Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.1M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
8*
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
168.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻
Güneşçiçeği*🌻🌻
172.Bölüm
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
181.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

180.Bölüm

308K 16.1K 26.5K
By dpamuk

Sevgili yol arkadaşlarım,

Maça Kızı 8'i yazarken, yazmakta olduğum satırları bırakıp geleceğe gittiğim ve oradan bazı kesitler, bazen bölümler yazdığım çok oldu bu zamana kadar. Bu bölümün bazı yerleri de, öyleli kısımlardan biri. Olduğum yeri bırakıp geleceğe koştuğum, geleceklerini gördüğüm için dönüp önceki zamanları daha da hevesle yazdığım... Uzun zamandır okumanızı istediğim bir bölümdü bu, aşırı heyecanlıyım. :')

🥹💛

Yorumlarda olacağım, sizlerle de buluşalım.🐥

Sizi çok seviyorum. Var olun. Daima.🌻

♠️

"Ba ge."

Türkçe, İngilizce, İspanyolca, Fransızca ve İtalyanca dillerinden sonra öğrendiğim yepyeni bir dil vardı: Adaca.

Baba, diyordu. Gel.

"Nini."

Hadi.

"Ba ge nini."

Bora, elini açıp kapatarak bir kolunu ona doğru uzatan Ada'ya baktığında, bakışlarındaki o tanıdık ifadeyle karşılaştım: Sınırsız mutluluk.

"Geldim," dedi, yumuşacık bir sesle. Ada'nın çıplak ayaklarını sarkıtarak oturduğu yatağın önünde diz çöktüğünde bakışları bana değmişti. "Giymiyor mu çoraplarını?"

"Hayır," dedim, gözlerimi devirerek. Ada, elini Bora'nın saçlarının arasına geçirmiş, adeta seviyordu. "Çorap giydirmek, doğum yapmaktan daha zormuş!"

Bora minik bir kahkaha atınca, Ada da kıkırdadı; üstteki üç ve alttaki dört dişi huzurumuza serilince dünyanın en sevimli gülümsemesi karşımızdaydı. Bora, elimden minicik bordo çorapları aldığında Ada birden kaşlarını çatmış ve boğazından garip, tepkili, hoşnutsuz sesler çıkarmaya başlamıştı. İstemiyordu. Kendisinin birinci yaşı için seçtiğimiz kıyafet, muhtemelen umurunda bile olmayacaktı ve yaygara kopararak, kendi istediği şeyi yapacaktı.

Kime çekmişti bilmiyordum, bana değildi!

"Lütfen ama Ada, bunlar çok güzel..." dedi Bora, sevgi dolu bir tonlamayla. Ada'nın ayak parmak uçlarını öptü. "Annenle seçtik."

Ada, Bora'nın söylediğinden ne anlamıştı bilmiyordum fakat manipüle olmayacağı kesindi. "Ayı."

Hayır.

"Ne kadar güzel olmuşsun!" dedi Bora, Ada'nın dikkatini dağıtmak istercesine.

Ada, Bora'yı gözleriyle takip etti ve kafasını önüne eğerek, kısacık bordo tütüsüne baktı. Gülümserken büyük bir tepki vermişti. "Aaağğğ..." Fakat gülümsemesi çok geçmeden soldu ve sinirli bir şekilde söylendi: "Ayı!" Dikkatinin dağılması söz konusu bile değildi, kaşla göz arasında kendisine çorap giydirmeye çalıştığımı anlamıştı.

Her ne kadar Güney Yarım Küre'de de olsak, Ada'nın ayakları buz gibi olabilme özelliğine sahipti ve ne hikmetse, bu hayatta en nefret ettiği şey de çoraplardı. Benim ona çorap giydirebilmem söz konusu bile değildi, ancak babası çorap giydirebiliyordu ve fakat on dokuz gündür yeni bir huy edinmişti, artık çoraplarını kendi seçiyordu.

Bora, iki gün önce, sırf Ada'ya çorap giydirmek için, on altı dakika on dört saniye uğraşmıştı çünkü Ada, babasının kendisine gösterdiği otuz dokuzuncu çift çorabı ancak beğenmişti; artık yıkanmaktan solmuş, sarı çoraplarını. Bir tekinin yapıştırma gözlerinin ikisi, diğer tekinin ise bir tanesi düşmüş sarı çoraplarını. Civcive asla benzemeyen başarısız bir çalışma olan turuncu dudakların da yer yer silindiği sarı çoraplarını. İğrenç sarı çoraplarını. Nereden aldığımızı asla bilmediğimiz, aldığımıza da binlerce kez pişman olduğumuz, benzerini asla bulamadığımız ve Ada'yı asla vazgeçiremediğimiz sarı çoraplarını. Travmam olan sarı çoraplarını.

"Çirkin olmak mı istiyorsun?" diye sordum, ciddiyetle. Ada, sesimi duyunca bana bakmıştı fakat bakışlarımdan hoşlanmamış olacaktı ki, derhal kaşları çatıldı. "Kirli o çoraplar, baştan anlaşalım." Ada muhtemelen ne dediğimi bile anlamıyordu. Başımı bıkkınlıkla Bora'nın omzuna koydum ve "N'olur bir şey yap," diye mırıldandım.

"Kirli mi gerçekten çoraplar?" diye sordu Bora, Ada'nın minicik elini avucuna alırken.

"Kendimi keserim," diye fısıldadım. Bora, sesli bir nefes verdi. "Bu şahane, doğum günü kızı imajını o berbat sarı çoraplarıyla bozamaz! Buna asla izin vermem!"

"Özgür irade denilen şeyden haberin var mı sevgilim?" diye sordu gülerek. Omzumu silktim. "Gel kızım," dedi ve Ada'yı kucağına alarak ayağa kalktı. Ada, bir kolunu babasının omzuna koyduğunda, eğilerek bana bakmıştı.

"Ani."

Anne.

"Anne hazırlansın, üzerini değiştirsin," dedi Bora, Ada'nın siyah saçlarından öperken. "Biz seninle içeriye geçelim." Ada, boğazından sesler çıkararak Bora'ya karşılık veriyor, bunu yaparken de kısa kollu yavru ağzı badisine dokunuyor, tütüsünün eteklerini havalandırıyor, saçındaki bordo saç bandını elliyordu. Muhtemelen Adacanın henüz bilmediğimiz dilinde, nasıl giyindiğini babasına anlatıyordu. "Evet," dedi Bora, çok anlıyormuş gibi. Gözleri gözlerime değdiğinde bakışlarıyla elimdeki bordo çorapları işaret etmişti.

Ada fark etmeden çorapları Bora'ya verdim ve "Halledebilecek misin?" diye sordum.

"Doğum yapmamış olabilirim sevgilim ama nazlı kız çocuklarıyla iletişim kurmakta pek iyiyimdir," derken, çapkın bir şekilde göz kırpmıştı. "Evet kızım, bence de..." dedi, Ada'ya. "Anne daha nazlı, evet."

Bora bana arkasını döndüğünde, Ada'nın iri birer zeytin taneleri gibi simsiyah duran gözleri gözlerimi buldu. Odadan çıkmak üzere benden uzaklaşırlarken, içim tam bir yıldır bildiğim o hisle doldu taştı: Ada, arka gözlerdi. Benim kucağımdayken babasıyla, babasının kucağındayken benimle göz teması kurmaya çalışıyordu ve bu tarif edilemez derecede güven vericiydi. Üç kişilik bir aile olduğumuzu minicik kalbiyle bağırıyordu ve ben bu sesi çok seviyordum.

Ada, Bora ile benim bu hayatta yaptığımız en güzel şeydi.

♠️

Beyaz, uçuş uçuş, mini bir elbisenin altına, siyah, parmak arası sandaletlerimi giymiştim. Beğeni dolu bir ıslık sesi duyduğumda alt dudağımı ısırdım ve saçlarımı düzeltmeye devam ettim. "Ama sen, rol çalıyorsun..." Bora'nın sesinde arzu dolu bir tını vardı. Tam arkamda durduğunda, bakışlarımız aynada kesişmişti. Kapkara gözleri, aynadaki aksimi tepeden tırnağa süzerken, yüzüne, gördüğü manzaradan memnun bir gülümseme yayılmıştı. "Bugün gözlerimi kamaştıran Ada olmalıydı."

"Ben dururken?" dedim, yapay bir kibirle. "Ancak rüyasında görebilir böyle bir şeyi!"

Bora minicik bir kahkaha attı ve omzuma ıslak bir öpücük bıraktı. Daha sonra da neredeyse belime uzanmayı başarmış saçlarımı omzuma aldı. "Şimdi sen diyorsundur ki... Bu kız, kendi kendine doğmadı sonuçta." Ceketinin cebinden bir kutu çıkardığında bakışlarım kısılmıştı. "Doğuran benim. Bugün onun doğum günüyse, benim de onu doğurduğum gün. Ben doğurmasaydım, doğmayacaktı sonuçta..."

Tam olarak öyle düşünüyordum, evet. Bora'nın da hakkını yiyemezdim, elinden geleni yapmıştı, ilk an'dan son an'a dek yanımda olmuştu ve fakat onca sancıyı çeken bendim. Ada, karnımın içinde gayet keyfinin yerinde olduğuna, bana zorluk çıkartmaktan ötürü aşırı memnun olduğuna ve artık doğmayacağına ikna olduğum bir anda gelişinin sinyalini vermişti. Kırkıncı haftayı doldurmuştu, en fazla iki hafta daha bekleyecektik fakat yine de gelmezse sezeryanla getirilecekti. Bu fikir beni geriyordu çünkü normal doğum yapmak istiyordum.

Arjantin'e otuz beşinci haftamda, doktor kontrolünde uçmuştuk. Buenos Aires'te, doğum yapmayı planladığım hastanenin yakınlarında bir eve geçici olarak yerleşmiştik. Çok kalmayacağımızı düşündüğüm şehirde günler günleri kovalarken, neredeyse oraya yerleşeceğimizi ve Ada'yı beklerken orada yaşlanacağımızı düşünmeye başlamıştım. Arjantin'in Kasım'ı fazlasıyla sıcaktı ve açıkçası hamileliğe de doymuştum. Doktorlar her şeyin yolunda olduğunu söyleseler de bir türlü doğuramamak, en azından benim için bir sorundu. Bora, muhtemelen kafamın içinde bir şeyler kurmamdan hoşlanmadığı için sürekli kafamı meşgul etmeye çalışıyor, odağımı doğuramama fikrinden uzaklaştırmak için elinden ne geliyorsa yapıyordu.

Buenos Aires'de bazı müzelere gitmiş, bazı galerileri gezmiş, iyi restoranlarda yemek yemiş ve karnı burnundalığımın koşullarına ayak uyduracak şekilde şehrin altını üstüne getirmiştik ama sıklıkla evde vakit geçiriyorduk. Evde vakit geçirdiğimiz zamanlarda da çeşitli kart oyunları oynuyorduk çünkü Bora, istemeye istemeye de olsa, beni en çok oyalayan şeyin bu olduğu konusunda karar kılmıştı. Özellikle de beni yendiği zamanlarda, gerçekten de bütün dikkatim oyuna çekiliyordu ve hayatta önemsediğim tek şey Bora'yı alt etmek oluyordu. Elli iki adet kartla, iki kişi ne oynayabilirsek oynuyorduk ve ben her yenilgimde, bir diğer oyun için hırslanıyordum.

"Doğum sancın geldiğinde ne yapıyordunuz?" diye sorsalar, bir gün, cevap olarak bunu vereceğim aklıma gelmezdi ve fakat biz poker oynuyorduk.

Üstelik bu kez Bora'yı yenmek üzereydim.

Ada durmuştu durmuştu ve tam galibiyetimi alacağım an beni sabote etmek üzere gelmeye karar vermişti.

Öyle ki suyum gelmese, Bora'yı yenmeden doğurmazdım ama maalesef ki hissetmeye başladığım sancıyla beraber dayanamayacağımı anlamıştım.

Bora yanı başımda olmasa ve elimden tutmasa dayanamazdım da çünkü ben ömrüm boyunca böyle bir acı çekmemiştim.

Dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Ne münasebet!" dedim, şakacı ve oyunbaz bir tonlamayla. "Sonuçta analar çeker yükü kimsenin bilesi yok, evet, ama yani doğurdum diye de bugünden kendime pay çıkaracak değilim. Yani hiç de böyle bir beklentim, düşüncem falan yok. Tabii ki her şey ortada ama takdir benim değil bu konuda. Yani babası düşünsün onu da. İyi ki doğurdun, diyecek mi demeyecek mi, kendi bilir."

"Sana muhteşem bir hediye aldım," dedi.

Alt dudağımı ısırırken, merakla ona döndüm. "Bakayım?"

Bora'nın açtığı kutuyla beraber, gözlerim de fal taşı gibi açılmıştı.

Bana, yapıştırma gözlü, turuncu dudaklı, civcivli, sarı, iğrenç çorap mı almıştı?!

Bebek çorabı.

"Ada eminim ki bunu çok beğenecektir!" Kızgın olduğumu elimden geldiğince saklamaya çalışıyordum. "Anneler günümde de eminim ki düdüklü tencere alırsın!"

Aslında haksızlık etmek istemezdim. Anneler gününde düdüklü tencere alacak kadar hadsiz ve düşüncesiz değildi. Çünkü bu sene, yani ilk anneler günümdeki hediyesi, mutluluktan gözlerimi doldurmuştu. Doğduğum ilk günlerde, annemin kucağında çekilen, varlığını bile unuttuğum ve Bodrum'daki evimizden aldığını söylediği bir fotoğrafımla; Ada'nın benim kucağımda olduğu benzer bir fotoğrafı alt alta çerçeveletmişti. Ama belki de bu inceliği, ilk anneler günüm olduğu için göstermişti ve aslında bundan sonraki bütün anneler günümde kabaca hediyeler alacaktı, kim bilebilirdi ki?!

"Senin bana, babalar gününde, hiçbir şey almadığını düşünürsek..." dedi, gülümserken.

"Ama ben sana bunu açıkladım!" dedim, sitemle. Çorabı yeniden kutuya tıkıştırdım. "Unuttum babalar gününü! 13 yaşından beri kutlamadığım bir gün sonuçta. Ölmüştü benim babam. Allah Allah! Haberleri mi takip ediyorum, ne bileyim ben babalar gününü, çıktı işte aklımdan! Seneye iki hediye alacağım diye söz verdim ya, neden 2023'ü beklemiyorsun?! Bu mu yani?! Kısasa kısas mı yapıyorsun bana?!"

Bora'nın attığı kahkaha içtendi fakat ben ortada gülünecek hiçbir şey göremiyordum. "Bu hediyeye, Ada bir kez daha çorap giydiğinde çok sevineceksin sevgilim. Hayatımızı kurtardım. En azından yepyeni bunlar artık. Kızımıza, 'Fukara mısın sen Ada, eski çorap giyip duruyorsun?!' diye laf sokmayı, pardon soru sormayı bırakacaksın işte, daha ne?"

"Ben o, çocuğunun mutluluğunu kendi mutluluğuna değişen annelerden değilim!" dedim, sertçe. Bora'nın kaşları havalandı. "Tamam çocuğum tabii ki mutlu olsun ama... Maskeyi önce kendine, sonra çocuğuna takacaksın! Sağlıklı olan bu! Ben mutlu olmazsam, çocuğum nasıl mutlu olsun ki?! Ve inan bana, ben, bu iğrenç bebek çoraplarıyla mutlu olmadım!" Derin bir nefes aldım, çirkef de olmamalıydım. "Sen en iyisi bunu ona hediye et, yaptırdın mı n'aptın artık bilmiyorum. Ama belli ki uğraşmışsın. Büyüdüğünde teşekkür edecektir sana. Ona, bunu anlatacağımdan emin olabilirsin."

Ada'ya anlatacağım çok şey vardı zaten. Özellikle de babasıyla alakalı. Bu hayattaki çoğu çocuktan daha şanslıydı çünkü ilk an'dan beri, gözlerinin içine bakarken bile kalbindeki sevginin okunabildiği bir babası vardı.

Suyum geldiğinde hastaneye gitmiştik. İlk sancım otuz üç saniye sürmüştü ve yirmi iki dakika sonra, otuz bir saniyelik bir sancıya daha maruz kalmıştım. Doktorlar, normal doğum yapabilmem için rahim ağzımdaki açıklığın en az sekiz santimetreye ulaşmasını beklememiz gerektiğini söylemişlerdi ve ne kadar bekleyeceğimizi ise kesin olarak söylememişlerdi. Falanca ila filanca saatler arasıydı da öyleydi de böyleydi de. Net olmayan her şeyden daha da nefret ettiğim bir an'ın içindeydim. Bora, nefes egzersizleri yapmamda yardımcı olmuş, odadaki küvetin içine girdiğimde omuzlarıma masaj yapmıştı. Yirmi bir dakika sonra gelen kırk saniyelik kasılmayla ise bir an için öleceğimi düşünmüştüm. Bir sonraki sancı dokuz dakika sonra gelmişti. Bir sonraki ise on bir. Bir sonraki on. Bir sonraki yine dokuz. En kısa sancı kırk sekiz saniye sürüyordu ve ben bu şekilde tam tamına altı saat kırk bir dakika geçirmiştim.

Hem bu sancılara maruz kaldığım altı saat kırk bir dakika boyunca, hem de doğum sırasında geçen bir saat elli iki dakika on üç saniye boyunca, Bora'nın çaresizliği anbean benim de içime işlemişti. Canım katlanılamaz derecede yanıyordu, bunu görüyordu ve hiçbir şey yapamıyordu. Benim fiziksel olarak ne kadar canım yandıysa, Bora'nın da aynı yangıyı ruhunda hissettiğini biliyordum. Yanımda olduğunu söylüyordu, zaten elimden tutuyordu ve fakat bunca acıya değip değmediğini sorguladığını düşünmüştüm. Ve eğer ikinci bir çocuk istiyorsa da vazgeçtiğini. Bunu daha sonra hiç konuşmamıştık ama benim tanıdığım Bora, beni bir daha öyle görmeye bence katlanamazdı.

Açıkçası ben de bir daha böylesi bir acıyı yaşamayı göze alabilir miydim emin değildim. Ada'yı ilk kucağıma aldığımda bütün acılarımın dindiğini ve her şeyin geçtiğini söyleyemezdim ama öte yandan da tarifi imkansız bir hisle dolup taştığımı da inkar edemezdim. Başarmış gibi hissediyordum ama neyi başardığımı sorsalar, hissettiklerimi izah edemezdim. Belki de Bora'nın şükürle ve minnetle dolup taşarak, bir elmas gibi parlayan kapkara gözleri başardığımı hissetmeme sebep olmuştu o an'da, bilmiyordum.

"Seni çok seviyorum sevgilim," demişti, ben Ada'nın kokusunu ilk kez içime çekerken.

Tamamlanmıştık. Eksik değildik ama yine de tamamlanmıştık. Aile olmuştuk. Bora'yla ben zaten aileydik ama her yönüyle ikimizin ortak eseri olan bir kızımız olmuştu. Üç kişinin kalbi, tek bir kalpte atıyordu ve gün geçtikçe, matematiğe daha da meydan okuyorduk. Ada gelene kadar, onun varlığını deli divane özlediğimin farkında bile değildim. Bunların hiçbirini o gün, onu ilk kez kucağıma aldığımda bilmiyordum ve zamanla öğrenmiştim. Her gün, yepyeni bir şey öğreniyordum. Zaten bence ebeveyn olmak da biraz, öğrenmek demekti.

"Hazır mısın?" diye sordu Bora.

O, kum konseptli birinci yaş partisi için çoktan hazırdı. Krem rengi keten bir şort giymiş, üzerine de beyaz, şile bezi bir gömlek geçirmişti. Muhtemelen, önemli bir gün olduğu için. Çünkü Bora, özellikle de yaz yaklaştığı için, bu ara üstü çıplak yaşıyordu. Gündüzleri deniz şortu, geceleri daha rahat bir şortla beraber. Çok fazla şortu vardı. Özellikle de deniz şortu çok fazlaydı. Bazı akşamları da deniz şortuyla geçirdiği oluyordu çünkü yüzmek istediği zamanlarda, gündüz ile gece arasında bir fark hissetmiyordu. Deniz şortu kaç taneydi bilmiyordum, sözde sayacaktım ama gün içinde o kadar çok işim oluyordu ki bir türlü sayamamıştım ama benim bikinilerimden çok olduğu kesindi. Bu kez keten şort giymiş ve üzerine gömlek geçirmiş olsa da gömleğinin yalnızca iki düğmesini kapatma zahmetine girişmişti. Yine muhtemelen, önemli bir gün olduğu için. Beyza ve Begüm'ün hediyesi olan ve üzerinde yalnızca N harfi bulunan, uzun zincire takılı pusula kolyesi, her zamanki gibi boynundaydı.

"Hazırım," dedim. Bora elime uzanırken, kutuyu Ada'nın şifonyerinin üzerine bırakmıştı. Birlikte odadan çıktık. Bu katta yalnızca hem okyanusa hem de ormana bakan yatak odamızla, Ada'nın odası vardı. Ada'nın odası, yatak odamızın içindeymiş gibi konumlanmıştı ve odasında hem koridora açılan normal bir kapı hem de bizim odamıza açılan sürgülü bir kapı vardı. Alt kata inen merdivenlere yöneldik. Merdivenlerden indikten sonra, cam tavanının üzerinde dallar olan ve dalların arasından bulutların seçildiği; süs havuzun üzerine alçak bir ahşap köprü gibi yürüme yolu inşaa edilmiş koridordan ilerleyerek önce antreye, daha sonra da evin salonuna ilerledik. Bu evin çatısı komple çimle kaplanmıştı, aynı Selim'lerin evinin çatısı gibi. Ama tavanı camdan olan koridor gibi, Ada'nın odasında da gökyüzü penceresi vardı ve oranın üstüne de ağaç dalları serpiştirilmişti. Bu oldukça huzurlu görünmekle beraber, esasen amacı üzerimizden geçen uçakların burada görkemli bir yaşam alanı olduğunu anlamamalarıydı.

Verandaya yaklaştığımız sırada Ada'nın coşku dolu sesini duymuştuk. Yeşim'in kucağında oturuyordu ve köpek sesi çıkaran Selim'e kahkahalarla gülüyordu. Ağzında beyaz, üzerinde rengarenk rakamların olduğu emziği vardı ve gülerken bazen emziğini alıyor, garip sesler çıkarıyor ve emziğini ağzına geri takıyordu. Onu en çok güldüren hayvan sesi hav hav'dı. Muhtemelen Noir dışında birinin hav hav sesi çıkartabilmesi onu şaşırttığı için bu kadar hoşuna gidiyordu. Selim hav hav dedikçe Noir sinirleniyor olmalıydı, çünkü havlamaya başlıyordu ve bu Ada'yı daha da güldüyordu.

"Oğlum sus!" dedi Bora, Noir'nın kafasını severken. Elbette ki bütün bu ezberlediğim döngü, Bora için gürültü kirliliğinden başka bir şey değildi. Ada gülüyor diye Selim'in hav hav sesi çıkartmasına bir nebze olsun katlanabilirdi ama en azından Noir'nın onlara uymamasını istiyordu.

"Abi!" dedi Ada, heyecanla. 'Abi' diyen adam, onu güldürüyordu, bunu bize tek kelimeyle de olsa anlatmıştı işte. Doğru telaffuz edebildiği tek kelime abi olduğu gibi, ilk söylediği kelime de buydu.

Henüz sekiz ay on bir günlükken Bora'ya abi demişti.

Bu ne zaman aklıma gelse kahkaha krizine giresim geliyordu. Elbette ki Ada'nın Bora'yı neden abi sandığı ayan beyan ortadaydı. Ada, bizi gördüğü kadar Selim ve Yeşim'i de görüyordu ve ikisi de Bora'ya durmaksızın abi diyorlardı. Ben de olsam Bora'ya öyle hitap etmek gerektiğini düşünürdüm yani. Bora da bunun farkındaydı çünkü bu olay yaşandıktan beş saat, kırk iki dakika sonra bana, Ada'nın kendisine neden abi dediğini benzer cümlelerle açıklamıştı. Sanki ben ondan herhangi bir açıklama yapmasını istemişim gibi. Buna bozulmadığını söylemesi ise tamamen bir yalandan ibaretti. Yüz ifadesindeki o dumur olmuşluğun başka bir açıklaması olamazdı çünkü ve zaten beni de böylesi güldüren buydu.

Neyse ki Ada dokuzuncu ayını doldurmadan ba demeye de başlamış, Bora'nın abi değil de baba olduğunu kabul etmişti. O günden beri Bora, daha mutlu bir adamdı. Her ne kadar baba kelimesinin ikinci hecesini henüz reddetse de -çoğu kelimenin ikinci hecesini söylemeye başlamıştı fakat baba kelimesinde gerçekten direniyordu- "Nerede baba, kızım?" diye sorduğumda, Bora'yı işaret ediyordu. Selim'i ne zaman görse de abi diyordu ve bence amacı Selim'e abi demek değil 'abi' diyen adam demeye çalışmaktı. Çünkü "Abi nerede?" diye sorduğumda babasını gösteriyordu. Evet, hâlâ. Onun Bora'ya ba demesi, Bora'nın abi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Dolaylı yoldan çok haklı ve çok zekiydi! Bu da bana çeken başka bir özelliğiydi.

Bora bir gün, Ada'ya, "Yenge nerede Ada?" diye sormuştu, zannediyordum ki sırf merakından. Çok şükür Ada beni göstermemişti. Gerçekten kalbime inerdi!

"Noir'yı kızdırmışsınız yine!" dedim, gülerken. Bora neye güldüğümün farkında olsa gerek gözlerini devirdi. Ayaklarında bordo çoraplar olan Ada'yı kucağıma aldım. "Bu hanımefendi çoraplarını çıkartmadan, üstünü başını mahvetmeden fotoğraf çekelim. Saat dördü yirmi dokuz geçiyor. Hadi."

"Nini," dedi Ada, cümlem biter bitmez.

Deniz kabuğu desenleriyle süslenmiş, sonsuzluk havuzunun arkasındaki muhteşem okyanus manzarasıyla birleşen verandanın biraz ilerisindeki merdivenlere ilerledik ve plaja indik. Ada öğle uykusunu uyurken, Bora'yla kumların üzerine şık bir ortam hazırlamıştık. Serdiğimiz yavru ağzı genişçe örtünün üzerinde, 1 balonu vardı. Kenarında da hediyelerimiz. Ada'nın pastasını Bora yaptırmıştı. Turuncu dudakları olan, sarı bir civciv pasta. Altında, "İyi ki doğdun Ada..." yazıyordu ve üzerinde de bir adet mum vardı.

Ada, pastasını görünce tam da tahmin ettiğimiz gibi büyülenmişti. "Cici!"

Civciv.

Civciv, Ada'nın en sevdiği hayvandı. Saatlerce kenarından kurulup kendi kendine ilerleyen oyuncak civcivini izleyebilecek kadar çok seviyordu civcivleri. Bora ona civciv videoları izlettiğinde kendinden geçiyordu. Uyku arkadaşı da sapsarı bir civcivdi. Zaten sarı olan her şeye aşıktı. Üzerime sarı bir tişört giysem bana hayranlıkla bakıyordu mesela. Sarı olan her şeyi bayıla bayıla yiyordu ama limondan nefret ediyordu. Ekşi olan, mayhoş tadı olan her şeyden nefret ediyordu. Vişneden de maalesef. Pastası muzluydu. En sevdiği meyve kavundu ama muzdan da hoşlanıyordu.

Ada'yı örtünün üzerine bıraktım. Emekleyerek pastaya yaklaştı. Noir da onu takip ediyordu. Ada, pastaya elini uzatacağı sırada koşarak yanına gittim ve "Civciv mi varmış ya bu pastada?" diye sordum, gülümseyerek.

"Aağğğ!" dedi şaşkınlıkla karışık bir mutlulukla.

"Aaağğğ!" dedim ben de onu taklit ederek. "Baba da gelsin, fotoğraf çekelim o zaman aağğğ!"

Bora, Ada'nın yanına yaklaştı ve tütüsünü düzelterek, pastanın arkasında düzgün bir şekilde oturmasını sağladı. "Ba..." dedi Ada, pastayı babasına gösterirken.

Bora bir dizini karnına çekip diğer ayağını öne doğru uzattı. "Evet babacığım... Senin için..." dedi Bora, içinde bulunduğumuz mevsimden daha sıcak bir tonlamayla. "Hadi şimdi bak abiye... Gülümseyelim..." Ada gülümsüyordu ama Selim'e bakarak değil, babasına bakarak. Bora, Selim'i işaret etti. "Bak abiye kızım hadi... Fotoğrafımızı çekecek..."

Ada, bakışlarını babasının gözlerinden çekmiyordu. "Cici..." dedi yine, pastasını gösterirken. "Oağ..." dedi Noir'ya seslenmek için. "Cici..."

"Havla Selim!" dedi Bora, dişlerinin arasından.

Selim havladığında, yani hav hav sesi çıkardığında, Ada dan diye Selim'e döndü ve kocaman bir kahkaha attı. Bu sırada Selim, ömrü hayatımız boyunca bakmalara doyamayacağımız, belki de Ada'nın torunlarına miras kalacak pozlarımızı çekiyordu.

Saat beşe çeyrek kala, "İyi ki doğdun Ada!" diye şarkı söylemeye başladık. Ada, böyle bir şeyle ilk kez karşılaştığı için çok şaşırmıştı. Şaşkınlığını üstünden atamadığı için, mumu üfletmeyi de bir türlü başaramamıştık. Mum da sarı olduğu için ellemeye kalkıyordu zaten ve en sonunda mumu ben üfleyerek, onun yerine dilek diledim: Annesi ve babasıyla beraber, çok sağlıklı, çok mutlu kocaman bir ömür...

Ada'nın, bu dünyadaki varlığının bir yılı, Bora ile hayatımızın en güzel zamanlarıydı.

Selim, fotoğraf çekme işine asla son vermiyordu ve Ada pastasını avuçlarken, bordo tütüsüne sarı pasta bulaştırırken, çoraplarının tekini kumlara gömerken, başını Noir'nın gövdesine yaslayıp eline yüzüne bulaşmış kumlu pastanın tadına bakmaya çalışırken, belki de yüzlerce fotoğraf çekmişti.

En sonunda Ada'nın ellerini ve yüzünü yıkayıp, üzerini değiştirerek, sarı bir elbise giydirdim. Bir tutam saçını da tepesinden topladığımda ve kafasına da hasır şapkasını geçirdiğimde, kumlarda Noir'la tepinmeye hazır hâle gelmişti. Hediyelerini açması gerekiyordu ama oralı bile değildi. O merak etmiyor olabilirdi ama ben ona gelen hediyeleri çok merak ediyordum.

"Sevgilim!" dedim. Bora, bir yudum aldığı şampanyasını şezlongunun kenarındaki sehpaya bırakıp bana döndü. "Hediyeleri açalım mı?"

"Ada'nın ya onlar sevgilim," dedi, imalı bir tonlamayla. İşte sırf bu imalı tonlamayı duymamak için bir saat, otuz bir dakika, dört saniyedir bu konuyu ne kadar dile getirmek istesem de susmuştum. "Yoksa benim ne aldığımı çok mu merak ediyorsun?" diye sordu. Cevabı bal gibi de bildiği, yüzünün her bir zerresinden okunuyordu. Özellikle de gülümsemesinden!

Altı ay önce, Ada'nın birinci yaş hediyesiyle ilgili konu açtığında, -ki Ada'nın doğum gününe altı koca ay varken bu konuyu açması çok ama çok saçmaydı bence- benden fikir istediğini düşündüğüm için, "Kendi hediyeni kendin bul, benimki hazır!" demiştim.

Bora, cümlem karşısında şaşırmış ve kaşlarını çatmıştı. "Ortak bir hediye vermeyecek miyiz?"

Anne ve babanın, birinci yaş hediyesini ortak mı vermesi gerekirdi bilmiyordum fakat o sırada Bora'ya çok kızgındım. Ada diş çıkarttığı için huzursuzdu ve ben de onu mutlu etmek için ona sayılar şarkısını açmıştım. Ada, "Bir iki üç dört..." diye devam eden şarkıyı duyar duymaz sevmek zorunda değildi ve ona biraz alan açmamız, sevmesi için zaman tanımamız lazımdı. Bora ise hiç mi hiç anlayışlı olmadığı için şarkıyı kapatmış ve bir çuval inciri berbat etmişti. Çünkü Ada şarkı susar susmaz sakinleşmişti. Ve Bora da bunun üzerine, "Daha da huysuzlanıyor Nazlı, görmüyor musun?" diye sormuştu.

Bana.

Ada'nın annesine.

Bu, benim için kabul edilemez bir eylemdi ve zaten Bora benden özür dileyene kadar, yani altı koca saat bu tavrından ötürü ona küsmüştüm. Akabinde de onunla ciddi bir konuşma yapmam gerekmişti. Bana karışamazdı. Çocuğumla matematik üzerinden kurduğum ilişkiye de. Azıcık huysuzlanırdı ama sonra severdi, bunda abartacak bir şey yoktu. Kızıma zarar veriyormuşum gibi davranması adil değildi. O da bütün bunları kabul ettiği için onu affetmiştim ama o günden sonra, ona bu konuda yeniden güvenebilmem için, onu birkaç teste tabi tutmam gerekmişti.

Verandanın arkasındaki bahçeye kocaman bir abaküs yaptırmıştım mesela, olumsuz hiçbir tepki vermemişti. Oyun matlarından üzerinde rakamlar olan seksek de yaptırmıştım, buna da olumsuz bir tepki vermemişti. Hatta Ada'yı oraya kendi de götürüyordu. Ada zaten orayı seviyordu, kocaman abaküsün halkalarına tutunarak ayağa kalkıyordu ve Bora da onu alkışlıyordu. On beş gün önce, Ada, ilk adımını o oyun alanında atmıştı mesela.

Henüz Bora benden özür dileyeli sekiz saat bir dakika olmuşken, Ada'nın zar zor da olsa uykuya daldığı o gece, Bora birinci yaş hediyesinden konu açtığı için ve barışsam da hâlâ trip atıyor olduğum için onu terslemiştim. Hediyem hazır falan değildi ama bilmiş bir tavra bürüneceğini düşündüğüm için, benim de kızını düşünen, hem de çoktan düşünen bir anne olduğumu anlamasını istemiştim.

"Benim hediyemden prim kasamazsın, o yüzden sen kendi hediyeni kendin bul. Bakalım Ada'ya en anlamlı hediyeyi kim veriyor, sen mi ben mi? Haberin olsun, kaybedeceğin bir oyun başlattın!" demiştim.

"Peki sevgilim," demişti sadece.

Bu sessiz ve sakin kabullenişi, tam altı aydır bu konuda sükunet içinde oluşu beni işkillendiriyordu. İki ay önce, Ada'nın doğum gününde ne yapacağımızı konuşurken hediyelerden açtığım konuyu büyük bir ustalıkla kapatmıştı. Bir ay önce, Yeşim ve Selim'in de bizimle olduğu bir akşam yemeğinde, Ada'nın ilk doğum günü hediyelerini aldığında bunun muhtemelen farkında bile olmayacağına dair konuşurken ve Selim aklındaki birkaç hediye fikrini bize danışırken, Bora sohbete dahil olmamıştı.

İki hafta önce, "Hediyen hazır mı?" diye sorduğumda, "Çoktan!" demişti.

Sadece bunu söylemişti ve asıl benim aylar önce hazır olduğunu iddia ettiğim hediyemin h'si bile meydanda yoktu.

Artık uzatmayacağını düşündüğüm için, dün gece, üstelik seviştikten biraz sonra, "Kızımıza ne aldın sevgilim?" diye sormuştum.

Gülmüştü ve "Kızımızla birlikte öğrenirsin sevgilim!" demişti.

Altı aydır bir kindir güdüyordu ve ben de artık meraktan çatlamak üzereydim.

"Senin ne aldığını niye merak edeyim ki?" diye sordum, omuz silkerken. Bora iddia ettiğim şeyin yalan olduğunu bilse de umursamadım. "Ben, Ada'nın, hediyelerine vereceği tepkiyi merak ediyorum sadece. Hem bir yaş, önemli bir yaş. Kızımıza uygun bir şey almadıysan eğer-"

"Yapma sevgilim," dedi gülerek. "Buradan mı ilerleyeceksin gerçekten?"

"Aman neyse ne!" dedim, ters bir tavırla. "Zaten Ada hediyeleriyle ilgilendiğinde göreceğim ki! En çok benimkini sevecek zaten."

"Tamam, ben de onu diyorum ya..." dedi göz kırparak. "Ada hediyeleriyle ilgilendiğinde görürsün benim hediyemi de..."

"Bana sarı iğrenç bebek çorabı alan adam, eminim ki Ada'ya da cep telefonu falan almıştır..." dedim burun kıvırırarak.

Bakışlarım örtünün kenarındaki hediyelere çevrildi. Hangisinin Bora'nın hediyesi olduğunu bile bilmiyordum. Bora'nın adadaki adamlarının bazıları da hediye almıştı ve büyüklü küçüklü tam on yedi paket vardı.

"Ada!" diye seslenirken yerimden kalktım. Ada, biraz ileride, Noir ve Yeşim'le beraber, kumda oturuyordu. Önünde sarı kovası, sarı küreği vardı. Yeşim kovaya kum doldururken, Ada kürekle kumları boşaltmaya çalışıyordu. Ona seslendiğimde bakışları bana çevrilmişti. "Anneciğim..." dedim, yanlarına ulaştığımda. Ada'yı kucağıma aldım. "Hediyelerimizi açalım mı artık? Bak hepimiz heyecanla bu an'ı bekliyoruz!" Ada beni anlamıyordu, o yüzden gülümsedi. Fakat onu örtünün üzerine götürüp bıraktığımda ağlamaya başladı. Yalandan ağladığı öyle belliydi ki zaten zaman zaman küçük bir sahtekâra dönüşüyordu. "Ağğğ!" dedim, şaşırmış gibi. "Neler varmış burada?"

Ada daha çok ağlayınca ve bir yandan da emekleyerek yeniden kovasının yanına doğru kaçmaya yeltenince, meraksızlık genlerinin tamamını aldığı babası yerinden kalkarak tek eliyle güneş gözlüğünü çıkartmış ve kocaman bir kahkaha patlatmıştı.

"Kızım..." dedi, içtenlikle. Yeşim'in doldurduğu kumları boşaltmaya devam eden Ada'nın yanına ilerledi. "Yüzelim mi seninle?"

"Hığğğ," dedi Ada.

Evet.

Bora, ona ellerini uzattığında Ada babasının işaret parmaklarından destek alarak ayağa kalktı. Bora bir adım geriye gittiğinde, Ada da babasına doğru yalpalayarak da olsa bir adım atmıştı. Bora geriye doğru bir adım daha atınca, Ada da yine ona doğru bir adım attı. Bora, bir adım daha atınca, Ada başını göğe doğru kaldırır gibi babasına bakmıştı.

On beş gün önce, oyun alanında kendi kendine, destek almadan attığı iki adımın sonunda dan diye öne doğru düşerken, ellerinden de yardım alamayınca, yürümeye küsüvermişti. O gün ne kadar korktuğunu anbean gözlemlemiştik. Aslında oyun matında canının çok yanması mümkün değildi ama düşmeyi beklemediği için olsa gerek, yürüme konusundaki hevesini kaybetmişti. On beş gün önceye kadar, en azından birimizden ya da bir şeyden destek alarak adım atmaya gönüllüydü ve bu hoşuna da gidiyordu ama artık bundan nefret ediyordu. Öyle ki geçen hafta, bir elinden ben bir elinden babası tutarak yürütmeyi denemiştik, bir süre önceye kadar bunu da seviyordu fakat geçen hafta ellerimize asılarak ve ayaklarını havaya kaldırarak ya bizi barfiks zannetmişti ya da uçmaya çalışmıştı.

Ayaklarının yere değmesiyle alakalı yaşadığı travmanın geçmesi için yılmadan ve onu bezdirmeden denemeler yapmaktan vazgeçmiyorduk. Özellikle de Bora, yürümese bile, şu an için beş saniye olan destek almadan ayakta kalma rekorunun uzaması için çabalıyordu. Çünkü en azından destek almadan ayakta kalabildiğinde, yürüyebilmenin de aşırı zor bir şey olmadığını Ada'nın keşfedeceğini düşünüyordu ama Ada'nın ellerini bırakarak onu korkutmuyor ve bu hamleyi ondan bekliyordu. Ve fakat Ada, on beş gündür bunu yapmadığı gibi, birimizden destek alarak yürüme işine de en fazla üç adım kadar sabredebiliyordu, bence bu sabrı da bize ayıp olmasın diye gösteriyordu. En fazla üçüncü adımın sonunda, kendini dan diye poposunun üzerine bırakarak, konuyu da dan diye ama kibarca kapatıyordu. Belki de henüz o kadar da cesur hissetmiyordu.

"Anlaşıldı kızım," dedi Bora. Ada'nın bir adım daha atmayacağı belli olduğu için onu kucağına aldı. "Hadi gel. Üzerimizi değiştirelim."

Kumla ve kürekle oynamaya meraklı sandığım Ada, babasının ne anladığını anladı mı anlamadı mı bilinmez, kumların biraz ilerisindeki minik barakaya babasının kucağında ilerlerken, benim ona hediyelerini açtırmak istediğim esnada yaptığı gibi ağlamadı. Açıkçası, babasına gösterdiği toleransın daha fazla olması, bazen canımı sıkıyordu. Kabul ediyordum ki Bora, muhteşem bir babaydı. Peki ben?! Ben doğurmuştum onu?! Babası değil?!

Yeniden şezlonguma geçtiğimde, Yeşim de ayaklanmıştı. "Selim, adamları kolaçan etmeye gitti. Ben de eve geçeyim Nazlı. Yemek hazırlıklarına bakayım."

Gülümseyerek başımı salladım. "Bugün düzenimiz bir saat erkene kaydı. O yüzden bir saat erken yer, bir saat erken uyur. Köfte yiyecekti bu akşam. Patates püresi de hazırlatır mısın yanına?"

"Brokoliyi de denemek ister misin yine?" diye sordu Yeşim.

Sıkıntılı bir nefes verdim. "Yani şansımızı deneyelim bi' zorlamadan. O yemezse, Bora yiyor zaten. Ziyan olmuyor."

Yeşim güldü. "Tamamdır, görüşürüz..." dedi.

"Görüşürüz," dediğimde, verandaya doğru ilerlemeye başladı. Böyle düşünmenin çok ayıp olduğunu biliyordum ama Selim'in yer yer alıklığına tezat bir şekilde, Yeşim hayatımda gördüğüm en zeki insanlardan biriydi. Adada geçirdiğimiz bir yıl içerisinde, Bora'dan sonraki en büyük destekçim olmuştu. Öğretmen olduğu için pedagoji eğitimi de almıştı ve kardeşi Yasemin'in oğlu olan Bora da elinde büyümüş sayıldığı için çocuklarla iletişim kurmak konusunda çok becerikliydi. Ada'nın dilinden anlıyor, onunla kaliteli vakit geçirebiliyordu ve Bora'yla ben, baş başa zamanlar yaratmak konusunda Yeşim'den gönül rahatlığıyla yardım alabiliyorduk. Yardımın büyüğünün ya da küçüğünün olmadığını ve bazen, bir fincan çay vermenin dahi nimetten sayılabildiğini bolca tecrübe ettiğim bu bir yılda, Yeşim'in varlığı bizim için bir şans olmuştu.

Yeşim ve Selim'in evlilikleri tam anlamıyla bir aşk evliliğiydi fakat Yeşim bu ilişkinin daha mantıklı olan tarafıydı. Kendi böyle söylüyordu. Başlangıçta birbirimize karşı daha yabancı hissetsek de zamanla aramızda bir arkadaşlık da oluşmuştu. Bora'nın, Ada'yı uyuturken onunla birlikte uyuyakaldığı bir akşam saatlerce dertleştiğimizde atılmıştı bu arkadaşlığın temelleri.

Selim'e çok aşık olduğu için yaptığı işi sineye çekmeye çalıştığından ama her an, bu işten nefret ettiğinden bahsetmişti. Özgür'ün hain olduğunun ortaya çıkıp ölmesiyle beraber kardeşinin girdiği depresyonun, kızının başına gelenlerden ötürü annesinin defalarca hastanelik oluşlarının ve akabinde yaşanan her şeyin, Selim'le ilişkisini nasıl yok olma noktasına getirdiğini; o dönemde Selim'e sesini duyuramayıp nasıl patlama noktasına geldiğini ve Selim'in, Bora'nın kuklası olduğunu düşündüğü için Bora'yla ve kayınvalidesi Sevim Hanım'la ettiği kavgayı anlatmıştı. Bu kavganın sonunda da Selim'den bir tercih yapmasını istemişti. Ya Bora'yı bırakırdı ya da ayrılırlardı. Söylediğine göre, Selim'in Bora'yı seçmesine şaşırmamıştı bile Yeşim. Çünkü bazen Selim'in, Bora'yı ondan daha çok sevdiğini bile düşünüyordu. Tek celsede bunca senelik evliliklerini bitirmişlerdi.

Selim'le boşandıktan sonra hiçbir iletişim kurmamışlardı. Selim ne güvenliği için ne de başka herhangi bir şey için Yeşim'i aramamış, sormamıştı. Arada bir Yasemin'i arıyor, hâlini hatırını soruyor ve konuyu asla Yeşim'e getirmeden telefonu kapatıyordu. İki sene sonra, aynı okulda çalıştığı bir öğretmen arkadaşı Yeşim'e hislerini açtığında, hiç düşünmeden evet demişti o da. Nedenini kendisinin de bilmediğini söylemişti bana anlatırken. "Belki normal bir hayat özleminden... Belki de Selim'e olan hırsımdan... Bilmiyorum," demişti. Hazırlıklar çok hızlı ilerlemişti. Evleneceği adama karşı hiçbir şey hissetmiyordu ama onu yıllardır tanıyor olmak, normal biri olduğunu bilmek, kapı sert çarpsa korktuğunu görmek Yeşim'e güven vermişti. "Korkusuz insanların yanında da ben korkuyordum çünkü," demişti, gözleri dolu dolu.

Ve fakat Selim, Yeşim'in evleneceği gün karşısına çıkmıştı ve o an çok büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Selim'i çok seviyordu. Onu çok seviyor olmaktan nefret ediyordu ama seviyordu işte. Sessiz sedasız yeniden, başına ne geleceğini bilmeden ve düşünmeden Selim'in teklifini kabul etmişti ve kendi aralarında yeniden nikah kıymışlardı.

Selim, ona ada fikrinden bahsettiğinde de hiç düşünmeden kabul etmişti Yeşim. Hatta o kadar düşünmemişti ki Selim şaşırmıştı bile. Ama bunun da sebebi çok açıktı. Selim'in başına ne zaman ne gelecek, bir gün vücuduna giren kurşun onu öldürecek mi, silahların arasında nasıl mutlu olunur ki diye düşünmeden, dertsiz tasasız Selim'le yaşamaya ihtiyacı vardı. Issız bir adada olma fikri, ardı arkası kesilmeyen felaketlerin göbeğinde yaşamaktan bin kat daha iyiydi Yeşim'e göre. Başlangıçta, bu ıssız adayı Bora'yla paylaşacak olma fikri hoşuna gitmese de sevdiği adama güvenmeyi seçmişti. Hayatında ilk defa. Selim seviyorsa, vardır bir bildiği diye düşünmüştü. Bora'nın iyi biri olduğunu biliyordu ama en nihayetinde bir mafya lideriydi ve yaptığı her şey korkunçtu. En azından bu adaya gelene kadar, Bora'ya karşı hiçbir zaman aşamadığı bir önyargısı vardı. Ama adadayken çok sevmişti Bora'yı. Ve tahmin ettiği gibi, Selim'in bir bildiği olduğunu da anlamıştı. Mutluydu o da burada. Hele Ada, Yeşim'e, uyanmak için bile bir motivasyon olmuştu.

"Benim çocuğum olmuyor," demişti, bununla barışık olduğunu da gayet belli ederek. "Bora Abi, benim tedavi olmam için bir servet harcadı zamanında ama... Olmuyor. Ne yaptıysak olmadı. Bir dönem çok üzüldüm. Bir dönem aştım bunu. Bir dönem evlat edinmek istedim. Sonra da dedim ki kendi kendime, nasıl bir hayatın içine bir çocuk sokmak istiyorsun ki Yeşim? Senin en büyük şansın, çocuğunun olmaması. Özgür'ün olayından sonra da anladım bunu. Özgür hain olmasaydı da öldürülebilirdi ya. O zaman da babasız kalabilirdi Bora. Asya'nın başına gelenler ortada."

Yeşim'in cümleleri kalbimde bir yeri sızlatırken, Ada'nın annesiz veya babasız kalması fikrine dahi katlanamadığımı hissetmiştim. Bora'nın ölmesinden kalbim onun için çarptığından beri korkuyordum ama gözlerimden yaşlar akarken, kendimin de ölmesinden deli gibi korktuğum gerçeğiyle yüzleşmiştim.

"Ben de annesiz ve babasız büyüdüm. Yine de bütün bu dediklerini, şimdi, anne olduğum için yani, daha iyi anlıyorum... Haklısın," demiştim.

Nazlı, Bora için; Bora, Nazlı için yaşamak zorundaydı zaten ve fakat şimdi, Nazlı da Bora da Ada için daha da çok yaşamak zorundaydı.

Elbette ki uzaklarda bir yerlerde, en az Yeşim kadar severek destekçimiz olmaya gönüllü olduğunu bildiğim onlarca insan vardı. Arkadaşlarımız... Ada, günden güne büyürken, onun her bir an'ını gözlemlemek isteyen ve her bir mimiğini coşkuyla karşılayacak yakınlarımız... Onu kendi çocuğu kadar sevecek ailemiz... Fakat biz, böyle iyiydik. Herkesten ve her şeyden uzakta, bi' başımıza ve kendi kendimize. En büyük derdimizin Ada'nın yemek yemesi, kaka yapması, diş çıkarması, yürümesi, gelişimini sağlıkla tamamlaması, konuşabilmesi olması öyle güzel ve öyle heyecanlıydı ki. Kavgasız, dövüşsüz, silahsız, kansız bir hayat, hak ettiğimiz hayattı. Kızımızın da hak ettiği bir hayat. Güneşe, denize, doğaya, hayata dokunmak gibiydi biz bize olmak. Yaşamak gibi. Dolu dolu, özgürce ve tasasız. Herkesten uzakta ama en çok bize yakın.

"Ani!" dedi Ada'nın düşüncelerimi bölen sesi. Bora, deniz şortunu giyerek üstündeki gömlekten kurtulmuş, Ada'ya da mayo bezi üzerine mor bikinisini giydirmişti.

"Aaağğğ!" dedim, heyecanla. "Ne güzel olmuşsun sen yine!"

"Annesi," dedi Bora, sevecen bir tavırla. "Beraber yüzelim, gel hadi."

"Ge..." dedi Ada, babasını taklit edercesine. Bir kolunu babasının ensesine sarmış, bir kolunu da bana uzatmış ve elini kapatıp açıyordu. "Nini!"

"Geliyorum," dedim gülümserken. Şampanyamı kafaya diktim. Ayağa kalktım ve elbisemi bir çırpıda üzerimden çıkardım. Bora'nın en tuhaf bulduğu şey, gündüzleri iç çamaşırı giymek yerine bikini giymemdi. Tekneyle açıldığımızdan beri, yani bir buçuk senedir buna hâlâ şaşırıyordu fakat bunun tek sebebi Bodrum'da büyümemiş olmasıydı.

"Beyaz ha?" dedi, beni tepeden tırnağa süzerken. "Bu, yeni mi?"

"Hı hı," dedim, onlara yaklaşırken.

Ada, benim kucağıma gelmek istediği sırada, kaşla göz arasında, Bora bir elini belime yerleştirerek beni kendine çekmiş ve boynuma ıslak, kocaman bir öpücük kondurmuştu. "Güzelmiş ama bir an evvel çıkartasım var..."

Kendimi tutamayıp güldüğümde Ada da gülmüştü. Suya doğru ilerledik. Ada yüzmeyi çok seviyordu ve suya girerken su soğukmuş, sıcakmış asla irkilmiyordu. Ellerini sıkıca boynuma sardı ve ben suda ilerledikçe bacakları suya değdi. Bu onu mutlu etmiş olsa gerek, sevinçle çığlık atmaya başladı. Yaza yaklaştığımızdan beri hemen her gün yüzüyorduk zaten, hâlâ buna nasıl bu kadar büyük tepki verebiliyordu, anlamıyordum.

"Gel bebeğim," dedi Bora. Bana mı dedi Ada'ya mı dedi bilmiyordum ama zaten yanına birlikte ilerliyorduk. Su, göğsüme kadar gelirken, Ada'yı kucağımdan aldı ve yüzü bana dönük olacak şekilde tuttu. Ada çığlık çığlığa ayaklarını suya değdiriyordu. Bora, Ada'yı, şapkalı kafası dışarıda kalacak şekilde suya daldırdı ve koltuk altlarından tutarak, suda hızlıca ilerletip bana verdi. Yüzdüğünü zanneden Ada, kahkahalar atıyordu. Ben de aynı şekilde Ada'yı suda hızlıca ilerleterek, Bora'ya verdim. Bir kez, iki kez, üç kez, dört kez, beş kez...

Ada, bir noktada, şapkasını kafasından atınca, suda ters dönmüş hasır şapkayı aldım ve kafasına taktım. "Ayı!" dedi kızarak.

Çatılmış kaşlarını baş parmağımla düzeltirken, "Çatma kızım kaşlarını baban gibi. Sonra öyle kalacaksın..." dedim ve şapkasını yeniden kafasına geçirdim.

"Nazlı!" dedi Bora, uyarıcı bir tınıyla, son heceyi müptelası olduğum bir biçimde uzatarak.

Şapkasını yeniden çıkartmaya yeltendiğinde elinden tuttum ve "Bunu çıkartmıyoruz değil mi?" dedim, yumuşacık bir tonlamayla. Zeytin gözleri ışıldıyordu ama ilk fırsatta şapkasını yeniden kafasından atacağı, bunu da oyunbaz bir yerden aldığı çok belliydi. "Ciddiyim ben. Başımıza güneş geçer yoksa."

"Hadi Ada yüzüyor..." dedi Bora, Ada'nın dikkatini dağıtmak için. Onu hızlıca suda ilerletti ve bana verdi.

"Ağğğ! Ada ne güzel yüzüyormuş!" dedim, ben de aynı şekilde Ada'yı suda kaydırarak Bora'ya verdim.

"Yüzücü mü olacakmış ya benim kızım?" dedi Bora, Ada'yı bana verirken.

"Matematikçi olacak!" dedim, kaşlarımı çatarak. Ada'yı suda ilerletip Bora'ya vermek yerine ona sımsıkı sarıldım. "Böyle manipülasyonlara gelme anneciğim, tamam mı? Sen annen gibi matematikçi olacaksın, tamam mı? Vişneyi sevmedin, bir şey demedim. Bordodan hoşlanmıyorsun, sineye çekiyorum. Babana benzeyen bütün huylarını hoşgörüyle kabul ediyorum. Ama sen matematikçi olacaksın. Tamam mı?"

Bora, sıkıntı dolu bir nefes verdi. "Sevgilim," dedi, sahte bir gülümsemeyle. "Hadi."

"Nini," dedi Ada.

"Sensin nini!" dedim, onu kendime çevirirken. Ada'yı hafifçe, havaya atıyormuş gibi kaldırdım ve kendi eksenim etrafında dönerken indirip ayaklarını suya soktum. "Ne nini?" dedim, gülerken. Bu da Ada'nın çok hoşuna gidiyordu. Suya düşecek gibi oluyordu, sonra onu yeniden havaya kaldırıyordum ve buna da kahkaha atıyordu.

Suda geri geri yürürken ve aynı zamanda da kendi eksenim etrafında dönmeye devam ederken, sırtım sert bir şeye çarptı ama zaten bu çarpma, gayet de bilinçli bir çarpmaydı. Bora'nın eli suyun içinden karnıma yerleşirken, sırtımı Bora'nın göğsüne yasladım. Ada'nın ayaklarını suya sokuyor, suda ayaklarıyla yarım daire çiziyordum ama bir yandan da Bora'nın dudaklarının boynum ve omzum arasında gidip gelen yakıcı etkisini dibine kadar hissediyordum.

"Matematikçi olsun zaten... Ben hobi olarak yüzmesini kastetmiştim," dedi Bora, kulağıma nefesi değerken. "Sen yeter ki küsme bana..."

"Oağ!" diye bağırdı Ada. Bora ve ben, aynı anda bakışlarımızı kumlara çevirdik. Noir da suya girmiş ve bize doğru yüzmeye başlamıştı.

"İnanılmaz dikkatli!" dedi Bora, haz dolu bir tonlamayla.

"Aynı annesi?" dedim, sorar gibi. Bora boynuma ıslak bir öpücük daha kondururken geri çekildim ve ona döndüm. Ada, Noir'ya bakmaya çalıştığı için kendini kucağımdan bırakmak istediğinde, onu döndürerek, ellerimi sırtına sardım ve Bora'nın sinsice ışıldayan gözlerine baktım. İki yana kıvrılmamaları için büyük bir uğraş verdiği belli dudakları dikkatimi dağıtsa da bakışlarımı gözlerinden çekmemeye kararlıydım. "Cevabını duyamadım?"

"Ne sormuştun?" diye sordu Bora, benimle dalga geçer gibi.

"Oağ!" dedi Ada, şapkasını suya atarken. Noir, Ada'nın şapkasına doğru yüzdü, dişlerinin arasına şapkasını sıkıştırdı ve yeniden bize doğru yüzdü. "Ayı!" dedi Noir'ya, şapkayı sakın getirme der gibi.

Ada'yı, babasının kucağına tutuşturdum ve Noir'nın ağzındaki şapkayı alıp, yeniden kafasına taktım. "Ada'cığım," dedim, derin bir nefes verirken. "Bunu takmak zorundasın. Lütfen çıkartma." Bora'ya, Ada'ya ve Noir'a arkamı döndüm. Suya dalmadan evvel, "Dikkati yüksek insanların sayısal zekası kuvvetlidir ve ayrıca, matematikçiler de bir yüzücü kadar iyi yüzebilirler!" demiştim.

♠️

Kucağımda, kendi dilinde bir şeyler anlatan Ada'yla beraber verandaya çıktığımda, bu kadar şık bir sofrayla karşılaşacağımdan habersizdim. Gülümseyerek masaya doğru ilerlediğimde, Bora'nın kapkara gözleri gözlerimin içindeydi. Altına rahat bir gri şort, üzerine de beyaz bir tişört giymişti. Bugün biraz fazla muhafazakâr olmasının sebebi, zannediyordum ki hâlâ önemli bir günün içinde olmamızdan kaynaklanıyordu. Masanın üzerinde hazırlattığım şeylerden çok daha fazla çeşit vardı fakat beni şaşırtan bordo şakayık buketiyle, tek bir ayçiçeğinden oluşan küçük buket olmuştu.

Bora, ayçiçeği buketine uzandı. Sarı renkteki ayçiçeğini ilk kez gören Ada'nın dikkati hepten babasına yoğunlaşmıştı. "Doğum günün kutlu olsun bebeğim..." dedi Bora.

Bora'nın bakışlarından taşan sevgi, sesinden taşan şefkat tınısı, ömrü boyunca Ada'yı hiç terk etmesin istiyordum. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman derde kedere düşse babasına koşsun... Bana da koşabilirdi ama babasının güvenli kollarında bulduğu duygunun, onu hayatta başka bir yerden iyi yapacağını, kendi babamla aramdaki ilişkiden biliyordum. Bora'nın da buna ihtiyacı vardı. Beklentimin, tahminlerimin, hayallerimin de ötesinde bir baba olmuştu ama buna ancak ve ancak, Ada bir gün dile gelip de bunu ona söylediğinde inanacaktı.

"Aağğğ!" dedi Ada, ayçiçeğine bakarak.

İlk çiçeğini, ilk yaşında, babasından almak eminim ki Ada'nın hayatı boyunca gurur duyacağı bir şey olacaktı.

Ve eğer ağzını kocaman açıp ayçiçeğini ısırmasaydı, romantik bir anımız olacaktı ama sayesinde bu anımız, trajikomik bir hâl almıştı.

Bora'yla aynı anda refleksif bir şekilde Ada'nın ağzından ayçiçeğini çıkardık. Ağzından lokmasını alacak kadar saygısızlık yapmamızı beklemiyor olacaktı ki kaşlarını çattı. Sarı olan her şeyin yenmediğini aslında kovasından, uyku arkadaşından, elbiselerinden falan anlayacak kadar zeki olması gerekmez miydi?

"Yenmez o?!" dedim, ikaz dolu bir tavırla. Masanın üzerindeki bordo şakayık buketine uzandım. "Bak... Ben yiyor muyum bunu?" Burnumu şakayıklara gömdüm. "Çiçek koklanır. İzlenir. Suya konur. Kitap arasında kurutulur. Ama yenmez!"

Ada, kendinde nasıl bir had buldu bilmiyorum ama bordo şakayık buketimden hoşlanmadığı gayet belli bir şekilde, onu eliyle ittirdi. Çiçeklerimi Ada'dan uzaklaştırırken Bora'ya baktım. "Teşekkür ederim sevgilim!"

Bora, rica ederim der gibi göz kırparken, Ada'yı kucağımdan aldı. "Evet bakalım..." dedi, onu mama sandalyesine oturturken. "Kimler, doğum gününde, ailesiyle muhteşem bir akşam yemeği yiyecekmiş bakalım?"

Ada'nın mama sandalyesi, masanın baş köşesindeydi ve böylece hem babasına hem de bana eşit mesafede olabiliyordu. Noir da çoğu zaman, Ada'nın mama sandalyesinin hemen dibinde mamasını yiyerek bize eşlik ediyordu. Bora, Ada'yı yerine oturttuktan sonra, ben de sarı mama önlüğünü takmıştım. Daha sonra Bora, benim de oturmam için sandalyemi çekti. O da karşıma geçtiğinde, Ada'nın ızgara köftesini sekiz küçük ve eşit parçaya ayırdım. Yanına da patates püresinden koydum. Dört küçük parçaya ayrılmış brokoliyi de köftenin yanına koydum fakat Ada brokoli, tabağını kirleten bir şeymişçesine onları çatalıyla sıyırdı ve mama sandalyesine attı. Her zamanki gibi. Ne püresini ne çorbasını ne haşlanmışını ne ızgarasını, asla brokoli yemiyordu. Böylece yine, masadaki haşlanmış brokolilerin devamı, Bora'nın tabağına geçmeye hak kazanmıştı. Ben ise çatalımı uzun zamandır yemediğim vişneli yaprak sarmaya batırırken, böylesi mükellef bir sofra hazırlatmayı akıl ettiği için Bora'ya minnetle bakıyordum.

"Her sene bundan yapalım!" dedim, iştahla sarmamı yerken. Bora gülümserken, Ada'ya döndüm. "Her sene, doğum gününüzde, bizimle yemek yemek zorundasınız hanımefendi. Yok ben büyüdüm, yok ben arkadaşlarla çıkacağım falan gibi şeylere asla ama asla izin vermem."

Bora minik bir kahkaha atarken, Ada bana bakmamıştı bile. Köftelerini minik çatalına batırarak yiyor fakat patates püresine işaret parmağını batırıyor, sonra da parmağını emiyordu. Çatal ve kaşık kullanmayı seviyordu ama kendince pürenin çatal ve kaşıkla yenmeyeceğini düşünüyordu.

Normal zamanda kendi dilinde bıcır bıcır konuşuyor olsa da yemek yerken konuşmaktan pek hoşlanmıyor ve bütün dikkatini yemeğine veriyordu. Ona seslenmediğimiz sürece, ancak ara sıra başını tabağından kaldırıyor ve önce mama sandalyesinin dibindeki Noir'nın mamasını yiyip yemediğine, daha sonra da bizim yemeklerimizi yiyip yemediğimize bakıyor, akabinde de kendi yemeğine devam ediyordu.

"Ada?" dedim merakla. "Sana diyorum anneciğim."

Ada başını yemeğinden kaldırdı ve zeytin gözlerini gözlerime dikti. "Her sene, doğum gününde, beraber yemek yiyeceğiz, tamam mı?" dedim, yumuşacık bir sesle. Suratıma en açık şekliyle bön bön baktı ve yeniden bütün dikkatini yemeğine çevirdi. "İnsan bir hığğğ'lar ya!" dedim, sitem eder gibi.

Bora yine kahkaha atmıştı. "Boş ver sevgilim. Arkadaşlarıyla çıkarsa, biz baş başa kalırız, öyle düşün."

Gülümsedim. "Bunu sevdim bak!" Ada, üzerinde, Nazlı Alaca Karabey x Second Mom yazan biberonuna uzandı ve kana kana su içmeye başladı. Tabağıma zeytinyağlı çeşitlerinden koyarken, "Zaten yemek yerken pek de iştah açmayan biri," dedim.

"Aynen," dedi Bora, şakacı bir tavırla. "Bak şu salatadan da alsana... Özel getirttim bu zeytini."

Ada kafasını kaldırdı ve Bora'ya baktı. Az evvel bana baktığı gibi, en açık şekliyle bön bön. Ardından bakışlarını babasından çekti ve parmağını patates püresine batırdı.

"Alayım sevgilim," dedim, salata kasesine kaşığı daldırırken. "Her şey inanılmaz lezzetli." Zeytinli salatadan bir çatal aldım. "Ellerine sağlık!"

"Ben yapmadım ki," dedi Bora, gözlerini kısarak. "Beğendin mi... Zeytini?" Ada, bir kez daha yemeğinden kafasını kaldırıp babasına baktı. Bu sırada çatalındaki köfteyi düşürmüş, önlüğünün içinde aramış, bulamayınca da sinirlenmişti. "Babacığım?" dedi Bora, içten bir tavırla. Ada'nın önlüğünden aldığı köfteyi yeniden tabağına koydu. "Al bakalım."

Ada yeniden yemeğine konsantre olunca, "Sevgilim?" dedim ama Bora bana cevap vermedi.

Yine, yeniden, bir kez daha, "Zeytin?" dedi. Ada da sabırla yine, yeniden, bir kez daha babasına bakınca, Bora bana döndü. "Nazlı, bu çocuk neden Zeytin dediğimde, kendisine seslendiğimi düşünüyor?"

Ada kurulmuş bir robot gibi yine kafasını kaldırınca yutkunmaya çalıştım. "Ben ne bileyim?!" dedim. Bora'nın kaşları havalandı. "Senin de çocuğun? Neden eylemlerinden ve düşüncelerinden sadece ben sorumlu oluyorum, anlamadım?"

Bora güldü ama bu gülüşü samimiyetten uzaktı. "Ada'ya Zeytin mi diyorsun Nazlı?!"

Ada bir bana bir de babasına bakıyordu ve sürekli olarak adının geçmesinden rahatsız olduğu kesindi. Çatalının tersini mama sandalyesine vurarak, derhal buna bir son vermemiz için bizi uyarmıştı hatta. "Ye sen yemeğini bebeğim. Suyunu da iç..." Ada, biberonuna uzanırken bakışlarımı, üzerimden çekilmeyen kapkara gözlere diktim. "Belki. Bazen. Biraz. Lakap gibi düşün."

Bora sıkıntı dolu bir nefes verirken başını iki yana salladı. "Bir kere bile şahit olmadım. Resmen, benim arkamdan, bile isteye, adı olduğunu düşünmesine sebep olacak kadar üstelik, o anlayana, özümseyene kadar zikrettin yani bunu?"

"Yani aslında tam olarak öyle değil..." dedim, kısık bir sesle. "Uydurduğum bir masalın baş karakterinin adıydı. Ama yani aslında ondan bahsediyordum. Gel zaman git zaman, öyle, dediğim gibi lakap olarak şey ettim. O da sevdi ama öyle düşün Bora."

"Şunun şurasında, kendi adına bile zaten üç buçuk aydır falan tepki veriyor?" dedi. Derin bir nefes aldı. "Gerçekten bana ne zaman bundan bahsetmeyi düşünüyordun? Sen ona, neredeymiş Zeytin, buradaymış Zeytin, senmişsin Zeytin yapmadıysan, ben de Bora değilim. On beş yirmi gündür, zeytin kelimesini kullandığımda garip bir hâle bürünüp gülüyordu falan, bir kere kendini gösterdi hatta, anlayamadım ama."

Ada, artık Zeytin dendiğinde bakmaktan sıkılmıştı herhalde çünkü Bora konuşurken, bir kez bile kafasını yemeğinden kaldırmadı. "İşte demek ki sevmiş..." dedim, ne diyeceğimi bilemeyince.

"Bunu daha sonra konuşacağız," dedi.

"Ama sence de gözleri çok güzel değil mi? Tıpkı bir zeytin gibi, simsiyah diyeceğimiz kadar koyu..." dedim iç çekerken. "Bence gurur duymalısın çünkü gözlerini senden aldı. Zaten bir tek gözlerini senden aldı. Saçları aynı benimkiler gibi siyah, burnu aynı benimki gibi çok güzel ve minik, dudakları aynı benimki gibi harikulade ve çizilmiş gibi. Kaşları da benim kaşlarıma benziyor. Kirpikleri de. Gür ve uzun. Teni aynı ben, açık buğday! Elleri ve ayakları da aynı benimkiler gibi. İncecik, uzun parmakları var. Bilekleri de incecik. Boyu da uzun olacak bence, o konuda da bana benzeyecek. Bacak boyu uzun çünkü, benim gibi." Bora'nın kaşları havalandı. "Bütün güzel huylarını da benden aldı zaten. Genel olarak uyumlu ama öte yandan karakteristik özellikleri de var. Prensip sahibi mesela. Düzenli. Matematiğe kabiliyeti var, belli. Spora da yatkın olacak benim gibi, çünkü esnek vücudu. Nasıl tırmanıyor oraya buraya, biliyorsun. Çok akıllı ayrıca, aynı benim gibi, çok dikkatli, çok zeki. Ne güzel işte gözlerinin rengi sana benzedi. Biçimi seninkiler gibi değil, onun gözleri daha iri ama olsun. Rengini senden aldı sonuçta. Hiç benzemese miydi sana, anlamadım?!"

Bora gözlerimin içine baktı, baktı, baktı. "Saçlarının seninkiler gibi siyah olduğunu söyledin ya..." dedi şaşkınlıkla. "Ondan sonraki cümlelerini takip edemedim."

"Siyah değil mi saçları?" diye sordum, buna neden şaşırdın diye sorar gibi.

"Siyah tabii de... Benimkiler de sarı değil ya hani," dedi, imayla.

Omuz silktim. "Okay. Ama saçlarını benden aldığı çok belli değil mi?"

"Ensesine bile değmiyor henüz saçları Nazlı, nasıl analiz edebiliriz bunu sence? Şu an bana daha çok benziyor, kısacık saçlarıyla." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Neyse. Hangi özelliğini kimden aldı tartışması yapacak değiliz herhalde. Ayrıca senin ten renginde buğday falan değil. Bildiğin bembeyazsın. Mermer gibi."

"Saçmalama!" dedim, şaşkınlıkla. "Nerem beyaz benim?! Buğdayım. Ama açık buğday. Anneme çekmişim. Bak..." diye ekledim, kolumu gösterirken.

"Bronzsun şu an, Nazlı..." dedi, gülerken. "Çocukluk fotoğraflarını da gördüm ya hani senin defalarca kez. Bembeyazsın işte. Ve bu gayet güzel bir şey, bundan neden hoşlanmadın, anlamadım."

Önümdeki beyaz tabağın yanına avuç içimi koydum. "Beyaz bu," dedim, kaşlarımı kaldırarak. "Sence, tabak ve ben aynı renk miyiz?" Bora bir an için ne diyeceğini bilememişti. "Heykel de getireyim istersen içeriden. Mermer ve beni de bir yan yana koy. Beyaz falan değilim ben. Ve sen inanılmaz ırkçısın." Bora'nın dudakları hayretle açıldı. "Ada da bana benzedi. Göz rengini senden aldı işte. Bununla yetinebilirsin, bu çok iyi bir şey. Yüzüne baktığında beni andırıyor ama gözleri aynı sen. Zeytin gözleri var! Gözler de çok önemlidir insanda. O yüzden, kıskanmana gerek yok." Ada'ya döndüm. "Ada..." dedim, koluna dokunarak. "Su da iç anneciğim." Ada, biberonuna uzandı ve suyunu yudumladı. "Su içişi bile aynı ben! Bana gelmiş ne diyorsun?" dedim, cık cık cık yaparak.

Umarım yeni açtığım tartışma onu manipüle edebilirdi ve Ada'ya ondan gizli Zeytin lakabı taktığımı unuturdu.

♠️

Banyo yapmak Ada için ne kadar keyifliyse, banyo sonrası da bir o kadar tatsız geçiyordu. Yatak odamızdaydık. Bağdaş kurarak oturmuş, Ada'yı da kucağıma oturtmuştum ve yüzüne kremini sürmeye çalışıyordum ama her zamanki gibi mızmızlanarak, kollarım arasından kaçmaya çalışıyordu. Vücuduna herhangi bir şey sürülmesinden nefret ediyordu. Tıpkı banyo sonrasında olduğu gibi, her sabah, güneş kremi sürmemiz gerektiğinde de benzer şeyleri yaşıyorduk. Dişlerinin fırçalanmasından da nefret ediyordu. Saçlarının taranmasından da. Galiba büyüdüğünde pasaklı biri olacaktı ve gerçekten bazı huylarının da asla bana benzemediği doğruydu. Bakımlı olmaya karşı bu kadar önyargılı olması canımı sıkıyordu.

Ada'nın banyosunu Bora'yla beraber yaptırmıştık. Bora, "Sen gir duşa... Ben giydireyim Ada'yı," dediğinde buna balıklama atlamam gerekirdi ama ben maalesef ki, "Yok sen gir. Ben hallederim," demiş bulunmuştum. Zeytin meselesini unutsun diye trip atıyordum ve aslında orası tribin bittiği yer olmalıydı fakat rolüme fazla kaptırmıştım. Halbuki Ada bu bakım meselesinden ne kadar nefret ediyorsa, ben de bütün bu mızmızlanmalarıyla uğraşmaktan nefret ediyordum. Yüzünün kurumasını istiyorsa keyfi bilirdi ama anneydim işte, kıyamıyordum.

Sesimin sıkıntılı çıkmasına engel olamayarak, "Bitecek şimdi..." dedim.

"Ayı!" dedi Ada. Böyle zamanlarda, yapmak zorunda olduğumuz ama yapmamızdan nefret ettiği her şeye, ne dediğimizi dinlemeksizin, bu şekilde tepki veriyordu.

Hoşnutsuz olduğunu belli edercesine boğazından çıkardığı seslere aldırış etmeden, "Neden lakabının Zeytin olduğunu babana belli ettin ki?" diye sordum. Ada kendi dilinde birtakım açıklamalar yapmaya çalıştı fakat bunların bende bir karşılığı yoktu. Yaptığı çok ayıptı. "Sır tutmak konusuna seninle çalışmamız lazım. Yarın bir gün tamamen konuşmaya başlayacaksın, her şeyi babana mı söyleyeceksin yani?" Derin bir nefes verdim. "Tabii ki babana her şeyi söylemelisin. Ama her şey kısmına çalışmamız lazım Ada. Söylenecek şey var, söylenmeyecek şey var. Bunları ayırt edebilmen gerek. Baban biraz takıntılı biri. Böyle şeylere çok takılıyor."

"Ayı!" dedi Ada.

Duştan gelen suyun sesinin kesilmesiyle beraber, sıkıntıyla, "Neyse, kapatalım konuyu. Şimdi saçlarımızı tarayacağız... Sonra dişlerimizi fırçalayacağız..." dedim. Banyonun kapısı açıldığında, belinde lacivert havlu sarılı olan Bora ile göz göze gelmiştik. "Hah! Bak, baba duş aldı çıktı ama biz hâlâ yatmaya hazırlanamadık!"

Bora'nın dudakları iki yana kıvrılırken bize doğru yaklaştı ve ona trip attığımı önemsemeden, yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. "Yardımım gerekiyor galiba..."

"Maalesef!" dedim gözlerimi devirerek.

Ada, babasının ıslak kolunu tuttuğunda, alenen kendisinin de öpücük istediğini belli etmişti. Bora güldü ve eğilip Ada'nın da yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Ada, Bora'nın sakallarını her hissedişinde gıdıklanıyordu; boğazından tuhaf sesler ağzından da baloncuklar çıkıyordu. "Bebe," dedi, küçücük işaret parmağını Bora'nın kalbindeki dövmenin üzerine bastırırken.

"Bebeğim olmaya hevesli, küçük, nazlı bir kız çocuğu babacığım, evet..." dedi Bora, gülümseyerek. Yüzümü buruşturarak, sessizce taklidini yaptığımda kocaman bir kahkaha atmıştı. "Hadi. Sen de öp beni," dedi Ada'ya. Bora eğildiğinde, Ada babasının yanağından öpmüştü. "Beni öpmek isteyen başka biri var mı?"

Dediğini duymazdan geldim ve "Saç fırçasını verir misin?" dedim.

"Öpersen, veririm..." dedi hadsizce.

Omuz silktim. "Hadi saç fırçasını ver n'olur. Komodinin üzerinde unuttum. Kalktığım anda kaçacak, tetikte bekliyor."

"Öp, vereyim..." dedi arsızca. Sıkıntılı bir nefes verdiğimde bana yaklaştı ve yanağını uzattı. Dudaklarım yanağına değecekken kafasını çevirmişti ve dudaklarımız birleşti. Ben kaşlarımı çatarken, o gülmüştü. Ardından da komodine ilerledi ve üzerindeki saç fırçasını bana uzattı. "Diş fırçası nerede?"

"Galiba onu da banyoda unuttum," dedim. Sıkıntı dolu bir nefes daha koyvermiştim. "O kadar geriliyorum ki şu krem sürme, saç tarama, diş fırçalama muhabbetinden. Nasıl oyalayacağım, hangi oyuncağı koysam yatağa diye düşünürken, esas alacaklarımı unutuyorum her defasında. Hayır yani dişleri güzel olmasın mı, saç derisinde kan dolaşımı artmasın mı, saçları sağlıkla uzayıp canlı görünmesin mi, yüzü nemlenmesin mi, kime çekti bu çocuk anlamıyorum ki?!" Bora yine güldü. "Güzel huylarını benden aldığını söyledim, her huyunu benden aldığını söylemedim, ona gülüyorsan..."

Bora herhangi bir yorumda bulunmadan banyoya ilerledi. Ada ise daha saç fırçasını elimde görür görmez mızmızlanmaya başlamıştı. "Hemen bir iki üç yapacağım bitecek," dedim. Fırçayı saçlarına sürdüğüm gibi çığlık attı. "Bir..." dedim, incecik ve azıcık olan saçlarını tararken. İkiye geçememiştim ki büyük bir güçle saçlarıma yapıştı. Boğazımdan çıkan acı dolu bir "Ah!" sesiyle beraber, saçlarımı ellerinden kurtarmaya çalıştım ama beceremedim.

"Ada!" dedi Bora. Sesindeki tonlama karşısında afallayan yalnızca ben değildim. "Hayır!" Sert değildi ama Ada'ya karşı daha evvel hiç kullanmadığı tonlamanın Ada'yı da şaşırttığı kesindi. Zaten yaşadığı şaşkınlıkla da saçlarımı çekmeyi bırakmıştı ama saçlarım hâlâ avucundaydı. "Bırak annenin saçlarını..." dedi Bora, yanımıza geldiğinde. Bir dizini yere koyarak eğilirken, Ada'nın avucunun üzerine elini koydu. "Annenin saçlarını çekme." Ada'nın yüzünü göremiyordum ama babasının tavrını çözmeye çalıştığını ve ilk kez karşılaştığı bu durumu özümsemeye çalıştığını anlıyordum. "Kötü bir şey saç çekmek..." Bora, saçlarımın bir tutamını dudaklarına götürdü ve öptü. "Sen de öpmek ister misin?"

Bora'nın sesi en sonunda tamamen Ada'nın alışık olduğu üzere yumuşayınca, Ada'nın da gevşediğini fark ettim. Nitekim avucunun arasındaki saçlarımı çekmeden dudaklarına götürdü ve öptü. Bora, Ada'ya gülümsedi ve onun da saçları arasına bir öpücük kondurdu. Ada başını hafifçe bana doğru döndürdüğünde, o da gülümsüyordu. Ben de onun saçlarından öptüm. Ada, bunu da sonsuza dek uzatma yetisine sahip olduğu için babasının saçlarını da öptü ve sonra yine bana baktı. Ben de dudaklarımı Bora'nın saçlarına değdirdim.

"Hadi bakalım..." dedim, derin bir nefes verirken. "Artık saçlarımızı tarıyoruz!"

Ada ne saçlarını taramama ne de dişlerini fırçalamama, ilk kez, herhangi bir tepki vermedi ve ben bütün bunları yaparken, uslu bir şekilde kucağımda oturdu.

Bora, Ada'ya süt ısıtırken, ben de Ada'yla beraber onun odasına geçmiştim. Ada, kitapları da renklerine göre seçtiği için ve favorisi sarı olduğu için, yirmi üç akşamdır aynı kitabı okuyorduk. Neyse ki her akşam ben okumuyordum, bazen de Bora okuyordu. Zaten Ada'nın da bu masal kitabını artık bir zahmet ezberlemiş olması gerekiyordu. İnternette sarı olan masal kitaplarını araştırıp çeşitlilik sağlamam gerekiyordu. Berjere oturdum ve Ada'yı da kucağıma aldım. Noir da her zamanki gibi ayakucumuzdaydı.

Kitabı açtım ve okumaya başladım. Sıkıcıydı da. Saçma sapan bir sarı minibüsün maceraları hiç içimi açmıyordu. Ada, sarı minibüsü de tabii ki çok seviyordu ve kendi dilinde onunla konuşuyordu. Ben de onu çok anlıyormuşum gibi cevaplar veriyordum. Ve tabii ki çok eğleniyormuşum ve dünyanın en önemli olayı sarı bir minibüsün maceralarıymış gibi davranıyordum. Neyse ki eski bir CIA ajanıydım da ben de rol yapabiliyordum. Bebeklerin zamanla sevdiği renklerin, eşyaların, oyuncakların değişebileceği ile ilgili okuduklarıma dayanarak, bir sonraki level'a ulaşmak için de sabırsızlanıyordum. Çünkü bıkmıştım. Sarıdan da minibüsten de.

Sarı minibüs, evrenindeki en yakın arkadaşı tavşanla -ki bir minibüs ve bir tavşanın neden arkadaş olduğunu gerçekten anlamam mümkün değildi- garip macerasının sonuna gelirken, çok şükür ki Bora da elindeki süt biberonuyla odaya gelmişti. Ada'yı yatağına yatırdım ve uyku arkadaşı sarı civcivi ona uzattım. Bora da Nazlı Alaca Karabey x Second Mom biberonlarından en sevdiğim boyutta olanı Ada'ya verdiğinde, hayırlısıyla bir günün daha sonuna gelmiş bulunmuştuk. Bora, odanın ışığını kapattı ve gece lambasını yaktı. Ada, emziğinin de yanında olup olmadığını kontrol ettikten sonra, tümüyle uykuya hazırdı.

"İyi geceler babacığım..." dedi Bora, Ada'nın yanağından öperken. "Seni çok seviyorum."

"İyi geceler bi'tanem..." dedim. Ben de Ada'yı yanağından öptüm. "Seni çok seviyorum."

Ada biberonu ağzından çekmeden gülümsedi ve gözlerini kapattı. On beş dakika beş saniye boyunca, derin bir uykuya dalması için odada bekledik. Ada'yı görebileceğimiz ve sesini duyabileceğimiz monitörü kot şortumun arka cebine sıkıştırırken, bir an evvel kendimi verandaya atma isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Nihayet, keyifle sigaramı içecektim. Bora, sessizce Ada'nın odasındaki kendi yatağında uyuyan Noir'nın kafasını sevdi ve odadan çıktık.

♠️

Hızlıca duş aldıktan sonra, aynanın karşısına geçtim. Çıplak bedenimi incelerken, gördüğüm manzaradan oldukça memnundum. Doğum kilolarından kurtulmam uzun sürmemişti fakat yeniden spora başlamak ve kaslarımı eskisi gibi güçlendirmek, biraz zamanımı almıştı. Fitness yapmak yerine bol bol yüzüyordum. Bir de Ada'yı kucağıma alarak çılgınlar gibi dans ediyordum. O yüzden minik minik karın kaslarım yoktu ve hatta minicik bir ayva göbeğim vardı. Fitness'ı genelde sadece Bora'yla cilveleşmek maksadıyla yapıyordum. Beni kucağına alıyor ve mekik çektiriyordu, dambıl niyetine kullanıyordu, hatta kucağında benimle barfiks çekiyordu. Zaten Bora, mümkünmüşçesine eskisinden daha fitti.

Sabahları erken kalkıyordu. Ya koşuyor ya kürek çekiyor ya bisiklete biniyor ya yüzüyor ya da sörf yapıyordu. En çok su sporlarını seviyordu. Jet ski ile dolaşmaya bayılıyordu ve çoğu zaman arkasına beni de alıyordu. Gün içinde de mutlaka fitness yapacak zaman yaratıyordu. Altı aydır kum torbasıyla çalışmaya da başlamıştı. Sık sık adamlarıyla basketbol da oynuyordu. Hayat, bu kadar spor yapmak için fazla kısaydı ama Bora'nın hobilerine karışacak değildim.

Zaten onun hobileri de sporla kısıtlı değildi. Bu dünyada denenmedik bir şey bırakmamayı amaç edinmiş olacak ki, adadaki adamlarından bu işten anlayanların yardımıyla bir ağaç ev yapmıştı. Daha sonra da burayı atölye olarak kullanmaya başlamıştı. Ahşapla uğraşmayı sevince, tekne, araba, at gibi maketler yapmaya çalışmıştı. Yapmıştı da. O, yaptıklarını beğenmemişti ama bence el yatkınlığı vardı. Bir dönem, tuval üzerine grafiti ile bir şeyler yaparak soyut çalışmalar üzerine yoğunlaşmıştı. Bu çalışmaları esnasında, ağaç evden klasik müzik sesi eksilmiyordu ve zannediyordum ki bu, onun için bir çeşit terapiydi. Fakat daha sonra bunu da bırakıp, adaya klasik bir araba getirtmişti. N'aptığını anladığım söylenemezdi ama evin arka bahçesinde, saatlerce araba tamir ettiği zamanları olmuştu. Ada içinde ulaşım için kullandığımız buggy'leri de tamir ettiği zamanlar oluyordu ama onların mekaniklerinin donanımlarını sevmediğini söylemişti. Anlamadığım, arabalar bozulmadığı hâlde neyi neden tamir ettiğiydi. Buggy'lerden birini on gün önce, Ada için, sarıya boyamıştı. Hiç üşenmiyordu da.

Bazen, yatla açılıyor ve denizin üzerinde vakit geçiriyordu. Bazen balık tutmuş oluyor, bizi arıyor ve yata gelmemizi istiyor, biz de zodyakla yanına geçiyorduk. Bir süre önce deniz bisikleti almıştık ve bazen, Ada ile beraber, çok açılmadan onun üzerinde vakit geçiriyorduk. Bora'yla birlikte, normal bisiklete bindiğimiz zamanlar da oluyordu ama bu benim için bir spor değil, keyifli vakit geçirme aktivitesiydi. Bir kez yarışmaya kalkmıştık ama çok geçmeden bunun yanlış bir fikir olduğunu fark etmiştim. Bol bol kitap okuyordu. Bazı kitapları birlikte okuyor, üzerine uzun uzun fikir tartışmaları yapıyorduk ve aynı fikirde mütabık kaldığımız pek olmuyordu. Birlikte kitap okumaktansa, film izlemeyi daha çok seviyordum. Evimizden daha uzak bir tarafta, Ada'nın oyun parkının arkasında, kumların üzerinde kocaman bir sinema perdemiz vardı. Yıldızların altında, şezlonglara uzanarak Bora'yla film izlemek benim için pahabiçilemez derecede muhteşemdi.

Sık sık olmasa da adadan çıktığımız günler de oluyordu. Lima içinde bazı güvenli bölgelerimiz vardı ve oralarda rahatça dolaşabiliyorduk. Sevdiğimiz bir kafe, sevdiğimiz bir restoran, sevdiğimiz bir alışveriş merkezi vardı. Bazen baş başa, bazen Ada'yla kalabalığa karışıyor, herkesten biri oluyor ve birlikte dolaşıyorduk. Bazen de Sara'nın oteline gidiyorduk ve gitmişken orada kaldığımız oluyordu.

Yine de adada olmak ve buradan çıkmamak, hele ki burada yapacak onca şeyimiz varken, benim için daha cazipti. Ada, bütün adanın maskotuydu ve Bora'nın adamları Ada'yı görmeye bayılıyordu. Adanın nüfusu bizimle beraber altmış ikiydi. Bunlardan ellisi Bora'nın adamı, biri doktor, biri çocuk doktoru, ikisi şef, üçü de temizlikle ilgilenen personeldi. Fakat Bora'nın elli adamının içinde de elektrik, tesisat, inşaat vesaire gibi alanlarda ayrıca donanımlı insanlar vardı. Hepsini bir yıl içinde birebir tanımıştım ve adlarını gerçekten merak edip sormuştum da. Öğrenmek biraz zor olmuştu ama olsun. Ne zaman bir şeye ihtiyacım olsa, Yeşim veya Selim aracılığıyla, onlar bana yardımcı oluyorlardı.

Bora'nın, Lima'ya geçmesi gereken zamanlarda ona nadiren eşlik ediyordum. Ada'yı çoğunlukla çıkartıyordu ve Ada'nın sosyalleşmesi için bu güzel de bir şeydi ama ben burada kalmayı, yalnız kaldığım zamanlarda formüllerime çalışmayı daha çok tercih ediyordum. Güvenli ve gizli sistemimi kullanarak, takma bir adla özel bağlantıya geçtiğim Harvard'a sunduğum kriptografi alanındaki algoritmalarımdan birinin yönteminin, literatüre eklenmek üzere araştırılması için kabul edilme ihtimali vardı ve bu aralar en büyük konsantrasyonum buydu. Bilinen matematiksel olgulara dayanarak, zaten var olan ve deneylerle formülize edilen ilkelerden çıkarım yaparak bulduğum bu matematiksel model, umut veren teorilerden biri seçilmişti.

Adadaki evimiz, sık ve büyük ağaçların arasında konumlanarak, büyük bir kayanın üzerine inşaa edilmişti. Denizin etrafında dolananların bizi görmeyeceği açılar yaratmak esasen güvenlik amaçlı olsa da bu izole yaşam bana huzur veriyordu. Her gün, ömrüm daha da uzuyormuş gibi hissediyordum. Elbette ki ömrümü uzatan, her sabah şükürle ve minnetle kalkmamı sağlayan, içimdeki aşktı. Hem Bora'ya hem de Ada'ya duyduğum aşk.

Bordo ipek mini geceliği üzerime geçirirken yüzümde sinsi bir tebessüm vardı. Vücudumun olup olabileceği en güzel hâlin bu olduğunu biliyordum. Saçlarımı hızlıca kurutup dalgalarını düzelttim. Üzerime siyah, dizlerime kadar uzanan hırkamı giydim ve önümü ilikledim ki Bora, içimde bordo bir gecelik olduğunu fark etmesin. Bazı sürprizler, beklenmedik bir anda gelen ters köşeyle daha keyifli oluyordu. Alt kata inip verandaya çıkmadan evvel, Ada'nın derin bir uykuda olup olmadığını kontrol etmiştim.

Verandanın ışıkları kısılmıştı ve Bora verandada değildi. Ada'nın hediyeleri kapı girişine dizilmişti ve hemen yanında, yerde, küçük ahşap çıtalarla yapılmış ok işareti vardı. Bir tane de değil, beş tane. Ok işaretleri aşağıya, plaja doğru uzanıyordu. İşaretleri takip edip merdivenlerden indiğimde dudaklarım şaşkınlıkla açıldı. Yere beyaz bir örtü serilmiş, örtünün kenarlarına küçük mumlar dizilmişti. Vişneli bir pastanın yanında çeşitli meyveler, buzun içinde duran bir şişe şarap, iki de kadeh vardı. Örtünün kenarında tabii ki Ada'nın monitörü vardı ve sesi, Noir'ın nefesini duyabileceğimiz kadar açıktı.

Bora, aralık dudaklarımın arasına sızmadan, "Hoş geldin sevgilim," dedi. Beni yavaşça öperken bir elimi tutmuş, bir elini de belime yerleştirmişti. "Küçük bir kutlama yaparız diye düşündüm. Ada'nın birinci yaşı için Fransa'dan getirttiğim şarap var malum."

Roma sokaklarında gezerken konuştuklarımız aklıma gelince, yüzümde eşsiz bir gülümseme belirmişti. Biriktirdiğimiz anılar çok fazlaydı. Onlarca farklı yerde, onlarca farklı şey planlamıştık; vakti geldiğinde, her birini, tek tek gerçekleştirmiştik ve gerçekleştirmeye devam edecektik. Birlikte bir ömür geçirmek, bütün planları zamana yaymak ve planlar yapmaya devam etmek demekti biraz da.

"Hiçbir şeyi unutmuyor oluşun, beni hâlâ nasıl şaşırtabiliyor, anlamıyorum!" dedim, kendime sitem eder gibi. Elimi bırakmadan, örtüye kadar bana eşlik etmişti. Örtünün üzerine oturdum ve çatalımı pepinoya batırıp ağzıma attım. Hemen ardından da kendime bir sigara yaktım. Hafif kinayeli bir tavırla, "Hediyelerini de açmadı kızın," dedim. İçime büyük bir duman çektim. "Ne düşünüyorsun bu konu hakkında? Hoşuna gitti mi biraz daha sabretmek zorunda kalışım?"

"Yarın da ilgilenmezse, sen açarsın hediyeleri Nazlı..." dedi, gülerken.

"Ne meraksız bir çocuk ya," dedim. Kadehime uzandım ve kadehimi Bora'nın kadehine değdirdim. "Kızımız, iyi ki doğmuş sevgilim!"

"İyi ki doğurdun..." dedi, yumuşacık bir sesle. "Bana, Ada'nın babası olma şansını tanıdığın için sana ömür boyu minnettar kalacağım."

"Şanslı olan biziz," dedim, gözlerinin en içine bakarken. "Sen, bizim hayatımızda olduğun için... Tercihini bizden yana kullandığın için... Her şeyden, herkesten, Kara'dan uzakta ve çok mutlu olduğumuz için..." İç çektim. "Bir yıl altı ay geçti aslında. Geçen senenin 21 Mayıs'ından beri. Ama sana da, sanki daha çok olmuş gibi gelmiyor mu? Yani bundan önceki hayatımız, tamamen geride kalmış, çok eskide kalmış, sanki bambaşka bir hayatmış gibi?"

Bora derin bir nefes alırken, "Bazen..." dedi. Dudaklarının kenarına minik bir tebessüm yerleşti. "Bu arada... Kızımıza haksızlık etme. Meraksız falan değil. Öğrenme konusunda hevesli."

"Kendi canının istediği şeylere meraklı, evet!" dedim, sahte bir sitemle. "Hiç annesinin ne düşündüğünü, neyi merak etmesini arzuladığını, neyi öğrenmesini istediğini falan umursamadan!"

"Annesi için lakabını bile benimsemiş, n'apsın ya daha bu çocuk, sana yaranmak için?!" Onun da tavrındaki sitem sahteydi ama bir yandan da alenen bana laf soktuğu gerçekti. "Neyse. Alışacağım ben de böyle seslenmene, n'apayım..." Sigaramı söndürürken, Bora'nın yüzüne merakla bakmıştım. "Ama Nazlı, senden rica ediyorum, kendi adını unutturmadan, dengeli bir şekilde kullan şu Zeytin'i. Çok kullanma yani."

"Yok yok," dedim heyecanla. Ellerimi alkış yapar gibi birbirine çarpmam Bora'yı şaşırtmıştı. "Zaten çok kullanmıyorum. Söz. Ada, onun adı. Bunu nasıl unutsun?! İnsan adını unutur mu?! Günde en fazla on kez falan Zeytin derim sadece sevgilim. Lakap o kadar kullanılır! Gözleri zeytine benziyor diye, gerçekten. Ay yaşasın artık legal olarak da bu şekilde hitap edebileceğim kızıma!"

"Sakin mi olsan?" dedi, daha önce hiç sevinen insan görmemiş gibi bir hayretle. "Ada'yı uyandırıp Zeytin diyecek gibi duruyorsun da şu anda!"

"Daha neler canım!" dedim gülümseyerek. "Ne güzel baş başayız şurada, keyif yapıyoruz."

Elimden çekerek, örtünün üzerine sırtüstü uzanmamı sağladı. Ayaklarım kumlara gömülürken, o da hafifçe üzerime eğilmişti. Kapkara gözleri gözlerime değerken, "Ada'nın gözleri yeşil olmadığı için seviniyorum," dedi.

"Niye?" diye sordum merakla. "Gözleri sana benzediği için mi?"

"Senin gözlerine benzemediği için," derken, ona Maçahel'i çağrıştıran gözlerimin içinde kayboluyor gibiydi.

"A-aa!" dedim, şaşkınlıkla. Kaşlarımı çattım. "N'oldu? Hani benim gözlerim çok gü-"

"Senin gözlerin dünyanın en güzel gözleri... Ama bu rengin sana özel olmasını, tek olmasını, biricik olmanı çok seviyorum, Nazlı..." dedi lafımı keserek.

Otuz iki dişimi birden huzuruna sererken, "Sana haksızlık ettim..." dedim. Bir elim sakallarına ulaştı. "Ada'nın gamzesi de aynı sen..."

"Bu yani tek haksızlığın öyle mi?" dedi, kaşları havalanırken. Sağ işaret parmağının tersini yüzümde gezdiriyordu. "Onun iki gamzesi var. Biri senin gülüşlerin, biri benim gülüşlerim... Ömrü boyunca hep gülsün... Ve onun her gülüşünde biz de mutlu olalım."

Yüzümde dolaşan parmağına uzandım ve sol yanından öptüm.

Ada'yı kucağıma ilk kez aldığımda, Bora önce benim, daha sonra da Ada'nın başından öpmüş ve yanımıza sokulmuştu. İnce, uzun ve esmer parmakları Ada'nın sıkı sıkı yumulu minicik ellerinin üzerinde dolaşırken, Ada babasıyla da bağ kurmak istemiş olsa gerek, babasının sağ işaret parmağını tutmuştu. Bora, Ada'nın kırkıncı gününde, sağ işaret parmağının sol yanına, minimal boyutta, 8.4.8 yazdırmıştı. Ada bunu hissediyor gibi, hep babasının işaret parmağını tutmaya devam ediyordu. Bazen uyumak için; bazen ayakta ve dengede kalmak için; bazen babasının kucağında otururken, öylesine. İkimizi de öper, yüzümüzü sever, omzumuza başını koyardı ama ben tutması için uzatmadığım sürece, benim işaret parmağımı, kendi içgüdüsüyle hiç tutmamıştı. Aralarında böylesi özel bir bağın gelişmiş olması, beni çok mutlu ediyordu.

Benim Ada'yla kurduğum özel bağ ise hayatımın altı ay dört günü boyunca onu emzirdiğim her bir saniye olabilirdi. İlk dişini çıkartmaya başlamasıyla beraber, memeyi reddetmeye de başlamıştı fakat hâlâ, özellikle de uykusu varken, eli göğsüme gidiyordu. Sanki göğsümün, kendisiyle paylaştığım bir sır olduğunu akıl edecek kadar hisliymiş gibi. Oradan süt içtiği günleri özlermiş gibi. Ne güzel anılarımız var anneciğim, der gibi. Ada emmeyi bıraktıktan on beş gün sonra, ben de iki göğsümün ortasına, alt alta, 8.4.8 yazdırmıştım.

"Seni çok seviyorum Bora..."

"Ben de seni çok seviyorum Nazlı. İyi ki varsın."

Dudaklarımız birleşmeden evvel, cebinden telefonunu çıkartmış ve plaja vuran ışıkları söndürmüştü. Yalnızca ay ışığıyla aydınlanan kumların üzerinde arzuyla öpüşürken, hırkamı çıkardığında bordo geceliğimin rengini seçip seçemeyeceğini düşünüyordum. Bora, tişörtünden bir çırpıda kurtulduğunda, ellerim sırtında dolaşmaya başlamıştı. Bir eli bacaklarımın arasına ulaştığında ise belki de hırkamı çıkarmaya hiç yeltenmeyebileceği aklıma geldi.

"Dur!" dedim dan diye.

Bora, dudaklarını dudaklarımdan çekip şaşkınlıkla gözlerimin içine baktığında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Eli ise çoktan bacaklarımın arasından ayrılmıştı. "Bi'... Bi' sorun mu var?" diye sordu, zorlukla.

"Evet!" dedim hızlıca. "Arka bahçeye mi gitsek?!"

"Niye?" diye sordu merakla. "Işıklar kapalı. Şu anda, bu şekilde, bizi kimse göremez burada?" diye ekledi, kaşlarını çatarken. "Daha evvel de burada seviştik."

"Evet," dedim. Gülümsedim. "Ama arka bahçedeki hamakta sevişmedik."

"Sen hamaktan korkuyorsun?" dedi. Derin bir nefes verdi. "Nazlı? N'oluyor sevgilim?"

Uzandığım yerden doğrulduğumda, o da dikleşmek zorunda kalmıştı. "Hiç..." dedim. Avucumu yanağına yerleştirip, dudaklarına kısa bir öpücük kondurdum. "Hamaktan korkmuyorum. Hamaktan düşmekten korkuyorum. Hadi hamağa gidelim! Orada aydınlatmaları kapatmasak da olur!" Çabucak ayağa kalktım. "Ben şarapla kadehlerimizi alırım." Mumları söndürdüm. "Sen de meyve tabağını, pastayı ve Ada'nın monitörünü alır mısın?"

Bir cevap vermesine fırsat kalmadan, hızlı adımlarla merdivenlere doğru ilerledim. Verandadan arka bahçeye doğru ilerlerken, Bora'nın da peşimden geldiğinin farkındaydım. Bunu neden yaptığımızı anlamıyordu ama biraz sonra beni bordo gecelikle görünce, yüzünün alacağı şekli görmek ve ifadesini hafızama kazımak istiyordum. Hamağın olduğu alanın etrafı ağaçlarla sarılı olduğu için izole olmasına rağmen daha aydınlık olabiliyordu. Arka bahçeye ulaştığımda, masanın üzerine şarabı ve kadehleri koydum. Bora da meyve tabağıyla, Ada'nın monitörünü masaya bırakırken merakla beni izliyordu. Pastayı ise getirmemişti. Umarım gidip alırdı.

"Hazır mısın?" diye sordum.

Kaşlarını çatarken, "Neye?" diye sordu.

Yavaşça hırkamın düğmelerini açtım ve hırkayı üzerimden çıkardım. Bora'nın bakışları gözlerimden geceliğe çevrildi ve beni tepeden tırnağa süzerken, nutku tutulmuş gibi gülümsedi.

"İşte!" dedim, saçlarımı savururken. "Senin geceliğimi, benim de gülümsemeni görmem lazımdı, karanlıkta sevişemezdik!"

Minik bir kahkaha atarken elimi tuttu. Beni kendine çektiğinde, bedenlerimiz birbirine çarpmıştı. "Ah!" dedi. Başını saçlarımın arasına gömdü. "Nazlı sevgilim benim!" Kollarımı boynuna doladım. "Çok yakışmış!"

Birbirimize sarılırken, denizden esen tuzlu meltem bergamot kokusuna karışırken, bu koku içime daha da yayılırken gayet iyiydim ve fakat sırtım ne zaman ki hamağa değdi, işte o an, gerginlikten ölecekmişim gibi hissetmeye başlamıştım. Bu gerginliği Bora'dan saklamak için ne gerekiyorsa yapıyordum ama ne kadar başarılı olduğumu bilmiyordum. Neden hamağa gelmeyi teklif etmiştim de yatak odamıza çıkmayı teklif etmemiştim bilmiyordum. Bir an için, sırf Bora'nın sürprizine karşı saygısızlık yapmayayım diye ille de açık alanda sevişmemiz gerektiğini mi düşünmüştüm acaba? E odamızda terasımız vardı? Hem de okyanus manzaralı?

Bora'nın bir eli göğsüme ulaşırken, derin bir nefes verdim. Ne ara ikimiz birden hamağa çıkmıştık, ne ara beni üzerine almıştı, ne ara bacaklarımı belinin iki yanına yerleştirmiştim gerçekten bilmiyordum. Olanı biteni kavrayamayacak kadar korkuyordum. Resmen travmam tetikleniyordu ve Ada'nın yürümeye neden küstüğünü çok iyi anlıyordum. Cesaret namına hiçbir belirti göstermeyen benliğim Bora'nın öpücüklerine konsantre olmaya çalışsa da olmuyordu. Sıkı sıkıya omuzlarını tutuyordum ve hatta, tırnaklarımı bir pençe misali omuzlarına geçirmiş bile olabilirdim.

"Sevgilim," dedi, yumuşacık bir sesle. Nefesi, boynuma, adının yazdığı yere değiyordu. "Gevşe..." Elleri sırtımda yavaşça dolaşırken, sıkı sıkıya yumduğum gözlerimi açtım. "Geceliğini çıkartmak yerine, seni izlemenin tadını çıkartmayı tercih ederim. O yüzden korkmana gerek yok. Burada sevişmeyeceğiz. O yüzden de düşmeyeceğiz. Sadece, biraz böyle uzanalım. Ve sen, lütfen, gevşe..."

Bakışlarıma mahcup bir ifadenin yerleşmesine engel olamamıştım. "Kızmadın değil mi? Üzülmedin de? Odamıza gidince sevişiriz. Biraz böyle rüzgarın, ay ışığının ve okyanus kokusunun tadını çıkaralım o zaman... Sen, bordo geceliğin de tadını çıkartabilirsin. Sonra, odamıza gideriz." Gülümsedi. Üzerine eğildim ve dudaklarımı gamzesine bastırdım. Parmakları ensemde dolaşırken, dudaklarımın rotası köprücük kemiğine çevrilmişti. Başı hafifçe geriye giderken, boğazından minik bir inilti çıktı. Beni kendine bastırırken biraz hareket etmişti ve hamak sallanmaya başlamıştı. "Beni sıkı sıkı tut da... Düşmeyeyim," dedim telaşla.

"Nazlı," dedi tehditkâr bir tınıyla. "Hem burada sevişmek istemeyip hem de beni tahrik mi ediyorsun?" Bir eli bacağıma kaydı. "Sadece, böyle duralım mı?" Alt dudağımı dişlerken başımı olur dercesine salladım. Bu sefer de bakışları dudaklarımı bulmuştu. Derin, çok derin bir nefes verirken, yüzüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Ada, zaaflarının farkında olacak kadar büyüdü..." dedi, yavaşça. "Saçını çektiğinde, canının yandığının farkında."

Konunun dan diye değişmesiyle ambale olmuştum. Gözlerimi iki kez kırpıştırırken, "Nasıl yani?" diye sordum.

Göğsüne düşen saçlarımı okşamaya başladı. "Daha önce farkında olmadan, refleksle saçını çektiğinde, ya da eli saçına takıldığında falan, bir şekilde gözlemlemiş ve öğrenmiş demek ki canının yandığını işte."

"Benim hatam," dedim gülümserken. "Sevmediği şeyleri yaparken, huzursuz oluyor biliyorsun. Saçımı toplamam lazımdı. Uzun olduğu için, kontrol etmesi zor oluyor. Eğildiğimde de önüne düşüyor ve altın tepsiyle saçlarımı ona sunmuş oluyorum. Sabah da çekti saçımı, bir dahakine toplarım diye düşündüm ama yine toplamadım, üşendim o ara."

"Sen saçını toplamak istemediğinde toplamayacaksın, o çekmemeyi öğrenecek," dedi. Ciddi tavrı karşısında zorlukla yutkunmuştum. "Yüzüne krem sürmemiz, saçlarını taramamız ya da dişlerini fırçalamamız hoşuna gitmiyor olabilir ama bunlara da alışmak zorunda. Elbette ki onu istemediği bir şeye zorlayamayız ama temel gereksinimlerinden de bizim sorumlu olduğumuzu düşünürsek... Niye yanlış bir şey yapıyormuşuz gibi hissederek konuşuyorsun, anlamadım?"

"Yok," dedim hızlıca. "Yanlış bir şey yapmadığımızı biliyorum da..."

Bora, üç saniye konuşmamı bekledi ama benim devam etmeyeceğimi anlayınca, kendi devam etti: "Burun aspiratörü canını yakıyor. O sırada saçını çekse, refleks der geçerim. Ama saçların avucundaydı Nazlı. Seni de beni de bu şekilde yönetemez. Biraz fazla oyunbaz olmaya başladı ve önünü almamız gerekiyor. Bir daha saçını çekerse, ciddi bir şekilde bunu yapmamasını söyle. Ben şahit olmasam, onun insafına kalacak gibi görünüyordun."

"Hani çocukları yapınca, annelerin canı hiç yanmıyordu?" diye sordum, üzgün bir tavırla. Başımı göğsüne yasladığımda, dudakları saç diplerime değmişti. "Hayır, bir de o kadar güçlü ki... Asıldı resmen saçıma. Ve gerçekten de canım çok yandı. Ben anne değil miyim? Niye yandı canım?"

"Tabii ki de yanar Nazlı," dedi, yumuşacık bir sesle. "Fiziksel temas, fiziksel temastır. Kimden geldiğinin ne önemi var. Ayşe de saçını çekse, Fatma da saçını çekse, Ada da saçını çekse aynı şekilde yanar. Sadece insan, kendi çocuğuna toz kondurmamaya daha meyilli oluyor, ona daha fazla sabır gösteriyor, o kadar."

"Ama öptü saçlarımı..." dedim, kısık bir sesle. "Sen öğrettin ve öptü. Sonrasında, nasıl uslu durdu... Bence bir daha çekmeyecek."

"Umarım," dedi.

Ne olduğunu algılayamadığım küçük bir sese, Ada'nın çığlık kıyamet ağlama sesinin ardından da Noir'nın evi ayağa kaldırmak istercesine havlama sesi karıştığında hızlıca Bora'nın kucağından fırladım. Bora'nın, "Nazlı!" diye şokla bağırması, Ada'nın ağlama seslerinin arasında, "Ani! Ba! Oağ!" diye sayıklaması ve kendimi dizlerimin üzerine düşmüş hâlde yerde bulmam sayamadığım kadar hızlı saniyelerde gerçekleşmişti. Allah'tan Bora'nın refleksleri güçlüydü ve son anda, üstelik ben kendimi hamaktan yere attıktan sonra koluma yapışabilmiş ve beni kafa üstü yere çakılmaktan kurtarmıştı. Bir yandan beni yerden kaldırırken, bir yandan da monitörü eline almış ve "Geliyoruz babacığım, bir şey yok..." demişti.

"N'olmuş?!" diye sordum, korkuyla.

"Işık söndü sadece babacığım. Geliyoruz. Bahçedeyiz. Geliyoruz," dedi Bora.

Bora'nın bir şeyler demesi, Ada'nın ağlamasına engel olmadığı gibi, Ada muhtemelen Bora'yı anlamıyordu da. Ama benim aksime Bora'nın sakin tavrı, emindim ki Ada'nın içine biraz olsun umut ve güven yayıyordu. Zifiri karanlıkta karyolasına sıkı sıkıya tutunarak ayağa kalkmıştı ve ağlamaya devam ederken, "Ba..." diye sayıklıyordu. "Ge... Nini..."

"Geliyoruz babacığım. Noir yanında. Korkma."

Korkmaması mümkün değildi. Karanlıktan korkuyordu Ada. Gözlerini açtığında zifiri karanlığa uyanmak onu inanılmaz korkutmuş olmalıydı. Uyanması için bir şey olmuş olması gerekiyordu çünkü yeterli sessizlik ve istediği koşullar sağlandığında, uykuları gayet derindi ve ekstrem bir şey yoksa, kolay kolay geceleri uyanmıyordu. Yani şu an yaşadığı şeye ne o ne de biz alışıktık.

Ada'nın yanına gitmek üzere bir adım attığımda sendeledim ve dizimin parçalandığını ancak fark ettim. Çok garipti ama canım yanmıyordu. Bora, fal taşı gibi açılan gözlerime bakarken başını iki yana salladı, monitörü elime verdi ve beni kucağına aldı. Hızlı adımlarla eve doğru yürürken, "Ne de güzel maskeyi önce kendine takıyorsun ya sen!" diye kızdı.

"Anneciğim," dedim, monitördeki tuşa basarak. "Korkma bi'tanem."

"Düşeceğim de düşeceğim düşeceğim de düşeceğim," dedi Bora, sitemle. "Attın resmen kendini yere ya! Neye uğradığımı şaşırdım!"

Verandadan salona geçtik ve Bora asansöre ilerledi. Asansörün şifresini girdi ve asansörün kapısı açıldı. Asansör yukarı çıkarken, "Geldik anneciğim," dedim. Ada'nın ağlama sesi kesilmemişti ama Noir ara ara kısık bir şekilde havlayarak, varlığını Ada'ya hissettiriyordu. Asansörün kapısı yatak odamıza açıldı. Bora, derhal Ada'nın odasıyla bizim odamızı ayıran sürgü kapıya ilerledi. Beni yere bıraktı, kapıyı açtı ve hemen ardından da Ada'nın odasının ışığını yaktı. Noir, patisini karyolanın korkuluklarından sokarak, Ada'nın ayağının üzerine koymuştu.

"Ani..." dedi Ada, ağlarken. "Ba!"

Bora, benden hızlı davranarak Ada'yı kucağına aldı. "Hişt!" dedi, yavaşça. Sırtını okşadı. "Bir şey yok babacığım. Geldik bak, buradayız."

Ada, çenesini Bora'nın omzuna yaslarken, zeytin gözlerini gözlerime dikmişti. "Ba..." dedi ağlayarak. "Buğğğ."

Bu ne demekti bilmiyordum.

"Su mu istiyorsun annecim?" diye sordum. Yavaşça, küçük dört adım attım ve Ada'nın su biberonunu uzattım. Ada suyu itti ve "Buğğğ!" dedi yine. Bora'ya baktım ama ne olduğunu onun da bildiği söylenemezdi. "Su içmek ister misin?" diye sordum.

"Ayı!" dedi ağlamalarının arasında.

Bora yavaşça Ada'nın sırtını okşuyor, kulağına sakinleştirici bir yumuşaklıkta, "Hişt! Geçti babacığım... Geçti..." diyordu.

Ada, gözyaşları yanaklarına süzülürken, "Ani! Buğğğ!" dedi.

Su, bua'ydı. Buğğğ neydi?

"Oağ! Buğğğ!" dedi, yine. Benim onu anlamadığımı fark edince, ıslak gözleriyle babasının gözlerinin içine baktı. Bora'nın işaret parmağını tutarken, ona da "Buğğğ!" dedi. Bir babasına bir de bana bakarak on bir kez daha, "Buğğğ!" dedi ve gözyaşlarının yerini küçük iç çekişlere bırakması, ardından da tamamen sakinleşmesi altı dakika kırk bir saniye sürdü.

Bora, artık onun daha iyi olduğunu fark edince, "N'oldu Ada?" diye sordu. Dizimin ayakta durmamı zorlaştıracak kadar acıdığını fark edince berjere ilerledim ve oturdum. "Sen uyuyordun... Sonra n'oldu?" Ada'nın pamuk kavanozundan aldığım bir pamukla ayak bileklerime kadar akan kanı sildim.

"Buğğğ!" dedi Ada.

Bora başını salladı, anlamış gibi. "Tamam, geçti kızım..." dedi. Ada'nın başının üzerine küçücük bir öpücük kondururken, bakışları bana çevrilmişti. "Anne düştü biliyor musun? Çok korktu sen ağlayınca... Birden kalkınca düştü. Gel anneye pansuman yapalım beraber."

"Süt ısıt Bora sen Ada'ya," dedim, araya girerek. "Sütünü içsin. Yatır sen onu. Ben yaparım kendime pansuman."

Bora, hiçbir şey söylemeden, kucağında Ada'yla beraber odadan çıktı. Noir ise odada kalmış, Ada'nın yatağının dibinde oturuyor ve bana bakıyordu. Kanlı pamuğu, çekmeceden aldığım çöp poşetine atarken, elimle yarama rüzgar yapıyordum. Ayağa kalkabilirsem, banyoya gidebilirsem, pansuman da yapabilirdim. Derin bir nefes verdiğimde, gece lambası gözüme ilişmişti. Ayağa kalktım. Küçük adımlarla gece lambasına doğru ilerledim. Gece lambasını açmayı denedim ama açılmadı. Adada nadiren de olsa elektrikler kesiliyordu ve jeneratörün devreye girene kadar en az otuz saniye geçmesi gerekiyordu. Ada karanlıktan korktuğu için, gece lambası olası bir elektrik kesintisine ya da jenaratörün hemen devreye girmemesine karşı pilliydi. Pil yeri kocaman şişmişti ve pil akmıştı da. Belli ki içindeki pil patlamıştı ve duyduğumuz ses buydu. Ada da bunun sesine uyanmış olmalıydı.

Bora, yeniden kucağında Ada'yla beraber odaya gelince kaşlarım çatılmıştı. Elinde ilkyardım çantası da vardı. "Bora?" dedim, sitemle. "Niye süt ısıtmıyorsun sen?"

"Otur hadi Nazlı," dedi.

"Buğğğ!" dedi Ada bana, heyecanla.

Elimdeki gece lambasını ona gösterdim. "Anneciğim? Bundan bom diye bir ses mi geldi?"

"Hığğğ!" dedi Ada, hararetle. "Buğğğ!"

"Aaağğğ!" dedim. Bora, berjere oturduğumda Ada'yı kucağıma vermişti. "O bom yapınca sen de korktun mu?"

"Hığğğ!" dedi Ada, beni onaylayarak. Ellerini kollarını oynatıyor, telaşla başına gelenleri anlatıyordu. "Buğğğ! Oağ! Hav! Ani! Ba! Ge! Nini! Cici!"

Neredeyse bildiği bütün kelimeleri peşpeşe sıralayarak anlattığı bu olay, Ada'nın sessiz ve sakin hayatı için fazla aksiyonluydu.

Bora, bir dizini yere koyarak, dizlerime pansuman yapmaya başladığında, ben de Ada'ya döndüm. "Bom yaptı o... Sen de bir uyandın, ışıklar kapalı! Karanlık! Ah!"

Ada, çıkardığım sesten irkilince babasına baktı. "Ayı!" dedi, kızarak.

"Babacığım," dedi Bora, elindeki pamuğu göstererek. "Anneye bunu süreceğim. O da iyileşecek. Biraz canı yanacak. Ama çok az."

"Sür babası Ada'ya da pamuğu," dedim.

Bora, pamuğun tentürdiyotsuz kısmını Ada'nın koluna sürdü. "Bak... Sadece bu kadar..." dedi.

Ada, canımın çok da yanmadığına ikna olmuş olacak ki yeniden bana döndü. "Noir havladı! Sen, bizi çağırdın! Sonra civcivine sarıldın! Sonra ayağa kalktın! Sonra hemen biz geldik," dedim.

Ada, konuşma sırası kendisine geçince, harareti biraz olsun eksilmeden, yine aynı kelimeleri peşpeşe sıralamıştı. Bora pansuman yapana kadar, ikimize de yaşadığı elim felaketi anlatmaktan bir an olsun vazgeçmedi. Çok korkmuştu ve işin kötüsü, korkmaya da çok alışık değildi. Bora, dizlerime gazlı bez yapıştırırken, Ada'nın koridora bakan oda kapısı açılmıştı ve Ada buna da irkilip kucağımda sıçradı. Bora ile göz göze geldik. Ada, şu an için fazlasıyla tedirgindi ve bunun normal olup olmadığından sanıyorum ki ikimiz de emin değildik. Normalde de yüksek sese karşı hassasiyeti fazlaydı ama bir kapı açıldığında dahi irkilecek kadar değil. Zaten çok fazla yüksek sese, kaotik ortama ve gürültüye maruz kaldığı söylenemezdi.

Ada, açılan kapıdan Yeşim'in geldiğini görünce dudakları arasından, "Oiyy!" diye bir ses çıktı. "Ge!" dedi, sonra da. "Buğğğ!"

Ada, kendisini merakla dinleyen Yeşim'e de olanı biteni aynı heyecanla anlatmıştı.

"Süt için teşekkür ederiz Yeşim Abla'sı..." dedim.

Yeşim gülümsedi ve odadan çıkmadan, "Bir şey lazım olursa aşağıdayım," dedi.

Bora, Yeşim odadan çıktıktan sonra, Ada'nın minicik eline uzandı ve bileğindeki benden öptü. Ardından benim elime uzandı ve dudakları nabzımın attığı yere değdi. Bakışları Ada'nın zeytin gözlerini bulduğunda, "Hadi şimdi sütümüzü içiyoruz ve uyuyoruz..." dedi. Ada'yı kucağımdan aldı ve biberonunu ona verdi. Ada'yı yatağına yatıracaktı ki Ada, "Ayı!" diye bağırdı ve Bora'nın kucağında amiyane tabirle tepinirken, biberonu elinden düştü. Daha sonra bu sesten de korktu ve ağlamaya başladı.

"Bebeğim?" dedi Bora, şaşkın bir sesle. Ne yapması gerektiğini sorar gibi bana baktı ama benim daha evvel çocuk büyüttüğümü falan düşünüyorsa tamamen yanılıyordu. "Hişt! Tamam babacığım... Tamam..."

Yerimden kalktım ve Ada'nın yere düşen biberonunu aldım. Eğilirken canım acımıştı fakat boğazımdan Ada'yı daha da huzursuz edecek bir ses çıkmaması için büyük bir direnç gösterdim. Bildiğim en ilkel, en olası, en mantıklı görünen tek bir şey vardı. "O zaman, demek ki bu gece, hep beraber yatıyoruz!" dedim gülümseyerek.

Ada, en başından beri kendi odasında, Noir'yla beraber uyuyordu. Noir yerde, o kendi yatağında. İlk altı ayında, sıklıkla aradaki sürgü kapıyı tamamen açık bırakarak, yatak odalarımız tek bir odaymış gibi hissetsek de kocaman odanın o bir ucunda, biz bir diğer ucundaydık. Altıncı aydan itibaren de sürgü kapıyı sıklıkla kapalı tutmayı adet edinmiş ve sınırlarımızı çizmiştik. Ada'nın erken uyandığı bazı sabahlar, yatakta bizimle keyif yapmak dışında, yanımızda uyumak gibi bir adeti yoktu. Daha doğrusu, bunun ne olduğunu ya da nasıl bir hissi olduğunu bilmiyordu bile. Diş çıkarırken ateşlendiği ve huysuzlandığı gecelerde bile kendi odasını, kendi yatağını, uyku arkadaşını arıyor, ancak orada sakinleşiyordu; onu alıp, yatak odamıza getiremiyorduk, mutsuz oluyordu. Ada, kendi düzenini çok seviyordu ve geceleri yatağı biriyle paylaşma fikrine dahi tahammül edemiyor gibi görünüyordu.

Ben bunu başlarda yadırgasam da Bora hiç yadırgamamıştı ve dile getirmese de bunun ona Begüm'den tanıdık geldiğini tahmin edebiliyordum. Ne zaman Ada'nın yatağında uyuyakalsam, Bora'ya fırsat kalmadan, o daha fark etmeden, her defasında Ada tarafından uyandırılmıştım. İlk altı aylık döneminde bunu ağlayarak, sonra da dürterek veya "Ani!" diyerek yapmıştı. Beni uyandırdıktan sonra da emziğini takıp uykusuna devam etmişti ve ben de alenen ve kibar bir biçimde yatağından kovulduğumu anlamıştım. Zaten sekizinci ayı itibarıyla, o uyurken yanına yatmama da izin vermemeye başlamıştı. Ben yatınca uyumuyordu. O yüzden artık berjeri kullanıyordum. Berjeri kullandığımda da Bora uyandırıyordu, aynı yatakta yatmak zorunda olduğumuz için.

Bora'nın ise Ada tarafından uyandırılıp odadan kovulmak başına sadece birkaç kez gelmişti çünkü o zaten ben olmayınca, bir şekilde uyanıyordu. Ben geceleri daha geç yattığım için henüz yatağa girmemiş oluyordum, o yüzden sorun olmuyordu. İşin kötüsü, bir keresinde, karyolanın korkuluğu henüz açıkken Noir da hevesle Ada'nın yatağına atlamıştı ve o gece belki bir arada uyurlar diye sevinmiştik ama gece Ada'nın uyanıp Noir'yı dürttüğünü kameradan görmüştük. Odasına gidip karyolasının korkuluğunu açıp, Noir'yı oradan indirmemiz gerekmişti.

Hâl böyleyken, bu gece bizim yatağımızda beraber yatacak olma fikrini şu an belli ki Bora bile yadırgıyordu ama her şeyin bir ilki oluyordu.

Yatak odamıza geçtik. Gece lambasını yaktık. Ada, babası sanki onu bırakıp kaçacakmış gibi, boynuna sıkı sıkıya sarılmıştı. "Bezi temiz mi?" diye sordum.

"Temiz," dedi Bora. Ada'yı yatağın ortasına yatırıp, onun sağına geçti.

Biberonunu Ada'ya uzattığım sırada kaşlarını çatarak bana dönmüştü. "Ani?! Ge?!"

"Geleceğim, anneciğim. Ellerimi yıkayayım, bacaklarımı yıkayayım, geleceğim hemen..." dedim. Eğildim ve alnından öptüm. "Hadi sen iç sütünü..."

Banyoya ilerledim. Ellerimi, yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Duşa girip, ayak bileklerime kadar akan kanın izlerini hepten temizledim. Aynadaki aksime bakarken derin bir nefes almıştım ama göğsüm sebebini anlamadığım bir şekilde sıkışıyordu ve aldığım nefes yetmiyordu sanki. Uzun zamandır, çok uzun zamandır yüreğimde böylesi bir korku hissetmemiştim ve bu korku adeta kalbimin ritmini bozmuştu.

Yeniden odaya geçecekken, Bora'nın, Ada'ya, "Sana bir sır vereyim mi babacığım?" dediğini duydum. Ayaklarım oldukları yere çivilenirken, Bora'nın sesine kulak kabarttım. "Bazen ben de korkuyorum senin gibi. Karanlıktan. Ama benim karanlığım, daha soyut seninkine kıyasla. En çok geceleri korkuyorum ben de. Kötü ve kendini durmaksızın tekrarlayan bir rüya yüzünden."

Ne rüyasından bahsediyordu?

"Korkunca annene sarılıyorum. Çünkü annen, benim güneşim. İnsan korkunca en sevdiği, en güvendiği insanlara sokulmak isteyebilir."

Neyden korkuyordu?

"Yani demem o ki, seni anlıyorum Ada. Hani şu an, prensiplerinin dışına çıkıp bizimle yatmak zorunda kaldın ya... Ben de bazı korkularım sebebiyle çoğu kez prensiplerimi çiğnedim. O yüzden endişelenme, bu çok insani, çok olağan bir şey. Ayrıca... Biz, senin annen ve babanız. Ne zaman istersen bizimle yatabilirsin zaten. Karanlık orada duruyor..."

Ne zamandan beri korkuyordu?

"Ama ben... Anneni ve seni, ömrüm boyunca, aydınlıkta tutmak için elimden ne geliyorsa yapacağım. Söz veriyorum sana."

Biz bütün kabusları, bütün korkularımızı, bütün karanlıkları denizin en derininde, geride, çok eskide, bambaşka bir hayatın içinde bırakmamış mıydık?

♠️

Sevgili Maça Kızı 8 Ailesi,

Söylemezsem ölecekmişim...

Ben, bu bölüme bir ad verecek olsaydım, "Kum Saati" derdim herhalde. 👀⏳

İçimde kalmasın istedim.🥲🫠🥹😁

Sevgiyle,

dp.

Continue Reading

You'll Also Like

ZEVAHİR By Çiğdem

General Fiction

3.8M 204K 81
"Lütfen... Hayır," dedim adımlarım geri geri giderken. Buradan uzaklaşmalıydım. Silahtan, bağlı adamdan, karşımdaki gözü dönmüş adamdan... Hepsinden...
3.5M 217K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
DİLVAN By Helin

General Fiction

3.8M 189K 56
Tek davası okumak olan Avin Mirşad. Bin derdin dermanı olan Maran Mirşad. "Mardin şahidim Maran yüreğimin güneşisin. Dışımı aydınlatırken yüreğimi...
118K 12.1K 32
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...