediyordum. Sıcaktı, samimiydi. Kendi gibi...

İncelemelerim ve düşünmelerim eşliğinde merdivenleri bitirmiş, oturma bölümüne geçmiştim. Yağmur oradaydı ve geldiğimi fark edince ayaklanmıştı.

"Yeşil ne kadar yakışmış ya! Kusura bakma benim pijama kültürüm daha çok gecelik gibi o yüzden sweat, eşofman verdim." Yağmur'un mahcup çıkan sesini hızla bastırdım. "Hiç önemli değil. Fark etmez benim için." Kendi de gri sweat ve siyah bir eşofman giymişti. Makyajını da temizlemişti. Duru güzelliğiyle karşımda duruyordu. Ben de kendime kızıyordum. Yüzümü yıkamak asla aklıma gelmemişti.

Geldiğim için kalktığı koltuğa kendini bıraktı Yağmur ve benim de oturmamı söyledi. Ayaklarım o kadar ağrımıştı ki kalbimin ağrısından şimdi idrak edebilmiştim. O yüzden vakit kaybetmeyerek karşısındaki koltuğa oturdum. "Rahatsız değilsin değil mi? Oldu kıyafetler, sorun yaşıyorsan değiştirebiliriz." Büyük ihtimalle yüz ifademden bunu çıkarmıştı ancak benim yasım başkaydı. Onunla hiç alakası yoktu. Ve bence Yağmur da çok farkındaydı. Bilerek yapıyordu.

"Hayır, hayır. Gayet rahat. Benim kafam başka yerde biliyorsun."

"Biliyorum bebeğim ama ne yapayım? Ne diyeceğimi bilmiyorum. Daha önce bir gece geçirecek bile vaktimiz olmadı belki ama ben sana çok şey borçluyum. Hayatımın devamını borçluyum. Çıkmaza düşmemi engelleyen kişi sensin. Sen beni o pisliğin elinden kurtardın. O yüzden dedim sana. Ne olursa olsun. İsterse Baran abi benim öz abim olsun, gerçi farkı yok da, yine senin yanında olurum. Ben buradayım."

Samimiyetle dökülmüştü bu sözler dilinden. İnanıyordum ona. Çok kısa bir zamandı belki ama Yağmur aralarındaki en masum kişiydi. Bildiklerim bunu gösteriyordu. Bilmediğim var mı bilmiyordum. Sadece kalkıp bana sarılmaz umarım diye dua ediyordum. Oğlak burcuydum ben. İnternette ne yazıyorsa o kişi bendim. Belki de bu yüzden bu kadar inanmıştım gerçekliğine, benim gibi olanların varlığı alıştırmıştı beni buna. Birini canımı verecek kadar severim ama ona sarılıp şapur şupur öpemem, sarılamam, sevgi sözlerini duraksamadan sıralayamam. Eksik hissettiririm, sevgisiz hissettiririm ancak tırnağına zarar gelse evreni yakacak olan benim.

O yüzden kimse bana sarılmasın isterim. Şu an sarılsa ağlarım gerçi. Dayanamam. Ellerim direkt kollarını bulur, uzaklaştırmak ister, başım eğilir, kenara çekilir, yüzümü gizlemek ister. Böyleyim. Bu benim.

"Hissediyorum. İçini rahatlatır mı bilmiyorum ama samimiyetini, varlığını hissediyorum. Yalnızca kolay açılamıyorum. Konuşamıyorum, anlatamıyorum. Ve olduğum duygu halinde yapayalnız olmak istiyorum, hep."

Yerinden kalktı Yağmur, sözlerim üzerine. Hızla hemen karşımdaki yerini aldı. Ellerini beline koyarak kızgın teyzeler gibi konuşmaya başladı.

"Ben seni açarım. Hiç sıkıntı etme. Ben de çekingenim ama kanım kaynasın yeter. Sen fokurdatıyorsun. O yüzden yapayalnız falan kalmıyorsun. Beni sevmen için maymunluk bile yaparım ama ağlayarak uyumanı istemiyorum. Dertleşelim. Konuşalım. Bu kötü olayı değerlendirip birbirimizi tanıyalım. Şimdi ben gidip bize atıştırmalık şeyler hazırlayacağım. Hiç itiraz etmek için harekete geçirme yüzünü. Alkol sevmiyormuşsun, içtiklerin mideni bulandırır birazdan. Mideni bastıralım. Sonrasına bakarız."

Sözlerini nefes almadan sıraladı Yağmur. Ardından hiç beklemediğim bir şey yaparak eğildi ve yanağıma bir öpücük kondurup kıkırdayarak hızla uzaklaştı.

Ah Nefes, canımın içi... O da yapardı böyle. Sonra da bağırırdı.

'Kızım kaç senelik arkadaşız bir kere öpmedin beni'

'Tamam, öpmeyeceğim sulu sulu. Keşke sen de öpsen beni. Geçen de dudaklarını zor değdirdin.'

'Bırak da sarılayım ya! Bir kere doyasıya sarılmadık senle. Sen beni sevmiyorsun.'

Bir bilsen kendi başımı feda ederdim senin için. Ya ölürdüm ya da öldürürdüm senin için.

En çok da kanıma dokunan, annemin eski aşkının kurbanı olmalarıydı. Sırf arkadaşım diye kesilmişti başı. Sırf canım yansın diye canı yakılmıştı. 'Ben tek başıma çürüyeceğim yaa,' derken bulduğu yol arkadaşıyla gömülmüşlerdi. Ölmüşlerdi. Benim yüzümden, işte bu gerçek adamı delirtirdi. Deliler hiçbir şey bilmeyenler miydi? Aksine bildikleriyle öldürülenlerdi.

Ağlıyordum işte. Toparlanmam lazımdı. Belki Yağmur erken gider de ağlarım sessiz sessiz, diyordum ama yanımda olmak istiyordu. Ne yapabilirdim ki? Ne yapacaktım ben? Bacaklarımı kaldırıp dizlerime dirseklerimi dayadım. Ardından avuçlarımı yüzüme kapatıp sessiz sessiz ağladım. Ne kadar zaman geçtiğine dair bir fikrim yoktu ancak adım seslerini duyuyordum.

Hemen göz yaşlarımı kuruladım. Aktığını düşündüğüm rimeli göz altlarımdan sildim. Bacaklarımla bağdaş kurarak Yağmur'u görmeyi bekledim. Elindeki iki küçük tepsiyi dökmemek için çaba sarf ederken adımlarını önümde durdurdu. Gri renkli tepsiyi elime uzatarak konuşmaya başladı.

"Ayşe teyze mercimek çorbası yapmış. Yani görevli kişi. Onu ısıttım biraz. Yanına da bir dilim dost yaptım. Mideni bastırır. Çorba için de ekmek var. İtiraz etme, ye lütfen. Kaç saattir oradayız zaten. Acıyan yer ayrı açıkan yer ayrı." Gözlerimi kaldırıp baktım gözlerine. Buraya gelirken içimde oluşan o yalnızlığı sanki kırk yıllık arkadaşımmış gibi davranarak bastırmaya çalışıyordu ve başarıyordu da.

"Teşekkür ederim Yağmur. Yemeye çalışacağım."

"Teşekkür yok. Yaptıklarıma teşekkür etmek yerine karşılık vermen daha iyi benim için. Ye mesela onları, yeter bana." Tatlı sesinden çıkan cümlelerini bana göz kırparak bitirdi ve koltuğuna geçip oturdu.

Ben ise yalnızca gülümseyerek karşılık vermiştim ne kadar zor olsa da. Kucağıma yerleştiğim tepsiyle bakışıyordum. Mercimek çorbası... Ekmek de vardı. Burnumun ucu sızlarken kafamı hafifçe sallayarak odağımı değiştirdim. Soykan'a hazırlamak istediğim yemekleri düşünmemeliydim şu an ya da mercimek çorbasını nasıl yediğini.

Onun aksine ben büyük parçalar atmıştım çorbanın içine. Az koymuştu zaten Yağmur. Acıktığımı mideme bir şeyler girince fark etmiştim. Saat gece yarısını geçmişti belki de ve biz en son kahvaltı etmiştik.

Sıcak çorba iyi gelirken midemi bastırsın diye de tostun yarısını yedim. Kafamı kaldırıp Yağmur'a baktığımda hâlâ yediğini fark etmiştim. O yüzden onun bitirmesini bekledim.

Yağmur tepsisini koltuğa bırakıp karnını ovalamaya başladığında doyduğunu anlayarak ayaklandım. Hızla Yağmur'un tepsisine uzandım. "Ne yapıyorsun? Bırak, hallederim ben." Ellerimi engellemeye çalışarak konuşmuştu Yağmur.

"Mutfağa götüreceğim. Sadece tezgahın üzerine bırakacağım." İnanmasını isteyerek bakmıştım yüzüne. Kaldırdığı kaşları düşerken karşılık vermişti. "Tamam ama sadece koy ve gel." Gözlerimi kaparak onayladım onu. Aceleci adımlarımı mutfağa ulaştırdım. Elimdekileri tezgaha bırakıp belimi tezgaha yasladım. Düşünmek dahi istemezken ne yapacağımı, düşünmek için zorluyordum kendimi ve bu zıtlık başımı ağrıtacak kadar kuvvetliydi.

Ağlamak istemiyordum. Teselli edilmek zorunda kalacaktım. Gözlerimin dolmasını da engelleyemiyordum. Bir noktadan sonra patlayacaktım. Yalnız kalmanın şu an mantıklı olmadığını düşünerek birkaç parça peçete alarak çıktım mutfaktan. Adımlarımı kalktığım koltuğun önünde sonlandırdım ve oturdum. Bağdaş kurup ellerimi kucağıma bıraktım. Tırnaklarımı izliyordum şimdi. Ne diyeceğimi ya da yapacağımızı bilmiyordum. Zihnimde tek kaldığım anda saatler öncesini yaşıyor, ağlamak istiyordum ve zihnimde tek kalmaya mahkumdum.

"Canın yanıyor farkındayım ama Baran abi böyle biri değil. Bunu sen de biliyorsun. Belki benden çok daha iyi biliyorsun. Birini tanımakla aynı evde yaşamak aynı şey değil. Bu yüzden sen daha çok tanıyorsun. O, sana zarar vermez. Gözlerinin içi gülüyor sana bakarken isterse dudakları kımıldamasın. Çok gergindi, hepsi. Zor bir gün olacak demişti abim de. Kendini düşünüp düşünüp üzme, lütfen. Kriz geçirdi. Baran abi kolay kolay kriz geçirmez. Hatta hiç denecek kadar."

Yağmur nefes almadan bir çırpıda iletmişti cümlelerini bana. Beni ikna etmek ister gibi bir hali vardı. Ancak tüm bu sözlerin arasında yalnızca biri kafama takılmıştı.

"En son ne zaman kriz geçirdi ve neden?"

"Nedenini bilmiyorum. Biz hemen hemen altı senedir tanışıyoruz. Daha bir sene olmamıştı tanışalı ama abim hep yanındaydı onun. Ta o zaman geçirmişti. Daha da duymadım ve abim hâlâ hep yanında. Böyle bir şey olsa illaki duyardım."

6 sene önce geçirmişti yani. Nedendi acaba? Ben ne yapmıştım, o zaman sebep olanlar ne yapmıştı? "A bak şimdi aklıma geldi. Bir de ilk krizinden kısa bir süre sonra bir sene olmamıştı galiba. Abim apar topar çıkmıştı evden. Baran çok kötü ya kendini ya birini öldürecek, demişti. O zaman da çok zor sakinleştirmişler. Bir de bu vardı. Sadece bu kadar biliyorum. Abim detay vermiyor pek fazla."

"Ya ben hiçbir şey anlamadım ki! İkimiz birden kaybolsak şüphe çekerdi. Gözleri hep üzerimdeydi. Bir olay yüzünden garsonların gelmesini de engelledi. Gerçekten çok susadığım için kalktım. Senden isteyebilirdim belki ama kendimi kötü hissedecektim o an. Ve eminim sen kalktığında da yanıma biri gelir, yine ben kötü olurdum. Benim için problem sinirlenmesi ya da kıskançlıksa eğer bu, kıskançlığı değil. Sanki o adamın dokunmasını ben istemişim gibi beni suçladı. Ben buna kırıldım. O bunu hissetmedi bile."

Nasıl bu kadar uzun konuşmuştum bilmiyordum ama kendimi açıklamak istemiştim belki de. Sözlerine karşılık vermek ve konuşmak istemiştim. Ya kendini ya birini öldürecek cümlesini zihnimden yok etmek istemiştim.

"Çok haklısın. Haklısın ama onu hiç dinlemedik. Sen gittikten sonra müziğe rağmen sesleri duyulacak kadar yükseldi sesleri. Bir olay vardı masada. Kafasını çevirir çevirmez de seni öyle görünce kan beynine sıçradı işte. Haksız ama Baran abi kaybetmiş biri. Gözlerini çevirdiğinde seni göremedi. Gerisini sen düşünebilirsin zaten."

Beni de mi kaybettiğini sandı? Kaybolmasından korktuğun kişiyi bulduğunda böyle mi davranılırdı?

"Çok ağır konuştu." dedim gerçekten kırgın bir sesle. O zaman gözümde akan yaşın sıcaklığıyla irkilmiştim. Ağladığımı fark etmiştim. Hızla elimdeki peçeteyle göz yaşlarımı kurulamayı denemiştim. "Sinirle söyledi. Adrenalin düşünmeden konuşturur insanı." Yağmur sözlerime sakince cevaplar veriyordu ancak ben onun kadar sakin kalamıyordum.

"Sinirle söylenen sözler sakinken düşünülmüştür, diyorlar ama."

"Sakinken düşündüğün sözleri sürekli sinirlendiğin, affettiğin için, zarar vermediğin için pişmanlık duyduğun, böyle diyecektim işte, dediğin kişiye söylersin. Sizin aranızda böyle bir durum yok bence."

Mantıklıydı. Hatta çok mantıklıydı. Sakinken böyle demem lazım, dediğim hiçbir kötü cümleyi kırmaktan korktuğum kişiye söylememiştim. Peki o beni kırmaktan korkuyor muydu ya da Soykan günlerce düşünüp sonra söyleyecek biri miydi?

"Bilmiyorum Yağmur. Canımı yaktığını bile fark edemeyecek kadar sinirliydi. Çok kırgınım ama kızamıyorum. Neden, bilmiyorum."

"Onu tanıyorsun çünkü. Olayları ve olanları değerlendirebiliyorsun." Gözlerinin içine baktım Yağmur'un. Nasıl bu kadar yapıcı olabildiğine hayret ettim. Çok yönlü düşünebilmesine de hayran kaldım bir yerde. Yağmur ağladığımı görünce başını yana eğmiş ve dudaklarını bükmüştü. Ağlama, demek istiyordu belki de. Şevkatle bakıyordu yüzüme. Burnumu çekip göz yaşlarımı kuruladım bir kez daha.

"Aras'ın bahsettiği bir iğne var ya, sürekli kriz geçirmiyorsa o neden var?" Merak ettiğim bir diğer şey buydu.  Bastıra bastıra söylemişti çünkü bunu Aras. Konu dağılsın diye sormuştum ben de. "Baran abi boksör biliyorsun. Ve bunu yasal olmayan bir şekilde yapıyor. Kuralsız olduğu için öfkeleri çok yüksek oluyormuş her zaman. Kazansa bile o öfkeyi kontrol edemiyormuş maç sonunda. O yüzden bir nevi sakinleştirici. Sinir kat sayısını düşürmek için. Bazen de adrenalin vuruyorlarmış, beyni o andan çıksın diye. Abim anlattığı için biliyorum." Anladığımı belli edercesine kafamı sallamıştım.

Yağmur'u onaylarken içimden de kendimi onaylıyordum. Bana saldıran ajan bayıldığı yerden kalktığında adamı nasıl dövdüğünü hatırlamıştım. O zaman da öfkesi çok yüksekti ve bir iğne vurmamıştı. Hatta benim yanımda uyumuştu. Aynı şekilde ringe çıktığı gün. Gözü dönmüş, karakter değiştirmişti. Bambaşka biri vardı karşımda. Dönen gözü benliğini de götürmüştü. O gün de tuvalete yanıma gelmiş ve bana sarılmıştı. İğne vurulmamıştı.

Bunu düşünmeyi daha sonraya bıraktım. Geçiştirmek istemedim belki de. Şimdi Yağmur'un hep olayların dışında olmasını düşünüyordum. Hep 'abimden duyduğum kadarıyla' diyordu. Hiç kendi şahit oldukları yoktu, öyle görünüyordu.

"6 senedir birbirinizi tanıyorsunuz. Peki siz nasıl tanıştınız? Yanlış anlamanı istemem, sen hep olayların gerisindesin. Neden?"

Merak etmiştim ve sormuştum. Abisiyle birlikte tanışmışlardı. Öyle olmasa Taha ve Soykan daha uzun zamandır arkadaş olurdu. Yağmur sonra tanışmış olur, arkadaşlık süreleri aynı olmazdı. Peki neden Yağmur dışardaydı? Halbuki eşitlerdi. Taha ilk gün demişti ki 'Yağmur okulunu okuyacak' bu o zaman da takılmıştı aklıma. Merak ediyordum, hem onları tanımış olurdum hem de zaman geçerdi. Bu yüzden sormuştum.

"Biraz dramatik bizimki." Cümlesinden sonra acısını bastırmak ister gibi gülümsemişti Yağmur. Onu üzecek bir duruma mı sokmuştum? Gözleri de dolmuştu sanki. O yüzden konuşmasını engelleyerek araya girdim. "Üzüleceğin veya anlatmak istemediğin bir konuysa anlatma Yağmur. Kusura bakma, ben direkt sordum." Mahcubiyetle konuşmuştum. Yarasını deşmek istemediğimi iletmek istemiştim.

"Hayır, sorun değil. Yıllar öncesi, yaşanan çoğu şeyi hatırlamıyorum bile." Samimi bir şekilde onaylamıştı beni. Yüz ifadesi de bunu gösteriyordu. "Sen öyle diyorsan, dinlemeye hazırım." Sözlerime karşılık gülümsedi Yağmur. Ardından oturuşunu dikleştirdi. Küçük koltuk minderini kucağına koyup ellerini üzerine çıkardı ve konuşmaya başladı.

"Annemle babam ben 1.5 yaşındayken trafik kazasında ölmüş. Ben ikisini de tanımıyorum, hatırlamıyorum. Bizi de ananemlere bırakmışlar o gün. O yüzden bize bir şey olmadı." Sözlerine es vererek derince yutkundu. Her ne kadar gülen bir sesle konuşmaya çalışsa da dudakları titremişti. Ben, yaşayan birinin yokluğunu çekmiştim, o ise daha bebekken kaybettiği anne babasının. "Başınız sağ olsun. Tekrar söylüyorum. Senin için anlatması zor bir anıysa devam etme, lütfen." Yağmur cümlelerime kafasını iki yana sallayarak karşılık verdi.

"Sorun yok aşkım," Yağmur saçlarını kulağının arkasına sıkıştırarak dudaklarını araladı tekrar. "Neyse işte ben iki yaşına gelene kadar ananemde kaldık ama ananem çok yaşlıydı. Annemin acısına da dayanamadı, onu da kanserden kaybettik. Sonrası tam bir facia işte. Dayım olacak adam bizi evden atmış. Abim daha 7-8 yaşlarında. Benim kimliğim bile yok. Yıllarca sokaklarda kaldık. Parkta yattık. Çöpe atılan kıyefetlerle ısındık."

'Yağmur Bektaş. Güzel isim değil mi? Ben koydum.' Taha'nın cümleleriydi bunlar. İlk tanıştığımız gün söylemişti. Hatta soyadı için de aynı şeyi söylemişti.

"Abin ilk tanıştığımız gün senin adını kendi koyduğunu söylemişti. O yüzden miydi? Çok üzgünüm Yağmur. Hiç böyle tahmin etmemiştim."

"Evet," dedi buruk bir gülümsemeyle. Ardından devam etti. "İlk sokağa düştüğümüz zamanlar ben 2.5 yaşlarındayken çok yağmur yağıyormuş. Abimde küçük bedeniyle beni koca soğuklardan korumaya çalışıyormuş. Eskiye dair hiçbir şeyimiz kalmadı, isimlerimiz de kalmasın istemiş. Adımı Yağmur koymuş. Aslında bir ismim varmış. Annemler fırsat bulup bir türlü kimliğimi çıkaramamışlar. Sonra hiç vakitleri olmadı zaten, öldüler. İrem ve Kerem. Bunlarmış isimlerimiz. Annem uyumlu olsun diye koymuş. Ne kendi ismime ne de abimin ismine aşina değilmişim zaten bir bebek olduğum için. Ben zorlanmadım ama abim tüm bu sürecimiz çok zorlandı."

İrem ve Kerem.

Kimlik kaderi değiştirmiyordu maalesef. Neler yaşamışlardı, Yağmur ve Taha'yken de!

"Çok güzelmiş isimleriniz. Çok zor ya. Ne diyeceğimi bilemiyorum." Teselli edilmeyi sevmediğim gibi teselli de veremiyordum ben. Acısını hissediyor, kendimi yerine en iyi şekilde koyabiliyordum ama yaşamadığım şeyin tavsiyesini veremiyordum.

"Demene gerek yok ki. Gözlerin anlatıyor zaten. Diyorum ya ben hatırlamıyorum bile. Abim de hatırlamıyordur artık. Hiç lafını etmiyor, hissettirmiyor. Çok düşkünüz biz birbirimize bu yüzden. Onca zaman sokakta kaldıktan sonra kendimize eski, terk edilmiş bir harebe bulduk. Yarısı yıkık döküktü belki ama bir odası sağlamdı. Perdeleri bile vardı. Orada yaşadık bir süre. Mahallelilerin birkaçı bizi istemese de birkaç teyze çok yardım etmişti bize. Koltuk vermişlerdi mesela. Akşam yemek getiriyorlardı. Çocuklarıyla oynamamıza izin veriyorlardı. Çocuklarına olmayan kıyafetleri veriyorlardı. Ateşimiz evin içinde yanıyordu, is kokuyordu her yer belki ama sonradan sobamız bile olmuştu. Abim biraz daha büyüdükten sonra çalışmaya başladı zaten. Önce mahalle bakkalında çalıştı, akşam yiyeceklerimizi getirdi sonra başka mahallelere gitti. O evde yokken ben de  sobaya atmak için odun topluyordum ağaç diplerinden. Çöp kenarına bırakılan, evimize eşya olabilecek şeylere bakıyordum. Abim de kızıyordu. Gözünden bile koruyordu beni. Başıma bir şey gelecek diye ödü patlıyordu."

Belki de ailesiz olmalarının yanında bir evleri bile olmadığı için şu an evleri böyle sıcacık bir aile evi gibiydi. Şimdi aileleri de vardı. Kendileri birbirlerine yetiyordu zaten.

"İtiraf etmek gerekirse abin ve seni gördüğüm an kardeşlik ilişkinize çok imrenmiştim. Hep bir abim olsun istemiştim ben. Taha öyle güzel bir abi ki ikinizi görmek sanki o isteğimin sebebini görmek gibiydi. Birbirinize sahip olmanız o kadar özel ve değerli ki. Ne olursa olsun çok şanslısınız, birbirinize sahip olduğunuz için." Yağmur, Taha'nın bahsi geçtiğinde bile kocaman gülümsemişti, gözlerinin içi bile parlamıştı.

"Öyle, gerçekten öyle. Abim olmasaydıyı düşünmek bile istemiyorum. Ya abim de o arabada olsaydı. Ben büyük ihtimalle bir yurda yerleştirilirdim. Düşüncesi bile korkunç. O yüzden yıllarca kaçtık polislerden. Evimiz kiraymış zaten. Ailemiz ölünce direkt boşaltmışlar. Akrabalar eşyalarımıza çökmüş, ananem sahip çıkmış bize bir tek ama o da ölünce dayımız kumar borcu için bizi atmış oradan. Biliyor musun, bir kere bile ne halde olduğumuzu bile sormamış, araştırmamış. Kaç kere donma tehlikesi geçirdik, kaç kişi tarafından sokak ortasında itilip kakıldık. Ben daha küçücükmüşüm bana bakacak olansa bir çocuk, daha 8 yaşlarında bir çocuk."

Dayısına ve yaşadıklarına öfkeyle konuşuyordu şimdi. Bence yaşayabileceklerinin ihtimaline de sinirleniyordu. "Bir dayı bunu nasıl yapabilir ki? Senin kardeşinin çocukları, nasıl yapabilirsin?" Aklım almıyordu. Daha 2.5-3 yaşındaki bebekle çocuk İstanbul sokaklarına atılır mıydı? Yurda yerleştirmeyi bile düşünmemişti ya da yanına almayı.

"Biz de çok sorguladık bunu. Yıllarca ve hâlâ daha. Ama yapacak bir şey yok. Herkes şerefli olsa ortalık kansızlarla dolu olmazdı." Yağmur sözlerime karşılık konuşunca gözlerim irice açılmıştı. "Ay ben sesli mi düşündüm? Çok özür dilerim. Dilime vurdu bugün. Patavatsızca söyledim. İçimden geçiriyordum." Kendi kendime söylediklerimin bir kısmını dışardan söylemiştim. Yani söylediklerimde zor günler yaşayan birine söylenmeyecek düşüncesizlikte sözlerdi.

"Allah Allah. Kız ne olacak? Ne patavatsızlığı? Ben o şerefsize neler diyorum bir bilsen. Umarım can vermemiştir hâlâ. Toprak bile kabul etmez onu."

"İnşallah size bunları yaşattığı için belasını bulur. Sıkma canını sen, ilahi adalet illaki yerini buluyor."

"Bulmuş gibi. Ben abimden gizli araştırdım biraz. Kansermiş o da. Bir deri bir kemik kalmış ama ölemiyormuş pislik. Neyse devam edeyim ben. Biz abimle 5 seneye yakın o harabede yaşadık. Bizi seven mahalleliler sevmeyenleri bir şekilde bastırdı. Tuvaletimiz banyomuz yoktu, kendi çabalarımızla, harebeden de bulduklarımızla bayağı bir düzen kurduk. Büyük leğenlerde yıkanıyorduk sırayla, evin tuvaletinin tavanı çökmüştü ama bir şekilde hallettik. Kullanabiliyorduk. Abim işteyken ben de bulduğum su şişeleriyle camilerden su doldurup sıralıyordum oralara. Yaşıyorduk yani. Ama bir gün harabenin sahibi bizi öğrendi. Kıyamet gibi bir gündü. Polislerle geldi. Yakalansak bizi yurtlara yerleştirirlerdi. Biz de senelerin emeğini bıraktık ve kaçtık. Ben 13 yaşındaydım, abim 17. Kaçtığımız mahellenin herhangi bir yerine gitme şansımız bile yoktu. Biz de tamamen uzaklaştık. Abim ne kadar çalışırsa çalışsın kimse bize kiraya ev vermezdi. Kira, su, elektrik derdimizin olması imkansızdı. Sadece karnımız doyacak ve hayatta kalmayı başaracaktık."

Anlattıklarını büyük bir özenle dinliyordum. Devam etmesi ve konunun sapmaması için yalnızca kafamı sallayarak onaylıyordum onu. Yağmur da bunu anlıyor, zor anılarını uzun cümlelerle anlatıyordu.

"Yine bir süre sokakta kaldık ama en nihayetinde terk edilmiş bir yer bulduk.  Bu sefer ki çok tehlikeli bir yerdeydi. Uyuşturucu bağımlıları her yerdeydi. Birden fazla harabe vardı, biz de en uzağını seçmiştik ama her gece polis baskını oluyordu. Yakalanıp yurtlara yerleştirileceğiz diye ateş bile yakmıyorduk ışığı görünür de fark ediliriz diye. Düzenimiz kurduk bir şekilde, yaşamaya da başladık. Abim artık reşitti ama ben hâlâ tehlikedeydim. Bu yüzden her siren sesinde bir gölgeden farksız olurduk. Yine böyle bir gün, arabaların sesini duyuyoruz. Hemen kapattık ışık saçan ne varsa. Ateşi söndürdük. Buz gibiydi hava. Sessiz kalacağız diye nefesimiz yakıyordu boğazımı. Arabaların kapısı açıldı."

O anı tekrar yaşıyordu Yağmur. Sesi heyecanlanmış, gözleri dolmuştu. Kısa bir süre sessiz kaldı, o anları hatırlamak ister gibi. Düşüne düşüne konuşmaya başladı tekrar.

"Artık tehlikenin geçtiğini düşündüğümüz bir anda, sindiğimiz yerde üzerimize güçlü bir fener ışığı tutuldu. Beyaz, parlak, gözlerimizi açamıyoruz. Kaldırdık ellerimizi gözlerimize siper ettik ama ne olduğunu da anlayamıyoruz. Abim 20 yaşında delikanlı. Kanı deli akıyor tabi, her an saldıracak karşımızdakilere diye ödüm kopuyordu."

Sustu Yağmur yeniden. O anları hatırlamak zor olmalıydı ki konuşamıyordu. Kafasının içinde hatıralara bakıyordu sanki. "Polis miydi gelen?" Burada olduğumu belli etmek adına konuştum. Odağı ben olduğumda gözlerimin içine bakarak kafasını iki yana salladı.

"Değildi. Karşımızda baba ve oğul gibi duran iki kişi vardı. Sindiğimiz yerde bize üstten bakan, hakkımızda pazarlık yapacak iki kişi vardı. Orta yaşlı olan kişinin adı Mahir'di. Mahir Mazhar." Yağmur konuşurken gözlerim kocaman olmuştu. Mahir denilen herif her taşın altından çıkmayı nasıl başarıyordu?

"Yanındaki de Baran abi."

"Ne!"

"Öyle! Mahir'in bir akademisi varmış. Bizim gibi olan çocukları, gençleri olduğu yerden alıp o akademiye yerleştiriyormuş. Bizim için de hedefi oydu ama öyle olmadı. 'İkisini de yanımda istiyorum' dedi Baran abi. Akademi'ye gitmemize izin vermedi. Sonradan öğrendik ki bahsedilen Akademi çok kötü bir yermiş. Abim her şeyi biliyor ama ben yalnızca çok kötü olduğunu biliyorum. Oradan çıkarıldık apar topar. İlk başta alışamadık tabi. Gitmek istemedik, direndik ama abimin hareketleri birden kesildi arabaya bindirilirken. Baran abi kulağına bir şey söylemiş. 'Güven bana' demiş. Güvendik biz de. Abim ilk başta Baran abinin yanında koruma gibi durdu. Eğitimler aldı. Silah kullanmayı, kendini korumayı öğrendi. Bu sürede ben evdeydim hep. Bu evde, işim yalnızca evimizi kurmaktı. Yaptım ben de. Sonra da bizim mekanın sorumluluğunu verdi bize Baran abi. Tabii ben uzun süre evde kaldığım için abim ders ders diyerek başımın etini yedi. Ben de onun istediğini yaptım. Çünkü o, hayatımız zorken de düzeldiğinde de hep beni güvenli yerde bırakıp kendini siper etti bana."

"Sen de bir nevi vefa borcunu ödedin yani. O yüzden uzak durdun."

"Evet. Aslında hedef hiçbir zaman ben değildim Baran abi açısından. O beni çalıştırmak istememişti. Abimi yanına alırsa hayatımı kurtarabilecekti. Ve bunu yaptı. O yüzden Baran abiye de  abime de çok şey borçluyum. Bizim hayatımızı kurtardı. Biz karardı diye düşünürken o bize bu hayatı sundu."

Son sözlerinde kafasını kaldırmış, evin içinde gözlerini gezdirmişti. Derin bir nefes almış, yaşadıklarını anlattıktan sonra o bataklıktan bir kez daha çıkmıştı. Ben de düşünüyordum. Soykan'ın etrafındakiler hep hayatlarını kurtardığı kişilerdi. Köşeye sinmiş, çaresiz Yağmur ve Taha'yı da öldürülecek olan Duru ve Aras'ı da kurtarmıştı. Ben de hayatımın karardığını sanmıştım ancak yeri gelmiş, Soykan benim de hayatımı kurtarmıştı. Birini öldürmüştü. Kendi intikamı için adam vurmamış, ben ölmeyeyim diye bunu yapmıştı.

"Sen de. Sen de benim hayatımı kurtardın. Bu yüzden abimlerden bir farkın yok benim için."

"Ben yapmam gerekeni yaptım. Keşke gücüm daha fazlasına da yetebilseydi. Bana minnet duyma, lütfen."

Sözlerim üzerine kafasını iki yana salladı Yağmur. Sırtını arkasındaki koltuğa yaslayıp gözlerimin içine baktı. "Bu pek mümkün değil. Minnetten mi bilmiyorum ama seni gerçekten çok sevdim ve sevmeye devam edeceğim gibi görünüyor. Sen ne dersen de. Ben seni seviyorum ve yanında olmak istiyorum." Beni ikna etmek ister gibi kafasını aşağı yukarı sallıyordu. Gözlerindeki gözlerimi çekmeden büyük bir samimiyetle konuştum ben de.

"Yanımda olmak istediğini görüyorum, hissediyorum da. Aksi halde şu an ağlıyor, saatler öncesini tekrar tekrar hatırlayıp kendimi mahvediyor olurdum. Aranıza karıştığım ilk andan itibaren bana en masum gelen sendin. Yaptıklarını asla unutmam. Ben de seni seviyorum." Gerçekten seviyordum Yağmur'u. Küçük bir kız çocuğu gibi masum ve sevimliydi. Yaramaz bir tavrı da vardı, bu da onu daha sempatik yapıyordu.

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten."

"Abimler hep birlikte ama ben çoğu zaman yalnızım. İlk başlarda Duru'yla çok iyi anlaşırdık ama sonra onun durumu kötüleşti. Okulda ya da mekanda arkadaşlarım var elbette ama onlara bu durumları anlatmam imkansız. Bir kısmın okul arkadaşıyım, bir kısmın patronu. Yanımızda çalışanlara güvenmek zorundayız ama kimin ne çıkacağı belli olmuyor. Kaç tanesi Çağrı'nın piyonu çıktı zamanında. O yüzden hiç kimseye koşulsuz içimi dökemiyorum. Bizden değiller onlar."

İçinde yaşadığı bu sıkıntı sözlerinden, kelimelerin hislerinden belli oluyordu. Haklıydı da. Zordu tek başına olmak. Ben hiçbir zaman yalnızlıktan şikayetçi değildim ancak konuşacak kimsenin olmaması çaresiz hissettiriyordu.

"Bana anlatabilirsin. Her zaman dinlerim." Sevindiğine dair bir ifade vardı yüzünde Yağmur'un. Dudakları bökülmüş, gözlerinin içi gülmüştü. Hevesle saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırarak konuşmaya başlamıştı.

"Çok isterim. Sana anlatırım. Hatta dayanamayıp bir şey söyleyeceğim sana. İçimde tutamıyorum daha fazla."

"Söyle tabii, ne?"

"Biz," dedi önce. Ardından derin bir nefes alarak gözlerini gözlerimden çekti. Elleriyle oynamaya başladığında kaldırdığı başıyla dudakları aralandı. "Biz Uygar'la sevgiliyiz ve kimsenin haberi yok." Çok gizli bir şey söylemiş gibi heyecanla dilinden dökülmüştü sözler ancak bizim haberimiz vardı. Ben şahit olmuştum ve Soykan'a söylemiştim. Ne yapacağımı, diyeceğimi bilemediğim bir anda gülümseyerek söze başladım.

"Bana söylemene çok sevindim. İtiraf etmek gerekirse ben aranızdaki çekimi hissediyordum. Umarım yakında herkes öğrenir, çok mutlu olursunuz."

"Yaa! Öyle mi? Çok dikkat ediyoruz aslında ama senden kaçmamış. Gerçi benden kaçamayanlar da var."

"Neymiş senden kaçmayanlar?" Büyük bir merakla sormuştum. Sesim onun kadar neşeli çıkmıştı. Şimdi vereceği cevabı bekliyordum. "Sizin aranızdaki çekim mesela. Birbirinize olan bakışınız, auranız, gizli gizli sürekli temasta olmanız..." Ben Yağmur'u dikizliyorum sararken o da aynısını bize yapıyormuş. Hoş değilmiş gerçekten ama ciddiye almadan alayla cevap vermem gerekiyordu.

"Ay ne çekimi? Yok öyle bir şey."

"Nasıl tanıştığınızı ve neden yan yana olduğunuzu biliyorum. Soykan abi senin için de kendi için de zor bir yol seçmiş. En az senin kadar hasar aldı. Senin yanından geldiği bir gün abimle konuşurken duymuştum. Sesi o kadar pişman geliyordu ki. Yapmadığı halde hissettirdikleri için kendine kızıyor, sebep olanları öldürmek istediğini söylüyordu. Çağrı'ya kadar bir kere adam öldürmek için sıkmamıştır silahını. Bence Baran abi bu hikayenin kötüyken değişen kahramanı değil. O hep seni korumak için yanındaydı. Şu an yaptıklarını en başında yapsa eminim şu an herkes için kahraman olurdu."

İyi bir gözlemciydi Yağmur. Öğrendikleri arasında güzel bağlantılar kurabiliyor, etkileyici bir şekilde anlatıyordu. Beni de etkiliyordu. Onun ciddileşen sesinin yanında ben ifademi değiştirmemek adına çaba sarf ediyordum. Şu an bunları konuşmak istemiyordum. "Birlikteyiz ama aramızda bir şeyler yok. Bizim ilişkimiz çok daha farklı ve tuhaf. Zor yani."

"Olsun olsun. Ne olacağı belli olmaz. Asla dediklerimizi yaşamak için varız. İnsanız. Zamanı gelir, ben de hissetmiştim, derim." Sözlerini bana göz kırparak bitirdi. Ardından ayaklandı. Adımları olduğum yerin önünde durduğunda konuşmama fırsat vermeden tekrar dudaklarını araladı. "Bugünlük bu kadar yeter. Artık her konuşmak istediğimde sizin oradayım. Önce siz aranızı bir halledin sonra çekeceğin var benden. Şimdi kalk bakalım hanımefendi. Uykun gelmiş, gözlerin küçülmüş. Seni kalacağın odaya götüreyim, yat dinlen."

Sizin oradayım, diyordu da bizim ora diye bir şey kalmış mıydı bilmiyordum. Bunu düşünmeyi bırakıp Yağmur'un sözlerine karşılık verdim. "Yağmur ben burada kalsam. Burada vakit geçirdik ya, daha çabuk uyurum. Hem benim için fark etmiyor da zaten yatak, koltuk. O yüzden burada yatsam? Odada çok zorlanırım, uyuyamam." Hem rahatsızlık vermek istemiyordum hem de burasının fazla ışık aldığını fark etmiştim. En azından kapalı kapı ardında kalmayacaktım. Burası genişti. Daha kolay uyuyabilirdim. Korkmazdım.

"Ciddi misin sen?"

"Çok ciddiyim. Gerçekten uyuyamam."

"Öyle bir bakıyorsun ki koltukta yatmak için. Ne diyeyim, sen bilirsin. Rahatsız olursan yukarıda en sondaki oda boş, oraya gidebilirsin. Ben sana yorgan yastık getireyim."

Yağmur bana bunları söylemiş, sonra gerekli malzemeleri getirmek için gitmişti. Kısa bir süre sonra gelip yatacağım yeri ayarladığında ne kadar itiraz etsem de kendi yapmış, bana izin vermemişti. Şimdi ise ışıkları kapatmıl, odasına gidiyordu. Ben de yatacağım koltuğa yerleşmiştim. Dışarıdan ışık vuruyordu. Sokak lambası hemen, evin kenarındaydı ve içeriyi aydınlatıyordu. Uyumak istiyordum ancak bu mümkün değildi. Belliydi. Bir süre ağlayacak, Yağmur ne kadar çaba sarf ederse etsin ağlayarak uyuyacaktım.

《☆》

YAZARDAN;

"Sen kafayı mı yedin lan? Üzerine titrediğin, ağlattım diye sabahlara kadar içtiğin kıza ne yaşattın sen? Her şeyine saygı duydum ama kendini mahvetmene izin vermeyeceğim."

Aras, Baran'ı sakinleştirdiği andan bu yana mekanda başlayan söylenmelerine hâlâ devam ediyordu. Bir yandan evin ortasında volta atıyor, bir yandan söyleniyordu. Cevap vermiyordu Baran Soykan. Odağında o yoktu. Gerçi kaç yıllık arkadaşları da mı fark edememişti neden böyle yaptığını, kontrolünü kaybettiğini? Bunları düşünecek kadar bile yer yoktu zihninde. Yalnızca bir şeyle doluydu aklı, kalbi, zihni.

Her zaman Mira'yla oturduğu o salonda arkadaşları vardı şimdi. Taha ve Uygar sessizce dururken Aras onun öfkesini kuşanmıştı adeta. Kızıyordu Baran'a. Baran her zamanki tekli koltuğunda içkisini içiyordu. Kaçıncı bardağıydı bu? O bile bilmiyordu. O mekandan nasıl çıkarıldığını bile hatırlamazken zihninde sadece Mira'nın son bakışı vardı. Silinmiyordu. Silmek için içiyordu ancak Baran Soykan bir sıvıya yenilmeyi bile reddediyordu.

Sarhoş olmak, kafada bitiyordu aslında. Ben sarhoş olmayacağım dersen ne yaparsan yap olamıyordun. Kendini kaybetmeyi kafana koyduysan su bile yeterdi sarhoş olman için. Baran'ın hiçbir zaman alkol kafası yaşayacak, eğlenecek, dağıtacak vakti, şansı olmamıştı. Her zaman kendinde olmak zorundaydı. Acısını unutamazdı. Bugüne acıyla gelmişti. Unutmak istemeyerek, unutamadığı acısıyla.

Şimdi de Mira'ya hissettirdiklerinin acısını unutmayı reddediyordu.

"Cevap versene abi. Ne yapacaksın şimdi?"

Aras bir kez daha konuştu sinirle. İçinde tutamıyordu. Susmak istese de başaramıyordu. Aras'ın sorusu üzerine ayaklanmıştı Baran. Elindeki bardağı masaya çarpmış, sigara paketini alarak yürümeye başlamıştı. Hedefi üst kattı. Daha fazla onları dinleyecek durumda değildi. Hepsinin yüzüne bir cevap beklercesine bakmasından hoşlanmıyordu. Bilmediği bir şeyi anlatamazdı.

Büyük adımları onu odasına taşıdı. Balkonun kapısının önünde durdu ve araladı. Cebinden çıkardığı sigarayı içmeye başladı. Mira'nın varlığı her yerdeydi. Uzun zamandır bir kadının kalbinde yaşamıyordu Baran. Hiçbir kadınla hayatı bu kadar karışmamıştı, çarşafların arasına kokusu bulaşmamıştı.

Keşke, dedi içinden. Keşke, birazdan odasından çıkıp gelse de göğsünde uyusa. Gece sıçrayarak uyansa da saçlarıyla oynayarak tekrar uyutsa. Biraz yüzünü izlese biraz da kokusuyla mayışsa.

Mira evine geldiği günden beri bir kez odasında sigara içmemişti. Yanına geleceğini biliyordu çünkü. Rahatsız olmasını istemiyordu. Mira onun kokusuyla huzur buluyordu belki ama Baran için çok daha anlamlıydı. Bir kadının kokusuna sığınmayı ilk defa yaşıyordu.

Uyurken çıkardığı kısık sesleri, seslere göre vereceği tepkileri bile ezberlemişti. Dudakları aralık olurdu her zaman Mira'nın, boynundaki damarı belirginleşir, beninin altında kendini gösterirdi. Dayanamazdı Baran da. Öperdi beninin üstünden. Çekerdi göğsüne, sarıldı sıkı sıkı. Şimdi yanıyla birlikte ruhu da yalnız kalmıştı.

İlk defa tek başına hissediyordu. Şu evrende her şeyini kaybettikten sonra bir kişinin bile yanında olmasını istememişti. Yalnızlığa tapmıştı. Şimdi, bir kadının saçlarını parmaklarına, kokusunu ruhuna ev yapmıştı. Ve o evi bugün kendi elleriyle yıkmaya kalkmıştı.

İsteyerek yapmamıştı ki. O hep geride kalmıştı. Herkes gitmiş, Baran bataklığa saplanmıştı. Çıkamasa da bataklığa bile bahar geleceğini görmüştü bir gülüşle. Sadece bedeni görünürdeydi bataklığın içinde, tamamen kaybolmak istememişti sadece.

Nefes alamıyordu. Tüm yaşadıklarına rağmen uzun süre sonra tekrardan bunu hissediyordu. İçine çektiği nefes ona tüm kötü duyguları yaşatıyordu ancak oksijen olamıyordu.

Bitirdiği sigarasını balkondan aşağı attı Baran. Ardından açtığı kapıyı kapatarak yatağa attı bedenini sırt üstü. Buradaydı işte. Kokusu hâlâ onunlaydı. Ne zaman kaybolurdu? İki ya da üç gün sonra! Bir daha alabilecek miydi o kokuyu? Şu an bir şey yapmazsa alamayacaktı.

Biraz kokusuyla uyusam, diye geçirdi içinden. Deliksiz uyumaya Mira'nın kokusuyla başlamamış mıydı? Bunu düşündü. Ardından kokunun yok olacağı gerçeği kabus olup çöktü göz kapaklarına. Hızla açtı gözlerini. Parmaklarıyla yorganı sevdi, sanki Mira'nın saçlarıymış gibi. İşte o an kendine hayret etti. Kalbini bu kadar kuvvetli hissetmeyeli uzun zaman oluyordu.

Sığamadı yerine. Pişmanlığı ruhunu sarıp sarmaladı. Mira'nın dolan gözleri geldi aklına, kendine küfürler yağdırdı. Titreyen bedeni, dört nala koşan kalbinin sesi yankılandı zihnin duvarlarında. İşte bu, Baran'a kafayı yedirirdi.

Uyayamacaktı. Öyleyse kendine yapması gerekeni yapacaktı. Hızla doğruldu yataktan. Koşar adımlarla ilerlemeye başladı, merdivenleri bitirdi, arkadaşlarını geride bıraktı. Hepsi ayaklanmış, neredeyse koşarak giden Baran'ın peşinden gidiyordu. Baran'ın parmakları kapının kulbunu bulduğunda bu sefer konuşan Taha oldu.

"Nereye gidiyorsun Baran?"

Kafasını çevirmedi. Arkasındaki arkadaşlarına hitaben konuştu, düşünmeden. Bu sözlerini kendine de şu an itiraf ediyordu.

"Mira'yı almaya."

《☆》

Uyuyamıyordum. Kalbimin sesini ruhumdan duyuyordum. Kırılan parçalar yarama saplanıyordu. Yaramda ise Baran vardı.

Beni suçlayan sözleri zihnimde yankılanıyordu tek tek. Taha bana sarıldığında da köşeye sıkıştırmıştı beni. Engellememi istemişti. Bu sözlerinin üzerine şoka girdiğim için veremediğim tepki mi bu hale getirmişti onu?

Konuşamıyorduk biz. Anlaşamıyorduk belki de. Hiç anlaşamayacaktık büyük ihtimalle. Ben, onun beni anlamasını bekleyecektim. O, ise beni bilmediklerimle suçlayacaktı. Ama bunun böyle olmadığını o göstermişti bana. Yaşananların neden yaşandığını anlatmıştı, sebep olanların karşısında. Neden aksini düşüneceğim hale getirdin beni, diye kızıyordum şimdi. Ağlıyordum hakkında böyle düşündüğüm için. Bendeki yerini tersine çevirdiği için kendimi sıka sıka ağlıyordum.

Akan göz yaşlarımı silme zahmetinde bile bulunmuyordum. Yastık oldukça yardımcı oluyordu, pıt diye üzerine düşen göz yaşlarımı içinde saklıyordu.
Kulağımda hüzünlü bir müzik vardı. Anılar orkestra kurmuş, sözler şarkı söylüyordu. Ben de dinleyip, ağlıyordum.

Tüm bunlar devam ederken kapı sesi duyar gibi oldum. İlk başta bilinçaltımın oyunu sanmıştım ancak kapı tıklatma sesi tekrar geldi kulağıma. Hızla ayağı kalktım. Gece yarısı kim gelmişti ki? Taha'dır diye düşünmeye başladığım anda onun anahtarının olacağı gerçeği düştü zihnime.

Panikle ilerliyordum kapıya doğru. Adımlarım tam önünde sonlanmıştı. Dolu olan gözlerimi parmaklarımla kurulayarak derince yutkundum. Nefesimi kontrol altına almaya çalışarak delikten kim olduğuna baktım ancak karanlıktı ve bir şey görünmüyordu. Soykan'ın peşimizden birilerini gönderdiği gerçeğinden güç alarak hızla açtım kapıyı.

Rahatsız bir ifadeyle göreceğim kişiye bakarken karşımda gördüğüm kişiyle hareketlerim donup kaldı. Soykan karşımdaydı. Yere eğik olan başını kaldırmadan gözlerini bana çıkardı.
Göz göze geldiğimiz an gözlerimin dolmamasını ümit ederek konuşmaya başladım.

"Neden geldin?"

"Uyuyamıyorum."

Saçı başı dağınıktı. Üzerinde incecik bir gömlek vardı, partide olan siyah gömlek. Üstten birkaç düğmesi açılmış, belinde sıkıştırdığı yerler gevşemişti. Gözlerine odaklandım tekrar. Kıpkırmızıydı. Yüzü asıktı.

"Bunun için mi geldin?" dedim aksi bir sesle. Nasıl davranmam gerektiği konusunda emin değildim ancak ben biraz da böyleydim. Üzgün olduğumda sinirli olurdum, kimseye belli etmemeye çalışırken.

"Sensiz uyuyamıyorum."

Derince yutkundum sözleri üzerine. Sesi muhtaç olduğu birine kavuşmak ister gibi çıkmıştı. Canımı yakmıştı. Gözlerim dolduğunda ağlamamak için büyük bir savaş veriyordum. Titreyen dudaklarımla zar zor konuştum.

"Git buradan."

"Sen de gel."

İsteğime anında karşılık vermişti. Kapatmak üzere olduğum kapıya avucunu bastırmış, yorgun gözleriyle ruhuma bakmıştı. Kırgınlığa sebep olduğu şeyleri görüyordu bu kez.

"Git," dedim dudağımın içini ısırırken, dolan gözlerimi görmemesi için başımı önüme eğmiştim. Zeminle bakışıyordum ki Soykan'ın parmaklarını tenimde hissettim. Şimdi de ruhuma dokunuyordu parmakları. Yaralanırdı, kan olurdu sürtmeye devam ederse çünkü can kırıklıklarıyla doluydu.

"Yine bana gel."

Başımı kaldırdı parmakları. Gözlerimin içine baktı. Baş parmağı çenemi okşarken bir adım attı ve bana yaklaştı.

"Neden?" Onca sözün ardından birlikte olmanın anlamı var mıydı ya da ona gitmemin? "Var mı güçlü bir sebebin?" Dolan gözlerimi gizleyemedim daha fazla. Akmasın göz yaşlarım diye çaba sarf edebiliyordum ama çok zordu.

"Kar yağıyor."

Zorlukla çıkmıştı bu sözler dilinden. İkna etmek isterken ya kabul etmezsem diye düşünürek söylemişti bunu. Hissetmiştim. Omzunun üzerinde uzandım ve dışarıya baktım. Lapa lapa kar yağıyordu.

Kar küreleri evrenimiz, taneleri hayallerimiz.

"Hayallerimin arasında bunları yaşamak yoktu." Tutamadığım o göz yaşı kaydı, düştü sol gözümden. Soğuk havaya meydan okuyan sıcaklığı içimi ürpetti. Soykan'ın parmakları saçlarıma kaydı. Okşarken gözlerini kapattı ve dudaklarını araladı.

"Korktum." Genzine sıkışarak çıktı bu kelime dilinden. Kapalı gözlerinin hakimiyetindeki yüzü buruştu. Ardından gözlerini açıp gözlerime baktı, saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırarak. İçinden geçenlere ayna tuttuğu gözlerinden hissettiklerini görmem için bakıyordu gözlerime. O yüzden bu denli derindi, bu denli anlamlı. "Seni kaybetmeden deli gibi korktum." İtiraf edercesine konuşuyordu gözlerimin içine bakarak. Ruhuma konuşuyor, onu ikna etmeye çalışıyordu adeta.

"İnsan kaybetmekten korktuğu kişiye böyle mi davranır?"

"Bilmiyorum. Bilmiyordum."

Ben evin içinde olduğum için hemen hemen aynı boydaydık. Gözlerimiz hizalıydı. Beni paramparça eden kişi yoktu karşımda. Baran vardı. Bu hali kalbimi ezerken pişmanlıkla çıkan sesi tüm dengemi sarsıyordu. Birden fazla duygu zihnime hücum ettiğinde bir damla yaş daha aktı gözümden. Sonra bir tane daha.

"Ağlama. Ağlama içim gidiyor."

Nefesim göğsümde kor oldu. Yangın başlamıştı ancak yaşananları kül etmeye gücü yetmiyordu. Aldığım havayı geri veremedim bir süre. Şişen göğsümle öylece kaldım, Soykan'ın göz yaşlarımı silişini izledim. Mahvetmişti bizi bu gece.

"Gel benimle." Göz yaşlarımı sildiği elini belime çıkardı. Hafif bir baskı uygulandığında öne doğru adım atmıştım. Şimdi ben de evin dışındaydım. Kapının önünde olan terliklerden birini ayağıma geçirdim hemen. Soykan geri geri giderken belimdeki kolu sebebiyle ben de ilerliyordum.

Soykan bedenlerimizi bahçenin ortasına taşıdı saniyeler içinde. Kocaman kar taneleri üzerimize düşüyordu. Etrafta kar yağışının sessizliği, sakinliği vardı. Zaman yavaş akıyordu sanki kar yağarken. Kafamı kaldırıp kar tanelerinin üzerimize düşüşünü izledim. Yüzüme konan kar tanelerinin anlatmak istediklerini dinledim. Hayallerimizi anlatıyorlardı sanki. Bana yukardan bakan Soykan'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Belimdeki koluna baskı uygulamıştı. Hamlesiyle parmak uçlarımda yükselerek gözlerinin içine bakmıştım. Boylarımız denk sayılacak kadardı.

Diğer elini de kaldırdı Soykan. Yüzüme düşen kar tanelerini temizledi. Parmakları tenimi hissetmek ister gibiydi, aceleci değildi. Ardından eğildi. Karın ıslaklığını bıraktığı yerlere öpücükler kondurdu. Dudağımın kenarına, yanaklarıma, şakaklarıma. En son da boynuma. Dudaklarını çekmedi oradan. Bir süre ayrılmayıp derin bir nefes aldı ve fısıldadı.

"Özür dilerim."

Bir öpücük daha kondurdu boynumda yükselerek ve tekrar fısıldadı.

"Özür dilerim."

Dudakları bu sefer de kulağımın altına bir öpücük bıraktı ve aralandı.

"Özür dilerim. Korktum. Yemin ederim hayatım mahvolduktan sonra ilk defa seni kaybetmekten korktum. Annemden sonra seni de kaybetmekten korktum." Tüm sinirlerim bozulmuştu şimdi. Sözleri bana gerçeğimizi hatırlatmıştı. Ben ihtimal vermemiştim beni kaybetmekten korkacağına ancak Soykan'ın da beni kaybedeceği ihtimalini hiç düşünmediğinin farkındaydım. Tüm bilinmezler açığa çıktığından bu yana bir kere böyle davranmamıştı bana. Bu yüzden de daha çok kırılmıştım ya.

Soykan neden böyle yaptığının bilincinde bile değildi. Belki de beni kaybetmekten korktuğu gerçeğiyle yüzleştiği için bu kadar delirmişti. Ben her zaman annesini kaybeden o yaralı çocuğu görüyordum. Onu seviyordum, ellerinden tutmak istiyordum ancak ben de düşürmüştüm onu çıplak dizleriyle asfalt yola. Dayanamadım, hızla kollarımı boynuna sardım. Hüngür hüngür ağlıyordum işte. Onun yüzünden ağlarken bile onu yanımda istiyordum.

Nasıl gidecektim ki? Nasıl yok sayacaktım benim için yaptıklarını? Yağmur'un da dediğini kendi de itiraf etmişti. Soykan kaybetmiş bir çocuktu. Kaybetmekten korkuyordu. Her şeyi, değer verdiklerini de hakimiyetinde olan bir duyguyu da. Kaybetmekten korktuğu kişiye nasıl davranacağını bile bilmiyordu. Ancak içimi yakan tek bir cümle olmuştu. Annemden sonra, demişti. Annesinin dört duvara mahkum olmasından, onu bir binada kaybetmesinden bahsediyordu. Dayanamıyordum. Soykan'a dayanamıyordum. Yanıyordum.

"Ben de korktum. Vazgeçtin sandım. Bizden, yaşananlardan, yaşanacaklardan, her şeyden vazgeçtin sandım." Titreyen sesimle zorla söylemiştim bunları. İç çekmekten konuşamıyordum. Belli etmemeye çalışarak kokusunu da içime çekiyordum. Soykan kollarını belime sıkıca sararak karşılık vermişti bana.

"Vazgeçmedim. Vazgeçmem."

Ayrılmak istemiyordum. Yüzüne bakarak ağlayamazdım. Saatlerdir içimde tutuyordum. Ben de insandım. Belki güçsüzdüm, belki de acizdim. Onun yüzünden ağlarken ona sarılıyordum ancak kimsem yoktu ki. Ondan başkası bana kimse olmuyordu. Gidersem her şeye sıfırdan başlayacaktım. Benim için onca şey yapmış, birini öldürmüş adamı geride bırakacaktım.

"Çok kırgınım sana. Çok kırdın beni. Sözlerin aklımdan çıkmıyor. Hareketlerin, kendini kaybedişin, kırıldım bunlara belki ama kızgınım da" Konuşurken bile kelimeler boğazıma düğümlenmişti.

"Özür dilerim, kendimi kontrol edemedim. Fark edemedim. İğrenç bir adamım, kollarımda titremene sebep oldum. Ağlama, dayanamıyorum."

Onca şeye dayanan Baran Soykan ağlamama mı dayanamıyordu? Buna daha çok ağlardım. "Engel olamıyorum. Sana sıkı sıkı sarılmak isterken aklımda kendimle savaşıyorum. Senin yüzünden ağlarken seni yanımda istiyorum. Ne yaptın bana?" Ağlamaktan zorla kurmuştum bu cümleleri. Vereceği tepkiyi bekliyordum.

"Senden vazgeçmedim, hiçbir zaman."

O, hiçbir zaman çok geniş bir zamandı ve ben bunun gerçekliğiyle daha çok sarmıştım kollarımı boynuna. Kokusunu bile özlemiştim geçen birkaç saatte. Belimde olmayan kolunu, beni sarmayan bedenini, sırtımın yaslandığı göğsünü... Normal miydi?

"Neden bu hale geldin? Ne oldu seni bu kadar tetikleyen?"

"O şerefsiz seni orada görmeden önce, senin ne kadar güzel olduğunu, annemin gençliğine ne kadar benzediğini, annemi ziyaret etmek istediğini anlatıyordu bana. Kan beynime sıçradı. Kafamı çevirdiğim anda da film koptu işte."

Sıktığı dişlerinin arasından söylemişti bunları. Hatırlayınca bile sinirlendiği belli oluyordu. O adamın bakışlarında bir pislik, etrafında da tehlike katmanı vardı adeta. Anlaşmak için geldiği adamı hasta annesinden vuracak kadar aşağılıktı. "Benim gittiğimi görmesen o masayı, Naçar'ın kafasına geçirecektin yani?" Kollarımı boynundan çözüp ayalarımı yere basarak sordum sorumu. Ben resmen araya kaynamıştım, öyle mi?

"Kesinlikle. Savaş çıkardı orada ancak söz konusu olanlar için değerdi."

Söz konusu olan annesiyle bendim.

"Benim kötü bir amacım yoktu. Ben sadece su içmek istedim. Garsonların gelişini de engelleyince tamamen çaresiz kaldım. Yağmur'dan da isteyemedim."

Kendimi açıklama istediği doğmuştu içimde. Sebebi ise Soykan'ın da kendini açıklamasıydı. Kavga anında yok saymıştım varlığını ancak şu an farklıydı. Kar suları üstümüzü ıslatmıştı, tamamen titreyerek konuşuyordum. Soykan bunu fark etmiş olacak ki kollarını bedenime sarmıştı.

"Kalabalık olacağı için birkaç garsonu o gecelik aldık, daha önce gelip günlük veya haftalık çalışmış kişilerdi ama birkaçının satılmış olduğunu duydum parti başladıktan sonra. Tespit edecek vaktim yoktu. Her an önüne zehirli bir bardak koyulabilirdi. Ve bunu garsonlar satılmasa da yaparlardı. İğrenç insanlar vardı mekanda. Önlerinden geçen tepsiye neler attılar kim bilir?"

Bunları en başından bu şekilde konuşabilirdik. Belki de konuşacaktık ancak Soykan'ın tüm gün gergin olmasına sebep olan bir ortam ve adam vardı. O adam durmamış, çıldırtacak bir şeyi sözleriyle de olsa yapmıştı. Bunları düşünürken dişlerim birbirine vuracak kadar titriyordum.

"Sen titriyorsun? Hadi arabaya geçelim. Sonra da eve gideriz."

"Yağmur ne olacak?"

"Bir şey olmaz. Kapıyı çekeyim, sen arabaya geç."

"Emin misin?" Yüzümde eriyen karların suyunu silerek sordum sorumu. Soykan kapıyı kapatmak için hareketlenmeden önce beni cevaplamıştı. "Eminim, tek korkmaz zaten ama kapıyı kilitleyemecek o yüzden birilerini yollarım nöbet tutmaları için. Olanlar ben gelince gitmişti." İçim rahatlamıştı işte. Tehlikenin sadece benim için olduğunu sanmıyordum. Yağmur'un güçlü bir itirafçı olacağını düşünebilirlerdi. Halbuki hiçbir şey bilmiyordu. Ayrıca tahminim de doğru çıkmıştı.

"Tamam o zaman gidiyorum arabaya." Gözlerini kapatarak yanıtladı beni. Bedeni gözlerimin önünden kaydığında aceleyle arabaya doğru adımladım ben de. O kadar güzel kar yağıyordu ki şu an camdan odada olmak istiyordum. Ya da sıcak bir yerde sokak lambasının ışığından yağan karı izlemek istiyordum.

Bunları düşünürken bahçeden çıkmıştım. Kenara park edilmiş arabalara bakıyordum ancak burada Soykan'ın arabası yoktu. Anlamsız bakışlarımı etrafta gezdirirken önümdeki arabalardan birinin ışıkları yanıp söndü. Aynı zamanda Soykan'ın sesi kulağıma gelmişti. "Işıkları yanan araba." demişti arkamdan. Başım hızla onu bulduğunda kapıyı kapatıp olduğum yere geldiğini fark etmiştim.

Önümde yine, yüksek, siyah bir araba vardı ancak modeli farklıydı. Her zamandaki arabası değildi. Daha fazla soğuğa dayanamayarak düşünmeyi bıraktım ve ön koltuğa yerleştim. Ellerimi birleştirmiş, bacaklarımın arasına koymuştum şimdi ısıtmak adına. Saçlarım, yüzüm ıslanmıştı. Fena halde üşüyordum.

Çok geçmeden Soykan da yerini almıştı. Arabayı harekete geçirmek üzereydi ki sorumu ona yönelttim. "Neden arabanı değiştirdin?" Yeni almadığından emindim ancak neden farklı arabayla gelmişti ki?

"Benimle gelme ihtimaline karşı tavanı cam olanla gelmek istedim. Kar yağıyor ya."

Sözleri üzerine hemen kafamı yukarı kaldırdım. Gerçekten de tavanı camdı ancak fark ediyordum. Hava güzel olsa camı açıp bedenini çıkarabilirdin. Bunun yanında ince düşüncesi de karnımdaki kelebekleri kıpırdatmıştı. Benim yanında olmak istediğim Soykan buydu işte.

"Ne kadar düşüncelisin."

"Öyleyimdir."

Bakışlarımı ondan çekerek ellerime düşürdüm. Kıpkırmızı olmuşlardı. İçerisi az da olsa sıcaktı ve ısındıkça sızlıyordu parmaklarım. İğne batıyordu sanki. "En yüksek ayara getireceğim klimayı, üstündekiler de kurur. Isınırsın hemen." Bana bakarak kurduğu cümlelerini kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Ardından ellerimdeki bakışlarımı yan profiline çıkardım.

"Ne yapacağız şimdi?"

"Eve gitmeyelim. Saat üç. Bizim dingiller gitmemiş, sızmıştır bir köşede. Arabada uyuyalım. Gün içinde eve gideriz.".

"Nasıl uyuyacağız ki arabada?"

"Güven bana. Hem daha konuşacaklarımız var."

Gözlerimi esir alan bakışlarına karşı gözlerimi kapatarak onayladım onu yine. Ona güveniyordum. Güvenmek istiyordum. Sesi bile güven verirken aksini nasıl düşünecektim ki?

Aradan geçen zamanın ardından arabayı yüksek bir yerde durdurmuştu. Şehir ışıkları ayaklarımızın altındaydı. Bu manzara yanaklarımın ısınmasına sebep olmuştu, aklıma daha önce yaşananlar gelmişti. İç sesimi ve zihnimi susturmayı deneyerek gözlerimi etrafta gezdirdim. Üstüm, saçım tamamen kurumuştu. Tüm kemiklerim ısınmıştı resmen. Hatta bunalmıştım bile.

"Sen burada bekle. Ben arkayı hazırlayayım hemen." Nasıl yani? Arkaya ne yapacaktı ki? Soykan cevap vermemi beklemeden inmişti arabadan. Arka kapıyı açtığında koltukta bedenimi kaydırarak yüzümü Soykan'a çevirdim. İlk olarak arka koltuğun altında bir yere baskı uygulanmıştı.

Baskısıyla alttan bir bölüm açılmıştı. Görünür olan kulbu tutup çektiğinde şişme yatak şeklindeki bir parça yukarı kalkmış, ön ve arka koltuğun arasındaki bölümü tamamen kaplamıştı. Arka koltuk yatak gibi olmuştu. Uzandığımız an gökyüzünü görebilirdik. Soykan yan tarafta olan bedenini arabanın arkasına taşıyarak bagajı açtı. Oradan bir çanta ve silindir şeklindeki bez torbayı alarak bagajı kapatmıştı. Önce çantayı koydu, koltuğa. İçini açarak sıkıştırılmış iki yastığı çıkardı. Birkaç vuruş yaparak düzelttikten sonra hemen önümde olan kapıya doğru attı ikisini de sırayla.

Elindeki çantayı sürücü koltuğuna bırakarak silindir torbaya yöneldi. Çıt çıkarmadan onu izliyordum. O ise büyük bir özenle yağan karın altında uyayacağımız yeri hazırlıyordu. Tekrar ıslanıyordu, benimle konuşmak için. Şimdi ise elindeki torbanın sıkıştırılmış bağcıklarını çözerek gevşetti. Alt üst ederek içindekinin düşmesini sağladı. İçinde sarılmış, beyaz bir yorgan vardı. Çok kalın değildi ancak üste atılacak, soğuktan koruyacak cinstendi.

"Gel hadi."

Elindeki boş torbayı da sürücü koltuğuna atarken gözlerimin içine bakarak konuştu. O kadar güzel olmuştu ki arkası, heyecanlanmıştım. Oldukça rahat gözüküyordu.

"Çok güzel oldu."

"Senin için hazırlandı."

Ayağımdaki terlikleri ve çorapları çıkararak koltukta ayaklandım. Eğilerek iki ön koltuğun arasından arkaya geçtim. Gerçekten aşırı derecede rahattı. Yüzümdeki gülümsemeye engel olamıyordum. Aynı zamanda Soykan'ın gelişigüzel attığı yastıkları düzeltiyordum. Soykan olduğu yerden çekildiğinde altında durduğumuz sokak lambasının ışığı daha çok vurmuştu içeri. Gittiğini buradan anlamıştım, ne yapmaya çalıştığını görmek için de ona bakmıştım. Sürücü koltuğuna oturmuş, klimayı ayarlıyordu.

"Sen gelmeyecek misin?" Çantayı benim oturduğum koltuğa bıraktığı için sormuştum bu soruyu. Hem konuşacaktık, önde mi duracaktı?

"İstersen gelirim."

"Konuşacağız, gel."

"Sadece konuşacağımız için mi geleyim?"

"Şansını zorlama istersen!"

Kontağı çevirerek harekete geçti Soykan. Oturduğu yerden kalktı ve kapıyı kapattı. Şimdi bedeni arka kapının önündeydi. Bana arkasını dönerek koltuğa oturmuş, ayakkabılarını çıkarıyordu. Kısa bir sürede çıkardığı ayakkabıları ön tarafa bıraktı hızla. Bedenini tam anlamıyla içeri çekti ve kapıyı kapattı. Arabanın içinde ışık yanmıyordu ve buna gerek yoktu. Araba bir sokak lambasının altındaydı ve cam tavandan loş bir şekilde içeriye vuruyordu.

"Sen nasıl sığacaksın buraya?" Kocamandı. Boyu fazla gelirdi buraya. Rahat edebilecek miydi? "İstemiyor musun beni? Gideyim mi?" Yine nazlanma zamanı gelmişti anlaşılan. Anında rolleri değiştirebiliyordu.

"Hayır, gitme. Rahat edebilecek misin? O yüzden öyle, dedim."

"Senin göğsümde uyuduğun her yerde rahat edebilirim."

Yanıma tam anlamıyla yaklaşarak kurmuştu bu cümleyi. Sözleri üzerine arkamdaki yastığı dikleştirip sol tarafa yerleştirmiştim, sırtımı yaslayarak. Gökyüzüne bakıyordum. Soykan da yanımdaki yerini almıştı. Sırtını yastığa yaslamış, gökyüzüne bakıyordu.

"Üşüyor musun hâlâ?"

"Hayır, aksine bunaldım bile. Altımda sütyen olsaydı çıkarırdım sweati."

"Sütyenle mi duracaktın yanımda?"

"Bir sakıncası mı var? Görmediğin şey değil. Ayrıca sana özel de değil."

"Başkasının yanında da durabileceğini mi iddia ediyorsun?"

"Ev-"

"Mira!" Bastırarak söylediği ismimi ilk defa duyuyordum sanki. Çok yakışıyordu ağzına. Ayrıca sadece ismimi söylemekle kalmamış, üstüme abanarak beni köşeye sıkıştırmıştı. Alanımızda oldukça küçük olduğundan burun burunaydık.

"Efendim Baran!" Kafamı dikleştirerek konuşmuştum. Gözleri gözlerime odaklanamıyor, sürekli dudaklarıma kayıyordu. "Kaşınma!" Söylediğiyle kaşlarımı çatarak baktım ona ters bir şekilde.

"Ne yaparsın?"

"Seni kaşıyamam belki ama yapabileceğim bir şey var. Senin de istekli olduğun bir şey!"

Bu sefer gözlerim kocaman olmuştu. Ne diyeceğimi bilemiyordum, dudaklarım açılıp kapanıyordu. Bu tavrımla Soykan oldukça keyiflenmişti. Eğildi, dudağımın kenarına derin bir öpücük bıraktı.

"Ya bir daha öpemeseydim seni?"

O kadar kısık sesle söylemişti ki bu cümleyi duyup duymadığıma şüphe etmiştim. Ben de kokusu, dokunuşu ve ruhu için aynı şeyi düşünmüştüm. Ve bu kadar yakın olmaya devam ederse koymaya çalıştığım mesafeyi kapatacaktı. İzin veremezdim. Burnu sürtecekti biraz. Ellerimi göğsüne koyarak uzaklaştırdım onu. Zaten bacakları tam sığmadığında rahat bir pozisyonda değildi ve uğraştırmadan uzaklaşmıştı.

"Ben çok bunaldım. Tişört falan yok mu?" Diğer arabada olsak sormaz direkt isterdim ancak burada olup olmadığını bilmiyordum.

"Senin de bana kanın kaynıyor da neyse. Çantada olacaktı."

Olduğu yerde harekete geçerek önündeki koltuğa uzandı. Üstüne bıraktığı çantayı alarak içinde tişört aramaya başladı. Biraz karıştırdıktan sonra bulmuş, siyah ve geniş bir tişörtü bana uzatmıştı. Bedenini tam anlamıyla koltuğa çevirerek giyinmemi bekliyordu. Görmemek adına koltuğa bakıyordu.

Sakin tavrını fırsat bilerek hızla çıkardım üzerimdeki sweati. Vakit kaybetmeden tişörtü başımdan geçirerek eteklerini düzelttim. Arkama yaslanmadan önce de sweati ön tarafa bırakmıştım.

"Bitti mi?" diye sordu Soykan konumunu değiştirmek adına. "Bitti." diyerek karşılık verdim ona. Soykan da benim gibi eski konumunu aldığında yan yana, direkt karşı cama bakıyorduk şimdi.

"E nerde kalmıştık?" Camdan göz göze geldiğimizde sormuştu bu soruyu. Gözlerimi çekmeden cevapladım onu. "Satılan garsonlardan, zehirli içeceklerden, mekanda olan pis adamlardan bahsetmiştin." Sözlerim üzerine kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı beni.

"Evet. Garsonların gelmesini o yüzden engelledim. İlk içecekleri de bilerek Taha'ya getirtmiştim. Uyuşturucu bile atabilirlerdi bardağına ya da zehir."

Onu dinledikten sonra daha fazla olduğum yerde duramadım. Baktığım cama sırtımı dönerek dizlerimin üzerinde oturdum. Kucağıma yastığı bastırarak Soykan'ın gözlerinin içine baktım. Yatarak konuşabileceğimi hiç sanmıyordum.

"İşte senin problemin bu. Bana söyleyebilirdin. Sarhoş falan değildim o an. İlle de içeceğim diye tutturmazdım ya da gelip geçen garsona saldırmazdım. Parti lafı geçtiği andan itibaren gergindin, girişte yaptığın konuşmanın dışında hiçbir şey söylemedin.." Kucağımdaki yastığı daha çok sıkarak baktım, loş sarı ışıkta parlayan gözlerine. Soykan'ın yüzünde ise anlayışlı bir ifade vardı.

"Korkmanı istemedim. Tek amacım buydu. İçerde belinde silah olan yüzlerce adam vardı ve hepsi dostum değildi. Normal insanlarda vardı dikkat çekmemek için. O insanlara bakarak biraz da olsa rahat hisset istedim. Sürekli evdesin zaten. Senin için de değişiklik olur diye düşündüm. Eğer sana deseydim ki herkesin belinde silah var, her an beynine sıkabilirler ya da önüne zehirli bardak koyabilirler. İşte o zaman sen de benim gibi gergin olurdun. Bunu istemedim."

"Tamam, şunu anlıyorum. O mekana seninle girdiğim için hedef olacağım. Peki o adamlar neden içerdeydi?"

"25. Bölge'nin adamlarıydı çoğu. 25. Bölge'nin tamamı da Mahir'le benim ilişkimi biliyor. Herkes beni oğlu gibi büyüttü, bu günlere getirdi sanıyor. Ring hayatımda bir nevi federasyon sahibi gibi. Birlikte çalıştık. Beni yıllarca dövüştürüp sırtımdan para kazandı. Ben yakın zamanda tüm ilişkimizi kestiğimizi ve artık düşman olduğumuzu duyurdum. Herkes bilmiyor ve bir dedikodu ortamına ihtiyacımız vardı. Karşı tarafların vereceği bilgileri aralarına köstebek sokarak öğrenebileceğimiz tek ortam buydu."

Derin bir nefes alarak başladığı cümlelerini bitirmişti. Sözlerinin gerçek olduğundan emindim. O yalan konuşmazdı. Ne olursa olsun her şeyi bana da söylemesini istiyordum, her zaman.

"Bahsettiğin herkes Mahir'in biyolojik babam olduğunu biliyor mu?"

"Bilmiyor ama öğrenecekler. Duyuracağım."

"Bu daha tehlikeli olmaz mı?" dedim merak ve tedirginlik dolu sesimle. Aklıma direkt olarak bu gelmişti. Mahir gibi pisliğin ta kendisi olan bir varlığın düşmanı da bir hayli fazladır.

"Aksine, daha çok işimize yarar. Mahir az çok bahsetmiştir dostlarına, bana kolayca düşman olabilecek dostlarına. Seni benden alabilmek için yardım istedikleri vardır. Bizden önce Mahir tarafından duyurulursa bu durum, işimiz daha zor olur. Mahir'in dostu da düşmanımız olur, düşmanı da. Ama Mahir'le düşman olduğumu duyurduktan sonra kızının yanımda olmasına ses çıkarmayan Mahir karşısında düşmanları hiçbir şey yapmaz. Değerli değil ki düşmanının eline bırakmış, derler. Yıllarca ortada olmayan bir kızdı zaten, diye düşünürler. Mahir de aksi bir hareket yapamaz, dikkat çekmemek için. Çünkü seni yanına almak için destek aldığı anda ya da herhangi bir hamlesinde düşmanları da harekete geçer. Ve tüm bunlar ,maalesef, biyolojik baban olduğunu duyurduğumuzda olur. Böylece hem düşmanlarımızı azaltacağız hem de Mahir'i saf dışı bırakacağız."

Zekası hayret ediciydi gerçekten. Bazen ağzım açık dinliyordum. Nasıl bu kadar kapsamlı düşünebiliyordu ki? Bunlar benim aklıma hiç gelmemişti.

"Tüm bunlarla benim için uğraşıyorsun."

"Rahatsız değilim. Bana güven, yeter."

"Neden sürekli güvenden bahsediyorsun?" Son sözlerini gözlerini kaçırarak kurduğu için sormuştum bu soruyu. Şüphesi olmasa bakışlarını kaçırmazdı. Söylerken yüzünde acı bir tebessüm oluşmuştu üstelik.

"Bana güvendiğini hissetmiyorum." Bu ihtimalden emin olacak ki gözlerimin içine bakıyordu. "Sana güvenmesem neden yanında, evinde, yatağında kalayım?" Güvenmediğin birine karşı bunları yapabilir miydin? Kaşlarım çatılmıştı. Gerçekten anlayamıyordum.

"Biraz, mecbur olduğun için olabilir. Bana mecbur olduğun için güvenme. Sadece güven, konu ne olursa olsun."

"Neden böyle düşünüyorsun?" Sorum üzerine oturduğu yerde dikleşti. Oturur pozisyona geçerek ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı.

"Dört duvara bile benden daha çok güveniyorsun. O gün, peşimize adamlar düştüğünde evin içine girene kadar rahatlamadın. Halbuki ben yanındaydım. Ve ben, sen yanımda olduğun için hata yapma ihtimali bile düşünmedim. Saatler öncesi. Mekana girerken sana tehlikeli olacağından bahsettim ve yerinden kalkma, dedim. Ama sen bunu bambaşka anlayarak karşıma dikildin. Aksini yaptın. İstediğim yalnızca bana güvenmendi. Gerginliğimi hissetmişsin. Gergindi, otur dedi, bir bildiği vardır, demeni bekledim. Ama olmadı. Kendin ikna olmadığın sürece benim sözlerime ikna olmuyorsun. Güvenmiyorsun çünkü."

Gözlerinde hayal kırıklığı mı vardı? Gözlerinden anlayamasam da sözlerinden ve sesinden anlamıştım. Ciddi ciddi ona güvenmediğimi düşünüyordu. Ancak ben Soykan'a koşulsuz güveniyordum. Soykan halleder, düşünür, yapar diyebiliyordum. Gölgesinde bile güvende hissediyordum.

"Bahsettiklerin hayati refleks. Korkum yalnızca kendim için değil. İnsanız. Normal bir hayatın yok senin, tehlikenin ortasında rahat tavırların senin için de endişelendiriyor beni. Bunu o gün de söyledim. Arkandan vurmayacaklarına nasıl bu kadar eminsin, dedim."

"Ben de cevabını verdim. Kendime güveniyorum. Her zaman bir hata payı vardır ama sen yanımdayken olamaz. Benim sana olan güvenim, sende bana karşı yok."

"Saçmalama. Gölgende bile güvende hissediyorum. Yanımda sen olduğun sürede tüm kabuslarımın üstesinden gelebiliyorum. Yanımda sen olacaksan tehlikeden korkmam. Sen varsın, beni korursun, biliyorum. Bir işe başladığımızda ben bunu yapmam, derim ama Baran bunu öğretemez, demem. Aksine Baran bir şekilde öğretir, derim. Sana zerre kadar güvenmesem yanında bir saniye durmam. Mecburiyetten hiç durmam."

Kendini inandırdığı bu durumun değişmesi için konuşmuştum uzun uzun. İçimden geçenleri büyük bir samimiyetle söylemiştim. Hissettiklerim bunlardı. Sözlerim üzerine Soykan'ın gözleri bir süre bulanmıştı ancak anında toparlamıştı.

"Neyse ne, uzatmanın anlamı yok."

"Kestirip atmanın da. Bugün bu kadar sinirlenme sebebin buydu biraz da değil mi? Bana güvenmedi, tehlikenin ortasına gitti, dedin kendine."

"Aynen öyle."

"Sen hislerini asla belli etmeyen birisin. Bana söylemezsen nasıl bilebilirim ki?"

"Sen de çok açık sayılmazsın. Ben hissedebiliyorum ama."

"Sen de bana kırıldın yani?"

"Kırıldım ama bunun için kırmam gerekmezdi. Hepsi üst üste geldi."

Tavrıma kırılabilen, gözlerini kaçırarak konuşan bir Soykan? Bak ben de hissetmiştim şimdi, sormuştum ona. Tenini de hissedebilirdim. Bu yüzden kollarımı kaldırdım ve birkaç santim uzağında olan bedenine kollarımı sardım. Gizli bir nefesle kokusunu ciğerlerime çekerek fısıldadım. Benim de onun ruhunu ikna etmem gerekiyordu.

"Sana güveniyorum. Hep güveneceğim."

Kollarımı çekmeden öncede boynuna bir öpücük bırakmıştım. Ayrılacağımızı düşünmüştüm ancak Soykan kollarını belime sararak beni üstüne çekmişti. Sırtını az önce kalktığı yastığa yaslamış, beni de göğsüne yatırmıştı. Daha rahat olabilmek adına bedenimi yana çekerek başımı göğsüne yasladım. Kokusu buram buram genzime doluyordu. Yanımdayken bile özlüyorum cümlesi bana çok saçma gelmişti hep. Ancak ben yalnızca birkaç saatte bu kokuyu ve bedenini özlemiştim ve asla absürt gelmiyordu. Halbuki insanlar benim tahammül edemediğim cümleyi hayat arkadaşları için kuruyordu. Peki ya ben?

"Ne olursa olsun hâlâ çok kırgınım sana." Beni göğsüne çekmekten başka tepki vermemiş olan Soykan'aydı bu sözlerim. Dile getimekten geri durmayacaktım.

"Farkındayım. Biliyorum ama kendime hakim olamadım. O şerefsiz senin hakkında konuşurken bin tane ihtimal geçti aklımdan. Vereceğim anlık tepki de neler olacağını düşündüm. Sonra seni gördüm orada. O ibnenin eli teninde. Dayanamadım. Benden uzaktasın, Naçar'a vereceğim bir tepkide koruyabileceğim bir mesefade değilsin. Çaresiz hissettim. Hayatım boyunca da en çok bu duygudan nefret ettim. Seninle yaşadım bir kez daha. Naçar'a yöneltemediğim öfkeyi sana yönelttim. İkilemim sana zarar verecek olabilmesiydi. Bunu yapsa o mekandan sağ çıkmazdı ancak sen riske atabileceğim biri değilsin."

O anları anlatırken bile yaşıyordu. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Sesi öfke doluyordu ancak taşamıyordu. Yüzünü göremiyordum. Omzuma sardığı eli vardı bedenimde. Kolumu okşuyordu, bana dokunabildiğini kavramak istercesine. Soykan konuştukça kendimi onun yerine koyuyordum. Ben de dayanamıyordum.

"En çok da seni o evden, cümlen kırdı kalbimi. Ben o evden kimseyi tahrik etmek için çıkmadım." Sözlerim üzerine elini saçlarıma çıkardı. Ardından nefesini yüzümde hissettim. Dolan gözlerim yaşını göğsüne akıtmasın diye çaba sarf ettim. Soykan'ın dudakları ise alnımı bulmuştu. Derin bir öpücük bırakmış, konuşmaya başlamıştı.

"Özür dilerim. Asla o anlamda söylemedim. İnsanların seni görmesinden, zarar verebilme ihtimalinden korktum ya deli gibi. Bıraktığım yerde göremeyince, beni tamamen yanlış anlayıp aksi cümleler söyleyince kendini göstermek için mi kalktın, demek istedim. Çok ağırdı belki ama söylerken benim için de kolay değildi. Ya da senin sözlerin."

Bir kez daha öptü alnımı. Ardından dudaklarını saçlarıma bastırdı. Yüzüm göğsündeydi ve düğmeleri canımı yakıyordu. O yüzden doğruldum hızla. Üzerine eğilerek düğmelerini açmaya başladım. Soykan'ın yüzüne bakmıyordum ancak sıklaşan nefeslerini hissediyordum. Parmaklarımın sırtı karın kaslarına değiyor, değdiğim yer içine çöküyordu. Gömleğin beline sıkışan kısımlarına kurtarmak için kasıklarına dokunduğumda Soykan hızla bileğimi kavramıştı. Saatler önceki baskısının hasarı canımı yakarken sessiz kalmaya çalışarak gözlerine baktım.

Sıklaşan nefesleri ve koyulaşan gözleriyle gözlerime bakıyordu. Bakışlarının yoğunluyla gözlerim dudaklarına kaydı. Bu hamlem Soykan'ın derince yutkunmasına sebep olmuştu.

"Ne yapıyorsun?" Sesi dahi boğuklaşmıştı. Yüzünde sorgulayan bir ifade vardı.

"Gömleğini çıkarıyorum."

"Neden?" Yutkunarak konuşmuştu.

"Düğmeleri canımı yaktı." Dudaklarımı ısırarak konuştuğumda Soykan elini çeneme çıkardı ve ısırdığım yeri kurtardı. Altımda dağılan saçları ve bayık bakan gözleriyle inanılmaz çekici duruyordu. Üstelik kusursuz vücudu da karşımdaydı. Pürüzsüz tenine işlenmiş karın kasları, parça parça oradaydı.

"Kalbimi durdurmaya ant içtin değil mi?"

Parmağı dudağımda oyalanırken sormuştu bu soruyu. Ne yapmıştım ki? Cevap veremediğim anlarda Soykan kalçasını kaldırarak gömleğini sıkışan yerden kurtardı. Ardından yakalarını iki yana iterek benim için göğsünü çıplak bıraktı. Belini doğrultup dudağımın kenarını öptükten sonra ikimizi de eski konumuna getirdi.

"Yağmur'la biraz konuştuk. Geçirdiğin krizi sordum ona. Sürekli geçirdiğin bir kriz değilmiş. Onun bildiği iki tane daha varmış. Biri ilk tanıştığınız yıllara ait, diğeri ondan sonra. Birini öldürmekten bahsetmişsin hatta. Onlarda neden böyle olmuştun?" Merak ettiğim en önemli şey bunlardı. Cevaplayacağından emindim ancak onun için zor olup olmadığını düşünmemiştim bir an.

Soykan'ın göğsü hızlanmıştı yine. Nefesler kor olmuştu, yangın başlatmıştı anlaşılan. Sıcak solukları saç diplerime daha kuvvetli vurmaya başlamıştı. Tişörtün içinden belime yerleştirdiği elinin hareketi durmuştu. Tam anlatmamasını isteyecektim ki sesini duydum.

"Öldürmek isteğim kişi Mahir'di. Tüm gerçekleri, beni nasıl kandırdığını öğrendiğim gün. O zaman krize girmemin tek sebebi sinirdi ama ilk ve son öyle değildi. Beni krize sokan korkuydu. Saf korku. Ruhuma kadar korkutan bir gerçek."

Az önceki boğuk sesine nazaran bu sefer ciddiyetle kurmuştu cümleleri. Zorlamıştı. Hissediyordum ancak dediği gibi siniri öyle kuvvetliydi ki bahsi geçtiğinde bile öfkelenmişti. Nasıl öfkelenmeyecekti ki? Tüm hayatının yalan olduğunu, babasını bir hiç uğruna kaybedip intikamla, acıyla büyütülmüştü. Yaşarken hazmedemediklerinin kendinden çok uzak sebepler olmasını kabullenmek insanı delirtirdi bile.

"Kalbin hızlandı. Sakin ol, lütfen. Kötü etkiliyorsa da anlatma. Ben salak gibi pat diye sordum. Tahmin ediyordum Mahir yüzünden olduğunu. Sen iyi bile dayanmışsın. Ben kesin delirirdim."

"Delirmek de kolay değil öyle. Bak anneme. Sadece kendini değil, beni de mahvetti. Mahir'in karşısında, benim arkamda durabilecek durumda olsaydı bunları yaşamazdım belki de. Ama kızamıyorum ona. Ben aşkın ne olduğunu onların gözünden öğrenmiştim. 'Anne birbirinize bakınca gözleriniz parlıyor, ne bu?' derdim. Aşk derdi. Delirmese aşkından şüphe ederdim. İlk krizi mi de annem ilk kliniğe yatırıldığında geçirdim."

Annesi içinde öyle bir yaraydı ki. Kabuğunu kaldırmak istiyordu ama yapamıyordu. Kanatmak, acıtmak istiyordu ancak dikiş atıp iyileştiriyordu. İlk defa annesi için bu tarz bir cümle duymuştum ağzından. Belki de çocukluğu hesap soruyordu.

"Anneni kendi istediğinle yatırmadın mı hastaneye?" Kendi isteğiyle yatırıp neden kriz geçirsin ki?

"Demiştim ya, benim boğazıma dayadığı bıçağın aksine kendi boğazına dayamasa yapmazdım, diye. Annemin atakları o dönem yalnızca karşı tarafa doğruydu. Yastığının altında bıçakla makasla uyurdu. Ananeme ya da bana saldırırdı. Birkaç gün önce de ananemle bir kriz yaşamışlardı. O zaman kafasına koymuştu ananem. Hissetmiştim ama yapmaz, demiştim. Evde değildim o gün. Geldiğimde ise eli kolu bağlanmış, üç dört hasta bakıcı eşliğinde götürülen, çığlık çığlığa bağıran annemle karşılaşmıştım. Ben ne kadar çocuğu olursam olayım. Yasal vasi ananemdi. Buna hakkı vardı ve yaptı. Annemi evimde kaybettim. Hastaydı belki ama yine de evdeyken babamla olan anılarımız da benimleydi. Annem gittiği an ikisinin de izinin silineceğine inanmıştım. Babamın ardından annemi, annemin yanında da anılarımızı kaybettiğimi sanmıştım. Onu bir daha göremeyeceğim, sarılamayacağım, kokusunu duyamayacağım, kaybettim, demiştim. İlk krizimi o zaman geçirdim. Sonuncuda da aynı duyguları hissettim."

Konuşmakta öyle zorlanmıştı ki yeri gelmiş duraksamış, yeri gelmiş sesi titremişti. Tüm bunlara ise benim anneme duyulan hastalıklı sevgi sebep olmuştu. Buna dayanamıyordum ve bunun altında eziliyordum. Yine sıkıştığım bir anda ezilmek üzereyken doğruldum ve ellerimi Soykan'ın göğsüne koydum. Direkt olarak gözlerine bakıyordum. Yorgunluktan titreyen gözlerine...

Kusursuz bir güzelliğe sahipti o. Yüzünü, fiziğini kıskanacak binlercesi vardı. Ancak bahtı yüzü gibi güzel değildi. Hayatı annesi kadar masum kalamamıştı. Uzandım ve her şeyini kaybetmiş o küçük çocuğun dudaklarının kenarına bir öpücük bıraktım. Burada olduğumu hatırlattım. Ardından içimden geçen neyse onları birer birer anlattım.

"Kaybetmekten korktuğun kişi olduysam kaybolmamak için elimden geleni yaparım. Kendimi yok etmem. Eğer yaralarını iyileştirebiliyorsam tek tek sarmaya varım. Gerekirse sürekli kanasın, ben yine sarıp sarmalarım. Yaranı kapatırım ama sen yaranın kapanmasını reddersen, yaralarını benimle paylaşmak istersen, bende yara açarsan yanında durmam. Çünkü yaralar sarılır. İzi kalır ama kapanır. Yaralar paylaşılmaz. Paylaşılırsa yara sadece bir kişide kalmaz. Kapanmaz."

《☆》

[Bölüm Sonu]

MELÂL♡

Beğendiniz miiiiii?

Duygusu yüksek bir bölümdü o kadar zorlandım ki. Üstüne bir de kendim depresyona girdim.

Takip eden yaşı küçük kişiler olduğunu için detay veremeyeceğim psikolojik olaylar yaşadım ve bir süre yoktum.

Size verdiğim iki hafta sözünü geçirdiğim için elimden geleni yaptım ve yazdım.

Umarım sevmişsinizdir.

Yorumlarınız çok kıymetli. Eğer ki birden fazla okuyorsanız bölümü  mutlaka yorum yapın olur mu? Ben bölümü sadece yorumlarınız için yazıyorum.

Oy vermeyi unutmaaa!

Sizleri seviyorum♡
  
İNSTAGRAM

SNMNURGYK

SEVGİLERİMLE
(SNG)

Continue Reading

You'll Also Like

114K 11.6K 14
"Uyurken gözlerinin kapandığını görmek bile içimi titretirken, sen ameliyattayken ben o filmi nasıl izleyebilirim ki?" -29.05.2019-
4.5M 382K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

74.8K 2.7K 37
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
4.2M 14.1K 6
Merhaba kimsenin haberi olmadığı üyelerinin birer kimliksiz olduğu suç örgütüne Çöplüğe Hoş Geldiniz. Kimliksizler den biri ama aslında Kralın ( Çöpl...