Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.1M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
8*
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
168.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻
Güneşçiçeği*🌻🌻
172.Bölüm
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
180.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

181.Bölüm

248K 15.4K 23.1K
By dpamuk

Bazı karakterler, ruhlarını açtıkları kaleme, çok şey öğretirlermiş.

İyi ki var oldun Bora Karabey! 🌊🖤

Sen, muhteşem bir yol arkadaşısın!

Ömrüm boyunca sen de nazlı sevgilin de zihnimin en güzel köşesinde kurulu olacaksınız, söz!

Ve pek tabii Ada da... Onsuz olur mu hiç? :')

Sevgili Maça Kızı 8 Ailesi,

Sizleri çok seviyorum... İyi ki bizi, gönlünüze kabul buyurdunuz. Bugün, sizlerle birlikte kutladığımız için ayrıca bi' güzel. Dün geceden beri biraz ağlayarak, biraz gülümseyerek, ortaya karışık bir ruh hâliyle okuyorum yazdıklarınızı. Var olun! 🌻💛✨

Yorumlarda olacağım, sizi de beklerim. 🫠

Ne güzelsin 8 Temmuz :')

Nicelerine,

dp.

♠️

Banyodan çıktığımda Bora ile göz göze gelmiştik. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama Ada'yla konuşmasını duyduğumu anlamıştı. Yatağın içine girdim. Ada, sütünü yudumlarken bana dönüp bakmıştı. Hem babasının hem de benim varlığımı hissetmeye çalışıyordu. Usulca saçlarını okşamaya başladığım sırada, sol ayağını babasının karnına yasladı. Üzerinden tedirginliğini atamadığı belliydi ve bu gecenin onun için huzursuz geçeceğini tahmin edebiliyordum. Tahmin edemediğim, bu gecenin ve hatta belli ki çoğu gecenin, babası için de huzursuz geçtiğiydi. Bununla ilgili ne yapılabileceğini bildiğim de söylenemezdi.

"Ani..." dedi Ada, boş biberonunu bana uzatırken. Sütünü bitirdiği hâlde uykuya dalmamış olması aslında bir sorundu ama bir yandan da zaten, bunun böyle olacağı aşikârdı. Biberonu komodinin üzerine koydum ve Ada'nın elini tutup, parmaklarını okşamaya başladım. Babasına bakarken, boğazından ritmik bir melodi dökülmüştü ve bu da Adaca, ninni dinlemek istiyorum anlamına geliyordu.

Bora gülümsedi ve Ada'ya ninni söylemeye başladı.

"L'était une une p'tite poule grise
Qu'allait pondre dans I'èglise
Pondait un p'tit coco
Que I'enfant mangeait tout chaud"

Ada, bu ninniyi babasından dinlemeyi çok seviyordu. Genellikle öğle uykusuna uyuyacakken, babasının kucağında kendinden geçerek dinlediği bu ninni, onu daima sakinleştiriyordu. Sözlerinden ne anlıyordu bilmiyordum ama bence zaten sözlerinden bağımsız, kendisini babasının sesinin dinginliğine teslim ediyordu.

"L'était une une p'tite poule noir
Qu'allait pondre dans I'armoire
Pondait un p'tit coco
Que I'enfant mangeait tout chaud

L'était une une p'tite poule blanche
Qu'allait pondre dans la grande
Pondait un p'tit coco
Que I'enfant mangeait tout chaud"

Ada'yla birlikte keşfettiğim en önemli şeylerden biri de bir bebeğe bebek deyip geçmemek gerektiği olabilirdi. Ada'nın dünyaya ilk gözlerini açtığı an'dan itibaren, etrafında olanı biteni algıladığına yemin edebilir ama bunu ispatlayamazdım. Bunu gözlemleyebildiğim onca an vardı ama algılarının bu denli yüksek olduğuna, iki ay önce, Noir hastalandığında kesinkes emin olmuştum. Normalde Noir'nın tepesinden inmeyen, onunla oyun oynamaya, onu bir topun peşinden koşturmaya meraklı olan Ada, Noir hasta olduğu zaman inanılmaz bir ruh hâline bürünmüştü. Tam iki gün on dört saniye boyunca hâlâ aynı Ada'ydı fakat öte yandan da en yakın arkadaşının hasta olduğunun gayet de bilincinde gibi davranmıştı. Noir'nın yanında yüksek sesli kahkahalar atmamış ve onun yanındayken olduğundan daha uysal bir şekilde oturmayı tercih etmişti. Ta ki Noir'nın iyileştiğini ve yeniden koşturduğunu görene kadar.

"L'était une une p'tite poule rousse
Qu'allait pondre dans la mousse
Pondait un p'tit coco
Que I'enfant mangeait tout chaud

L'était une une p'tite poule brune
Qu'allait pondre dans la lune
Pondait un p'tit coco
Que I'enfant mangeait tout chaud"

Şimdi de nedense Ada'nın algılarının yüksek olduğunu düşündüğüm an'ların birini yaşıyorduk. Sanki yaşadığı olay yüzünden benim deli gibi korktuğumu hissetmişçesine, sanki babasının ona kurduğu cümleleri anlamışçasına ikimize birden sokulmuştu. Huzur içindeki dünyası bir bom sesiyle sarsılsa ve çok büyük aksiyonlar yaşamak zorunda kalsa da kendi korkularını bastırmaya çalışırcasına, bize iyi gelmeye çalıştığını düşünmüştüm. Bütün bunlar kafamda uydurduğum şeyler de olabilirdi ama olmayabilirdi de. Sezgilerimizi açıklayabilmenin henüz hâlâ doğru düzgün bir yolu yoktu neticede.

Ve rüyalarımızı da.

Bilimsel açıklaması olmayan şeylerden hazzetmediğim gibi, Bora'nın korkularıyla yüzleşmekten korkuyordum.

En çok da eski hayatımızda olan biten şeyleri, bu hayatımıza taşımaktan.

Geçmişin kapısını öyle bir kapatmıştım ki kapının deliğinden dahi karanlık bir hüzmenin sızabilmesi mümkün değildi.

Ada, yanında olup olmadığımızı kontrol ediyormuş gibi gözlerini sık sık açtı, bir babasına bir bana doğru on iki kez döndü, uykuya tam dalacakken belki de kabus gördüğü için korkuyla uyandı, ağladı, yeniden uykuya dalmaya çalıştı ama dalamadı, su istedi, bana sarıldı, yeniden uyudu ve yeniden uyandı, başını babasının göğsüne koydu. Her defasında sırtına, saçlarına, ellerine temas ederek, sessizce, yanında olduğumuzu hissetmesini istedik, kulağına onu çok sevdiğimizi ve güvende olduğunu fısıldadık.

İlk kez, Ada'nın kesintisiz bir uykuya dalması, güneşin ilk ışıkları odaya vuruncaya dek sürmüştü.

Öyle ki Bora, Ada'dan daha evvel uyumuştu ve belki de Ada, babası da uyuyunca artık uyuması gerektiğini düşünmüştü.

Benim ise gözüme uykunun zerresi girmiyordu ve Bora'nın kendini durmaksızın tekrarlayan rüyasını görmekten korktuğum için olsa gerek, saymadığım kadar uzun bir süre, gözlerimi dahi kapatamamıştım.

♠️

"Ani?"

Ada'nın çok uzaklardan gelen sesine, Bora'nın sesi karışıyordu.

"Uyuyor..."

Uyku, en tatlı hâliyle beni kucaklamak isterken, yüzümde dolaşan küçük parmaklar aramıza giriyordu.

"Uyusun anne biraz daha... Biz gidip senin sütünü ısıtalım... Anneyi kahvaltı için kaldırırız, tamam mı?"

"Ayı!"

"Evet..."

"Ayı!"

"Evet babacığım, annenin uyuması lazım biraz... Uyumazsa dinlenemez ki."

Sessizlik, Ada'nın babasına hak verdiği anlamına mı geliyordu bilmiyordum ama öyle olmasını umut ediyordum.

"Bakalım Noir uyanıp nereye gitmiş... Gel, hadi."

"Ani?"

"Anne uyuyor."

Bora'nın, Ada'ya karşı mükemmel derecede bir sabrı vardı.

"Süt içmek istemiyor musun?"

Ve uyuyan insana karşı oldukça saygılıydı da Ada gibi bas bas bağırmıyordu.

"Ayı!"

"Hişt!" diye fısıldadı Bora. "Anneyi uyandırmamamız gerekiyor."

Aslında Ada uyandığında benim uyuyor olmama alışıktı. Sabahları güne gözlerini açtığında ilk babasını görüyor, eğer çok erkense babasıyla birlikte yatağımıza geliyor, sütünü babasıyla içiyor, bazen babasıyla dolaşmaya çıkıyor, kahvaltı hazırlanana kadar babasıyla vakit geçiriyordu. Ayrıca biri uyurken sessiz olması gerektiğini de biliyordu. Uyuyan Noir dahi olsa, işaret parmağını dudağına götürerek, "Şişt!" yapıyordu. Bora, özellikle gün içinde çok fazla efor sarf ettiğinde, akşam yemeklerinden önce salonda uzanıyor ve yemek hazır olana kadar uyuyordu ve o zamanlarda Ada da sessizce duruyordu. Fakat şimdi bu kadar ısrarcı olması, zar zor kavuştuğum uykumla arama girmesi, "Ani!" diye tutturması, normal olmadığı kadar görmezden gelebileceğim bir durum da değildi.

Bir de maalesef ki babasını tanıyordum. Ada'yı kucağına alıp odadan çıkmayacaktı. Onu ikna etmeye çalışacaktı. Yani öyle ya da böyle uykumun içine edilecekti. Ben olsam, ki bunu defalarca yapmıştım, Ada'yı kucağıma alır ve odadan çıkardım. Ağlıyordu ama akabinde illaki dikkatini dağıtacak bir şey buluyordum. Fakat Bora bunu asla yapmıyordu, hatta benim de bunu yapmamdan hoşlanmıyordu. Bora'ya göre Ada bir bireydi ve onun sağlığı ya da temel ihtiyaçlarıyla alakalı şeyler dışında, ikna olmadığı hiçbir şeyi, ona zorla yaptırmamalıydık. Bana göre ise Ada, algıları ne kadar güçlü olursa olsun ve ne kadar bebek deyip geçmeyecek de olsak, bebekti işte.

"Günaydın..." dedim, gözlerimi zorlukla açarak. "Bebeğim..."

Ada, emziğini tuttuğu elini coşkuyla havaya kaldırırken gülümsedi ve "Ani!" diye bağırdı.

Ben de gülümsedim. "Mutlu musun anneciğim?!" diye sordum. Ada, muhtemelen kendisine kinayeyle söylendiğimin farkında olmadığı için kıkırdadı. "N'oldu şimdi? N'oldu uyandım da? N'apacaksın beni sabah sabah?"

"Öncelikle saat on ikiyi on geçiyor," dedi Bora gülerek. Aramızda oturan Ada'nın saçlarını okşadı. "Bu hanımefendi de, öğle uykusuna uyuması gereken saate biraz kala uyandı..."

Ada dan diye yanağımdan öptüğünde ona sımsıkı sarıldım. "Öğle uykusuna yatalım o zaman!" dedim, huysuz bir tonlamayla. Bora minik bir kahkaha attığında, Ada babasına bakmıştı. "Çok uykum var Bora! Lütfen uyuyayım..."

"Gel, aşağıda uyu..." dedi Bora, saçlarımdan öperken. Başımı iki yana salladım. "Oyalarım aşağıya indikten sonra. Ama şu an uyanmanı istiyor işte..."

"Oağ..." dedi Ada ve henüz bilmediğimiz bir dilde, kendince bir şeyler anlatmaya başladı.

"Ben de birey değil miyim? Benim de haklarım yok mu?" diye sordum, dudaklarımı büzerek.

"Tabii ki var sevgilim," dedi Bora. İç çekti. "Ama dün geceden sonra kızımızı ağlatmaya gönlüm razı gelmiyor..."

"Ani..." dedi Ada, yine. "Kağu..."

"Sabah sabah kavun mu yiyeceksin?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Hığğğ..."

"Baba sana kavun versin mi?" diye sordum.

"Hığğğ," dedi Ada, yine.

"Bu çocuk bug'lı..." dedim, üzüntüyle. Bora kaşlarını çatarak bana bakmıştı. "Sen sabahları süt veriyorsun ya ona... Süt içmek istemediği için beni uyandırdı. Çünkü genelde ara öğününü ben hazırlıyorum ya kavunu bir tek ben verebilirim sanıyor." Bora cümlelerimi kafasında oturtmaya çalışırken yüzüm daha da asılmıştı. "Yazık. Yeni kalkmış olsa bile bünyesi saat dolayısıyla kavun yemek istiyor herhalde." İçim bug'lı bir çocuğum olduğu için kan ağlasa da Ada'ya gülümsedim. "Bi'tanem! Rüyanda mı gördün kavunu acaba?!"

Rüya. Bora'nın rüyası. Kendini durmaksızın tekrarlayan rüyası.

"Kağu..." dedi Ada, yine.

"Gel babacığım... Kavun yiyelim seninle, hadi..." dedi Bora.

Ada, kollarını babasına uzatırken, "Nini!" dedi.

Ada ve Bora odadan çıkarken gözlerimi kapattım. "Sevgilim..." Bora'nın dudaklarını yanağımda hissettiğimde, yine gözlerimi açmıştım. "Uyan artık, hadi..."

"Biraz daha uyuyacaktım ya..." dedim, kısık bir sesle.

"Kaç biraz daha oldu..." dedi Bora, gülerken. "Saat dörde sekiz var, hadi uyan artık..."

"Uyanmayayım," dedim hoşnutsuzlukla. Kollarımı Bora'nın boynuna sararak onu kendime çektim. "Sen de gel, birlikte uyuyalım. Ada nerede?"

"Yeşim ve Noir'yla birlikte parka gittiler..." dedi. Gülümsediğini hissettim. "Hadi bak, sana şahane bir kahve demledim. Krep de var!"

"Lezzetli bir menü," diye mırıldandığımda, dudaklarımın arasında Bora'nın dudakları vardı. "Bunlar daha lezzetli sevgilim, evet..."

Hafifçe üzerime doğru eğilerek yanağımdan öptüğünde, denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusu ciğerlerime nüfuz etmişti. Bir eliyle geceliğimi yukarı doğru sıvarken, "Hiçbir şey, senden daha lezzetli olamaz," dedi.

Parmaklarını bacaklarımın arasında hissettiğimde, dudaklarım arasından haz dolu bir inilti fırlamıştı. Bora'ya daha da yaklaşırken, "Beni böyle uyandırmana bayılıyorum!" dedim.

Boğazından dökülen melodi kulaklarımın içine akarken nefesi boynuma, adının yazdığı yere değiyordu. "Ben de böyle uyanmana bayılıyorum!" dedi. Dudakları boynumun her bir noktasına temas ediyor, asla herhangi bir yerde sabit kalmıyordu ve fakat bir eli tek bir yere adeta yapışmıştı ve gitgide baskısını arttırıyordu. "Dün gece... Nerede kalmıştık? Yarım kalan hiçbir şeyi sevmem."

Boğazımdan inlemeyle karışık bir gülüş koparken, "Hamaktan sonrasını yaşanmamış saymaya ne dersin?" diye sordum ve dudaklarımı yeniden dudaklarına kavuşturdum.

"Bence plajdan ayrılmamalıydık..." dedi. Bordo geceliği çıkartmaya niyeti yoktu ama çamaşırımı tenimden sıyırmıştı. "Her gece bunu giysen, asla itiraz etmem Nazlı!"

Parmakları derinlerime sızarken, yeniden boynuma ulaşan dudaklarının ateşi, sesime kadar yansımıştı. "İstersen, giyerim."

Sesime kadar yansıyan ateş, dudaklarını daha da yakıcı bir hâle getiriyordu. Dudakları boynumdan bordo gecelikten açıkta kalan göğüslerime doğru bir yol çizerken, bir eli de dudaklarının hemen ardından, dilinin değdiği her yeri seviyor, okşuyordu. Her bir zerremi ezbere bildiği belli hareketleri asla ezberim olamıyor; kendimi, her defasında dudaklarının bir sonraki durağını merak ederken buluyordum. Ruhum her defasında yepyeni bir hazla tanışıyor, Bora her defasında beni, kendi içimdeki yepyeni bir keşifle karşılaştırıyordu. Her yeni birleşmemizde ruhum, ruhuna biraz daha karışıyordu.

"Seni seviyorum Nazlı..." Gözlerimi tutkunu olduğum kapkara gözlerine dikerken, odamızın duvarlarına önce benim, sonra da Bora'nın boğazından kopan sesler çarpmıştı. "Her yeni gün, biraz daha çok... Sanki gün geçtikçe daha da artacak ve bunun asla bir sonu olmayacak."

Dudaklarım cevap vermek üzere aralandı fakat Bora'nın içimde yarattığı medcezirler yüzünden ancak çığlık atabilmiştim. Ama bu çığlığın, bir araya getirip de dile getiremediğim bütün kelimelerden daha anlamlı olduğunu, Bora'nın zevkten kısılarak bir cam gibi parlayan gözlerinde görmüştüm. Ve söyleyemediğim her şeyi duyduğunu.

Kavurucu bir yaz günü, 22 Kasım 2022'de, Bora'ya sırılsıklam aşıktım ve takvim yaprakları birer birer ilerledikçe daha da aşık olacaktım.

Sonsuza dek.

♠️

Duştan sonra üzerime su yeşili bir elbise geçirdim ve aşağıya indim. Bora duştan benden evvel çıkmıştı. Keten şortunu giymiş, her zamanki gibi üstü çıplak bir şekilde verandadaydı. Selim'le tavla oynuyordu. Tavla oynamayı çok da sevmediğini biliyordum ama Selim'in en sevdiği şeylerden biri tavlaydı ve Bora onu pek kıramıyordu. "Kaç kaç?" diye sordum, kahvemi masaya bırakırken.

"1-0 yenge," dedi Selim. Gülümsedi. "Ben yeniyorum."

Oyuna şöyle bir göz atarken, "Birazdan, 2-1 olacak gibi duruyor ama olsun..." dedim. Güldüm. "Nesine oynuyorsunuz?"

"Abim bir şeyine oynamıyor yine," dedi Selim. Ben ne kadar kumarbazsam, Bora da o kadar değildi. Allah'tan Selim'in Bora gibi prensipleri yoktu da onunla herhangi bir oyun oynadığımız zaman, bir şeylerine oynayabiliyorduk. Selim'in kaşları birden çatıldığında, aklına son tavla oynadığımız günün geldiğini anlamıştım. "Neyse ki tabii..." dedi, tavır yapar gibi. Bu ayki maaşının yarısına bahse girmesi de kaybetmesi de benim suçum değildi.

Bir pulu kırıktı, Bora dört kapıyı birden kapatmıştı ve Selim içeriye giremiyordu. "Ver, senin yerine ben zar atayım..." dedim, gönlünü almak ister gibi.

Fakat Bora derhal konuya el koydu ve kızarak, "Zar tutuyorsun sen Nazlı!" dedi. Gözlerimi devirdim. "İç sen kahveni. Karışma bizim oyunumuza."

"Yenge o gün de zar tuttun değil mi?" diye sordu Selim, merakla.

"Evet, bu da soru mu?!" dedi Bora, Selim'in yengesiymiş gibi.

Sıkıntı dolu bir nefes verirken, Bay Picard'ın yeni getirdiği krebimden bir çatal aldım. "Ne münasebet!" diye yalan söyledim. "İftiralarınızdan bıktım!" diye üste çıkmaya çalıştım. Bora tepkimi umursamazken, Selim'e kaybettiği parayı hatırlamak yaramadığı için, yüzü asık bir şekilde oyuna devam etmişti. Krebimi yerken bakışlarım Ada'nın hediyelerine takıldı. Sitemle, "Bu çocuk hediye mediye açmayacak ha!" diye söylendim.

"Aç sen o zaman artık," dedi Bora, bıyık altından gülerken. "Çatladın zaten!"

"Tabii ki de çatladım!" dedim, imalı ifadesini önemsemeden. Her zaman yalan söyleyecek değildim. Yer yer ve zaman zaman, dürüst olduğum da oluyordu. Bu da öyle bir zamandı.

"Harbi mars oldum!" dedi Selim. Üzüntüsüne üzüntü eklenmişti. "Ya nasıl bu kadar üst üste düşeş gelebilir abi?!"

Bora, bu dünyanın en normal şeyiymiş gibi omuz silkti. "Eee karım gelince, şansım açıldı..." dedi ve yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Zar tutuyor olamazdı değil mi?! Bakışları gözlerimle birleştiğinde, "Hadi aç hediyeleri istersen, öyle devam edelim biz oyuna," dedi,

"Hangisi senin?" diye sordum.

"Bilmem..." dedi ve alt dudağını dişledi. Ayağa kalktı. Bakışları hediyeler üzerinde dolaşırken, sapsarı pakete uzandı. "Bu değil mi seninki?" diye sordu fakat cevabı zaten kendi anlamış gibi benden herhangi bir cevap beklemedi. "Ben, seninkini açıyorum..." dedi.

Alayla gülümsedim. "Şampiyonlar liginin en üst takımıyla başlıyorsun demek sevgilim?"

Bora, paketi özenle açtı. Yumurtadan yeni çıkan sapsarı civciv kostümüne bakarken, "Dışında ayrı içinde ayrı hile yapıyorsun! Bunda bile ya... Pes Nazlı!" dedi, beni kınar gibi. "Hediyeni çoktan seçtiğini söylediğinde, Ada'nın değil civciv, sarı aşkı bile yoktu ya hani..."

"Ne var canım?!" dedim, kaşlarımı çatarken. "Öngörüsü yüksek bir anneyim! Altı ay önce, kızımın sarıyı da civcivi de çok seveceğini tahmin ettim!"

"Yenge?" dedi Selim, hadsizce araya girerek. "Sen daha geçen hafta almadın mı hediyeni?"

Bora, kocaman bir kahkaha attığında Selim'e döndüm. Sertçe, "Kapa çeneni!" dedim. "Hediyemi geçen hafta almış olmam, hediyeme geçen hafta karar verdiğim anlamına gelmez sonuçta! Hem ben daha ona hamileyken Tweety'li kıyafetler alıyordum!"

"Kendine, evet..." dedi Bora. Kaşlarım havalandı. "Tweety sarı olabilir. Ama Ada Tweety sevmiyor. O yüzden, bunun, konumuzla çok bir alakası yok sevgilim."

"Ada zevksizse ben ne yapayım?!" diye kızdım. Omuz silktim. "Kanarya dururken, civciv seviyorsa ben ne yapayım?! Bu da onun sorunu! Aldım işte ona da civciv! En çok benim hediyemi sevecek!" Bakışlarım hediye paketleri üzerinde dolaştı. "Hani?! Seninki nerede?! Sen ne aldın?!"

"Şu..." dedi Bora, kenarda duran beyaz pakete uzanırken. Hediyeyi bana uzattığında, sabırsızca açtım.

Bir yağlı boya tablosu... Denizin üzerinde küçük bir ada, adanın ortasında biten chianti sunflower, denizin üstünde de kocaman bir güneş...

"İnanılmaz!" dedim, şaşkınlıkla tabloya bakarken.

"O kadar ahım şahım bir şey değil... Elimden geldiğince yaptım işte," dedi Bora, tabloya benimle birlikte bakarken.

"Neyse ki bugün, bunun değerini anlamayacak..." dedim, iç çekerek. "Bugün hâlâ en çok benimkini beğenecek ama bir gün, büyüdüğünde, aldığı en güzel hediyelerden biri bu olmuş olacak." Kaşlarımı çattım. "Ayrıca sen de sarı kullanmışsın işte!"

"Pardon sevgilim, güneşi pembe yapmadığım için!" dedi Bora, gülerken.

"Bunu Ada'nın odasına asalım, olur mu?" dedim. Bora göz kırparken başını salladı. "Hep buna baksın. Yani bize..."

"Benimkini de açın!" dedi Selim, tuhaf bir heyecanla. İşaret parmağıyla kenarda duran mavi paketi gösterdi. "Umarım beğenirsiniz!"

Bora, Selim'e bir bakış atıp başını iki yana salladı. Tabloyu yeniden paketine koydu. Bu sırada ben de Selim'in paketine uzandım ve hediyeyi açtım. Sarı bir deniz topuna bakarken sevinçle gülümsemiştim. "Çok teşekkürler Selim! Ada buna bayılacak!"

"Biliyorum yenge," dedi Selim, özgüvenle arkasına yaslanırken. "Yaz günü, senin peluş kostümü giymek istemeyebilir ama bununla hep oynamak isteyecek!"

Kaşlarım çatılırken, Bora araya girmişti. "Abartmasan mı acaba Selim?" dedi, uyarıcı bir tınıyla. "Yengeni kışkırtmasan mı?"

"Ve bana bu topu patlattırmasın?!" dedim, ikaz dolu bir tavırla.

Selim, konuyu değiştirmenin kendi yararına olacağının farkında olduğu için, "Şuradaki paket de Yeşim'in..." dedi. İşaret parmağıyla turuncu bir paketi gösteriyordu.

Selim'in topunu pakete tıkıştırdım ve Yeşim'in paketini elime aldım. Paketi dikkatle açarken, "Bu her neyse, bunu daha çok sevmesini sağlayacağım," diye mırıldandım. Konu, ancak ben istediğimde değişirdi ve açıkçası, epey bir süre de konuyu değiştirmeyi düşünmüyordum. "Sarı deniz topuyla oynamayacak bak, görürsün."

Yeşim'in paketinden orta büyüklükte bir ayıcık ve bir paket daha çıkmıştı. Sevimli kahverengi ayıcığa gülümseyerek baktım. Neden sonra, bir ayıcığa gülümsemeyi şaşkınlıkla karşılamıştım. Ada'yla empati yapmanın bazen dozajını kaçırabiliyordum. Yine de Ada bu ayıcığa bayılacaktı. Civcivlerin yeri başka olsa da bütün hayvanları çok seviyordu çünkü. Diğer paketi de açarken, içinde bir çerçeve olduğunu anlamıştım. Çerçevenin ön yüzüne bakarken yaşadığım şokla birlikte, zorlukla yutkundum.

21 Mayıs 2017'de, Bora'yla, Ada için çektirdiğimiz fotoğrafımızdı bu.

Ama bu hediye asla masumane bir hediye değildi.

Fotoğrafın üzerinde, Bora'nın yüzüne kırmızı bir şeyle çarpı atılmıştı.

"Aşağı yukarı bugünlerde kızınızın doğum günü olmalı... Hayat, bu tarihi bilemeyeceğim kadar ayrı düşürdü bizi. Kızınıza ve size uzun bir ömür dilemek isterdim ama pek mümkün görünmüyor maalesef.

Mehmet Şahindağ."

Çerçeveyle kağıdı Bora'nın eline tutuşturup parka doğru koşmaya başladım. Oynadığımız oyun yüzünden aceleye gelen nişanımızdan itibaren, bütün özel günlerimize bir şekilde imzasını atan Mehmet Şahindağ ismini uzun, çok uzun zamandır duymuyordum ama şimdi ona dair bütün hatıraların arasından geçerek, Ada'ya ulaşmaya çalışıyordum.

"Evliliğinizi kutlarım... Mehmet Şahindağ."

Mehmet Şahindağ'ın beklenmedik zamandaki beklenmedik bütün hediyelerine alışıktım ve fakat geçmişin kapısını öyle bir kapatmıştım ki artık o kapı açılamaz ve bize o dahil hiç kimse yaklaşamaz sanıyordum.

"Mutlu yıllar. Mehmet Şahindağ."

21 Mayıs 2021'den sonraki bütün özel günlerimiz bize ait, yalnızca bizim ve bizden başka herkes o kapının tümüyle dışında diye düşünüyordum.

Avazım çıktığı kadar, "Ada!" diye bağırdım.

Ada yoktu.

Noir yoktu.

Yeşim yoktu.

Üçü de parkta değildi.

"Ada! Neredesin anneciğim?! Noir?!"

"Nazlı!"

Bora, sarı Buggy ile önümde durmuştu. "Ada yok!" dedim panikle. "Kızımız yok!"

"Bin!" dedi hızlıca. "Yeşim eve götürmüş Ada'yı. Selim aradı, bin."

Bora, araca bindiğim gibi gaza bastı. Karış karış ezbere bildiğim ve her bir metrekaresini evim diye tabir ettiğim adanın üzerinde, Yeşim ve Selim'in evine doğru ilerlerken, kalbim korkuyla atıyordu. Geride bıraktığımız ne varsa bugünümüze karışmış, bizi kan revan içinde bırakmıştı. Kandı. Fotoğrafta, Bora'nın yüzüne atılan çarpı, kanla yapılmıştı. Kimin kanıydı bilmiyordum ama bu, kalbimin kan pompalamayı bırakması için bir teşebbüstü.

Bora aracı durdurduğu gibi aşağıya indim. Yeşim, kucağında Ada'yla beraber şaşkınlıkla bize bakarken, kızımıza doğru koştum. Selim'in kullandığı Buggy de evin önünde dururken, Ada'yı hızla kucağıma almıştım. "Ani!" dedi Ada. Daha sonra da kendi dilinde bir şeyler anlattı ama ne anlattığını dinlemedim. Yaptığım tek şey ona sımsıkı sarılmak ve kokusunu içime çekmekti. Ada, denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusuyla yarışacak kadar güzel kokuyordu. Kokusunu tarif edemez, bu dünya üzerindeki herhangi bir şeye benzetemezdim ve bu benzersiz kokuyu duymaya, ömrüm boyunca muhtaç olacaktım. "Ani ayı!" dedi, kızgın bir şekilde. Durup dururken, nedensizce, beklenmedik zamanda beklenmedik bir şekilde ona sarılmamdan sıkıldığını anlıyordum ama umurumda değildi. Onu bulamadığım ve ona kavuşuncaya dek ölüp ölüp dirildiğim altı dakika dört saniyenin acısını çıkartırcasına kokusuyla ciğerlerimi doldurdum. "Ayı!"

Ada en sonunda ağlamaya başladığında ve kucağımdan inmek istediğinde Bora yanıma gelmiş ve usulca, "Sevgilim, tamam..." demişti.

Ada'yı kucağımdan aldı, kokusunu içine çekerken başına bir öpücük kondurdu ve akabinde onu Selim'in kucağına verdi. Bütün bunları yaparken de bakışlarını bir an olsun Yeşim'den çekmemişti. "Selim..." dedi, yavaşça. "Ada'yla birlikte içeri gir ve bu adada kim var kim yoksa, hepsini buraya topla."

Selim, beti benzi atmış bir şekilde bembeyaz kesilmişti. "Abi?" dedi, sorar gibi.

"İçeri gir!" dedi Bora. Sesi, Ada'nın asla yadırgamayacağı üzere kısık olsa bile tınısındaki öfke oldukça açıktı. "Herkes buraya gelsin, derhal!"

"Kızım..." dedi Bora, Ada'ya bakarken. "Abi ile birlikte içeride oyun oynayın, tamam mı?"

"Abi..." dedi Ada gülerek.

Selim, Ada'yla birlikte içeri girmeyi istemiyordu fakat Bora bir kez daha konuşunca elinin kolunun bağlı olduğunun da farkındaydı. "Salonda olacaksınız. Camdan, sizi her an göreceğim." Noir'ya döndü. "Oğlum! Ada'yı yalnız bırakma!"

Selim ve Ada içeri girerlerken, Noir da peşlerinden ilerliyordu. Selim'in verandanın kapısını kapatmasıyla birlikte, Yeşim tedirgin bir şekilde bir bana bir de Bora'ya baktı ve "Bir sorun mu var?" diye sordu.

Bebek monitörü masanın üzerinde olduğu için Ada ile Selim'i yalnızca camdan değil kameradan da görüyor ve ayrıca seslerini de duyuyorduk. Bora bakışlarını yeniden Yeşim'e çevirdiğinde gözleri zift kadar karaydı. "Ada'ya, doğum günü hediyesi ne aldın?!"

"Ayıcık," dedi Yeşim doğrudan. Kaşlarını çattı. "Neler oluyor?"

Selim sık sık bize bakarken, bir yandan da telefonla konuşuyor ve bütün adamların buraya gelmesi için direktif veriyordu. Bu sırada da Ada'ya civciv videosu açmıştı ve onu, emniyet kemerli sallanan koltuğuna oturtmuştu. Camlar ses geçirmediği için ve Ada'nın bütün odağı da civciv videosunda olduğu için dışarıda olup bitenden bihaberdi.

"Mehmet Şahindağ'la bi' iş birliği içinde misin Yeşim?!" diye sordu Bora, sertçe.

"Ne?!" dedi Yeşim hayretle. "Ne diyorsun sen Bora Abi?!"

"Ne dediğimi duydun!" diye bağırdı Bora. Yeşim'in ürktüğünü anbean gördüm. "Elimden bir kaza çıkmadan olanı biteni anlatmak için yalnızca bir dakikan var!"

Uzun, çok uzun zaman sonra ilk kez bağırıyordu. İlk kez bu kadar öfkeleniyordu, ilk kez gözleri bu kadar kararıyordu. Kapı deliğinden sızmasına dahi izin vermediğim karanlığın vücut bulmuş hâli olarak karşımızda duruyordu. Denizin en derinine gömdüğümüz, geride, çok eskide, bambaşka bir hayatın içinde bıraktığımız Kara, buradaydı.

"Bora..." dedim. Kim olduğunu hatırlasın diye. "Lütfen, sakin olur musun?"

"Olmayacağım!" dedi, gözleri gözlerime değerken. "Sakin olmak için herhangi bir sebebim yok!"

"Ben gerçekten anlamıyorum!" dedi Yeşim kaygıyla. "Ne Mehmet Şahindağ'ı, ne iş birliği, bunun Ada'ya aldığım hediyeyle alakası ne?!"

Yeşim'in gözlerinin içine baktım. "Senin hediyenin içinden bir çerçeve ve bir de not çıktı. Mehmet Şahindağ'a ait bir not," dedim.

Yeşim'in gözlerinde salt bir korku vardı. "Ne?! Böyle bir şey nasıl olabilir ki?!"

"Onu sen söyleyeceksin Yeşim!" diye bağırdı Bora. Yeşim'in korku dolu bakışları Bora'yı bulmuştu. "Umarım mantıklı bir açıklaman vardır!"

"Yok," dedi Yeşim yekten. "Benim bir açıklamam yok. Zaten, bu olayın da mantıklı herhangi bir tarafı yok."

Selim verandaya çıktığında, bakışlarım bir anlığına kıkırdayarak civciv videosunu izleyen Ada'ya çevrilmişti. "Abi..." dedi Selim, çekingen bir tavırla. Bora'nın sert bakışları Selim'i buldu. "Ne hissettiğini anlıyorum ama... Sen de beni anla... Yeşim'in suçsuz olduğundan emin olman için, alışveriş yaptığımız mağazanın güvenlik kamerası kayıtlarını alalım ister misin?"

Bora alayla güldü. "Ne göreceğiz sanıyorsun kamerada?" Başını iki yana salladı. "Yeşim burada olduğuna göre, paketi Yeşim yapmamıştır değil mi?! Yoksa burada olmazdı çünkü."

"Hediye paketleri dünden beri verandada öylece duruyor abi. Buradaki herhangi biri Yeşim'in hediyesinin içine, o çerçeveyi ve notu sokmuş olabilir," dedi Selim, itiraz dolu bir tonlamayla.

"O zaman bana gerçek haini getir Selim!" diye bağırdı Bora, hiddetle. "Eğer getiremiyorsan da senin karın baş şüpheli!"

"Nasıl göründüğünün farkındayım," dedi Yeşim araya girerek. Bora'nın öfkeye bürünmüş bakışlarına rağmen güçlü bir tonlamayla konuşuyordu. "Dışarıdan bakıldığında, bütün oklar hain olduğumu söylüyor... Fakat bu, belli ki bir tuzak. Benim üstüme oynanıyor. Öte yandan bu dediğime inanmanız çok güç... Çünkü siz daha önce bunun birebir aynısını yaşadınız. Özgür'de."

"Senin hain olmadığını elbette ki biliyoruz Yeşim," dedim.

Bora, ters bir tavırla, "Nereden biliyormuşuz bunu?!" diye sordu.

"Ada'ya böyle bir şey yapmaz!" dedim. Bora bana inanamaz gibi bakıyordu. "Lütfen sakin ol ve sakin düşün..." dedim, tane tane konuşarak. "Vakit kaybetmeden gerçek hainin kim olduğuna odaklanmamız gerekiyor. Mehmet Şahindağ'ın bize nasıl yaklaştığına. Ne kadar yaklaştığına. İçeride mi yoksa dışarıda mı olduğuna."

"Ada'ya olan biten herhangi bir şey yok farkındaysan Nazlı!" dedi Bora, sertçe. "Yeşim'in benden ne kadar nefret ettiği de bir gerçek!" Bakışları yeniden Yeşim'e çevrildi. "Kanka olduk zaten diye senden şüphelenmeyeceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun! Kim ne düşünüyor, kim senin tarafını tutuyor bilmem ama sen, benim için, baş şüphelisin!"

Yeşim zorlukla gülümsedi. "Suçsuz olduğumu kanıtlayamayacağıma göre... Şimdi ne olacak peki? Birinin, beni çekip vurması gerekiyor değil mi? Böyle oluyor sizin dünyanızda?"

Bora, Yeşim'e doğru bir adım atarken, Selim ikaz dolu bir tavırla, "Yeşim!" demişti.

"Şüpheli birini kimse çekip vurmaz!" dedi Bora, tedirgin edici bir tonlamayla. "Ama eğer şüphelerimizde haklı çıkarsak, birinin seni çekip vurması için seni yalvartacağımdan hiç mi hiç kuşku duyma!"

Yeşim'in korktuğu barizdi fakat buna rağmen bakışlarını bir an olsun Bora'nın gözlerinden çekmemişti. "Eyvallah Bora Abi..." dedi.

Bu sırada adada bulunan elli yedi kişi de Yeşim ve Selim'in evinin önüne gelmiş, mum gibi dizilmişlerdi. "Abi neler oluyor?" diye sordu Sinan.

Bora'nın bakışları Sinan'a çevrildi. "İyi şeyler olmuyor!" Altı adım atarak adamlara yaklaştı ve bakışlarını hepsinin üzerinde gezdirerek, İngilizce konuşmaya başladı. "Eğer içinizde bana ihanet eden biri varsa, hemen şimdi bir adım öne çıksın! Bu, size verdiğim tek şans! Suçunu itiraf eden yaşar. Yok itiraf etmezseniz, hainin kim olduğunu ben bulduğumda neler olabileceği, bu adaya gelmeden evvel size anlatılmıştı!"

Elli yedi kişiden de çıt sesi dahi çıkmamıştı.

"Verandaya bakan güvenlik kameralarını izle Selim. Dediğin doğru mu, paketleri kurcalayan biri olmuş mu bak..." diye devam etti Bora. Bakışları Selim'e değmemiş olmasına rağmen, Selim kafasını sallamıştı. "Güvenlik seviyesini en üste çıkarıyoruz. Adanın yakınına kuş yaklaşsa haberim olacak. Bütün kameraları devreye sokun. Adanın her bir yeri ve Lima'daki limanların her biri yirmi dört saat izlenecek. Oteldeki birimle iletişime geçin derhal, her türlü internet yazışması, telefon konuşması, bu adadaki herkesin ne zaman, nerede, ne yaptığı, geçmişe dönük takip edilecek. Drone'ları da uçurun."

"Herkes işinin başına!" dedi Selim, sertçe. "Kimse kulaklığını ve mikrofonunu bir saniye olsun kapatmayacak!"

Elli yedi kişinin ne kadar tecrübeli olduğu, defalarca kez yapılan tatbikatların işe yaradığı, bir anda ama asla kargaşaya kapılmadan dağılmalarından belliydi.

"Zhao'yla iletişime geçiyorum abi, Alp'le bağlantı kurması için?" dedi Selim.

Bora derin bir nefes verdi. "Sen önce, sevgili eşini benim çalışma odama götür ve başına da güvendiğin bir adamı dik."

"Abi-"

"Eğer emirlerime karşı geleceksen, eğer bunun altından kalkamayacaksan, bu işin sonuçlarıyla baş edemeyeceksen... Karının başında kendin dur! Kendine güvenmiyorsan da sizin başınızda duracak adamı seç! Ama bil ki, eğer ikinizin başında biri duracaksa, tarafını seçmiş olacaksın ve senin sözünün artık zerre hükmü olmayacak benim için!"

"Selim-"

Yeşim her ne diyecekse kelimeler ağzına tıkılmıştı. "Sana söz hakkı veren olmadı!" Bütün adayı inletircesine kükreyerek Selim'i dahi korkutan, Kara'ydı. "Bütün bu olanları çözecek bir şeyler söylemeyeceksen, bir daha ağzını dahi açma!"

"Bunu taraflaştırmamıza gerek yok!" dedim, araya girerek. Bora'nın beni dahi delip geçmeye yeltenen bakışları gözlerimi buldu. "Yeşim çalışma odana gitsin, tamam. Zaten kapı şifreli, içeri girdiğinde çıkamaz. Telefonunu bırakır, kimseyle iletişim de kuramaz. Odandaki sinyal kırıcıyı da aktifleştiririz. Biz neler olup bittiğini anlayana ve Yeşim'in suçsuzluğu kanıtlanana kadar bekler orada. Yeşim'in suçsuz olduğuna inanıyorum ve Selim'in de baş etmekte zorlanacağı bir durum söz konusu değil. Olayları büyütmeden de çözebiliriz, değil mi?!"

"Dünyanın bir ucunda, ıssız bir adadayız Nazlı ve Mehmet Şahindağ, kendi el yazısıyla yazılmış bir notu, bu adaya sokabildi! Bunu mu büyütmeyeceğiz?!"

Bora'nın öfkesi boyumu aşıyordu fakat buna rağmen sağduyumu kaybetmemek için direndim. "Ben de bunu diyorum ya..." Sesim, onunkisinden çok daha düşük bir desibelde olmasına rağmen baskındı. "Yaşadığımız şey yeterince büyük, daha da büyütmeyelim..."

Bana cevap vermek yerine Selim'e, "Götür Yeşim'i..." dedi. Selim, Yeşim'e baktı. "Onunla kalmayacaksan, on beş dakika sonra, Nazlı'nın çalışma odasında ol." Yeşim, Selim'den evvel Buggy'e doğru ilerleyince, Selim de ondan aldığı cesaretle bir adım atabilmişti. Bora, cebinden telefonunu çıkarttı ve birini aradı. "Bana güvenli hat kur... Gökhan'ı arayacağım."

Bora'nın cümlesi Selim'i dahi bir an için duraksatmıştı. Çünkü o da biliyordu ki Bora'nın Gökhan'ı araması aslında o kadar da kolay değildi. O gün, 18 Ağustos'un devamında, Le Pique havaya uçarken, Gökhan da bu an'ın görgü tanıklarından biri olmuştu. Le Pique'in, Bora'nın Selim'e ve Alp'e verdiği saatten daha önce patlamasının Bora'nın bir planı olduğunu, doğum günüm için yediğimiz yemeğin sonunda öğrenmiştim. Söylediğine göre, bunu planın daha gerçekçi görünmesi için yapmıştı.

Selim, Eylül'ün sonlarına kadar yatın gerçekten patladığını ve bizim de o yatın içinde olduğumuzu düşünmüştü. Eylül'ün sonlarında Bora'dan tek bir mesaj almış ve oyunun devam ettiğini öğrenmiş, Kasım'ın başında da Yeşim'le beraber İstanbul'dan ayrılmış ve bizimle Arjantin'de buluşmuştu. Olanı biteni anlatmak konusunda hevesli olsa da Bora dinlemek istememişti ve Selim yalnızca, "Öldüğünüzü düşünen de var... Düşünmeyen de... Herkesin kafası karıştı abi, tam istediğin gibi. Ama Gökhan Abi'yle ben, yatın patlayışını resmen canlı canlı izledik. Benim de öldüğünüzü düşünmem, planın bu olmadığını söylemem, özellikle Gökhan Abi'nin buna daha çok inanmasına sebep olmuş olabilir... Beyza Abla da Mehmet Şahindağ ile konuşunca inandı öldüğünüze. Mehmet Şahindağ, üstlenmiş suikasti onunla konuşurken..." diyebilmişti.

Bazen, Bora'nın bilhassa Beyza'dan ve Gökhan'dan intikam almak için bu oyunu bu kadar sert oynadığını düşünüyordum. Ama bir yandan da Bora'nın, içinde ödeşme gibi bir duygu barındırmadığını biliyordum. Çünkü Bora'ya göre zaten ödeşmek mümkün değildi. Ve zaten, Gökhan'ın o gün Monte Carlo'ya gelmesi aslında Bora'nın planı değildi. Mehmet Şahindağ'ın, Beyza ile konuşurken bu suikasti üstlenmesini de arzu etmiş bile olsaydı, kesinkes sağlayamazdı. Aksine, Mehmet'in suçlanacağını ama kimse inanmasa bile onun bu suçlamayı reddedeceğini düşünüyordu Bora. Çünkü Mehmet Şahindağ'ın, Beyza ondan nefret etmesin diye kendisinin bir şey yapmadığını söylemesi, hatta bunu kanıtlamaya çalışması falan gerekirdi. Fakat uzaktan gördüğüm kadarıyla ve Selim'in yalnızca ilk geldikleri gün kurduğu birkaç cümleye dayanarak; her şeyin, Beyza ve Gökhan'ın, Bora'ya yaşattıklarının kefaretini ödemeleri üzerine seyrettiği açıktı. Eden, bir şekilde buluyordu ve ne yazık ki bunun bir geri dönüşü de yoktu.

Beyza'nın, Ada'nın doğduğu gün Williamsburg'a geldiğini, adaya geldiğimiz ilk gün öğrenmiştik ve Bora, bununla alakalı herhangi bir aksiyon almamıştı. 21 Kasım 2021, Beyza'nın Williamsburg'a geldiği son gün de olmamıştı ve farklı tarihlerde olmak üzere tam on altı kez daha gelmişti. Bora, bu haberi her defasında, alelade bir şey duyar gibi karşılıyor, herhangi bir tepki vermiyor, bunun üzerine konuşmuyordu. Bir adım atmak veya atmamak kendi seçimi olduğu için, ona bu konuyla alakalı bir yorumda bulunmuyordum. Ablasının karşısına çıkmaması veya her Williamsburg'a gelişini yanıtsız bırakması, adadaki huzurumuzu sağlamamız adına işime geliyordu fakat aksi bir şey yapmak isteseydi ya da yapmış olsaydı, mesela Beyza'ya yaşadığımıza dair bir mesaj gönderseydi de buna karışmazdım.

Selim ise Beyza'nın on altıncı kez Williamsburg'a gelişinde artık dayanamamış ve Bora'ya, "Abi? Bir şey yapmayacak mısın artık? On altıncı kez geliyor... Yazık değil mi Beyza Abla'ya?" diye sormuştu.

Selim, sorduğu soruda haklıydı ve fakat karşılığında Bora'nın ona sorduğu sorunun da haksız olduğunu söyleyemezdim: "Ben, on altıncı kez morga girdiğimde... Beyza Abla'n neredeydi Selim? Bana yazık değil miydi?"

"Abi..." demişti Selim, sorduğu sorudan pişman olmuş bir şekilde.

"On yedincisine de katlanır," demişti Bora, dimdik bir tavırla. "Ben katlanmıştım çünkü."

Beyza katlanabilir miydi katlanamaz mıydı bilinmez, 15 Haziran 2022 Williamsburg'a geldiği son tarihti; on yedinci kez gelmemişti.

Bora'nın amacı intikam almaksa da değilse de o intikamı bir şekilde hayatın aldığı açıktı.

Yatla açıldığımız günden bu yana, Bora için zaten Türkiye'deki herkes geride kalmıştı, bunu biliyordum. Bütün defterleri kapattığını... Bir gün dönmek isterse dönüş biletimiz olur diye elde etmeye çalıştığım ve daha sonra, Bora'nın Çınar'dan daha iyisini aldığı kozun, rubik küpün içinde olduğundan mesela, hâlâ Bora'nın haberi yoktu. Rubik küpü okyanusa fırlatsam da olurdu çünkü hiçbir zaman ona ihtiyacımızın olmayacağını zaman içinde ikimiz de birbirimize kanıtlamıştık.

Duruyorduk ve durmanın verdiği rahatlığı seviyorduk da. Kara'nın yokluğunu iliklerimize kadar hissediyorduk. Bütün günlerimiz güneşliydi, bütün kara bulutlar üzerimizden çekilmişti. Mutluyduk. Biz bizeydik ve iyiydik.

Şimdi...

Yeniden...

Mehmet Şahindağ nereden çıkmıştı?!

Bora, Gökhan'ı arayıp ne diyecekti ki?

Hiç kimse, yaşıyorum deyip de dan diye konuya giremezdi; bunu Beyza'nın yaşadığını herkes öğrendiğinde tecrübe etmemiş miydik?

Selim ve Yeşim, Buggy'e binip evin önünden ayrılırken, Bora da içeriye girdi ve Ada'nın yanına gitti. Ada'yı kucağına alıp yeniden verandaya çıktı. Ada'yı benim kucağıma verirken dahi, bakışlarını gözlerime değdirmemişti. Burası, kendi kabuğuna çekilip kendince planlar yapabileceği bir nokta değildi fakat Ada yanımızdayken, bizi anlamasa dahi, babasıyla huzursuz bir konuşmayı yapmamızın uygun olmayacağını biliyordum.

Ada, "Ağğğ!" derken, kucağımda onunla birlikte Buggy'e bindim. Bora, Noir'yı da araca bindirirken, Ada, "Oağ, ge!" demişti. Bora aracı çalıştırdığında, Ada'ya sımsıkı sarıldım. Bora'nın aracı yavaş kullanmasına rağmen, Ada'nın kısacık olan saçları rüzgarla havalanıyordu ve bu da onun çok hoşuna gittiği için, sevinç dolu kahkahalar atıyordu. Ada'nın kahkahaları karanlıkla göz göze gelmiş kalbimi aydınlatırken, onu bütün tehlikelerden koruyabilecek kadar güçlü hissediyordum. "Ba!" diye bağırdı gülerken. Bora, Ada'ya yandan bir bakış atıp gülümsediğinde, onun da Ada için her şeyi yapabilecek kadar güçlü hissettiğinin farkındaydım.

Gücümüzü gösterme biçimlerimizin başkalığı ise aramızda bir gerilim yaşanacağının bir habercisiydi ve bunu da göğüslemeye hazırdım.

Gökhan'ı aramak, Türkiye ile temas etmek, bunca zaman sonra yaşadığımızı ilan etmek, buradaki hayatımızı tehlikeye atardı ve bu çok büyük bir hataydı.

Eve vardığımızda Selim bizi verandada bekliyordu. Belli ki Yeşim'i Bora'nın çalışma odasına götürmüştü. Araçtan indiğimizde, "Telefonu bende abi..." dedi. Derin bir nefes verdi. "Başında kimse yok. Ama Ada'nın monitör kameralarından birini odaya koydum. Monitöre, odadaki güvenlik kamerası da ayrıca bağlı." Monitörün diğer eşini Bora'ya uzattı. "En azından hepimizin gözü, Yeşim'in üzerinde olur. Ama Yeşim suçsuz." Bora'nın herhangi bir şey söylemesini beklemeden, "Bu ayıcıkla çerçeveyi incelesinler diye ekibe göndereceğim. Ben ne olur ne olmaz diye bomba, dinleyici ya da kamera var mı diye üstten baktım dedektörle. Temiz görünüyor ama detaylı incelesinler."

Selim konuşurken, Ada'nın sesi onun sesinin üzerine binmişti ve "Ağğğ!" diyerek, Selim'in elindeki ayıcığa uzanmaya çalışmıştı. Bu sırada da, "Veğ," demişti, Selim'e. "Abi! Veğ!"

Bora'yla göz göze geldik. "Babacığım," dedi Bora, araya girerek. "Kirlenmiş o... Yıkayacağız onu."

Ada, babasını, "Ayı," diyerek reddetti. Bana döndü. "Ani! Veğ!"

Bora, Selim'in elinden dikkatlice ayıcığı aldı ve "Pis bu..." dedi.

Ada, kaşlarını çatmıştı. "Veğ!" dedi yine, babasına. Üstelik bu kez bağırdı da. "Ba! Nini!"

Bora bir ayıcığa bir de Ada'ya baktı. Onu, dünden sonra ağlatmak istemediğini biliyordum ama Mehmet Şahindağ'dan gelip gelmediği belli bile olmayan ayıcığı eline verip vermemek konusunda kararsızlık yaşıyordu. Yardım dilenir gibi bakışları beni bulduğunda, "Ada bir ayıcığa baksın babası... Sonra temizleyelim hemen ayıcığı. Daha sonra oynar," dedim.

Bora, elindeki ayıcıkla birlikte Ada'ya yaklaştı. Ayıcığı asla kendi elinden bırakmadan, Ada'nın ellemesi için hafifçe ona doğru uzattı. "Al bak, sen de gör ne kadar kirlenmiş..." dedi.

Ada, ayıcığın kolundaki tuşa bastığında, Bora ayıcığı derhal Ada'nın elinden çekmişti.

"İyi ki doğdun Ada! İyi ki doğdun Ada! İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki doğdun Ada!"

Mehmet Şahindağ'ın sesi susmuyordu ve Ada bu ses karşısında gülerek alkış yapıyordu.

Bora, "Orospu çocuğu!" diyerek ayıcığı fırlatabileceği kadar uzağa fırlattığında, Ada'yı derhal içeriye soktum. Kanım çekilmiş gibi hissediyordum. Ses nihayet artık bizden uzaklaştığında, Ada sesin devam etmesini istercesine omzuma dokundu ve "Ani!" dedi. Dikkatini dağıtmam gerekiyordu. "Ani! Nini!"

Bora da salona geldiğinde daha da gerildiği belli oluyordu. "Baba geldi bak," dedim, ne yapacağımı bilemez gibi. Ada kucağımda olmasa elim ayağım titrerdi ve belki de panik atak krizi geçirirdim ama şu an için sakinliğimi korumak zorunda olduğumu biliyordum. "Ada! Selim Abi sana sarı bir deniz topu almış!" Ada kaşlarını çattı. "Asıl ben sana civciv kostümü aldım!" dedim panikle.

Bora, yanımızdan geçip mutfağa ilerlediğinde, keten şortunun üzerine krem rengi bir gömlek geçirdiğini ve beline de silahını yerleştirdiğini ancak fark ediyordum.

"Ada!" dedim, hızlıca.

Uzun, çok uzun zaman sonra ilk kez, yeniden silahına sığınmıştı.

"Öğle uykusu uyuma bugün... Saat, altıya on üç var zaten, ne öğle uykusu?! Ara uyku demek daha doğru olurdu... Neyse... Senin yorulacak aktiviteler yapman lazım... Böylece, akşam uykunun saati kaysa bile, düzenin o kadar da bozulmamış olur. Tamam mı?"

Sakin olmam lazımdı.

Bora, dolaptan bir su bardağı çıkarırken, "Siz vakit geçirin beraber, biz senin çalışma odanda olacağız," dedi. Yüzünü bize dönmemesi, onun da kendini sakinleştirmeye çalıştığının işaretiydi. "Evin içinde kalın ama."

Kafamın içindeki düşünceleri savuşturmak istercesine, "Ben de sizinle çalışma odasında olacağım," dedim.

Bora, boş su bardağını tezgahın üzerine koyarken kaşlarını çattı. "Ada'yı şu an herhangi birine emanet edemeyiz Nazlı. Birimizin yanında kalması gerekiyor. Ve benim işim var."

"Yeşim'le vakit geçirebilir," dediğimde, yalnızca Bora'nın değil yanımıza yeni gelmiş Selim'in bile gözleri kısılmıştı. "Bakma bana öyle Bora..." dedim, sakin kalmaya çalışarak. "Şu an, bu evdeki en güvenli oda senin çalışma odan olmasaydı, Yeşim orada olmazdı. Odada kamera da var. Monitör kameralarından biri de oradaymış."

"Sen daha fazla saçmalamadan, Ada'yı öğle uykusuna yatır istersen Nazlı," dedi Bora, ters bir ifadeyle. "Düzeninin kayması, güvende olmamasından daha kötü değil sonuçta."

"Yeşim, Mehmet Şahindağ'ın adamı bile olsa, sana bana zarar vermek istese, hatta verse bile, Ada'ya asla zarar vermez," dedim, kendimden emin bir tavırla. "Ada'nın annesi olarak bu kadar rahatsam, sen de bana güvenebilirsin bence. Ayrıca sen bir hata yapmadan, Gökhan'ı arama işini de bi' konuşalım."

"Ada'yı Yeşim'le bırakmayacağız Nazlı!" dedi Bora, dikte eder gibi. "Gerekirse, düzeni kaymaması çok şartsa, onu ben de oyalayabilirim ve her ne yapacaksam, ne konuşacaksak, Ada uyuduktan sonra hallederiz!"

"Sen, emniyet kilidi açık olan bir silah gibisin şu an ve senin enerjin onu yalnızca huzursuz eder..." dedim. Kocaman bir kahkaha attığında, bunun ne anlama geldiğini anlamadığımı hissettim. "Ve evet, şu an Yeşim'le olması, seninle olmasından daha iyi. Benimle olmasından da daha iyi. Çünkü biz bir bilinmezliğin içindeyiz ama Yeşim net. Suçsuz."

Kapkara gözleri, gözlerimin en derinindeydi ve içinden bana küfrettiğine adım kadar emindim. Ona arkamı dönüp çalışma odasına doğru ilerlediğim sırada, her şeye hazırlıklıydım. Bağırmasına, Ada var diye bağıramıyorsa da durmamı söylemesine, hatta ilerleyip beni durdurmasına, gerekirse Ada'yı kucağımdan alıp beni engellemeye çalışmasına... Büyük bir kavga edecek olmamıza dahi hazırlıklıydım.

Fakat Bora bunların hiçbirini yapmadığında, otokontrolünü hâlâ kaybetmediğine ve Kara'ya tümden teslim olmadığına çok sevinmiştim.

Çalışma odasına girdim. Noir da peşimden gelmişti. Yeşim hayretle bize bakarken, "Yeşim Abla'sı... Ada'yı biraz senin oyalaman lazım..." dedim.

Yeşim bu söylediğim şeye inanmakta zorluk çektiği belli bir hâlde, "Bora Abi?" diye sordu.

"Sorun yok..." dedim, gülümseyerek. Çalışma odasındaki televizyonda, nedenini anlamadığımız bir şekilde çok sevdiği şarkıyı açtım. Ada, şarkıyı duyar duymaz kucağımda dans etmeye başlamıştı bile. "Nana," dedi, heyecanla, Gasolina diyebiliyormuş gibi büyük bir özgüvenle. "Evet bebeğim!" dedim, gülümserken. "Hızlı zamanlarını 2000'lerin başında yaşamışsın gibi old fashion davranmasan, tatlı bir bebeksin aslında!"

"Hığğğ..." dedi Ada. O gülünce ben de gülmüştüm.

Yeşim'e döndüm. "Siz dans edin Ada'yla... Enerjiniz yükselsin biraz." Ada, yere inmek istiyordu. Yürür müydü bilmiyordum ama matematikçi olmanın yanı sıra, hobi olarak dansçı olacağa benziyordu. "Kızım..." dedim, onu yere bırakıp ellerinden tutarken. "Aferin böyle dans et! Yor kendini ve akşam rahat bir uyku çek!"

Yeşim yerinden kalktı ve Ada'nın ellerinden tuttu. Ada çığlık atarak ve "Nana!" diye nakarata eşlik ederek dans ederken, Yeşim'in bakışları bana çevrildi. "Ben hain değilim..." dedi, içten bir tavırla.

"Biliyorum..." dedim.

Gözüm arkada kalmadan kapıyı açtığımda, koridorun biraz ilerisinde beni bekleyen Bora'yla göz göze gelmiştim. Yavaşça ona doğru ilerledim. "Umarım ne yaptığını biliyorsundur..." dedi, imadan uzak dümdüz bir tavırla. "Şu anda... Annelik içgüdülerine inanmaktan başka bir seçeneğim yok çünkü."

Benim de gülümsememin Bora'ya güven vermesini ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.

♠️

Yeşim ve Selim'in Ada'ya hediye aldığı Lima'daki alışveriş merkezinin kameralarının mağaza sisteminden silinmiş son bir aylık kayıtları, kaç kişilik olduğunu bilmediğim bir yazılım ekibi tarafından saniye saniye taranmıştı. Zaten kameralara daima erişimimiz vardı ve AVM'de kameralara takıldığımız an'ların, sistemden saniye saniye silinmesi üzerine bir düzen kurmuştuk. Sistemden siliyorduk fakat kendi sistemimizde ne olur olmaz diye saklıyorduk. Ne kadar büyük bir server'ımız olduğunu hayal etmekte zorlanıyordum ama server'ımızın Japonya'da olduğunu biliyordum. Bu kurduğumuz düzen, Peru'da dolaştığımız her an için geçerliydi. Ancak kameralarına erişebildiğimiz caddeleri ve mekânları kullanıyorduk ve böylece geride asla bir iz bırakmıyorduk.

Bir adam, sahte kimliğine göre Omer, Yeşim ve Selim'in mağazaya gittiği günden on gün önce mağazaya gelmiş ve kasadaki kadına, Mehmet Şahindağ'ın paketiyle birlikte, Selim ve Yeşim'in fotoğrafını vermişti. Selim ve Yeşim'in o mağazaya gideceklerinin nasıl tahmin edildiği ilk anda bir soru işareti olmakla birlikte, adamın fotoğrafı kasadaki kadına verişinden de bir hafta önce, Selim ve Yeşim yine o mağazaya gitmişlerdi ve Omer de o gün mağazadaydı. Bir şekilde Yeşim ve Selim'i görerek mağaza üzerinden bir düzenek kurulduğu belliydi. Öte yandan, Lima'nın en lüks alışveriş merkezi orasıydı ve en iyi bebek mağazası da o mağazaydı. Omer, hem ilk gün, hem de Selim ve Yeşim'in Ada'ya hediye aldıkları gün, mağaza çıkışında onları takip etmişti fakat her ikisinde de izlerini bir noktada kaybetmişti. Çünkü takip edilip edilmediğimizi bilmememize rağmen, her an takip edilebilirmiş gibi oluşturulmuş çeşitli rotalarımız vardı ve her an, birilerini atlatırmış gibi dolaşıyorduk.

Bora'nın Lima'daki adamları, Omer'i yalnızca otuz beş dakika üç saniyede bulmuşlar, çatışmaya girerek alıp bir yere götürmüşler ve derhal konuşturmuşlardı. Omer hiç kimseydi. Yalnızca Peru'nun değil, belki de Latin Amerika'nın en tehlikeli bölgelerinden olduğu söylenen, Ant dağlarının eteklerine kurulmuş ve derme çatma evlerden oluşan, uyuşturucu ticaretinin fazlasıyla yaygın olduğu mahallelerden birinde yaşayan bir kiralık katildi ve polis tarafından aranıyordu. Yaşadığı bölgede bir nam sahibi olmasına rağmen, muhtemelen Mehmet Şahindağ'a ait asansörlerin en alt basamaklarından biriydi. Zaten Mehmet Şahindağ'ı tanıdığı falan da yoktu. Ona öncelikli söylenen Miraflores'te Selim'i ve Yeşim'i bulmak, takip etmekti; daha sonra da kendine verilen paketi alışveriş merkezindeki kadına teslim etmişti ve mağazada Yeşim'in seçtiği oyuncağın içine ona emredildiği üzere düzenek yerleştirilmesini sağlamıştı, o kadar. Aldığı yüklü dolarlarla Şili'ye geçmeyi hayal ediyordu ve bu işi yalnızca para için yapmıştı.

Bunun dışında, adadaki elli yedi personel de temizdi. Zaten kendi aralarındaki iletişim için kullandıkları telefonların sinyalleri takip ediliyor, telefonları dinleniyor, çeşitli zamanlarda kendileri de dinleniyor, zaman zaman çeşitli baskınlarla üstleri veya eşyaları aranıyor, Peru'ya çıkışları kısıtlı olsa da çıktıkları an'larda izleniyorlardı. Herkes, adada yaptığı işin büyüklüğünün ve güvenilir olmak zorunda olduklarının farkındaydı. Adamların büyük bir kısmını, Bora'nın Beyza'ya balıkçıda veda ettiği akşam, Gökhan'la düzenlediğimiz ama sonrasında benim bunu düzenlendiğimizi maalesef ki unuttuğum tatbikattan sonra seçilen adamlar oluşturuyordu. Yine de bugün yeniden gözden kaçan bir şey olması ihtimaline karşılık, geçmişe dönük kontroller yapılmıştı ve olumsuz herhangi bir duruma rastlanmamıştı. Hediyelerin hepsi tek tek açılmış ve kontrol edilmişti.

Yani bütün bunlar demek oluyordu ki Mehmet Şahindağ bizim Lima'da olduğumuzun bir şekilde farkındaydı ama adanın adresini bilmiyor, belki de tüm Peru'da fellik fellik bizi arıyor ya da aratıyordu.

Bir saat, kırk dört dakika, on yedi saniyedir çalışma odamdaydık. Ben ara ara çıkıp Ada'yı kontrol etmiş, akşam yemeğini Yeşim'in ona yedirmesi için salona hazırlatmıştım. Ada dans etmekten yirminci dakikada sıkıldığı için, Yeşim boya kalemleriyle çizim tahtasını Bora'nın çalışma odasına getirmemizi istemişti fakat Ada yarım saatin sonunda resim yapmaktan da sıkılmıştı. Muhtemelen asıl sıkıldığı, Bora'nın çalışma odasında olmaktı ve uykusunun gelmiş olması da onu ayrıca huysuzlaştırıyordu. Bir saat beşinci dakikanın sonunda Ada ağlamaya başladığı için Yeşim ve Ada'nın, Noir'yla birlikte Bora'nın çalışma odasından çıkıp salona inmeleri talimatını vermiştim ve Bora bu hamleme ses çıkartmamıştı. O da farkındaydı ki Yeşim'in suçluluğu kanıtlanamıyordu. Bora'ya göre suçsuzluğu da kanıtlanamıyordu ama neticede kanıtlanmamış suç, suç değildi işte.

Bora'yla birlikte, bilgisayarlarımızın başında, iletişim trafiğini takip ediyor ve ekiplerden gelen sadeleştirilmiş ve özeti çıkarılmış raporları inceleyip, görüntüleri izliyorduk. Bu sırada, henüz, durum değerlendirmesi yapmak dışında başka bir diyaloğa girmemiştik. Gökhan'ı aramaya karar vermesi, hâlâ kenarda duran bir konu olmakla birlikte, henüz güvenli hat kurulmadığı için bununla alakalı konuşmamıştık. Çok gergindi. Gerginliği bir elektrik akımı gibi bakışlarından dahi bana geçiyordu. Fevri tepkiler veriyor, fazla sigara içiyor, sigarasını yaktığı çakmağı masaya adeta fırlatıyor, laptop'un kapağını açacağı ya da kapatacağı zaman sert hareket ediyor, sabit bir şekilde asla duramıyor ve sıklıkla yerinden kalkıp odanın içinde volta atıyor, Ada'nın sesini duymadığı her an monitörden onu kontrol ediyordu. Bir de sürekli göğsüne değen pusula kolyesini avucunun içine alıyor ve sıkıyordu. O kadar çok sıkıyordu ki zincirin kopup da boynunu kesmesinden korkuyordum. Aslında soğukkanlılığını yitirmenin sınırına gelişini sorgulamam gerekirdi ve fakat dün gece, kendini durmaksızın tekrarlayan bir rüya yüzünden korktuğunu öğrendiğim için, bugün bu ruh hâlini anlayışla karşılıyordum. Bu durumdan hoşlanmasam da.

Selim, dört dakika üç saniyedir yaptığı telefon görüşmesini sonlandırdığında odaya girmiş ve sıkıntı dolu bir nefes vermişti. "Alp'le konuşmuşlar abi... Mehmet Şahindağ, içeriden çıkmış!"

Kendimi eskimiş, tanıdık, bilindik, hiçbir heyecanı kalmamış, sonu merak bile uyandırmayan bir dizinin içine sıkışmış gibi hissediyordum.

Böyle hissetmemde, Bora'nın öfkeyle yerinden kalkıp sandalyesine bir tekme atarak, "Allah kahretsin!" diye haykırmasının da etkisi vardı.

Niye bitmiyordu?!

Bir kâbus gördüğümü düşünmeye çalıştım. Birazdan Ada ve Bora'nın, beni öperek uyandıracağı bir kâbus. Ben uyanmaya çalışırken ve yeni günü karşılamaya hazırlanırken, Ada'nın kahkahaları kulaklarıma dolacaktı. Çünkü Bora, Ada'yı yanıma yatırmış ve çıplak göbeğini öperek, onu gıdıklıyor olacaktı. Ada'nın kahkahaları beni gülümsetirken, Bora beni de gıdıklamaya başlayacaktı. Her zamanki gibi. Hep birlikte vitamin depolayacaktık. Artık yalnızca Bora'yla değil, Bora ve Ada ile beraber gülmek, yaşamanın ta kendisi olmuştu çünkü.

"Haziran'ın başında çıkmış..." dedi Selim, bunun bir önemi olup olmadığını sorgular gibi. "Yaklaşık beş buçuk aydır dışarıdaymış yani. İzini kaybettirmiş, yine."

"Güvenli hattı ne zaman kuracaklar?!" diye bağırdı Bora.

Selim yeniden telefonuna davrandı ve "Soruyorum," diyerek, odadan çıktı.

"Bora..." dedim, yavaşça. Kapkaranlık bakışları gözlerime çevrildi. "Gökhan'ı aramak, çok ciddi bir risk almak değil mi?"

"Elim kolum bağlı durmamı mı istiyorsun Nazlı?" diye sordu. Bağırmamıştı ama yine de nefes nefeseydi. "Bize böylesine yaklaşan adam... Onlara ne yapmıştır sence?"

Arkama yaslanırken bacak bacak üzerine attım. "Her şeyi göze alarak geldik buraya... Geride kalanlara ne olursa olsun diyerek değil tabii ki ama ne olmuşsa bilmemeyi kabul ederek... Bilirsek, daha kötü olmayacak mı?"

Bora yeniden çalışma masama oturdu ve derin bir nefes verdi. "O senaryoda... Mehmet Şahindağ'ın yeniden sokaklarda gezmesi gibi bir ihtimal yoktu."

"Aslında vardı," dedim. Bora'nın kaşları çatıldı. "Bu çok uzun zamandır yapılan bir taktik değil mi sence de? Ajanlık 101? Sen yoksun, seni kaybettiler ve ellerinde o vardı. Kendi politikalarına göre, yapılması gerekeni yapmışlar işte."

"Büyük balıkları oltaya çekmek için küçük balıklarla bir oyun kurarsın, doğru! Ama o orospu çocuğu bir köpek balığı!" dedi, tükürür gibi. "Bir köpek balığını denizlere salarak, ne avlamayı beklediklerini sanıyorsun?!"

"Seni..." dedim. Bora duraksadı ve hafifçe eğilerek gözlerimin içine baktı. "Seni, Bora..." diye tekrarladım. "Eğer ölmediysen, ancak ve ancak, Mehmet Şahindağ'ın denizlere salındığını öğrendiğinde, saklandığın yerden çıkarsın... Karaya ayak basmak ister ve o köpek balığını avlamak için mızrağını kuşanmaya çalışırsın! Yani aslında yemlenen sen olabilirsin, biz olabiliriz ve yerimizi asla ifşa etmemeliyiz."

Kapı açıldı ve Selim yeniden içeri girdi. "Güvenli hat hazır abi... Şimdi sana sistemden bir link gönderdiler."

Bora söylediklerimin üzerine biraz olsun düşünsün isterdim fakat o, güvenli hattın hazır olduğunu duyar duymaz laptop'a uzanmış ve muhtemelen de linke tıklamıştı. Yine de zannediyordum ki kendimi kötü hissetmeyeyim diye, "Yerimizi ifşalayacak bir şey yapmayacağım," demişti.

Eğer kastettiği, çağrıyı yapacağı sinyalin adanın koordinatlarını değil de Tokyo'daki bir oteli gösterecek olmasıysa haklıydı ama benim dediğim bu değildi. "Güvenlik zırhı sadece fiziksel değildir..." dedim. Gözleri kısıldı. "Esas güvenlik zırhı ruhumuzda ve sen onu delersen, Kara'ya yaklaşmış olursun... Kara'ya yaklaşırsan da felaketimizi getirirsin." Yutkunmaya çalıştı. "O telefon konuşmasında, seni tetikleyecek herhangi bir şey duyar, öğrenirsen, ruhunda bunun geri dönüşü olmayacak. Buna hazır mısın? İyi düşündün mü? Çünkü artık, öğreneceğin yeni bir bilgiyle yaşamaya devam etmen gerekecek. Ve bunun çeşitli sonuçları olacak. Sonuçlarını kaldırabilecek misin?" Sorduğum her bir soruda, Bora'nın bakışları gitgide daha da mesafeli bir hâl alıyordu ve bu iyi bir şeydi çünkü bu, kendi içinde cevaplar aradığını gösteriyordu. "Her şey olmuş olabilir ama eğer Mehmet Şahindağ bize bir paket yollamasaydı, dışarı çıktığından haberimiz olmayacaktı. Baksana, beş buçuk ay olmuş bile..."

Bora, enter'a basmadan evvel, "Her şeye hazırım," dedi.

Telefon çaldı, çaldı, çaldı, çaldı ve beşinci çalışında ancak açıldı. "Alo?"

Altı saniyelik bir sessizlik.

"Alo?" dedi Gökhan, yine.

Dört saniyelik bir sessizlik.

"Alo?!" dedi sertçe. "Kimsin amına koyayım, ses ver?!"

"Benim," dedi Bora.

Bu kez sessiz kalan Gökhan olmuştu.

"Yaşıyorum," diye devam etti Bora, onuncu saniyede.

Gökhan, beş saniye daha sessiz kaldı ve ardından, "Sesini duyunca anladım onu..." dedi. Üç saniyelik bir sessizlik daha oldu. "Ama sen yine de... Hattın diğer ucunda olduğunu kanıtla."

"Koz maça," dedi Bora, duraksamadan.

Bu, aralarında anlaştıkları bir işaret olmalıydı. Belli ki geçmiş zamandan gelen bir anlaşma. Çünkü koz maça'yı, Gökhan'ın ağzından da duymuştum. Onu son gördüğümüz gün. Bora'nın ona, "Öldüm say," dediği gün. Gökhan bizim öldüğümüzü düşünmeden, yatın patladığını canlı canlı izlemeden bir gün önce.

Gökhan, muhtemelen, karşısındaki sesin kaydedilmiş bir ses olmadığından, bir bilgisayara ait olmadığından, bu görüşmenin bir tuzak olmadığından emin olmak istemişti. Yaşadığı dünya hiç özlemediğim kadar karanlıktı ve Gökhan'ın buna hakkı vardı da.

Derin bir nefes alıp verdikten sonra, "Senmişsin," dedi.

Ama sesi tatsız tuzsuz, heyecansız ve hatta hoşnutsuzdu. Sanki artık görüşmek istemediği biri onu aramış ve o da bu konuşmayı zoraki bir şekilde yapıyor gibi.

Gökhan'ın bu tavrı, Bora'yı da afallatmış olmalıydı ki, "Her şey yolunda mı?" diye sordu.

"Evet," dedi Gökhan, hızlıca. "Beni uykumdan uyandırmış olman dışında herhangi bir sorun yok. Sabahın 4'ünde beni rüyanda mı gördün, yoksa sizin olduğunuz yerde gayet normal bir saat mi?"

"Mehmet dışarı çıkmış?" dedi Bora, konumumuzla alakalı soruyu duymazdan gelerek.

"Eskidi oğlum o haber," dedi Gökhan, gülerek. "Sen yeni duydun herhalde?"

"Evet," dedi Bora, derin bir nefes verirken. "Siz nasılsınız? Beyza'ya yaklaşmaya çalışıyor mu? Size bulaşıyor mu? Herkes iyi mi?"

"İyiyiz," dedi Gökhan. Esnedi. "Mehmet Şahindağ'ı salmalarının tek sebebi, senin öldüğüne inanmamaları diye düşünüyoruz. Onu kontrol edebileceklerini mi düşündüler yoksa büyük bir kumar mı oynadılar, bilmiyoruz. Ama izini kaybettiler. Blöfü gör, her neredeysen orada kal ve oyunu kaybetme." Bora'nın bakışları refleksif bir şekilde gözlerime değdiğinde, biraz önce söylediğim şeyleri Gökhan'dan duymayı yadırgadığını hissetmiştim. "Naz nasıl? Ada?"

"Mehmet Şahindağ, size bulaşmadan nasıl duruyor olabilir?" diye sordu Bora, merakla. "Haziran'ın başında çıkmış dışarı. Beyza en son geldiğinde, Haziran ortasıydı."

"Beyza, nereye geldiğinde?" diye sordu Gökhan, şaşkınlıkla. Williamsburg'dan haberi hâlâ yoktu. "Sen, Beyza'yla görüşüyor musun?!"

"Hayır," dedi Bora, sıkıntılı bir nefes verirken. "Öyle değil. Boş ver. Artık öğrenmişsindir diye düşünmüştüm."

"Neyi?" diye sordu Gökhan.

"Neyse," dedi Bora, boğazını temizledikten sonra. "Eğer Mehmet Şahindağ size yaklaşırsa, Beyza'ya ya da Begüm'e söyle, ne yapmaları gerektiğini biliyorlar."

"Yaklaşmaz," dedi Gökhan, kendinden emin bir tavırla. "Aranıyor. Eskisi kadar güçlü değil. Belki de tüm gücünü, izini kaybettirmeye harcamıştır. Biz iyiyiz. Siz kendinizi düşünün. Gerçi sizi bulması mümkün değil ama... Yine de sizi o öldürmediyse, yani siz ölmediyseniz, yaşadığınızı biliyor demektir. Naz'a selam söyle. Ada'yı da öp... Bir yaşında oldu mu?"

"Oldu," dedi Bora.

Gökhan derin bir iç çekti ve "Kendinize dikkat edin," dedi.

"Eyvallah, siz de..." dedi Bora, ardından da laptop'ta bir tuşa basarak konuşmayı sonlandırdı.

Bir yıl, üç ay, beş gün sonra Gökhan'ın sesini duymanın, geride kalan herkesin iyi olduklarını öğrenmenin fakat bir yandan da Gökhan'ın kırgınlığıyla yüzleşmenin ona ne hissettirdiğini merak ediyordum.

Arkasına yaslandı, bacak bacak üzerine attı ve dudaklarının kenarında küçük bir tebessüm belirdi. Bakışları Selim'e çevrilirken, "Sara'nın oteline git hemen..." dedi. Benim kaşlarım çatılırken Selim yalnızca aldığı emir karşısında kafa sallamakla yetinmişti. "Williamsburg'la, gerekirse de Türkiye'yle bağlantıya geç ve ne boklar döndüğünü öğren. Bir sorun var, belli."

"Ne sorunu?" diye sordum, şaşkınlıkla. "Gökhan, her şeyin yolunda olduğunu söyledi ya?!"

Bora başını iki yana sallarken ayağa kalkmıştı. "İster Gökhan'ı tanıyor de... İster hislerine güveniyor de... Bir sorun var, belli." Bakışları yeniden Selim'i buldu. "Hadi! Oyalanma Selim!"

"Bora!" dedim, ben de ayağa kalkarken. "Bir gün için, yeteri kadar risk almadık mı?!" Sıkıntılı bir nefes verdiğimde Selim odadan çıkmıştı bile. "Durdur Selim'i, lütfen! Williamsburg'la... Gerekirse Türkiye ile bağlantıya geçmek, ne demek Allah aşkına?! Üstelik Mehmet Şahindağ burnumuzun dibine kadar gelmişken?! Şu an Miraflores güvenli bölge değil, farkında değil misin?! Yerimiz ifşalanırsa, burada olmamızın da hiçbir anlamı kalmayacak ve dönmek zorunda kalacağız, farkında değil misin?!"

"Döneriz o zaman biz de Nazlı," dediğinde amiyane tabirle yüzüne bakakalmıştım.

"Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye sordum, kulaklarıma inanamaz gibi.

İçine derin bir nefes çekerken, bir elini ensesine götürdü. "Nazlı..." dedi ve üç saniyeliğine alt dudağını dişledi. "İçimde bir his var... Ben nasıl ki Yeşim'in suçsuz olduğu konusunda senin içgüdülerine güvendim, sen de bana güven. Selim neler olup bittiğini öğrensin bi' de... Ondan sonra konuşuruz. Lütfen."

"İçindeki hissin tek sebebi devamlı gördüğün bir kâbus!" dedim, kırgınlığımı gizlemeden. "Bana anlatmadığın... Ada'ya bahsetmesen gördüğünü bile bilmeyeceğim, duyduğumu anlamana rağmen yine de bana anlatmadığın bir kâbus..."

"Anlatırsam gerçek olmasından korktum," dedi. Kendine bir sigara yakarken, "Kehanet gibi bir şey bu ve bak, gerçekleşti işte..." diye eklemişti.

"Bora, lütfen saçmalama..." dedim, başımı iki yana sallarken. "Travmaların yüzünden böyle hissediyorsun. İçindeki hissin de gördüğün kâbusların da tek sebebi bilinçdışın!"

Sigarasının dumanını üfledi. "Öyle olsun. Eğer öyleyse, dediğin gibiyse yani, Selim döndüğünde her şeyin yolunda olduğunu söyler. O dönene kadar bekleyelim ve bunu konuşmayalım..."

"Risk alıyoruz risk!" dedim, ısrarcı bir tavırla. "Mehmet Şahindağ'ı hangi şartlarda serbest bıraktılar bilmiyoruz. Belki de seni, bizi bulması karşılığında, özgürlüğünü satın alacak? Belki de izini kaybettirmesi bile kurdukları oyunun bir parçası? Belki, bu da blöf? Duymadın mı Gökhan'ı? O da benim gibi düşünüyor işte. Ayrıca, Gökhan'dan bahsediyoruz Bora!" Sesimin tınısı yükselmişti. "Sence Gökhan, bir sorun olsa, bunu saklar mı?! Her şeyin yolunda olduğunu söyledi, buna neden inanmak istemiyorsun da didikliyorsun ki?! Ne duymayı bekliyorsun, söylesene!"

"Bilmiyorum Nazlı!" diye bağırdı. "Bilmiyorum! N'olur üzerime gelme!"

"Gelirim!" diye bağırdım. "Egona zeval gelmesini istemem ama geride bıraktığımız insanların da eli armut toplamıyor, biliyorsun değil mi?! Sen Kara'ydın tamam ama onlar da manav değildi!"

"Nazlı..." dedi, derin bir nefes alırken. Sesinin tınısına bu kez dikkat etmişti ve bu, benim de bağırmamam için adeta bir zeytin dalıydı. "Sevgilim..." dedi, daha da yumuşak bir tonlamayla. "Düşmanı tanıyorum... Dünyadaki herkesi öldürür ama beni öldürmez. Herkes ölene kadar beni sağ bırakır. Ve o fotoğrafta, benim yüzüme çarpı atarak, beni öldüreceğinin sinyalini veriyor. Bu ne demek?" Nefes almaya çalıştığımda ciğerlerim acımıştı ve bunun ne demek olduğunu asla düşünmek istemiyordum. "Ben söyleyeyim... Sana gelene kadar, herkesi tek tek... Ve senin ölümün yaklaştı, demek. Açık açık hedefe beni koydu."

"Bizi huzursuz etmekten zevk alan bir ruh hastasından bahsediyoruz," dedim, dediklerini kabul etmezcesine. "Sen düşmanı tanı, ben dostu... Senin dostunu... Eğer konuştuğun kişi Beyza olsaydı, tamam. Begüm olsaydı, tamam. Aydın ya da Çınar olsaydı da tamam ya! Ama Gökhan bir kelebek kanat çırpsa, sana kavuşmak için, senin yanında olmak için, dünyanın başlarına yıkılmak üzere olduğunu söyler! Yalan mı?!"

"Yalan değil," dedi Bora. Sigarasından bir duman daha çekti. "Ama tam olarak doğru da diyemiyorum Nazlı. Senin haklı çıkmanı çok isterim. Ve bunu umuyorum da. Ama Selim'den iyi bir haber alana kadar derin bir nefes almam mümkün değil. Beni de anla. Söz konusu Mehmet Şahindağ."

"Bu yüzden konuşuyorum ya ben de zaten!" dedim, derin bir nefes verirken. "Çünkü söz konusu Mehmet Şahindağ olduğu için, bizi burada bile bulmaya yaklaştığı için, kimsenin yapamadığını yaptığı için senin afalladığını ve düşüncelerinin sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Verdiğin kararları süzgeçten geçirmediğini..."

"Ne yaptığımı biliyorum Nazlı," dedi sigarasını söndürürken. "Sadece bana güvenemez misin?"

"Beline yeniden silah taktığında sana nasıl güvenebilirim ki?" diye sordum itiraz dolu bir tavırla. "Hani zeka, en büyük ve en önemli silahtı?"

"Hani zeka kurşun sıkmıyordu?" diye sordu.

Kocaman bir nefesi serbest bırakırken, "Kara'ya yaklaşmandan korkuyorum Bora!" dedim. Gözleri gözlerimde kaybolurken hiçbir şey söylememişti. "Kurtulduğun hayatın, zihnini ve ruhunu bir örümcek ağıyla sarmasından ve bu ağın seni yiyip yutmasından endişeleniyorum. Beline bir silah taktığında ateş etmen de gerekir. Tehlike anında ateş etmende hiçbir sakınca yok. En azından bana göre. Fakat unutma ki sen, ateş etmekten nefret ediyorsun. Ve sen, Ada'nın sana, senin babana baktığın gibi bakmasını istemiyorsun. Bu düşünceden de nefret ediyorsun, bu düşünceye tahammülün bile yok. Sen, hamile olduğumu öğrendikten sonra Mehmet Şahindağ operasyonunu baltalamış, kızımız olacağını öğrendikten sonra, o tetiğe basamamış birisin Bora! Lütfen, bütün bunları düşün... Bir şeyler olup bitiyor kaç saattir ama sen bir an bile oturup düşünmedin!"

Kapı tıklatıldı ve açıldı. Yeşim, kucağında Ada'yla beraber kapının önündeydi. Bora'nın bakışları da aynı benim gibi onlara çevrilmişti. "Nazlı..." dedi Yeşim, gözlerini Bora'ya değdirmeden. Odada sigara içildiğinin bilincinde olduğu için olsa gerek odaya girmemişti. "Çok uykusu geldi artık Ada'nın. Durmuyor. Banyo yaptırayım mı?"

"Anneciğim..." dedim, onlara yaklaşırken. Ada'nın gözlerinden uyku akıyordu. "İyi bile dayandın bugün..." Ada, onu kucağıma aldığımda, başını doğrudan omzuma yaslamıştı. "Sen birazdan sütünü hazırla Yeşim... Ben yaptırırım banyosunu."

"Ba... Ge..." dedi Ada, bir elini Bora'ya doğru uzatırken.

"Geliyorum babacığım birazdan," dedi Bora.

Kucağımda Ada'yla beraber yatak odasına doğru ilerlerken, huzurlu olduğumuz günlere bir an evvel dönebilmeyi dilemiştim.

♠️

Ada'nın banyo yapmayı çok sevmesi, gözlerinden uyku akarken bile küvetin içindeki oyuncağıyla oynamaya çalışması, zaman zaman gözleri kapalı bir şekilde şeffaf topun içindeki civcivini suya batırıp çıkarması, onu oldukça komik bir hâle sokuyordu. Sabahları ilk uyandığında ve akşamları uykusu varken konuşmayı pek sevmiyordu ama yine de zevklerinden vazgeçmiyor, içinde olduğu aktivitenin hakkını verircesine ritüellerini yerine getiriyordu. Kendi küçük dünyasında her şey yolunda görünüyordu ve dün gece yaşadığı boyundan büyük aksiyonu unutmuşa benziyordu. Bizim hayatımızdaki aksiyonun da onun yaşadığı aksiyonlar kadar minicik olmasını isterdim. Sıcaktan şişen pillerin yarattığı küçük bom seslerini, silah seslerine tercih ederdim.

Ada'yı şapkalı beyaz bornozuna sarıp küvetinden çıkardığımda Bora da belinde havluyla duşakabinden çıkmıştı. "Sıhhatler olsun bebeğim," dedi, Ada'yı kucağımdan alırken. Ada babasına gülümseyip kendi dilinde bir şeyler söylerken, ben de bakım malzemeleriyle dolu sepeti alıp, onların arkasından yatak odamıza geçmiştim. Bora, Ada'nın alt değiştirme örtüsünü yayıp, Ada'yı örtünün üzerine yatırdı. Onun kendi dilinde anlattığı şeyleri anlıyormuş gibi yaptığı için, "Sonra ne oldu peki?" diye sordu.

"Ben duşa giriyorum," dediğimde, yalnızca kafasını salladı.

Banyonun kapısını kapatırken, Ada'ya, "Yeşim Abla'nla ne yaptınız bütün gün, onu anlat..." dediğini duymuştum.

♠️

Ada ve Bora bizim yatağımızda uzanırlarken, Noir da ayakucuna yatmıştı. Odanın ışığı Ada'nın korkmayacağı derecede kısılmıştı. Ada, elinde biberonu, hiç uykusu yokmuş ve güne yeni başlamışçasına katıla katıla gülerken Bora'nın ise kaşları çatıktı. Duş aldığım, saçlarımı tarayıp dişlerimi fırçaladığım ve daha sonra giyinme odasına geçip şort üzerine bir crop giydiğim otuz beş dakika üç saniyede ne kaçırmıştım bilmiyordum fakat ben ne kaçırdıysam, aynı şeyi Bora'nın da kaçırdığı bakışlarından belliydi.

"Yalnız ben, suratıma bakıp amaçsızca gülünmesinden pek hoşlanmam Ada," dedi, ciddiyetle. "Neye güldüğünü söyler misin?" diye sordu. Ada, en azından babasını kırmadı ve yine Adacanın henüz bilmediğimiz dilinde, babasına neden güldüğünü anlattı fakat Bora bu cevabı almadığı için hiç tatmin olmamıştı. "Güldün eğlendin... Şimdi uyuyacağız. Hadi, iç sütünü..." dedi, hoşnutsuz bir ifadeyle.

Yavaşça yatağa oturduğumda, Ada'nın bakışları beni bulmuştu ve bana da bir şeyler anlattı. "Ağğğ!" dedim, gülümserken. "Sen bu gece de burada mı yatıyorsun?"

"İstemedi kendi yatağını. Hayır hayır diye tutturdu," dedi Bora. Bakışları gözlerimle buluştu. "Ama burayı da yatak değil, eğlence merkezi sanıyor. Kitap okumamı bile istemeden sütüne sarıldı, neredeyse kucağımda uyuyacaktı. Yatağını istemeyince buraya geldik, burada da uykusu açıldı. Gülüp gülüp duruyor, benimle dalga geçer gibi."

"Diyorum sana, bu çocuk bug'lı," dedim. Bora'nın dudakları hafifçe iki yana kıvrıldı. "Sen genelde onu, sabahları buraya getirdiğin için, buraya yatınca yeni uyandığını sanıyor bence."

"Kızım!" dedi Bora, Ada'nın saçlarından öperken. "Ezberci sistem insanı mısın sen? Nasıl matematikçi olacaksın peki?"

"Bebeğim bak dışarıya, gece..." dedim, işaret parmağımla pencereyi gösterirken. "Ayrıca alt tarafı pil patladı. Bu kadar korkak olamazsın. Senin annen eski de olsa ajan ajan!"

"Aca aca..." dedi Ada, beni tekrar ederek.

Kaşlarımı çatarken, "Ne anladın acaba?" dedim.

"Kızım, ikilemeler konusunda bu kadar beceriklisin madem, neden baba demiyorsun?" diye sordu Bora.

"Ba!" dedi Ada, gülerken.

"İşte ondan bir tane daha söylemen gerek," dedim. "Ba-ba."

Ada, Bora'yı gösterdi ve "Ba!" dedi, yine.

Yatağın içine girip üstümü örterken, "Şimdi gözlerimizi kapatıyoruz hep birlikte," dedim.

"Onu denedim ben," dedi Bora, iç çekerken. "Yatağın ucuna kadar emekleyip Noir'ya yatağa gelmesini söyledi."

Minik bir kahkaha attım. Yaşadığımız an, öyle değerliydi ki, bu yataktan sonsuza kadar çıkmamak ve ailemle hep böyle kalmak istiyordum. "Tabloyu asalım yarın Ada'nın odasına, unutmayalım..." dedim, yaşanan bütün kötü an'ları silmek ister gibi.

"Asalım sevgilim," dedi, sıkıntı dolu bir nefes verirken.

"Aslında Ada'ya ona yazdıklarımı hediye edecektim..." dedim. Bora bana gülümserken, Ada bir kolunu babasının göğsüne dayamıştı. "Ama bir koca sene içinde o kadar az yazmışım ki... Değil günlük, aylık bile olmamış." Bora'nın attığı kahkaha içtendi. Bugünü hiç yaşamamışız gibi. "Niye defterleri ayırdık ki doğumdan sonra sanki?! Dolu dolu bir defterimiz olurdu ve ben arada kaynardım, dikkat çekmezdim!"

Bora başını iki yana sallarken, "Senin fikrindi ya Nazlı..." dedi. Ada, babasının işaret parmağını tutunca bakışları bir anlığına ona kaymış ama sonra yeniden gözlerimi bulmuştu. "Demiştin ya, 'Bir anne, kızına, özel şeyler yazabilir...' diye." Gülüşü tamamen alayla kaplandığında kafasını dağıtabildiğimi anlamıştım. "Henüz özel şeyleriniz olamadı demek ki..."

"Vaktim yok, senin kadar boş biri değilim sevgilim!" dedim, yapmacık bir sitemle. "Hem çocuk hem de kariyer yapmak ne kadar zor, haberin var mı senin?! Sen yaz da yaz... Yazar olacak insanmışsın valla! Ne diyeyim! Ama merak etme, Ada okuyabilene kadar açığı tamamlar, geriye dönük yazarım ben. Günde, on beş günü yazsam-"

"Günde, on beş günü mü yazsan?" diye sordu, hayretle. "Ciddi misin sen? Günlük böyle bir şey değil de çünkü."

"Adına günlük demem o zaman ben de... Anne nasihatları derim mesela, Allah Allah. Önemli olan yazmış olmak."

"Önemli olan benim altımda kalmamak," dedi, beni düzeltir gibi.

"Ay evet, ne var?!" dedim, omuz silkerken. "Günde, on beş günden... Yirmi dört günde, üç yüz altmış gün eder. Yirmi beşinci gün de son beş günü yazarım, mis gibi! Al bak sana yıllık! Bir ay olmadan güncele yetişirim! Primi senin yapmana izin vermeyeceğim!"

"Merak etme, ben doğumdan sonra yazdıklarımı Ada'ya okutmayacağım..." dedi.

"O niye?" diye sordum, merakla.

"Okumasını istediğim şeyler değil de ondan..." dedi.

"Ani! Tita!" dedi Ada, beni dürterek. O kadar çok okumak demiştik ki çocuğun aklına kitap gelmişti. Belki de babasıyla aramda geçen diyalogları takip etmekten sıkılmış da olabilirdi çünkü seslerimizi takip ediyor, bir Bora'ya bir bana bakmaya çalışıyor fakat minicik bünyesi, buna çok fazla dayanamıyor, yoruluyordu.

"Kitap okuma saati geçti ama... Gece oldu çünkü. Ohooo saat çok geç. Onu yirmi geçiyor. Senin bütün yaşıtların çoktan uyudu," dedim. Ada beni anlıyormuş gibi dinliyordu. "Büyüme hormonu salgılanıyor şu anda ve sen kaçırıyorsun bunu. Bütün yaşıtlarının, ki ileride sınavlara girip çıkacaksın ve onlar senin rakiplerin olacak, beyin gelişimleri sağlanıyor şu an. Bak bu söylediklerim çok kıymetli. Sarı minibüsün maceralarından bile daha kıymetli."

"Bence masal anlatıyorsun sanıyor," diye fısıldadı Bora.

"Masal değil bunlar, gerçek..." dedim. Ada gözlerimin içine bakarken esnemişti. "Her akşam sekizde, hadi en geç sekiz buçukta, kendi yatağında uykuya dalma alışkanlığını asla bırakmamalısın. Bu bir anne nasihatı çocuğum." Ben susunca, Ada devam etmemi söylercesine elimi tutmuştu. "Bazen kafamız karışabilir, korkularımıza yenik düşebiliriz ve düzenimizi bozabiliriz. Ama önemli olan, bunu sürdürmemek." Ada'nın gözleri kapanmıştı ve fakat babasının bakışları benim yüzümde dolaşıyordu. "Ben sana inanıyorum... Sen, biraz üzerine düşündüğünde, doğru olanın ne olduğunu bulacaksın. Odanı çok seviyorsun. Odanda ve en geç sekiz buçukta uyurken çok mutlusun. Civcivin var, uyku arkadaşın, onu özlemedin mi? Ne kadar huzurlusun ona sarılırken." Dudaklarımı Ada'nın saçlarına bastırdım. "Unutma anneciğim... İnsan mutlu olduğu yeri terk etmemeli. Huzur bulduğu yere sırtını dönmemeli."

Ada'nın biberonu babasının koluna düştüğünde, Bora biberonu aldı ve komodinin üzerine koydu. "İyi geceler bebeğim," dedi, Ada'nın bileğindeki benden öperken. "Seni çok seviyorum..."

"Rüyanda civcivleri gör anneciğim," dedim, saçlarını okşarken. "Çok mutlu ve çok huzurlu uyu... Yarın sabah, gözlerini, hayatının en güzel gününe aç. Seni çok seviyorum..."

Ada'nın karnını sardığım elimin üzerine, Bora'nın eli yerleşirken; kızımızın saniyeler aktıkça daha da derinleşen nefes alışverişlerinin sesini dinliyorduk. On yedinci dakika, üçüncü saniyede Ada sağ ayağındaki çoraptan; on dokuzuncu dakika elli birinci saniyede de sol ayağındaki çoraptan kurtulmuştu. Kış geldiğinde, ki daha çok vardı, uyku tulumuyla yatması gerekecekti. Neyse ki dün geceye kıyasla daha temiz bir uyku uyuyordu ve üzeri de zaten örtülü olduğu için ayakları buz gibi olmayacaktı. Bugün beslenmesiyle de yeteri kadar ilgilenememiştim ama yarın, hiçbir şeyin Ada'ya ayıracağım zamandan çalmasına izin vermeyecektim.

Bora'nın telefonunun titremesi yatağın içindeki mayışıklığıma bir son verirken, Bora'nın bakışları gözlerimi bulmuştu. "Selim," dedi, bilgi verir gibi.

Yataktan aynı anda kalktık. Ada'nın sol tarafına ne olur ne olmaz diye yastık koydum ve Noir'ya da Ada'nın sağ tarafına geçmesi için işaret verdim. Noir benden gelen emri ikiletmezken, Bora terasa doğru ilerlemişti. Hızlıca peşinden gittim ve terasa çıkıp kapıyı kapattım.

Bora, Selim'i geri aradı. Selim, telefonu açar açmaz telaşla, "Abi!" demişti.

"N'oldu?" diye sordu Bora, merakla.

"Vaziyet çok kötü abi! Mehmet Şahindağ kimseye nefes aldırmıyormuş! Herkesle uğraşıyormuş! Bizim kumarhanelerin hepsi kapanmış! Kapı duvar! Türkiye'de kıyamet kopuyor!"

Continue Reading

You'll Also Like

1.5M 112K 28
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
770K 43.5K 36
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
147K 6.4K 28
siz: askerim biçim biçim siz: ölürüm asker için siz: teröristler bana düşmandır siz: asker sevdiğim için Siz: çevik asker giderken siz: teröristler ç...
748K 44.2K 65
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...