Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.1M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
8*
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
168.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻
Güneşçiçeği*🌻🌻
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
180.Bölüm
181.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

172.Bölüm

310K 17.9K 18.7K
By dpamuk

Sevgili yol arkadaşlarım,

Canlı yayını yine tekrarlayacak ve Twitter'da da bir sohbet odası açacağız. Yakında. Gösterdiğiniz ilgi için, mesajlarınız, tweetleriniz, beğeni ve yorumlarınız için çok teşekkür ederim. 2023'e şahane girdik, umarım böyle devam eder.

Sizleri çok seviyorum, var olun...🌻

Yorumlarda görüşmek üzere. 💛

♠️

Işıklarla süslenmiş orman manzarası ayaklarımızın altına serilmişti. Bora, yeşili izlemeyi çok seviyordu ama şu an bu büyüleyici manzaranın tadını çıkarabiliyor muydu bilmiyordum. Bacaklarımın arasına yerleşerek sırtını bana yaslamıştı ve şampuana bulanmış ellerim, saçlarının arasında dolaşıyordu. Kafasının içindeki bütün düşünceleri savuşturmak, beyninin bütün kıvrımlarına sadece iyi, güzel ve ona kendini asla kötü hissetmeyeceği düşünceleri yerleştirmek istiyordum.

Bir de kızımızı.

Ada'yı.

Ki zaten aslında her şey kızımızın varlığıyla tetikleniyordu. Muhtemelen kimse, bir mafyanın çocuğu olmak istemezdi ama Bora'ya mafya deyip geçmek büyük haksızlıktı. Bunu Bora'ya benim anlatabilmemin herhangi bir yolu olmadığını, varsa da o yolu Kara'yı gerisinde bırakması şartını koşarak esasen benim kapattığımı biliyordum. Yüreğine çöken tüm kara bulutlar içime işliyordu. Annesi ve babası evlendikten sonra, babası mafyaya karışmıştı ve Bora, bir mafyanın çocuğu olmaktan hayatı boyunca nefret etmişti. Kızımızla empati yaptığında neler hissettiğini tahmin edebiliyordum. Kendini babasıyla eş değer görüyordu ve bu maalesef çok yanlıştı. Çünkü Bora, değil babasına, bu dünya üzerindeki hiç kimseye benzemiyordu. Eşsizdi.

Gözyaşları dinmişti ama muhtemelen yorgunluktan. Belki de ağlayacak hâli bile kalmadığından. İçi kuruduğundan. Su ona iyi geliyor muydu bilinmez, kollarımın arasında olmanın nispeten huzurlu hissettirdiğine inanmak istiyordum. Duş almak gibi bir gaye gütmediğinden değil ama kolunu kaldıracak kadar bile güçlü hissetmediğinden olsa gerek, kendini olduğu gibi bana bırakmıştı. Dakikalardır şampuanla saçlarını okşamama ses çıkartmadığı gibi, saçlarını duruladıktan sonra omuzlarını ovalamaya başlamam karşısında da herhangi olumsuz bir tepki vermemişti.

Duş jeli buram buram geleceğimiz kokuyordu. Okyanus. Dört tarafı okyanusla çevrili kara parçası. Ada. Kızımız. Bu kokuya karışan bergamot kokusu, bana öyle bir güç veriyordu ki Bora'nın gülümsemesini sağlayabilecek doyuma ulaşmıştım. Küvetten önce ben çıktım. Şile bezi bornozumu giydikten sonra, lacivert havluyla birlikte yeniden küvete yaklaştım. Bora derin bir iç çekti, küvetten çıkıp havluyu elimden aldı ve beline sardı. Benimle göz teması kurmaktan kaçınıyordu. Lavaboya ilerledi. Ellerini tezgaha dayayıp kısa bir süre aynadaki aksine baktı. Gözleri kıpkırmızıydı. Dolaptan küçük bir havlu çıkartıp saçlarının nemini aldı. Sonra da diş fırçasına uzandı ve hızlıca dişlerini fırçalamaya başladı. Üzerinden koca bir tır geçmiş, yıkılmış ve ayakta duramayacak kadar ezilmişti belki ama, hâlâ dirayetli ve bir o kadar da seksi görünüyordu.

Yanına gittim. Saçlarımı taradım. Çekmeceden kurutma makinasını aldım ve saçlarımı kurutmaya başladım. Bu sırada Bora da dişlerini fırçalamayı bitirmiş ve ağzını çalkalamıştı. Biraz ilerideki ecza dolabını açtı ve suya dayanıklı olsa da zarar görmüş bandajını yeniledi. Saçlarımın yeteri -Bora'nın laf etmeyeceğine emin olduğum- kadar kuruduğunu düşündüğümde kurutma makinasını bıraktım. Yüzümü gül suyu sıktığım pamukla temizleyip, dişlerimi fırçaladım. Neyse ki Bora, kendime bakarak neredeyse otuz iki diş gülümsediğimi görmemişti çünkü arkasını dönüp banyodan çıkmıştı.

Siyah bir eşofman altı giymiş, üstü çıplak bir şekilde, sırtüstü yatağa uzanmıştı. Ben de giyinme odasına geçtim ve siyah tayt üzerine, beyaz yüzücü atletimi giydim. Siyah sweatshirtümün ceplerine spor çoraplarımı koydum ve sweatshirtü, sütyenimle beraber koltuğun üzerine bıraktım. Koltuğun yanına da beyaz spor ayakkabılarımı yerleştirip, yatak odasına geçtim. Giyinme odasının kapısını bilhassa açık bıraktım ve küçük adımlarla ilerleyerek yatağa girdim. Bora, yatak hareketlendiğinde dahi gözlerini açmamıştı.

Usulca Bora'ya doğru yaklaştım. Parmaklarımın tersini sakallarının arasında dolaştırmaya başladığımda, bitap bir soluk verdi. "Seni çok seviyorum sevgilim," dedim fısıltıyla.

"Ben de seni..." dedi, nabzımın attığı yerden tutarken. Örtülü göz kapaklarından solda olanına küçük bir öpücük kondurdum. "Çok seviyorum..." dedi.

Başını boyun girintime yerleştirdi. Nabzım hâlâ parmaklarının arasında atıyordu. Ben saçlarını severken, o dudaklarını boynuma bastırmıştı. Çare arayışına girişmeden evvel dinlenmesi gerekiyordu. Ve dinlenmek için seçtiği yer, yalnızca onun değerlendirebileceği ve yalnızca ona ait olan tapınağı olmuştu. Nefes alışverişleri derinleşinceye kadar sabırla bekledim. Ensesini okşamaya başladığımda ise artık uyumak üzereydi.

♠️

Sabah ezanı okunurken, önünde altı adamın beklediği ferforje kapıdan girdim. Biraz ilerledikten sonra asfalt yol ikiye ayrıldı ve ben sağdan devam ettim. Köşkün girişinde arabamı durdurduğumda, bahçede bekleyen adamlardan biri hızla kapımı açmıştı. "Hoş geldiniz Nazlı Hanım," dedi. Ben arabadan inerken, bana eskortluk eden araba da hemen arkamda durmuştu. Arabanın içindeki dört adamın tedirginliği öyle belirgindi ki, Bora'ya haber verememişlerdi çünkü benden öyle emir almışlardı ve doğru yapıp yapmadıklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Merdivenlere doğru ilerlediğimde, bana bir adam eşlik etmişti. Kapıyı cebinden çıkarttığı anahtarla açtı ve içeriye girdim. Doğruca merdivenlere doğru ilerleyecektim fakat salondan gelen şarkı sesini duyunca duraksadım.

"Her sevgi zamanla bitermiş derler
Benimki bitmedi anlayamadım
Her sevgi zamanla bitermiş derler
Benimki bitmedi anlayamadım"

Loş ışıkla aydınlanan salona doğru yürüdüğümde, Aydın'la göz göze geldik. "Yenge?" dedi şaşkınlıkla. Oturduğu koltuktan kalktı. "Hayırdır? N'apıyorsun sen bu saatte burada, bir şey mi oldu? Yalnız mı geldin? Nasıl geldin?"

Aydın'ın oturduğu koltuğun önündeki sehpada rakı bardağı, beyaz peynir ve kavun vardı. "Asıl sen n'apıyorsun?" diye sordum, onunkine benzer bir şaşkınlıkla.

"Hiç..." dedi. Kaşlarım çatıldı. "Yani öyle... İşte..."

"Sen beni unuttun çoktan belki de
Ben hala yaşarım eski günlerde
Her şeyde sen varsın unutamadım"

"Aydın?" dedim. Derin bir nefes verdim. "Ne olacak senin bu arabeskliğin?"

"Nasıl yani yenge?" diye sordu. Gönlü sarhoş olabilirdi ama kendisi gayet de ayıktı. "Ne arabeskliği?" diye sordu, sehpanın üzerindeki telefonuna uzandı ve şarkıyı kapattı. Konunun kendi ekseninde dönmesinden hoşnut olmasa gerek, "Bir şey mi oldu yenge, Kara nerede?" diye sorarak, odağı benim üzerime çevirdi.

"Evde, uyuyor..." dedim.

"Sen nasıl çıktın evden?" diye sordu.

"Kaçacak hâlim yok ya?" dedim. Aslında kaçmıştım. Çünkü zaten kıyafetlerimi önceden hazırlamış, Bora uyuduktan biraz sonra yataktan sessizce kalkmış, derhal kapısını açık bıraktığım giyinme odasına geçerek hazırlanmış, ayakkabılarımı giymek yerine elime alarak ve Bora'yı uyandırmamak için akla karayı seçerek odadan çıkmış, mümkün mertebe ses çıkartmamak için ekstra efor sarfetmiştim. "Kara'sız sokağa çıkma yasağım mı var benim Aydın?! Niye bu kadar şaşırıyorsun?!"

"Bir şey mi oldu?" diye sordu ki bunu üçüncü kez soruyordu.

"Her zaman bir şeyler olur," dedim. Aydın'ın sarhoş olmasa bile ve hatta içmese bile bulanık olan kafasının daha da karıştığına emindim. "Önemli olan, bir şeyler olurken bizim ne yaptığımız." Bora'nın daha önce bana kurduğu bir cümleye, ekleme de yapmak zorundaydım. "Nasıl davrandığımız..." Aydın'ın cümlelerimden ne anladığını bilmiyordum ama kafasını sallayarak bana hak vermişti. "Mesela sen..." dedim, sehpayı göstererek. "Arkadaşlık gibi saçma sapan bir düşünceye tutunmuş, burada böyle kendi kendine efkârdan efkâra sürükleniyorsun... Ne saçma! Oğlun yukarıda... Karın... Pardon, kâğıt üzerinde evli olduğun karın yukarıda... Sen ise..."

"Olmam gereken yerdeyim yenge," dedi. Acı kahve gözleri kısıldı. "Herkesin bir yeri vardır ve benim yerim de işte..." Gülümsemeye çalıştı. "İnsanın en uzağında olan kişi, yakın mesafe korumasıdır yenge. En yakın olmalarına rağmen, aralarında aşılmayan duvarlar vardır."

"Eğer insan isterse, her duvar aşılır!" Derin bir nefes daha verdim. Şu an ilgilenmem gereken çok daha ciddi bir mesele vardı ve fakat Aydın'ı böyle gördüğüm için üzülüyordum. Beni ilgilendirmezdi ve beni ilgilendirmediğini tekrar tekrar kendime söylememe rağmen yorum yapmadan duramıyordum. "Beyza, Bora'yı karşısına aldı bu evlilik için. Sen de. İkiniz de. Bari buna değsin ya! Bari adamakıllı bir şey yaşayın ya! Topla artık şu cesaretini Aydın! Allah aşkına topla! Duvarı aşıyor musun, üstünden mi atlıyorsun, n'aparsan yap ama ilerle. Olduğun yerde saymaktan vazgeç!"

Aydın'a arkamı döndüm ve hızlıca merdivenlere yöneldim. Duraksamadan Beyza'nın odasına ilerledim. Kapıyı laf olsun diye iki kez tıklatıp, içeri girdim. Beyza neredeyse sıçrayarak uyanmıştı. Bir an için rüya görüp görmediğini sorguladığına emindim. "Nazlı?" dedi şaşkınlıkla. Hızlıca doğruldu ve gece lambasını yaktı. "N'oluyor? N'apıyorsun sen burada?"

"Sana bir gün, bana neden Piranha demeyi seçtiğini sormuştum... Bora piranaları sevmediği için mi, diye sormuştum... O gün, sana, kardeşini sevdiğimi ilk kez söylediğim gündü..." dedim. Beyza'nın kaşları çatıldı. "Hatırlıyor musun?"

"Evet... Bizim evde..." dedi. Yatağın ucuna oturdum. "Hatırlıyorum?"

"O gün sen... Fotoğraflara, videolara falan bakıyordun..." dedim. Başını salladı. "Bir video vardı. İzlemek için ısrar etmiştim. Senin sekiz sene evvel çektiğin bir video..."

"Her şeyi itiraf ettiğim video mu?" diye sordu.

"Evet..." dedim ve zorlukla yutkundum. "O zaman soramamıştım. Çekinmiştim senden. O videoyu neden Bora'ya yollamadın? Cesaretini toplayamadığın için mi?"

Beyza'nın bakışları gölgelenirken, yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. "Aslında yolladım," dedi. Kaşları havalandı. "Yani ben yolladığımı zannettim. Bir süre sonra Gökhan, o videoyu bana geri getirdi ve biraz daha beklememizi, doğru zaman olmadığını söyledi..." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Ne alaka şimdi? Sabahın bu saatinde, bunu sormak için gelmedin herhalde?"

"O videoyu almaya geldim," dedim. Beyza'nın bu kez de kaşları çatıldı. "Lazım bana."

"Nazlı, n'oluyor?" diye sordu merakla. "Ne demek bana lazım?!"

"Soru sorma..." dedim. Beyza'nın bakışları yüzümde sabırsızca dolaşırken, "Hiçbir şey sorma..." diye ekledim. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. "Bak... Sana kızgınlığım, kırgınlığım baki... Bana ihanet ettin. Senden yardım istedim ve sen Bora'ya beni ispiyonladın. Beni sattın. Susuz kalsam, bir tek sende su olsa, dönüp senden su istemem şu anda. Kızgınlığım geçene kadar yani. Seni affedene kadar. Ama şu anda kendim için değil, Bora için buradayım. Bana o videoyu ver."

Beyza altı saniye kadar yüzüme baktı ve ardından yataktan çıktı. Komodinin çekmecesinden bir anahtar aldı. Biraz ilerideki konsola ilerledi, alt çekmecesini açtı ve içinden kilitli bir kutu çıkarttı. Anahtarla kutuyu açtı ve fotoğrafların altındaki flashbelleği aldı. Kutuyu öylece açık bırakıp yanıma geldi. Flashbelleği bana uzatmadan evvel, "Özür dilerim..." dedi. Gözleri gözlerimin en içine, büyük bir içtenlikle kilitlenmişti. "Hissettiklerin gerçek değil. Amacım seni satmak değil, seni korumaktı. Keşke bunu sana kanıtlayabilsem..."

Bunu maalesef ki biliyordum ve zaten sorun da buydu ama şu an için, bunları konuşmanın yeri de zamanı da değildi. Esas öfkem Nagihan Akbulut'aydı. Bora onun yüzünden oraya gelmiş, vurulmuş ve daha da kötüsü korkunç bir olay yaşamıştı. Ama eğer Nagihan Akbulut beni satmamış olsa, Beyza Karabey yüzünden de aynıları yaşanabilirdi ve bunu düşünmek ona olan kızgınlığımı daha da harlıyordu. Bora iyi olana kadar bu konunun açılmasını istemiyordum ve Bora'nın iyi olmasına giden yolda bu video çok önemliydi.

Beyza, benim bir cevap vermeyeceğimi anladığında flashbelleği bana uzattı. "Bununla her ne yapacaksan yap ama sonra bana getir, olur mu?" dedi.

"Teşekkür ederim," dedim. Flashbelleği avucumda sımsıkı tutarken ayağa kalktım. "Çok teşekkür ederim."

♠️

"...ve bu yüzden, cenazem saydığım o düğünde, seni korumak için, sana Mehmet'ten uzak durmanı söylemek zorundaydım."

Beyza'nın 2013'te çektiği videoyu ikinci kez izlerken, Bora'nın çalışma odasındaydım. Sıcak sütümden bir yudum daha aldım. Bu videodaki her bir kelime çok değerliydi. Beyza Karabey çektiği bütün acıları olabildiğince anlatmaya çabalıyor, oynadıkları oyunu dürüstçe ve şimdiye kıyasla yolun daha neredeyse başındayken itiraf ediyordu. Ve fakat ben mümkün mertebe bu kelimeleri kesmek zorundaydım çünkü Bora, kısa cümleler ve az diyalog taraftarıydı. En azından ablasına karşı. Kaldı ki ilişkilerinde geldikleri son noktada kısa cümlelere bile tahammülü kalmamış olabilirdi ve yüz yüze gelmekten dahi kaçındığı bir durum yaratmış, Beyza'yı hayatından çıkartıp atmayı tercih etmişti. Et tırnaktan ayrılır mıydı bilinmez, ayrılmazsa da ayrılmayacağını kendilerinin görmesi gerekirdi.

"...biliyorum biraz daha sabretmem gerekiyordu. Mehmet hayatımızdan tamamen yok oluncaya kadar. Ama artık dayanamıyorum. Dayanamıyorum çünkü, senin benim mezarımda söylediklerin ağrıma gidiyor."

Video benim için tam da bu cümleyle başlayacaktı. Sütümden bir yudum daha aldım ve bu cümleden önceki yirmi bir dakika on dört saniyeyi büyük bir üzüntüyle kestim. Eğer Bora, videonun başındaki yirmi bir dakika on dört saniye boyunca, Beyza'nın ne anlattığını merak ederse, bugün değil ama bir gün merak ederse, nasılsa Beyza'dan öğrenebilirdi. Veya arzu ederse, videonun kesilip kırpılmamış orijinal hâlini de izleyebilirdi.

"Kara olduğunu biliyorum ablacığım."

Bora ilk kez birisinin -ablasının- Kara'yı sevmesini istemişti. Aslında Kara'yı değil de Kara'nın gücünü. Çünkü Kara'nın gücü, içinde bulunduğumuz koşullarda Leo'nun iyiliği için önem arz ediyordu. Bence, Kara'nın gücünü kullanmak zorunda olduğu zamanlarda Bora bile Kara'yı seviyordu. Zaten bunun dışında da Kara'dan her zaman nefret etmişti. Nefret etmekle kalmayıp, kimsenin de Kara'yı sevemeyeceğine kendisini şartlamıştı. O yüzden benim Kara'yı seviyor olmamı çok uzun süre kabul edememiş, bu durumu epeyce yadırgamış, bir gün Kara'yı geride bırakmasını istediğimi söylediğimde de haklı çıktığını falan zannetmişti.

Beyza'nın içinden çıkan canavarın, kendisinin aynası olduğunu; kardeşinin mafyanın bir parçası oluşunu kaldıramadığını; onun da aynı kendisi gibi Kara'dan utandığını söylemişti. Kendisi ne düşünüyorsa, karşısındaki herkesin öyle düşüneceğine yürekten inanıyordu çünkü. Bora'ya göre Beyza, Kara'yı reddediyor ve Kara'ya baktıkça kendini suçluyordu. Bora nasıl bir canavara dönüşüyorsa, Beyza da aynı Bora gibi bir canavara dönüşüyordu. Bora, Beyza'nın çok sevdiği kardeşini özlediğini ve bu gördüğü insanın kardeşi olmasından nefret ettiğini düşünüyordu. Benim Beyza ile konuşmamı ve o canavarı törpülememi istemişti.

On yıl boyunca onu huzursuz eden ve ablasını öldü zannettiği için bu huzursuzlukla yüzleşmeyeceğini düşündüğü bambaşka biri olma gerçeğiyle, belki de o gün ilk kez göz göze gelmişti. Zaten akabinde de buralardan gitme fikrini ilk kez, alenen ortaya atmıştı. Beyza ölmüştü, Kara doğmuştu. Beyza yeniden yaşıyorsa Kara da ölebilirdi. Adım kadar emindim ki Bora, Kara'yı arkasında bırakabileceğine ben istediğimde değil, o gün ikna olmuştu.

Sufle yerken.

"Her şeyi biliyorum. Hayali denizlere açılmak, kaptan olmak olan kardeşimin hayatının nasıl alt üst olduğunu... Seninle gurur duyuyorum Bora. Seninle gurur duyuyorum ablacığım. Kardeşin için, ailen için karşı çıktığın her şeyi yapabilme cesaretini takdir ediyorum."

O gün izlediğim videonun bu kısımlarında, Bora'ya bunu keşke izletebilsem diye iç geçirmiştim ama kafamın içinin fazlasıyla meşgul olduğu, yakında Emir Milić ile buluşacağım, ÖRGÜT'ü çökertme operasyonunun yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğimiz zamanlarında olduğumuz ve en önemlisi de Beyza, Bora'nın yakında Türkiye'ye çağrılacağını söylediği için video kısa süre içinde aklımdan çıkıp gitmişti.

"Öyle büyük bir kalbin var ki... Öyle fedakâr, öyle kudretlisin ki... Bana kaptan olduğunu söylediğin her an kahroluyorum, ağrıma gidiyor, çünkü yaşadığın gerçeklerden utandığını biliyorum. Utanma Bora! Ne benden, ne herhangi birinden, ne de kendinden! Sen, aileni kurtardın. Sen, kimse ölmesin diye kendi geleceğini öldürdün. En doğrusunu yaptın demiyorum; başka çaren yoktu ve bunu biliyorum, diyorum."

Bunları ben söyleseydim muhtelemen Bora'nın bir kulağından girip bir diğerinden çıkmakla kalmaz, tüm cümlelerimin karşısında durur ve benimle kavga falan ederdi. Etmişliği vardı. Kendisinin kötü biri olduğu düşüncesi, Bora'nın tabusuydu ve bu tabuyu yıkmak imkânsızdı. Eğer bahsi geçen kişi herhangi başka bir insan olsa, hatta Mehmet Şahindağ bile olsa, iyi ve kötü gibi kavramları derinlemesine açacak olan Bora, söz konusu kendisi olduğunda acımasız bir yargıçtı.

"Kendini muhtemelen babamla kıyaslıyorsun. Bu yüzden utanıyorsun ya zaten. Ama bu kadar sığ bir yerden bakamazsın hakikatli seçimine. Sen her ne yapmak zorunda kalırsan kal, sensin. Benim tanıdığım, bildiğim kardeşimsin. Seni Bora olmaktan alıkoyan hiçbir şey olamaz ve sen ne bugün ne de hayatının herhangi bir günü, babamla bir tutulabilirsin."

Kim bir mafyanın çocuğu olmak isterdi bilmiyordum. Kızımız ister miydi, bu konuda da hiçbir fikrim yoktu. Fakat ben kızımızın, bir gün her şeyi öğrendiğinde dahi babasını yargılamadan dinleyebileceğini, dinlediğinde anlayabileceğini, anlamakla hak vermenin aynı anlama gelmek zorunda olmadığını ve öğrendiği hiçbir şeyin olumsuz sonuçlar doğurmayacağına inanıyordum.

"Öyle ya da böyle, acı bir şekilde deneyimledik ki babamın kalbi, kör bir karanlığa gömülmüştü. Ama senin kalbin her zaman aydınlık kalacak Bora. Sana Kara demelerine rağmen. Karanlıkta yolunu kaybedersen, kalbine bak hep. İnsanın özünün daima kalbi olduğunu sen söylerdin. Özümüzü ailemizde gördüğümüz sevginin, aldığımız eğitimin, okuduğumuz kitapların, dinlediğimiz şarkıların, gördüğümüz güzel her şeyin oluşturduğunu sen söylerdin. Kim olduğunu hatırlamak için, çocukluğumuza dön. Sevdiğin bütün kitapları baş ucuna koy, sevdiğin bütün şarkıları tekrar tekrar dinle, sevdiğin bütün resimler baktığın yerde olsun. Yanlış olduğunu bildiğin her şeyden dönüş vardır. Kötü olduğunun farkında olduğun her şey, iyiye dönmeye yakındır. Pisliği temizlemek için kirlenmişsen, temizlenmen daha kolaydır. Rotan kalbin olduğu müddetçe, kaptan sensin. İnanıyorum, bitecek bu. Az kaldı. Birlikte olduğumuz, yan yana gelebildiğimiz, birbirimize sarılabildiğimiz günler gelecek. Kara yok olacak ve biz, kaldığımız yerden, aydınlık günlerimizi yaşamaya devam edeceğiz... Mehmet'ten kurtulacağız. İşte o gün, seni oğlumla tanıştırabildiğim o gün, ölsem de gam yemem. Özür dilerim ablacığım. Ve çok teşekkür ederim. Varlığın için. Çok uzağımda da olsan sana tutun-"

Videoyu durdurdum. Son cümlesi, "Kara yok olacak ve biz, kaldığımız yerden, aydınlık günlerimizi yaşamaya devam edeceğiz..." olacak şekilde videonun devamındaki altı dakika, kırk iki saniyeyi kestim.

Bora, Kara'yı sevmiyordu, sevemiyordu, haklı sebepleri de vardı fakat herkes, Kara'ya onunla aynı pencereden bakmak zorunda değildi. Kara bir gereklilikti, kamuflajdı, maskeydi ama asla Bora değildi. Kızımız da bunu böyle öğrenecekti. Bunu görmesini istiyordum. Özellikle de kızımızın babasının Kara değil, Bora olacağını anlamasını...

Günün birinde, "Bakma, sorsan yatla dünyayı gezmek en büyük hayali... Ama şimdi çıkart onu dünya turuna, bocalar. Bora öyle ya da böyle, çekildi bu hayata. Alıştı. Kara oldu. Yaşayamaz başka şekilde. Mümkün değil," diyen Gökhan'a inat; ve yine başka bir gün, "Rotası olmayan kaptan mı olur... Benim kaptanım Kara olmuş," diyen Bora'ya rağmen, Kara'dan kurtulabileceğimizi herkese gösterecektim.

Tüm sıfatlarından sıyrılarak sadece Bora olacaktı ve kendini Kara'nın karanlığıyla sınırlandırmayacak, mahkum olduğu hayatla özdeşleştirmeyecek, hiç kimseyle bir tutmayacaktı.

Ada bir mafyanın değil, Nazlı ile Bora'nın kızı olacaktı.

Videoyu telefonuma aktarırken sütümü bitirdim. Flashbelleği kasaya kaldırdım ve çalışma odasından çıktım. Mutfağa indim. Telefonumu ada tezgâhın üzerine bırakarak, mercimek çorbası yapmaya koyuldum. Sufle de yapacaktım. Muhtemelen Beyza'nınkisi gibi olmazdı ama bunun çok da önemli olduğunu zannetmiyordum. Bora'nın gülümseyeceğini biliyordum ve bu bana yeterdi.

♠️

Şekerli yapmadığıma emin olduğum mercimek çorbasının kokusu mutfağı sararken, yatak odamıza çıktım. Bora benim olmam gereken tarafa dönmüş ve yastığıma sarılmıştı. Yatağın kenarına oturdum ve hafifçe saçlarını okşadım. "Sevgilim..." diye seslendim. Omzundan öptüm. "Hadi uyan..."

Boğazından, "Hııı..." diye bir ses çıktı.

"Hadi uyan... Öğlen oldu artık!" dedim. Başı hafifçe kıpırdarken, çenemi omzuna yasladım. "Evden kaçtım, geri geldim, hiçbir şey duymadın! Anladık uykusuzsun ama uyudun yeteri kadar! Saat 12'ye geliyor!"

"Evden mi kaçtın?" Onca kurduğum cümle arasından bunu seçmesi takdire şayandı. "Ne dediğini anlamadım ama umarım şaka yapıyorsundur."

"Yapmıyorum," dedim. Omuz silktim. "Hadi kahvaltı hazırladım. Kalk."

Boğazından memnuniyetsiz bir melodi dökülürken bana döndüğünde, çenemi omzundan çekmek zorunda kalmıştım. Sol elini ensesinin altına yerleştirirken, kısılmış gözlerini kırpıştırarak gözlerime baktı. "Evden kaçtım ne demek?"

"Ohoooo! Ruhun bile duymadı!" dedim. Kaşlarını çattı. "Duştan sonra... Taytla yanına yattığımı da mı fark etmedin gerçekten?"

"Yatıyorsun bazen taytla," dedi. Bir bacağımı diğerinin üzerine atarken gülümsedim. "Uyanayım diye kafa mı buluyorsun benimle?"

"Yoo?" dedim keyifle. "Ara adamlarını sor. Seni uyutup evden kaçtım. Hatta rahat kaçabilmek için, duştan sonra kıyafetlerimi bile hazırlamıştım. Çoraplarımı sweatshirtümün cebine koymuştum, sütyenimi de arasına! Niye? Çünkü ışık yakmak zorunda kalmadan, lazım olan şeyleri bulayım diye."

"Kaçmak ne demek ya?!" dedi hayıflanır gibi.

"Kaçmak kaçmak işte..." dedim gülerken. Kaşları daha da çatılırken öyle sevimli görünüyordu ki yanaklarını sıkarak onu sevmek istemiştim. Siyah, panduf ev botlarımı topuklarımla çıkardım ve bir dizimi yatağa yerleştirerek Bora'ya daha da yaklaştım. "Başarılı bir kaçma girişimiydi! Niye?! Çünkü Selim yoktu!" Bora'nın dudaklarına küçük bir öpücük konduracaktım fakat o başını çevirdiği için yanağını öpmek zorunda kalmıştım. Kulağının dibinde tınısı yüksek bir kahkaha atarken, kendimi yorganın üzerinden, Bora'nın üstüne bıraktım. "Ama bak ben hemen geri geldim!" dedim hâlâ gülerken. "Senin gibi yirmi iki saat, kırk iki dakika, üç saniye sonra geri gelmedim!"

Gözleri araştırmacı bir tavırla yüzümü tararken, "Ciddi misin sen gerçekten?" diye sordu. Başımı evet der gibi salladım. "Nereye gittin gece gece?"

"Belki bir saat önce kaçtım, gece kaçtığımı nereden biliyorsun?!" diye sordum.

"Işık açmamak için kıyafet hazırlamışsın ya..." dedi sitemli bir tavırla. Bakışları dimdikti. "Nereye gittin gece gece?!"

"Bilemezsin..." dedim. Üzerindeki yorganı hızla kaldırdığında yatağın diğer tarafına düşmüştüm ve başım dahil olmak üzere, üstüme de yorgan örtülmüştü. "Ah!" diye bağırdım, yalandan. "Sabah sabah neden bu kadar gerginsin?!"

"Bilemezsin!" dedi kızgın bir tonlamayla. Yorganı başımdan kaldırdı, hafifçe bana doğru eğildi. Kapkara gözleri, ona Maçahel'i çağrıştıran gözlerime kenetlenmişti. "Başım ağrıyor, bence beni daha da germek istemezsin Nazlı... Bak gizem çözecek hâlde değilim!"

İki elimi yanaklarına yerleştirdiğimde ve yanaklarını sıkacağımı anladığında bana izin vermemiş, bileklerimden tutmuş ve kollarımı başımın üzerinde sabitlemişti. "Eğleniyor musun sen benimle?!" diye kızdı. Güldüğümde, bakışları dudaklarıma kaymış fakat iki saniye içinde derhal gözlerimi bulmuştu. "Ben hiç eğlenmiyorum da çünkü!"

Aslında eğlenmesi lazımdı, çünkü eğlensin diye böyle davranıyordum. "Öpersen söylerim nereye gittiğimi," dedim.

"Benimle pazarlık yapma," dedi. Alt dudağımı dişlediğimde, bir kez daha dudaklarıma bakmıştı. "Nereye gittiğini söylemezsen öpmem."

"Öp, söyleyeceğim..." dedim.

"Söyle, öpeceğim..." dedi.

Dudaklarım aralandı fakat aralarından bir kelime çıkamadan, Bora'nın telefon melodisini duymuştuk. Bora kollarımı bıraktı, geri çekildi ve komodinin üzerindeki telefonuna uzandı. "Hah!" dedi alayla. Telefonu açtı ve kulağına götürdü. "Günaydın Selim!" dedi ima dolu bir tonlamayla.

Selim'den önce davranmak ve Bora'nın öpücüğünü kaçırmamak için, "Tarabya'ya gittim..." diye fısıldadım.

Fakat Bora yüzüme bakmadığı için duyup duymadığından emin olamamıştım. "Ancak uyandın herhalde sen de! Geceki tüm aksiyonu kaçırmışsın belli ki benim gibi?!" dedi Selim'e.

Selim, Bora'nın imalı söylemini anlamış olmalıydı. "Abi bağışla..." dedi. Gözlerimi devirdim. "Bu gerizekalılar, yengemin emrinin dışına çıkamamışlar! O yüzden, haber vermemişler sana ya da bana." Kollarımı bağlayarak küskün bir şekilde Bora'ya baktım ama bunu da görmemiş, göstereceğim ben herkese der gibi başını sallamıştı. "Ama eskortluk etmişler tabii abi. Herhangi bir sıkıntı olmamış."

"Allah razı olsun hepsinden Selim ya!" dedi Bora alayla. Güldü ama bu gülüşün sinir barındırdığı belliydi. "Çok sağ olsunlar... Haklarını ödeyemem!"

"Tabii hepsine sağlam bir ayar vermek gerekiyor abi, halledeceğim ben şimdi. Özür dilerim."

Bora derin bir nefes alıp verirken, "Toplanıp beni beklesinler!" diye emretti ve telefonu kapattı.

"Kimsenin bir günahı yok," dedim hızlıca. Bora ters bir ifadeyle bana bakarken doğrulmuştum. "Seni uyandırmamaları gerektiğini ben söyledim."

"Tarabya'da n'aptın gece gece?!" diye sordu. Aslında böyle planlamamıştım. Yani Bora'nın gülmesi, keyiflenmesi, eğlenmesi gerekiyordu ve fakat yalnızca cümlelerin değil, şakaların da kısa tutulması gerektiği için sanırım, hiç öyle bir havası yoktu. "Konuşacak mısın Nazlı?"

"İzlemeni istediğim bir video vardı da..." dedim. Bakışları kısıldı. "Onu aldım Beyza'dan." Sıkıntılı bir nefes verdiğinde, sweatshirtümün cebinden telefonumu çıkarttım ve kestiğim videoyu Bora'ya gönderdim. "Gönderdim, izle sen." Bora'nın telefonuna gelen mesajın sesi duyulmadığına göre mesaj bildirimlerinin sesi kapalıydı. "Ben aşağıda bekleyeyim sen izlerken," dedim. İyi mi yapmıştım yoksa kötü mü bilmiyordum fakat Bora'nın gerginliği bana da geçmişti. Yataktan çıktım ve yatağın etrafında dolanarak, Bora'nın tarafına geldim. Kirpiklerimin altından gözlerine bakarken panduflarımı giymiştim. "Kahvaltı hazırladım," dedim. Beni tersleyeceğini zannetsem de herhangi bir cevap vermemişti ve aslında herhangi bir cevap vermemesi de iyi bir şey miydi pek emin değildim. "Çok oyalanma da... Soğumasın."

Arkamı döndüm ve odadan çıktım.

Eğer kahvaltıya gelmezse, bütün çorbayı kapıdaki adamlara içirecek ama sufleleri oturup tek başıma ben yiyecektim.

♠️

Ada tezgâhın önündeki bar sandalyesine oturmuş Bora'yı beklerken, dün akşam getirdiği kozu inceliyordum. Dudaklarımı açık bırakan hain listesine Bora'nın nasıl eriştiğini bilmiyordum ama içeriden edinilmiş bir bilgi olduğuna emindim çünkü bu isimlerin hepsi içeridendi. Aklıma gelen iki kişi vardı: Gürkan Erdal veya Çınar Akbulut. Gürkan Abi'nin bu bilgilere ulaşacak kadar içeride olmadığı aşikârdı ve fakat Çınar Akbulut da böyle bir bilgiye vakıfsa bile Bora ile paylaşmazdı. Bora, çok sevdiği eski bir arkadaşının bu koz uğruna bir bedel ödediğini söylemişti ve belki de içeride, bilmediğim bambaşka bir tanıdığı vardı ki bu daha olasıydı.

Bu bilgi kimden edinilmiş olursa olsun, bir gün gittiğimiz yerlerden dönmek istersek, bizim lehimizeydi. Bora pekâlâ yeniden ülkeye kabul edilmek ve içeri girmemek şartıyla, bu kozu gerekli kişilerle paylaşabilirdi ve üstelik bunu tek seferde değil, bizi garantide tutmak için taksitlendirerek de yapabilirdi. Ayrıca emindim ki bu isimlerin hain olduğu bilgisinin gerekli kişilerle paylaşıldığı senaryoda, Bora'ya veyahut Kara'ya ihtiyaç duyulacaktı. Çünkü bu isimlerin temizlenmesinde ve bu isimlerle bağlantı kurulmasında, yeraltı dünyasından dedikleri biri ya da birileri gerekiyordu. Elbette ki tek muhbirleri Kara değildi fakat Kara kadar güçlü başka bir muhbirleri olmadığı da hepimizin bildiği bir gerçekti.

"Kara mara yok artık, Nazlı... Burada kalsak da... Gitsek de yok... Böyle bir ihtimal yok ama gidip de dönsek de Kara yok."

Tetiği çekememesi, çekmemesi ve belki de daha doğrusu operasyonun ortasında aklına beni ve kızımızı getirmesi meselesi bir köşede öylece dururken, buna şimdi değil ancak ve ancak zamanla değinebileceğimi biliyordum. Kara'yı bir bağımlılık olarak düşünmek gerekirse, hiçbir bağımlı dan diye bağımlı olduğu şeyden kopup da iyi olamazdı. Her şeyden önce, Kara'nın Bora'yı terk etmesi bir yoksunluğa sebep olabilir, bu yoksunluk işleri başka bir açmaza sürükleyebilir ve bu da büyük bir felakete yol açabilirdi. Bora'nın Kara'yı bırakması gerekiyordu, kendi hür iradesiyle ve kendi istediği zamanda. Bu, tedavinin en önemli kuralıydı. Ayrıca bu tedavinin aşamaları vardı ve her şeyi sırasıyla yerine getirmek zorundaydık. Bora ancak bu şekilde temizlenebilirdi ve biz, ancak bu şekilde tertemiz bir hayat yaşayabilirdik. Tertemiz bir hayat yaşamak demek, geçmişi temize çekmek demek değildi. Bunu hiçbirimiz yapamazdık, böyle bir şey asla mümkün değildi. Fakat geçmişteki tüm günahlarımız eski bir defterde kalırken, biz yeni bir defter tutmaya başlayabilirdik. Güzelliklerle ve kızımızla dolu, yepyeni bir defter.

Yanağıma kondurduğu öpücükle birlikte, şaşkınlıkla Bora'ya döndüm. Muhtemelen dosyaya daldığım için, adım seslerini duymamıştım. Siyah eşofmanının üzerine, siyah tişört, onun üzerine de siyah, önü fermuarlı sweatshirtünü giymişti. Kıyafetleriyle birebir aynı renkte olan gözleri, hüzünlü olmalarına rağmen gülümsüyorlardı. "Günaydın sevgilim," dedi. Dudaklarım iki yana kıvrılırken eğildi ve dudaklarıma uzun, güçlü bir öpücük kondurdu. "Nereye gittiğini söylediğin için bu da..." dedi, nefesi nefesime çarparken. "Hani kahvaltı?"

"Mercimek çorbası yaptım!" dedim.

"Çorba?" dedi doğrulurken. Ellerini ceplerine soktu. "Kahvaltıda?"

"Hı hı," dedim ayağa kalkarken. Buzdolabına ilerledim. "Üzerine de sufle yiyeceğiz! Sufleleri hazırladım, buradalar! Çorbalarımızı içerken fırına atacağım hemen, pişmeleri için... Fırın sıcak!"

Ben sufleleri buzdolabından çıkartıp fırına koyarken, Bora da ada tezgâha yaslanmıştı. "Kahvaltı için harika bir menü!" dedi. Çorba henüz soğumamıştı ama yine de altını yaktım. "Değişiklik olsun istedin herhalde?"

Merakla Bora'ya döndüm. "Sen, başka bir şey yemeyi mi tercih ederdin?"

Dudakları bilmem dercesine büzülürken, "Yani zeytin, peynir falan tercih edilir genelde bizim kahvaltılarımızda ya..." dedi.

"Ne zamandan beri gelenekselcisin?" diye sordum. Kaşlarım çatıldı. "Fransızlar kahvaltılarında peynir tüketmiyorlar! Hayret! İşine gelmediği zamanlarda, Frankofon olmayı bırakabiliyorsun demek ki!"

Boğazından keyifli bir mırıltı döküldü. "Ellerine sağlık sevgilim... Sorun değil, içerim çorba..."

"Sufle de yiyeceğiz ama?" dedim beklenti dolu bir tonlamayla. "Çikolataları Benmari usulü eriteceğim diye göbeğim çatladı! Bu bile Fransızca! Marie'nin banyosuymuş, bak bak bak!"

"Tamam tamam yeriz," dedi. Yanıma yaklaştı. Ellerini belime sarıp karnımda birleştirirken, çenesinin kenarını da şakağıma yaslamıştı. "Ellerine sağlık sevgilim! Sabah sabah bu sürprizleri, bu ilgiyi, keyifli keyifli şakalaşmaları falan hak edeceğim bir şey yapmadım aslında ama..."

"Her şeyin en güzelini hak ediyorsun," dedim.

Kollarının arasından çıkmadan, yüzümü Bora'ya dönmüştüm ve bir okyanus kadar derin bakışları huzuruma serilmişti. İzlediği videoyla baş başa kalmasını arzu ettiğim ve üzerine konuşarak dün akşamı deşmek istemediğim için, ne hissettiğini soramıyordum. Ama nispeten daha iyi görünüyordu ve bu, şimdilik de olsa bana yetiyordu.

"En güzel sevgili benim olduktan sonra, başka bir şeyde gözüm yok..." dedi. Dudakları alnıma değdi. "Teşekkür ederim Nazlı," dedi. Burnumun ucundan öptü. "Artık, benim özüm senden ibaret." Dudakları dudaklarımla buluştu. "İyi ki varsın."

Kollarımı boynuna doladığımda, elleriyle belimi kavradı. Kokumu içine çekerken, derin bir soluk almıştı. Ona bir sürprizim daha vardı ama bunun için biraz daha sabretmek zorundaydım. "Bugün çok işimiz var," diye fısıldadım kulağına. "Sen Second Mom Biberon işini çözdükten sonra... Seninle alışverişe gideceğiz!" Gözleri merakla gözlerimi buldu. "Kızımız için..." Dudakları iki yana kıvrıldı. "Tabii bugün müsaitsen. Programını bilmiyorum ama..."

"Ben sizin için her zaman müsaitim," dedi. Avucu karnıma kapandı. "Nereye istersen, gideriz."

"Ama üzerinde sayılar olan biberonu unutmadın değil mi?" diye sordum.

Sakallarının üzerinden yanağını kaşırken düşünceli bir hâle bürünmüştü. "Yani aslında o işi halletme kısmı biraz kafamı karıştırıyor..." dedi. Bakışlarıma yerleşen korkuyu gizleyemedim. "Yani Bay Morel'le konuşurken, Frankofon gibi görünmekten çekiniyorum!"

Bir elimle hızlıca koluna vurduğumda, boğazından büyük bir ah kopmuş ve hemen akabinde de acıyla, "Kolum!" diye inlemişti.

"İyi misin?!" diye sordum panikle. "Dur bakayım!" Sweatshirtünün kol kısmını hızla yukarı çekerken, kolundaki bandajı göremedim. Bir an için afallasam da sol koluna vurduğumu fark etmiştim. İçime şükür dolu bir nefes çektiğim sırada Bora büyük bir kahkaha atmıştı. "Çok komik gerçekten!" dedim sertçe. "Aklım çıktı! Yaranın sağ kolunda olduğunu bile unuttum!"

"Dün akşam, tamam dedim ya sevgilim biberonlar için," dedi gülerken. Beni kendine çekti ve başımı göğsüne bastırdı. "Hadi çorba ısındı. İçelim. Sonra ben birkaç görüşme yapacağım bu konuyla alakalı."

"Seni kızımıza söyleyeceğim bi' doğsun da," dedim. Daha çok güldü. "Ben, sen biberonuna kavuş diye nelere katlanıyordum... O sırada baban ise benimle alay etmekle meşguldü, diyeceğim. Görürsün bak. Söyleyeceğim bunları hep."

"Doğar doğmaz söyle ama tamam mı?" dedi. Ben bebeğimiz sütünü içerken eğitiminden olmasın diye uğraşan çilekeş bir anneydim ama bebeğimizin babası tarafından gördüğüm muamele oldukça acınasıydı. "Ancak o kadar tutarsın zaten içinde bu dedikoduyu. Hatta bu dedikoduyu yapabilmek için, erken doğum yaparsan şaşırmam, o derece!" Bora'yı ittirmeye ve kolları arasından kurtulmaya çalıştım ama izin vermedi. "Tamam tamam..." dedi, yumuşacık bir sesle. "Küsme hemen... Senin beni uyandırırken yaptığın şeyin öcünü aldım say. Sen de gayet eğlendin çünkü."

"Aynı şey değil!" diye itiraz ettim. Gözlerine bakmak istediğimi fark ettiği sırada, başımın arkasındaki ve omzumdaki ellerini belimde birleştirerek, kolları arasından çıkmama izin vermemiş ama onunla kavga edebileceğim makul mesafeli alanı da benden esirgememişti. "Ben seni eğlendirmeye çalışıyordum tamam mı, seninle alay etmiyordum!"

"Beni eğlendirmeye mi çalışıyordun?" diye sordu. Kaşları havalanmıştı. "Daha uykuyla uyanıklık arasındayken, bana kaçmalı maçmalı saçma sapan bir şey söyledin sevgilim?" Başını iki yana salladı. "Ayrıca evden kaçmak ne demek ya?! Yani kaçmak kelimesini tercih etmek nasıl bir mantıktır Allah aşkına?! Günlük, normal, sakin hayatında bile kriminal çekiyor canın!" Bakışlarına sitem dolu bir ifade yerleşti. "Camdan da atladın mı bari, kapıdan çıkmak kesmez çünkü seni!"

"Cık... Cık... Cık... Yazık gerçekten..." dedim. Tepkim karşısında kaşları çatıldı. "İzin verir misin, çorbaları koyacağım. Dibi tutacak neredeyse..." diye ekledim.

Ellerini belimden çektiğinde, ona arkamı döndüm. Çorbaları kâselere doldururken, Bora'nın kâsesinin üzerine şeker boca edip etmemek konusunda kararsız kalmıştım ama iyi bir insan olduğum için kendime engel olmuştum. Neyse ki sufle, olması gerekenden daha tatlıydı.

♠️

Bora'nın Second Mom Biberon'la alakalı yaptığı görüşmeler, tahminimden uzun sürmüştü. O da bu kadar uzun süreceğini kestirememiş olsa gerek, görüşmesine kulaklığıyla devam ederken üzerini değiştirmek zorunda kalmıştı. Siyah kot pantolon üzerine beyaz bir gömlek, gömleğin üzerine de siyah bisiklet yaka bir kazak giymişti. Hararetli konuşması sürerken bir noktada göz ucuyla bana bakmış ve kot şort giymemi yadırgadığını alenen bakışlarıyla belli etmişti. Ben anlamazdan geldiğim için de işaret parmağıyla pencereyi göstermişti. Havanın soğuk olduğunu kastediyor olsa gerekti ama Nisan'ın 27'sindeydik ve ben üşümüyordum. Hem şortun üzerine kalın bir şeyler giyecektim. Zannediyorum ki henüz üzerime ne giyeceğime karar veremediğim ve sütyenle karşısında durduğum için, sütyeni crop zannetmişti.

Aslında crop giyebilirdim. Askıdaki kıyafetlerimi hızlıca karıştırdım. Bordo, boğazlı ve göğsü pencereli crop'u üzerime geçirdim. Şortumu çıkarttım ve dar, siyah kot pantolonumu giydim. Bora beyaz spor ayakkabılarının bağcıklarını henüz bağlamışken, beğeni dolu bakışlarıyla bana bakakalmıştı. Ona gülümserken, makyaj masasına ilerledim. Yüzümü temizleyip nemlendirdim ve hafif, nude tonlarda bir göz makyajı yaptım. Parfümümü de sıktıktan sonra, yüksek, kalın topuklu kısa botlarımı giydim. Deri ceketimi de elime aldıktan sonra çıkmak için hazırdım.

Bora da hazırdı ve fakat hâlâ telefondaydı. Kapıdan çıktığımızda kendi arabasını getirmelerini işaret etmiş, anahtarı da Selim'den alıp elime tutuşturmuştu. Telefonda görüştüğü kişiyi sessize aldığı on iki saniyelik sürede Selim'e, "Adamlarla akşam konuşacağım. İstihbarat'ın istediği işi hallet. Gökhan yardım edecek sana. Haberleşiriz," demiş ve arabaya binmişti. Arabaya biner binmez de torpidodan çıkarttığı tableti açmış, telefondaki kişiye, "Şimdi bakıyorum gönderdiğiniz maillere..." diye açıklamada bulunmuş ve navigasyonun konumunu Tuzla'ya ayarlayarak, tümden yaptığı telefon görüşmesine konsantre olmuştu.

Tuzla'da ne işimiz olduğunu bilmiyordum, bir bebek ürünleri markasının fabrika satış mağazasına falan gidiyorduk herhalde?! Cimriliğin de bu kadarıydı!

Karabey Holding'in CEO'su falan yok muydu, alt tarafı üzerinde sayılar olan bir biberon yaptıracaktık, bu kadar konuşacak ne vardı gerçekten bilmiyordum. Zira konuştuğu kişiye, ki galiba doğrudan Bay Morel'le konuşmaya başlamıştı, iflas bayrağını çekmek zorunda kalan Türk şirketlerinden bahsediyordu. Kendisi batmadığı için hava falan atmıyorsa eğer, bu konuşmaya ne gerek olduğunu anlamıyordum. Kısa cümlelerle, az diyalog ilkesine ne olmuştu?! Fransızca'yı üç aşağı beş yukarı bildiğim için bütün konuşmasını takip edemiyordum ama yanılmıyorsam, Second Mom'a ortak olmaktan bahsediyordu.

On, hadi ne olur ne olmaz kenarda dursun diye yirmi tane biberon alıp bu konuyu kapatmamız gerekirken, işi neden büyütüyordu?!

Derhal bu haberi Aydan'a vermem gerekiyordu ama beni zaten ancak salmıştı ve şimdi ona kendimi yeniden hatırlatarak, beş yüz seksen iki tane daha mesaj atmasını istemiyordum.

Tuzla'ya yaklaştığımız sırada, Bora navigasyona daha açık bir adres girmişti ve önümüzdeki yolu, on dört dakika üç saniye daha uzatmıştı. Bay Morel'le konuşması bitmişti fakat konuşmalara doyamamış olsa gerek, Bahar'ı aramış ve on sekiz dakika, kırk yedi saniye boyunca da Bahar'la konuşmuştu. Az evvel tam olarak anlayamadığım bütün konuşmayı Bahar'a özetlemiş ve araştırmalara başlamasını söylemişti. Telefonu kapatmadan evvel, "Tuzla'dayız şimdi Nazlı'yla. Dönüşte uğrarız şirkete," de demişti.

Bebek alışverişi için çıktığımız yol tersaneye ulaşmışken, buradan da başka bir yere gideceğimizi öğrenmem gerçekten de müthişti.

İyi ki bizim için hep müsaitti, gerçekten!

Arabayı durdurduğumda, "Tersaneye niye geldik ki?" diye sordum.

"Yat için," dedi.

Bize eskortluk eden araçtan inen adamlar kapımızı açtıklarında, hızlı adımlarla yanımıza üç tane adam ulaşmıştı. "Hoş geldin Bora!" dedi adamların en yaşlısı. "Gözümüz yollarda kaldı!"

"Hoş bulduk Sezgin Abi," dedi Bora. Elimi avucunun arasına aldı. "Seni karımla tanıştırayım... Nazlı."

"Çok memnun oldum."

Bu sırada Bora, bana dönmüştü. "Sezgin Abi, bu tersanenin sahibi. Muhteşem güzel oyuncakların arkasındaki gizli kahraman."

Bir an için kastettiği oyuncağın, kızımızın oynayabileceği türden oyuncaklar olduğunu zannetsem de çok geçmeden yatlardan bahsettiğini anlayabilmiştim. "Ben de memnun oldum," dedim.

Etrafımızı saran adamlardan biri, beyaz renkte iki bareti bize uzattı. "Hadi buyurun, gelin..." dedi Sezgin Abi. Bora, baretlerimizi taktıktan sonra yeniden elime uzandığı için, adımlarım onun adımlarını takip ediyordu. "Az vaktin olduğunu söylediğin için, bütün önceliğimiz seninki. Beş vardiya çalışıyor çocuklar. İstediğin canavarı, sana özel hâle getiriyoruz."

21 Mayıs'ta okyanuslara açılacağımız ve adaya gidinceye kadar belki de bize aylarca eşlik edecek olan yatın içine girdik. Yattan çok bir inşaata benzeyen ortamda dolaşırken Bora, Sezgin Abi'ye bazı anlamadığım direktifler vermişti. Salon ve yatak odasının, ferah olması açısından güverteye açılmasını istiyordu ve anladığım kadarıyla yatta bir tane güverte de yoktu. Mürettebat alanı, konuk alanı ve bizim alanımızın ayrıştırılarak dizayn edilmesini ve yatın içinde mümkün mertebe herkes için özel alanlar yaratılmasını...

Bora'nın istekleri o kadar çoktu ki benim yetişebilmem mümkün değildi fakat Sezgin Abi hepsini anlıyordu. Birçoğunu da az çok tahmin ettiğini söylemişti. Normalde böylesine büyük yatların yapım süresi, bir ilâ iki yıl kadar sürede değişkenlik gösteriyordu fakat biz, hâlihazırda var olan ve Bora'nın daha evvel satın aldığı bir yatı tadilat ettirdiğimiz ve Bora'nın, Sezgin Abi'de özel bir yeri olduğu için, ellerini çabuk tutuyorlardı. Konuşma ilerledikçe anlamıştım ki, mevzubahis başka bir yat daha vardı. 21 Mayıs'ta okyanuslara açılacağımız yat, şu an içinde bulunduğumuz yat değildi ve bu yatla, Türkiye kara sularından çıktığımız sırada buluşacaktık. Bu yat Bora'nın üzerine değildi ve sahibi ilan edilmeyecekti. Büyük olduğu için dikkat çekerdi ve herhangi bir ülke denizinin kıyısına demir atacak olursak, vatandaşlar tarafından fotoğraflanması mümkündü. O yüzden küçük bir yatımız daha olacaktı ve rotamız şimdiden belirlenmeye başlamıştı. Sezgin Abi bu detayların hepsine hakim olduğuna göre, Bora'nın epey güvendiği biriydi.

Bora ile Sezgin Abi'nin arasındaki muhabbet epey koyulaştığında yanlarından ayrıldım ve biraz ilerleyerek yatı dolaşmaya başladım. Nerenin neresi olduğunu anlamam mümkün değildi ve de zaten bu yatın kaç metre olduğunu da bilmiyordum fakat havuzu ve helikopter pisti olduğuna göre, yüz metrenin üzerinde olduğunu tahmin edebiliyordum. Güverte olduğunu sandığım bir alana çıktığımda gözlerimi kapattım ve kendimi okyanusların ortasında hayal ettim. Okyanusun kokusu burnuma çalınırken, tatlı bir huzurun ruhumu okşamasına izin verdim.

Henüz yaşamadığımız güzel günlerin hasreti içime dolarken bir erkek sesi yaşadığım bütün hissiyatı bölmüştü: "Aslında burası Titanik değil... Ve de zaten sen, Rose'dan daha güzelsin..."

İki yana açtığım kollarımı indirirken, burnuma tersanenin boya ve toz kokusu dolmuştu. Gözlerim yirmili yaşlarının başında görünen, salaş giyimli, uzun sarı saçlarını topuz yapmış bir çocuğun masmavi gözleriyle birleşti.

"İnanılmaz!" dedi. Dirseğini kırarak, elinde tuttuğu baretini hafifçe omzuna doğru kaldırdı. "Gözlerini açmasaydın seni sadece beğenmiştim ama şimdi... Galiba aşık oldum!"

"Anlamadım?" dedim şaşkınlıkla. Aslında Türkçe biliyordum ve fakat aynı dili konuşmak, her zaman anlamak için yeterli olmayabiliyordu.

"Melekler Türkçe biliyor demek!" dedi çocuk. Yüzünde hayretle dolu bir ifade vardı. "Resmen, doğaüstü bir şey yaşanıyor şu an!" Neredeyse otuz iki dişini göstermek suretiyle gülümsedi. "Nereden düştün sen bu tersaneye? Seni daha önce görmüş olsam unutamazdım. Zaten seni daha önce görmüş olsam, benim sevgilim olurdun da..." Kaşlarım havalandı. "Neyse. Bundan sonra artık. Sensiz geçirdiğim on yedi yıla yazık oldu."

"On yedi yaşında mısın?" diye sordum, şaşkınlıkla.

"Evet. Sen de on altı olmalısın?" dedi. Başını hafifçe sağa yatırdı. "Bilemedin on yedi! Ama asla on sekiz değil..."

"On sekiz değil, yirmi sekiz..." dedim. Gülerken sol elimi kaldırdım. "Ve evliyim."

"Evlenme teklifi etmedim," dedi. Kaşlarım çatıldı. "Medeni durumunu işin içine karıştırmaya hiç gerek yok. Çünkü zaten ben öğrenciyim. Ve liseyi bitirmeden evlenmeme peder bey izin vermez. O yüzden evli olmanın, benim için hiçbir sakıncası yok."

Ağzım neredeyse beş karış açılmıştı ama yine de "Yanlış sularda yüzüyorsun..." diyebildim.

"Daha açılmadık bile," dedi. Yüzüne böbürlenici bir ifade yerleşti. "Öğrenciyim dediysem yanlış anlama sakın ha... Burası benim."

"Senin?" dedim, inanmaz bir tavırla.

"Evet," dedi. Göz kırptı. "Ayaz Kılıç ben. Geldiğin tersanenin adını bilmediğini söyleme sakın. Buralar hep benim..." Etrafına bakındı. "Bak ne diyeceğim melek, en az bunun kadar güzel bir yatım var, ona geçelim mi? Bir şeyler içeriz? Sohbet ederiz? Birbirimizi daha yakından tanırız?  Sen bana geldiğin cenneti anlatırsın? Ben seni kendi cennetimle tanıştırırım? Titanik, ancak birlikte yaptığımızda unutulmaz olur..."

"Niye sen Jack Dawson mısın, Ayaz?"

Bora'nın sesini duyduğumda, ona dönmüştüm. Elleri pantolonunun ceplerinde biraz ilerimizde durmuş, gözlerindeki tasvip etmez tavırla Ayaz'a bakıyordu.

"Finalde de Jack ölüyor, sonra hatırlatmadı olmasın diyeceğim ama resmen replik çalmak olacak." Bora, Elisa'yı kıskandığım için sarf etmekten kaçınmadığım cümleye atıfta bulunarak beni Ayaz'dan daha çok şaşırtmıştı. Ayaz'ın bakışları ciddileşirken, Bora başını iki yana salladı. "Baretini tak baretini, mazallah kafana bir şey düşer!" Ayaz, baretini kafasına takmaya çalışsa da topuzu yüzünden pek başarılı olamamıştı. "Gerçi kafana bir şey düşse, belki aklın başına gelir ama... Babana dua et."

Ayaz, mahcubiyet dolu bir ifadeyle; "Bora Abi, hoş geldin... Bilmiyordum burada olduğunu," dedi.

"Meleğin olduğu yerde, mutlaka şeytan da vardır. Halbuki sezmen gerekirdi..." dedi Bora.

Ayaz boğazını temizlerken bakışlarını kısa bir an bana değdirip, yeniden Bora'ya çevirdi. "Kusura bakma abi..." dedi. Utandığı belliydi ve özgüveni yerle bir olmuştu. "Ben öyle... Tek başına görünce..."

"Tek başına görünce ne demek lan?!" dedi Bora, kızgın bir tavırla. "Tek başına gördüğün her kadına asılıyor musun sen?!" Ayaz herhangi bir cevap verememişti. "Burası sizin tersaneniz! Tersanenin ortasında bir kadın görüyorsun, bakıyorsun yalnız, akabinde de onu yatına davet etmekte sakınca görmüyorsun! Üstelik o kadın, sana evli olduğunu söylediği hâlde? Sezgin Abi'ye nasıl açıklayacaksın bu durumu, çok merak ediyorum!"

"Abi n'olur babam duymasın, belamı siker!" Bora bezgin bir nefes koyuverirken, Ayaz panikle bana dönmüştü. "Senden de özür dilerim yenge. Ben öyle çok güzelsin diye tutamadım kendimi, yükseldim birden!" Hızla Bora'ya döndü. "Abi öyle demek istemedim asla! Yani özür dilerim... Maksadım öyle değildi!"

"Siktir git, başlayacağım şimdi senin ergenliğine," dedi Bora, dişlerinin arasından. Ayaz birden geri gidince, ayağını yerdeki sert bir cisme çarpmış ve yere düşmüş, bareti de kafasından fırlayıp uçmuştu. Onun yerine benim yüzüm acıyla buruşurken, Bora'nın doğaüstü güçleri olup olmadığını bir kez daha düşünmüştüm. "Allah'ın sopası yok!" dedi Bora. Ayaz, koşarcasına uzaklaşırken Bora yanıma geldi. Bir elini belime yerleştirirken, "İyi misin?" diye sordu.

"Çocuk bana saldırmadı... Beni görünce çok etkilendi ve hatta o kadar çok etkilendi ki saçmaladı. Niye kötü olayım?" dedim. Bora'nın kaşları çatılınca güldüm. "Şaka şaka! Maksadını aştı evet, hadsizdi!" Sıkıntılı, çok sıkıntılı bir nefes verirken içinden bana küfreder gibi bakıyordu. "Ama yani ne bileyim... On yedi yaşındaki çocukları bile etkileyebildiğimi görmek, ki bunu yalnızca durarak yaptım-"

"Nazlı!" dedi, sözümü keserek. Elini belimden çekti. "Sus istersen?"

"On yedi yaşındaki bir ergeni kıskanmayacaksın değil mi?" diye sordum, yapay bir merakla. "Gerçi masmavi gözleri-"

Bora bana arkasını dönüp tek başına yürüdüğünde attığım kahkahayla, bütün tersaneyi inletmiş olabilirdim.

♠️

Şirkete gitmek üzere yola koyulduğumuzda, bu sefer arabayı Bora kullanmıştı. Yolda, Sezgin Abi ile Adem Kaptan'ın; Sezgin Abi'nin babasıyla da dedesinin ahbap olduklarından bahsetmişti. Ahmet Bey de zamanında sahip olduğu her türlü tekne ve yatı Sezgin Abi'lere yaptırıyordu ve Bora kendini bildi bileli, o tersaneyi çok seviyordu.

"Ayaz kadarken... On yedi yaşındayken... Yani bundan on yedi sene önce..." demişti, buruk bir tebessümle. "Ben büyük bir ciddiyetle Sezgin Abi ile konuşuyordum. Tersanede. Yakında reşit olacağımı ve dünyayı gezeceğim yatın şimdiden yapılmasını istediğimden bahsediyordum ona. Kaptan olacaktım. Ne pahasına olursa olsun. Lise biter bitmez, kaptan olmak için ne gerekiyorsa yapacaktım. Ben bunları anlatırken o, karısının doğuma gittiği haberini aldı. Ayaz'ın doğduğu günü hiç unutmam o yüzden."

Tersaneye gelip gidişi hiçbir zaman kesilmemişti. Her ne kadar yatla dünyayı dolaşamasa da, kaptan olamasa da, bugüne kadar güzel yatlara sahip olmuştu. Ve bununla mutlu olabilmeyi de öğrenmişti. Ayaz'ı, tersaneye gelip gittikçe bazen görüyordu, o zamanlarda sohbet ediyorlardı, Ayaz lisede, Denizcilik alanında eğitim alıyordu ve yine Bora'nın bildiği kadarıyla, Denizcilik Fakültesi'ne gitmek istiyordu. Bora, Ayaz'la gurur duyuyordu. En azından bugüne kadar. Fakat bugün, iflah olmaz bir serseri olduğuna ikna olmuştu ve onu mutlaka babasına şikâyet edecekti. Öyle söylemişti.

Trafik olduğu için Bora daha fazla dayanamamış, caddenin karşı tarafında arabadan inmemizi uygun bulmuş ve bize eskortluk eden araçtan inen adamlarından birine arabasının anahtarını vermişti. Buraya sayısını dahi bilmediğim kadar çok kez gelmiştim ve fakat caddenin karşısından, gümüş renkte, büyük punto harflerle binanın girişine yazılmış Karabey Holding yazısına, hayatımda ikinci kez bakıyordum. 8 Mart 2017'den sonra ikinci kez. O gün kanımı donduran bu görüntü, artık benim için fazla tanıdıktı ve içimi ısıtıyordu.

Bora'nın bakışları bana çevrildiğinde, kapkara gözlerinde soru dolu bir ifade vardı. "Sevgilim?" dedi. 8 Mart 2017'de, caddenin karşısından bu binaya bakarken, günün birinde böyle bir an yaşayacağımı söyleseler, muhtemelen inanmazdım. "Bir sorun mu var?"

"Yok," dedim. Gülümsedim ve elini tuttum. "Hadi geçelim karşıya."

Beş saniye boyunca, doğru söyleyip söylemediğimi sorgularcasına gözlerime baktı ve daha sonra başını hay hay der gibi salladı. Birlikte karşıya geçtik. Kapının önündeki güvenlik görevlisi, ki yanılmıyorsam adı Ali'ydi, "Hoş geldiniz efendim..." dedi.

Buraya en son ne zaman geldiğimi hatırlamıyordum ama yılın 2017 olduğunu biliyordum. Eskiden mıh gibi aklıma kazılı olan 9 Haziran ile 25 Eylül 2017 arasındaki hatıralarımın bazılarının zamanını kestirmek, artık o kadar da kolay olmuyordu. Temmuz sandığım anıyı daha sonra düşününce Ağustos olduğuna karar veriyor, Ağustos sandığım anının üzerine düşününce belki de Temmuz olabileceği ile ilgili kafa karışıklığı yaşıyordum. Belki zaman aktığı için, belki artık mutlu olduğum için, belki de artık o günlerin sahte olduğunu bildiğim için, hiç unutamayacağımı sandığım şeyleri unutmaya başlıyordum. Zaten her bir günün, bir önceki kadar sancılı ve pişmanlıkla geçtiği sayılı zamanı hatırlamamak daha iyiydi.

Holdingten içeriye girdik. Önümüzden geçen insanlar Bora'ya ve bana selam veriyorlardı. Ben tanımadığım bütün bu insanlara gülümserken, Bora başıyla selamlarına karşılık vermeyi tercih ediyordu. Duraksamadan asansörlere ilerledik, asansöre bindik ve Bora 21'e bastı. Garip bir şekilde heyecanlanmıştım. Ne zaman birbirimize aşık olmuş ve ne zaman evlenmiştik, neler yaşamış, ne badireler atlatmış, ne günlerden geçmiştik ama bugün buradaydık. Üç kişiydik. Kızımız, ben ve Bora. Oysa sanki daha dün, ilk kez bu şirkete adım atmıştım ve sanki oynadığımız oyun daha dün başlamıştı.

Asansöre birileri biniyor, birileri iniyor, biz en arkada el ele kalmaya devam ediyorduk. Asansör Bora'nın odasının olduğu katta durduğunda, asansörden indiğimizde, Nazan Hanım bizi içtenlikle karşıladığında ve Bora'nın odasına yürürken de ellerimiz hiç ayrılmadı. İnsanın, bir holding binasının, üç yüz doksan dört odasından birini, bir arkadaşını özler gibi özlemesi, normal miydi? Bora'nın elini bıraktım, çantamı kanepenin üzerine koydum, masasına doğru ilerledim, masasının arkasına geçtim ve Boğaz'a baktım. Derdi İstanbul'dan büyük adamın, ben yokken, nerede olduğumu bilmezken, beni deli gibi merak ederken, buradan baktığı zamanlarda ne gördüğünü, ne düşündüğünü, ne hissettiğini deli gibi merak etmiştim.

Tam arkama geldi ve kollarını karnıma sardı. "Buradasın..." diye fısıldadı kulağıma. "Hiç gitmemiş gibi... Ve ilk kez, bugün gelmiş gibi." Boynuma ıslak bir öpücük kondurdu. "Ve bundan sonra, hiç gitmeyeceksin..."

Yüzümü ona döndüm. Kapkara gözleri, gözlerime mühürlendi. Sırtımı cama yaslarken, ellerimi omuzlarına yerleştirmiştim. "Beni CEO yapmadın..." dedim iç çekerek. Gamzesi bütün çarpıcılığıyla gün yüzüne çıkmış, günümü aydınlatmıştı. "Alacağın olsun!"

"Alacağım çok hayattan..." dedi. Dudakları dudaklarımla birleşti. "Senden..." Öpücükleri yumuşak fakat tutkuyla sarmalanmıştı. "Bundan sonra beraber geçireceğimiz her bir günden."

Gülümserken derin bir nefes aldım. Bakışlarım masasının üzerine kaydığında, ne zaman çekildiğini bilmediğim bir fotoğrafı gördüm. Fotoğrafı fark ettiğimi anladığı için kollarını gevşetti. Masasına yaklaştım ve gümüş çerçeveyi elime aldım. Uzun saçlarımın birkaç tutamı yüzümü gölgelerken, çenem elime yaslıydı ve burada, Bora'nın masasında oturuyordum. Bakışlarım dalgın bir şekilde Boğaz'a doğru olduğunu sandığım yere çevrilmişti ve bu esnada biri, muhtemelen Bora fotoğrafımı çekmişti.

Merakla karışık bir şaşkınlıkla yüzüne baktım. Ağır hareketlerle sandalyesini çekti ve sandalyesine oturdu. "Burada olduğunu, bu masaya oturduğunu, gerçek olduğunu unutmamak için..." dedi. Zorlukla yutkundum. "Çalışırken seni izlemek... Ki buraya doğru düzgün geldiğim de çalışabildiğim de söylenemez ama... Çalışırken seni izlemek, hep çok hoşuma gitti."

Çerçeveyi elimden bıraktım ve sandalyesinin arkasından, kollarımı boynuna doladım. Sakalları arasından yanağına kocaman bir öpücük kondurup, "Hadi fotoğrafımızı çek!" dedim.

Gülümserken, cebinden telefonunu çıkarttı. Başımı başına yasladım ve en güzel gülümsememle ekrana baktım. Bora fotoğrafı yakınlaştırarak, bilhassa gülümsememe bakmıştı. Telefonunu masanın üzerine bıraktı. Bileğimden tutarak beni yönlendirdi ve kucağına çekti. Ben kıkırdarken o bir koluyla omzuma destek olmuş, hafifçe bana doğru eğilmiş ve aralık dudaklarımdan içeriye sızmıştı. Soluksuz kalıncaya dek beni öpmeye devam ederken, bir yandan da nabzımın attığı yeri okşuyordu.

"Seni..." dedi, nefesi nefesime karışırken. "O ilk gün... Bana geldiğinde, sevgilim olduğunda... 8 Mart'ta... Kucağıma oturtmuştum..." İç çekti. "Sınırlarını ve sınırlarımı çiğnediğim... Haddimi aştığım bir eylemdi." Güldüm ve başımı onu onaylarcasına salladım. "Sonrasında kendimi fazlasıyla ayıpladım ben de ve çok tuhaf hissettim."

"Düşününce... Senin asla yapacağın bir şey değil bu," dedim.

"Değil," dedi yekten. İç çekerken, saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırmıştı. "Sen bana, asla yapmayacağım ne varsa yaptıran..." Kaşları havalandı. "...ve bunu çoğu zaman sadece durarak yapan o kızsın..." Gözleri kısılırken, yüzünde eski bir fotoğraf karesinin yansıması oluşmuştu. "Kız... Kız... Kız..." diye tekrarladı. Güldü. "İçimden adını dahi zikretmemeye, senin alelade biri olduğunu düşünmeye şartlanmıştım. Öyleydin de. Ömrüm boyunca izleyebileceğim kadar güzel gözleri olan, alelade bir kız. Ta ki sen bana sarılıncaya ve kokun tümden içime işleyinceye kadar."

"Bora..." dedim yavaşça.

"Söyle sevgilim," dedi.

"Hani seninle konuşmuştuk... Uçakta... Güvenden daha önemli olan bir şey var bence. İnanç. Çünkü o kalpten geliyor. Ve ben, sana inanıyorum, demiştim. Hatırlıyor musun?" diye sordum.

"Evet," dedi. Dudakları şakağıma değdi. "Ben de sana, bize inanmanı söylemiştim."

"Bize inancım sonsuz," dedim, içten bir ifadeyle. "Sana olan inancım gibi. Sen de bana inanıyor musun?"

"Bu nasıl bir soru Nazlı?" dedi. Bakışları mümkünmüşçesine daha da kararmıştı. "Kendimden bile çok."

"O zaman şimdi söyleyeceğim şeye de inan..." dedim. Merakla gözlerime baktı. "Seni bunaltmak istemiyorum, o yüzden uzatmayacağım." Derin bir nefes verdim. "Sen, harika bir baba olacaksın..."

Gözlerine gömülü bir enkaz; o enkazın içinde de yıllardır kurtarılmayı bekleyen ve can çekişen bir adam vardı. O adamı, o enkazda esir tutan Kara'nın kendisiydi. En sonunda, en dibe daldım. En sonunda, ona dokundum. En sonunda, onun elini tuttum.

Onunla beraber suyun en aydınlık yüzeyine çıkacaktım.

"Sen harika bir baba olacaksın çünkü ben, bunu görebiliyorum..." Kapkara gözleri, en sonunda kurtarılacağına dair ufacık da olsa bir umutla dolmuştu. "Nasıl görebildiğimi bilmiyorum. Belki küçük Nazlı görüyordur... Belki bugünkü Nazlı... Belki anne ve babamdan öğrendiklerim görmemi sağlıyordur. Belki anne ve babam öldükten sonra kaybettiğim günlerim... Bilmiyorum. Ama sen, muhteşem bir baba olacaksın. Sen, kızımızın başına gelen en güzel şey olacaksın."

Beni nutku tutulmuş gibi dinliyordu. Aslında söylediğim hiçbir şeyin yepyeni cümleler gibi tınlamaması veya onu şaşırtmaması gerekirdi ama sabah izlediği videodan sonra, duymayı en arzu ettiği şeyler bunlardı.

"Bunların hiçbirini, sen kendini iyi hisset diye ya da bunları duymaya ihtiyacın var diye söylemiyorum Bora..." dedim, büyük bir ciddiyetle. "İnandığım için söylüyorum. Bence sen, baba olmak için var olmuş bile olabilirsin. Bence senin, baba olmaman büyük bir eksiklik olurdu. Ben, senin babası olduğun bir bebeği dünyaya getireceğim için çok şanslı hissediyorum. Bunu hiçbir zaman unutma, olur mu? Sen varsın diye içim hep rahat. Ve hep rahat olacak."

Tınısı minnetle dolup taşan bir sesle, "Nazlı..." diye soludu.

Kollarını bana sardı. Saniyeler, dakikalara dönerken geçen zamanı saymadım. Kucağında ve kolları arasında olmanın huzurunu doya doya içime çektim.

Acaba o günden daha ağır mıydım?

"Ayva göbeğim yine var ama değil mi?" diye sordum, başımı omzundan kaldırırken. "Minik minik karın kaslarımla her geçen gün vedalaşıyoruz." Kaşlarını çattığında, "Tamam tamam biliyorum, hamileyim!" dedim. Derin bir nefes verdim. "Ve biliyorum, sen beni her hâlimle çok beğeneceksin."

"Minicikten daha minik bir göbek..." dedi, eli crop'tan çıplak kalan karnıma yerleşirken. "Kızımız doğduğunda... Eğer minik minik karın kasları yapmayı tekrar istiyor olursan... Sana ben yaptıracağım... Söyledim sana Kıbrıs'ta. Eğer sen istersen, ben seve seve bu görevi üstlenirim... İçimde kaldı çünkü. Ben yokken yaptığın minik minik karın kaslarını saymıyorum. Sayamıyorum. Her gün mekik çektirebilirim sana, dudaklarımızın birleşmesiyle noktalanan..." Alt dudağımı dişledim. "Çok fazla hayalim var."

Parmak uçlarımı sakallarında dolaştırırken, "Benim de var," dedim. Gözlerini iki saniye biliyorum der gibi yumdu. "Birlikte geçecek bir ömür... Hayallerimizi gerçekleştireceğimiz... Birbirimizi mutlu edeceğimiz, beraber mutlu olacağımız, çok mutlu olacağımız bir ömür..."

"İnşallah sevgilim," dedi. Alnımdan öperken, karnımın üzerindeki parmakları yavaşça hareket etmişti. "O günlere kavuşmayı sabırsızca, kalbim deli gibi çarparak bekliyorum."

Kapının tıklatılmasıyla beraber dan diye Bora'nın kucağından kalktım. Refleksleri epey güçlü olduğu için bileğimi tutmuş, diğer eliyle de belime destek vermiş ve hızla, "Nazlı yavaş!" demişti. Bahar içeri girerken, zorlukla masaya tutundum. Aniden kalktığım için başım dönmüştü. "Gel, otur..." Bora kalktığı sandalyeye beni yavaşça oturturken, damağımı kaldırdım.

"Korktum ya..." dedim. Bir dizini yere koyarak sandalyenin önünde eğildi. "Basıldık zannettim bir an..." Bahar gülünce, "Gerçi bir şey de yapmıyorduk ama..." diye ekledim.

"Şu ani hareketlerini kontrol etmekte zorlanıyorum!" diye kızdı Bora. Masasının üzerindeki sürahiye uzandı ve bana bir bardak su verdi. "Kim basacak bizi? Bassalar ne olur?" Sonra ikinci. "Gülme Bahar!" Allah'tan sadece bana kızmıyordu.

"Ay gülerim valla," dedi Bahar, neşeyle. "Sen dün, Çınar'la benim date'imi mi basarsın?! Oh olsun sana!"

Üçüncü bardak suyu yudumlarken, Bahar'ın cümlesiyle öksürmeye başlamıştım. "Helal Nazlı, helal!" dedi Bora. Bardağı bitirip ona uzattığımda dördüncüsünü doldurmuş, bir yandan da Bahar'a laf yetiştirmişti. "Gerçekten niyetim sizi basmak değildi. Acil çıkan bir iş yüzünden uğramamız gerekti." Kozu, Çınar Akbulut'tan almıştı. "Ama dürüst olmak gerekirse, bilhassa habersiz geldim, orası ayrı. Ama o da zaten gelmek zorundaydım diye."

"Teşekkür ederim," dedim bardağı Bora'ya uzatırken.

"Babalığımızın şerefine Second Mom'a ortak oluyoruz ha?!" dedi Bahar. Konu beklenmedik bir hızda değiştiği için, Çınar'ın evine kiminle gittiğini soramamıştım. Gökhan'la olabilir miydi? Çok sevdiği, eski bir arkadaşı Gökhan olabilir miydi? Peki eğer öyleyse, ödenen bedel neydi? "Holdingi bana devrettiğin günün ertesi, yine patronluk taslıyorsun kuzen! Yani kâğıt üzerinde de olsa, azıcık tadını çıkartsaydım ya!"

Bora güldü. "Babalığımın şerefine değil de..." Sandalyesinden kalkıp kanepeye ilerlediğim sırada, Bahar bana gülümsemiş ve Bora'nın masasının önündeki koltuğa oturmuştu. "Nazlı'nın biberon tasarım fikirleri var. Second Mom olması gerekiyor biberonun. Adamlara emrivaki yapamayacağımız için, kârlı da bir yatırım olur diye düşündüm. Hem hâlâ Türkiye pazarı için, bizden beklentileri var."

"Aynen çok iyi bir yatırım," dedi Bahar. Bora'nın masasının üzerine birkaç dosya koydu. "Zaten aslında biz bu yatırım fikri için çalışmıştık zamanında, biliyorsun. Şimdi geliştireceğiz tabii. Ama ben kaba taslak bir şeyler hazırlamalarını rica ettim. Önce biz görüşelim istedim."

"Bir dakika versene bana Bahar," dedi Bora, telefonunu eline aldığında.

Ben de bu sırada çantamdan telefonumu çıkarttım ve Çınar'a, "Hey! N'aber? Her şey yolunda mı?" yazdım. Hatta aynı mesajı Gökhan'ın sayfasına da kopyaladım.

Çınar'dan veya Gökhan'dan cevap beklediğim sırada yukarıdan düşen Instagram bildirimi ise gözlerimin ve dudaklarımın aynı anda açılmasına sebep oldu.

Bora Karabey, hikayesinde benden bahsetmişti.

Az evvel çektiği fotoğrafımızı story'sine koymuş, beni etiketlemiş ve etiketimin yanına da beyaz bir kalp iliştirmişti.

Bakışlarım şaşkınlıkla gözlerine çevrildiğinde, telefonuma bir Instagram bildirimi daha düşmüştü.

Bora Karabey, beni takip etmeye başlamıştı.

Kesik bir nefes verdiğim sırada bana göz kırptı. Yüzüme yayılan gülümseme öyle büyüktü ki şu an Instagram'da canlı yayın açabilir ve herkes beni izlerken ağlayabilirdim. Bora Karabey, bir hayalimi daha gerçekleştirmişti. Bunca derdin arasında derdim gerçekten de bu muydu ve insanın kendi değerini bununla ölçmesi ne kadar doğruydu bilmiyordum ve zaten Bora için çok ama çok değerli olduğumu, her şeyden daha değerli olduğumu biliyordum ama içim içime sığamaz olmuştu.

Bora Karabey, beni dünyanın en mutlu insanı yapmıştı.

Bir kez daha.

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

622K 48.3K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
240K 10.6K 49
Biraz fazla içki içtikten sonra birinin yanında uyanmak bu çağda yeni ve sürükleyici bir hikaye değildi. Ama Korkut Mirzan'nın çarşaflarında uyanmak...
744K 42.5K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
55.6K 3.6K 14
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]