Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.2M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
8*
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
168.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻🌻
172.Bölüm
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
180.Bölüm
181.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

Güneşçiçeği*🌻

273K 14.6K 15.3K
By dpamuk

Sevgili Maça Kızı 8 Ailesi,

171.Bölüm'ün sonunda, özel bölüm mü yayınlayayım yeni bölüm mü karar veremediğimi söylemiş, sizlerin de fikirlerinizi yazmanızı rica etmiştim.

Sonra da ben, yeni bölüm yayınlamaya karar verdim. Fakat gelen tweetlerin ve DM'ye düşen mesajların ardı arkası kesilmeyince kafam yine karıştı...🥹 Üşenmeyip tek tek baktım, baktık, saydım, saydık. Ve iki gün önce, özel bölüm isteğinin alenen daha çok olduğunu fark ettik. Acı bir fark ediş oldu tabii bu, yeni yıla sadece iki (🙄) gün kaldığı için. Yaparım, yapamam, yetiştiririm yetiştiremem derken kendimi özel bölümü yazarken buldum. Radikal bir karardı ve bu kararı ben mi verdim ve ne ara verdim, asla anlamadım.

Arzu ettiğim yerin daha gerisinden başladım bir de, anlam bütünlüğü tamamlansın diye, ben bir okur olsam oraları tamamen okumak isterim diye... Bendeki de ne cesaret ama!

Çok uzun olacaktı ve tamamını bugüne yetiştirememe ihtimalim çok yüksekti. Beni biliyorsunuz, alelacele veya içime sinmeyen bir bölüm yayınlamam mümkün değil. Genel kontroller, imlâ kontrolleri, tekrar tekrar okuma okutma, sesli okuma okutma rutinlerim de var. Dönüp dönüp üstünden geçmeye de zamanımın kalması gerekiyordu yayın gününde.

O yüzden, zaten Maça Kızı 8 Bölümleri'ne göre x2 uzunluğunda olacak bölümü -buradaki hâlinden şaşmadan- ikiye bölmeye karar verdim.

Bu akşam 102.Bölüm'ü... Yarın akşam da kısmetse 103.Bölüm'ü, Bora'nın bakış açısından okuyacağız.

Daha ilk kelimeler akıp giderken, beni ne kadar uğraştırırsa uğraştırsın, uykusuz da bıraksa, nefesimi de kesse, 2023'ü ağır bir yorgunlukla karşılayacak da olsam buna değeceğini anladım.

Önce yorumlarda buluşalım, 2022'ye Nazlı ve Bora ile veda edelim... Sonra ben koşup gideceğim, özel bölümü yazmaya devam edeceğim ve kısmetse, 2023'e yine Maça Kızı 8 yazarak gireceğim. Altıncı kez! Hem 2022'nin son akşamı, hem de 2023'ün ilk akşamı, Maça Kızı 8 okumak varmış demek ki sizlerin kısmetinde de.

2023'ün herkese sağlıkla, huzurla, mutlulukla, aşkla, bereketle ve uğurla gelmesini diliyorum. Yükleriniz uçup gitsin, dertleriniz devasıyla buluşsun, kalpleriniz ferahlığa ulaşsın. Gözlerinizi ya mutluluk ya da hikâyeler doldursun sadece. Gönlünüzden geçen neyse gerçekleşsin, hayallerinizden daha da güzelleri sizinle olsun.

Benim hayalim belli. Maça Kızı 8, 2023'te elimizde olacak. İmzalarımız başlayacak. Bol bol sarılacak, birbirimize kavuşacak, yüz yüze de Nazlı ve Bora konuşacağız. Bi' de Ada mı? 🐥💛

Sizi çok seviyorum yol arkadaşlarım.

İyi ki varsınız, daima var olun... 🫠✨🌻

🎲

Annemle yurtdışı tatillerine çıktığımızda, muhakkak müzeleri de gezerdik. İyi bir rehberdi. Gezdiğimiz bütün müzelerdeki sanat eserleri hakkında bir şekilde fikir sahibiydi ve bu hayatta bilmediği hiçbir şey olmadığını sanırdım. Koleksiyoner olduğu gibi, hiçbir zaman koleksiyonuna ekleyemeyeceği eserleri de sergilendikleri yerde görmeyi de severdi. Hatta tablonun zarar görmemesi için belirli yıl aralıklarla, yalnızca birkaç aylığına orijinalini sergileyen müzelerin kuyruklarında beklemişliğimiz var. Annem dünyaca ünlü ressamların eserlerini bile, daha sonra hiçbir yorumcuda rastlamadığım kadar değişik açılardan ele alırdı ve ablamla beraber, onu hayranlıkla dinlerdik.

"İyi bir resim," derdi. "Sende iyi ya da kötü, büyük bir duygu uyandırandır. Hiçbir şey hissetmediğin ama iyi olduğu söylenen bir esere saygı duy, sanatçısını takdir et ama o eseri sevmek zorunda hissetme. Çünkü aslında, bütün söylenenlerin aksine, dünyanın en iyi sanat eserleri listesi diye bir şey yoktur. Sanat görecelidir, sen kendi dünyana bak. Herkesin kötü diye parmakla gösterdiği bir eser, senin ruhuna dokunuyorsa, o senin dünyanın en iyi sanat eserlerinden biridir, buna inanmaktan vazgeçme ve onu sakın kaçırma."

Belki de amatörce bir söylem fakat bana göre, doğruluk payı oldukça yüksek. Annemin sanata olan tutkusu bana da geçmiş olsa gerek, onunla başlayan alışkanlığımı, ondan sonra da devam ettirdim. Ve ben de bugün hâlâ, bir sanat eserini annemin gözlerinden görüyorum. Bir tablonun iyi olduğunu anlayabiliyorum ama her iyi tablo, benim en iyiler listeme giremez.

Andrea DiCarlo, asla arkadaşım diye söylemiyorum, ruhuma dokunmayı başaran bir ressam. Çünkü resmettiği Chianti Sunflower'da Nazlı var. Ruhuma dokunmakla kalmadı, ruhum bizzat geceye kafa tutan güneşle doldu taştı.

"Bu, benim..." dedim. Bakışlarımı tablodan çekemiyorum fakat Andrea'nın yüzündeki memnun gülümsemenin farkındayım. "Yapmışsın yapacağını. Tebrik ederim."

"Asıl sen yaptın yapacağını," dedi muzip bir tavırla. "En pahalısını seçmeyi başardın yine! İşime gelir. Çünkü muhtemelen buradaki en zengin sanatsever sensin! Çek de kabul ediyoruz dostum. Ve sana indirim yapmaya pek niyetim yok."

"Kalemin var mı?" diye sordum ve cebimden çıkarttığım çek defterini doğruca Andrea'ya uzattım. "Fiyatı umurumda bile değil."

Andrea, biraz ileride konuklarla konuşan Melis'e kalem getirmesini işaret ederken, ben yeniden karşımda adeta yaşıyormuş kadar canlı duran tabloya dönmüştüm. Eğer Nazlı hayatı boyunca tek bir renk kullanabilecek olsaydı ve bir şekilde bunun kararını ben verecek olsaydım, bu rengin bordo olmasını isterdim. Sunflower'a yakıştığı gibi Nazlı'ya da çok yakışıyor. Dudaklarına, dudakları arasındaki vişneli sigaranın izmaritine, tırnaklarına ve üzerine giydiği herhangi bir parçaya... Ama bu rengi çok fazla kullanmıyor. En fazla rujda veyahut ojede. Onu ilk gördüğümde dudaklarında bordo ruj vardı, ilk beraber olduğumuzda ise tırnaklarında bordo oje. Halasının evine ilk kez gittiğimizde üzerine giydiği bordo dar kazak da hâlâ evli olduğumuzu öğrendiğinde ve hadsizce benden kendisine Nina dememi istediğinde giydiği salaş bordo kazak da ona ayrı ayrı çok yakışmıştı mesela.

Keşke, babaannemin çeyiz bohçasına koyduğu bordo geceliği de bir kez olsun giyebilseydi.

"İmzanızı rica edeceğim Bay Karabey!" dedi Andrea. Julia, Stefan, Mila ve Melis de yanımıza gelmişlerdi. Çek defterine imzayı attığımda, "Güzel bir alışveriş oldu..." diye ekledi.

Julia onlara büyük bir iyilik yapmışım gibi bana minnetle gülümserken Stefan, Andrea'yı tebrik etmişti. Mila ise her zamanki içten tavrıyla, "Güzel bir alışveriş tabii! Muhtemelen karısına Noel hediyesi olarak aldı adam bu tabloyu! Julia, sen de aklını kullan ve bu parayla kendine bir Noel hediyesi aldırt!" dedi.

Andrea hızla, "Noel çoktan geçti," dediğinde, herkes kahkaha atmıştı. Benim dışımda. Mila'nın cümlesiyle gerçekleri yeniden hatırladığım için değil kahkaha atmak, gülümseyecek hâlim bile kalmamıştı.

"Çünkü ben önem verdiğim kimseyle birlikte olmuyorum... Bunu... Sevdiğin kimseyle poker oynamamak gibi düşünebilirsin... Ama benim hayatımda, senin hayatındaki gibi istisna olan bir Gökhan da yok... Yabancılarla ve sadece bir defa..."

"Cömert olmalısın dostum, Mila haklı!" dedi Stefan.

"Lütfen lütfen! Bu tabloların geliri öğrencilere bağışlanacak, unuttunuz mu?! Hem bu adam, Noel'de karısının yanında değildi. Hatta her zaman yaptığı gibi karısını Türkiye'de bırakıp Amerika'ya geldi. Ama ben kız arkadaşımın yanındaydım. Şimdi olduğu gibi... Değil mi Julia?"

"Evet aşkım! Ama bu, bana hediye almadığın ve alman gerektiği gerçeğini değiştirmez! Bora... Andrea'nın ağzına laf verdiğine inanamıyorum! Gerçekten Nazlı'yla gelir misin bir gün yanımıza?! Her defasında, bir dahakine deyip atlatıyorsun bak bizi! Lütfen... Her koşulda, Andrea senin yüzünden üste çıkıyor görüyorsun!"

"Bence bu yılbaşında, Nazlı'yı Boston'a direkt biz davet edelim. Kimde numarası var? Gökhan'dan mı istesek? Çünkü Bora'ya kalırsa, tanışacağımız yok!" dedi Stefan.

Nazlı zaten bir haftadır Boston'da. Bunu söylesem bana ne tepki verirler acaba? İki gündür Nazlı ile aynı şehrin havasını soluyoruz. O, muhtemelen benden kaçmak için buraya geldi. Ben ise holdingle alakalı işler yüzünden. Noel'i çocuklarla kutlamak da fena olmadı, en azından kafam dağılıyor. Nazlı, bu şehrin neresinde hiçbir fikrim yok ama Selim'in yerini bildiğini biliyorum. Sormuyorum. Eğer sorarsam yanına gitmek isterim çünkü. Bu yanlış. Çünkü o beni yanında istemiyor. Gerçekten istemiyor. Yine de Selim, Nazlı'nın nerede olduğunu bildiği için biraz olsun iyi hissediyorum. Eğer bana ihtiyacı olursa haberim olur ve ben de koşarak yanına gidebilirim.

"Nazlı'yı çağırmak iyi bir fikir. Noel hediyesi tablo muymuş onu da anlarız," dedi Andrea.

"Ama gülümsemesi... Kimsenin değer biçemeyeceği, izlemeye doyulamayan bir tablo gibi..."

Zaten aramızdaki ilişkinin bu şekilde olması gerekmiyor muydu? 8 Kasım'da ayrılmak üzere ona bir oyun oynadığımda, tam da bu şekilde olmamızı hedeflememiş miydim? Beni artık sevmemesini, benden soğumasını, benden geçmesini, bizi unutmasını, onun için...onun için herhangi biri olmayı... Önemsemediği, sıradan, alelade biri. Sindirmesi çok zor ve biraz zaman alacak. Benim açık açık bir yabancı olduğumu kastettiği günün üzerinden, bir buçuk ay geçti gitti bile. Ortada hayıflanabileceğim bir durum yok. Kendi düşen ağlamaz derler ya benimki de o hesap.

"Tablonun Noel hediyesi olmadığına emin olabilirsiniz," dedi Melis araya girerek. "Malum biz Noel kutlamıyoruz. O yüzden kavga etmeyi bırakın."

Nazlı'yı dünyanın her yerinde, sadece iyi olduğundan emin olmak için aramadım mı? İyi olduğunu bildiğime göre, mesafemi de korumak zorundayım. O, kendisini sevdiğimi bilmiyor. Bunu aklıma mıh gibi kazımam gerek.

"Ama sonuçta yılbaşında hediye alıp veriyorsunuz," dedi Julia. Güldü. "Ayrıca senin hemcinsine destek çıkman lazım!"

Peki ellerimde kalan kalbini ona nasıl geri vereceğim?

"Benim, Bora'yı yanınızdan kaçırmam lazım..." dedi Melis ve koluma girdi. "Adamı tablo aldığına pişman ettiniz! Burası bir kafe-sanat galerisi ve ben burayı birçok ressama açıyorum. Müşterimi soğutmayın mekanımdan!"

Andrea, Julia, Mila ve Stefan bir kez daha kahkaha atarlarken, Melis'le arka bahçeye doğru ilerledik. İçerinin gürültülü olduğunu, dışarı çıkar çıkmaz daha iyi anlamıştım. "İyi geldi sessizlik," diye mırıldandım. Köşedeki boş masaya geçtiğimizde bir sigara yaktım.

"Bizimkiler de az gürültücü değil," dedi sitem edercesine. "Noel'den sonra bir gün dinlenmek bile yetmedi. Benim de kafam kazan oldu valla."

"Yoruldun da çok," dedim. Bir garson yanımıza geldi ve Melis'e bir kadeh şarap, bana ise bir kadeh viski getirdi. "Bugünün hazırlıklarına sabahın kör saatinde başlamışsındır diye tahmin ediyorum."

"Evet. Alışveriş yapmam lazımdı," dedi. Şarabından büyük bir yudum alıp, gözlerini gözlerime sabitledi. "Hatta o sırada, Nazlı ile karşılaştım."

Yalan söylediğim için utanmam, yalanım ortaya çıktığı için mahcup olmam gerekiyor. Fakat ben Nazlı ile Melis'in karşılaşmasına takıldığım için, henüz bu duyguları hissedemiyorum. Neden ben değil de Melis yaşadı bu şahane hadiseyi?!

"Haddim değil biliyorum. Merakımı mazur gör. Ama bana üç senedir Amerika'da olduğunu söyledi. Harvard'da..."

Maalesef. Ve ben, o burnumun dibindeyken dahi onu bulamadım. Bunu hatırlamak her defasında kalbimi delik deşik ediyor.

"İlk kez yalan söylediğine şahit oluyorum..."

Melis gözlerimin içine öyle tedirgin bir şekilde bakıyor ki biraz daha konuşmazsam, gerçekten endişeleneceğini biliyorum. "Dürüst olmak gerekirse ilk kez yalan söylemiyorum," dedim. Muhtemelen cümlemdeki tezatlık kafasını karıştırdı. "Ama sana ilk kez yakalanıyorum."

"Ortada çok büyük bir sorun olduğu bariz." İnsanın arkadaşını tanıması böyle bir şey. "Nazlı da iyi görünmüyordu. Daha doğrusu... Değişmiş görünüyordu. Saçlarından bahsetmiyorum. Bakışları... Bakışları donuktu." Kendisine yalan söylediğim için kızgın değil, aksine sorunun ne olduğuna ve bana yardımcı olup olamayacağına odaklanmış durumda. "Biliyorsun. Anlattım sana. Anıl bana, Nazlı'dan o kadar çok bahsetti ki neredeyse onu çok iyi tanıyor gibiyim." Pek hoşuma giden bir hikâye değil bu aslında. Hatırlayasım yok. Ne Anıl'la kurduğu arkadaşlığı, ne Anıl'ın Nazlı'yı benim arkadaşım olan Melis'e anlatacak kadar şuursuz olmasını, ne de Anıl'ı. "Ve karşımda gördüğüm kadın... Başka biriydi Bora."

"Ben öyle demezdim," dedim. Sigaramdan art arda çektiğim dumanı havaya üfledim. "Yani, o kadının başka biri olduğunu iddia etmezdim... Çünkü senin, sizin aksinize ben Nazlı'yı görüyorum."

Bu cümleyi bir buçuk ay önce, bu kadar kendimden emin bir şekilde kuramazdım. Yeniden karşılaştığımız günden bu yana, benim de zaman zaman kafam karıştı. Karşımda gördüğüm ve kendimin yarattığını bildiğim kadının Nazlı olmadığını düşündüğüm birçok an yaşadım. Nazlı bazen kendini ele verse de Nina Adams'ın arkasına saklanıyordu ve elimi uzatıp ona dokunmak istediğim anda suyla temas eden ateş gibi yok oluyordu. Öyle ki Nazlı'nın orada olduğunu hissettiğim anların, geçmişten gelen bir yanılsama olduğunu ve benim tümden Kara olmam ve Bora'yı yok etmem gibi Nazlı'nın da yok olduğunu düşünmeme ramak kalmıştı. Fakat o gece, benim bir yabancı olduğumu ima ettiği gece, Nina Adams'ın tamamıyla bir maskeden ibaret olduğunu ve Nazlı'nın orada, bıraktığım yerde durduğunu gördüm. Seviştiğimizde değil benden intikam aldığında gördüm Nazlı'yı.

Çektiği acı hâlâ taze olan, yaraları hâlâ kanayan, gözleri hâlâ hüzünle bakan, küçük nazlı kız çocuğunu.

"Onu da davet ettim aslında resepsiyona... Ama gelmeyecek herhalde..."

"Gelmez muhtemelen," dedim. Sigaramı söndürürken gülümsemeye çalıştım. "Bunca zaman boyunca kendisinden Türkiye'de diye bahsettiğimi öğrendi mi?"

Melis kaşlarını çatarken, "Maalesef öyle bir pot kırdım," dedi.

Kadehimdeki viskiyi kafama diktim. "Ben eve geçeyim Melis..." dedim ayaklanırken. Gözlerine onlarca soru yerleşmişti ve bir an için ne diyeceğini bilemedi. "Haklı olarak merak ettiğin çok şey var ama... Anlatacak gücüm yok. Zaten doğru bir zaman da değil. Misafirlerinle ilgilenmen gerek."

"Bora, aklım sende kalacak..." dedi kaygıyla. O da ayağa kalktı. "Bak resepsiyondan sonra sana geleyim, oturalım ve sabaha kadar dertleşelim. Olur mu?"

Başımı iki yana sallarken, "Gerek yok..." dedim. Omzuna minnetle dokundum. "Yalnız kalsam daha iyi." Melis yalnız kalmamı istemese de bana saygı duyarak durumu çaresizce kabullenmek zorunda kaldı. "Kimseye görünmeden çıkayım. Çocuklara daha burada olduğumu, yine görüşebileceğimizi söylersin. Bir telefon geldi ve gitmek zorunda kaldım... Yadırgamazlar zaten."

"Merak etme," dedi. Boynuma sıkı sıkıya sarıldı. "Sorun her neyse... Umarım bir an önce geçer..."

Geçmeyeceğini biliyorum.

🎲

"İyi değilsin Kara," dedi Aydın. Telefonu sol elimle tutarak, kendime bir kadeh viski doldurdum. "Ne kendini ne de beni kandırmaya çalış... Bir süredir, gerçekten iyi değilsin."

"Aydın..." dedim iç çekerek. Kadehi fondip yapıp, iskelenin üzerine bıraktım. "Görmezden gel. Anlamayıver lan!" İçime derin bir nefes çekmeye çalıştım. "Sen benim dediklerime odaklan. Çınar Akbulut'la alakalı ne buldun?! Nazlı, Harvard'da olmasına rağmen ona nasıl ulaşamadık?! Bu sorunun cevabını hâlâ bilmiyor olmak canımı sıkıyor! Profesör'e kadar yaklaşıp nasıl yol katedemedik?! Eksiğimiz ne?! İçeride bir hain varsa, kim?! Alp kimin adamı Aydın?! Kartelin içine sızabildin mi?! Büyük Masa'yı topla gerekirse, bir şey yap artık!"

"Bütün sorularına cevap bulacağız... Ama sen iyi olmazsan detayları kaçırır, bizi cevaplara götürecek diğer doğru soruları bile göremezsin Kara!"

"Nasıl iyi olacağım amına koyayım?!" diye bağırdım hırsla. Ayaklarım okyanusa doğru sarkarken, iskelede geriye doğru uzandım. "Geberiyorum aşkımdan ve bunu söyleyemiyorum bile! Nasıl iyi olacağım?!"

"Dün morg morg geziyordun!" dedi Aydın, yüksek sesle. "Bugün en azından yaşadığını biliyorsun! Yetineceksin! Yetinmek zorundasın Kara! Buna mecbursun!"

"Beni artık sevmiyor..." dedim. Kelimeler Nazlı'nın içindeki cehennem ateşine karıştığı için olsa gerek, boğazımı yakmıştı. "Bununla yüzleşmek... Çok... Çok ağır amına koyayım!" Nefes almaya çalıştım. "Sen nasıl bir insansın Aydın?! Ablamın senden vazgeçmesine nasıl dayanabildin?! Nasıl yaşadın lan bununla?! Seni seven kadının... Seni artık sevmemesine nasıl katlandın lan?! Nasıl baş ettin bununla?!"

"Kendine gel Kara..." dedi Aydın, kısık bir sesle. "Lütfen kendine gel... Çocuklardan birini arayayım, seni duşa soksunlar... Çok sarhoşsun."

"Yine de dayandım..." dedim iç çekerek. "Harbiden iyi dayandım. Bir aydan fazla zaman oldu... Beni sevmediğini öğreneli... Bir aydan fazla zaman aynı evdeydik... O anlamadı hiçbir şey. Valla anlamadı. Hiçbir şey anlamadı Aydın! Hiçbir zaman, hiçbir şey anlamadı! Onu sevdiğimi de anlamadı! Hiçbir sikimi anlamadı! O kadar kapalı ki algıları! Ölüyorum ve bunu da anlamıyor!"

Telefonu Aydın'ın suratına kapatırken gözlerimi sımsıkı yumdum. Başım dönüyor. Gözleri, gözlerimin önünde. Gözleri başımı döndürüyor. Öpücükleri... Üzerimdeki kazağın yakasını çekiştirdim ve parmaklarımı köprücük kemiğime dokundurdum. Dudaklarını, köprücük kemiğimde hissetmeye çalıştım. Kokusu burnuma çalınırken dudaklarım titredi. Sesini duymam lazım. Sesini özledim. Bana adımla seslenmesini. O kadar az söyledi ki adımı...

Gök gürledi. Çok geçmeden, yağmurun iri ve sert damlaları üzerime yağmaya başladı. Nerede acaba şimdi? Islanıyor mu o da? Öyle yalnızım ki... Hasta olmasın? Öyle kimsem yok ki... Bari rüyama gelsin. N'olur, gelsin.

🎲

"Bu otelde iş için ayrı, turistik ziyaretler için ayrı misafirler ağırlıyoruz. Zannediyorum ki iş amacıyla Boston'da bulunan misafirleri ağırlamakta zorlanmıyoruz ama turistik ziyaretler için gelen misafirlerimiz konusunda, biraz sıkıcı bir otel olarak kalabiliyoruz. Vegas'taki Hotel Le Huit'in konseptini inanılmaz beğeniyorum mesela... Biz de böyle bir yeniliğe mi gitsek? Ne dersiniz?"

Bay Kyzenko'nun yenilikçi fikirleri hiç ilgi alanıma girmiyor. En azından bugün. Zaten atılması gereken imzalar için niye buraya kadar geldiysem. Evrakı ofise istesem, çok daha iyi olurmuş. "Las Vegas'ta ağırlanan turistlerle Boston'da ağırlanan turistler takdir edersiniz ki birbirinden farklı beklentiye sahip insanlar... Vegas eğlence odaklı, Boston ise tarihi dokusu olan ve kültür sanatla bütünleşmiş bir şehir..."

"Haklısınız. Ama ben de tam bundan bahsediyorum Bay Karabey... Biz bu şehre radikal bir yenilik getirelim ve rakiplerimizden farklı bir şey yapalım..."

Bay Martin, Hotel Le Huit'lerin hisselerini bana devrederken, beni bazı ortaklara karşı dikkatli olmam konusunda bilhassa uyarmıştı. Bay Kyzenko da o listedeki heriflerden biri. Eğer başını boş bırakırsam, seks partileri yapılan bir kulüp dahi açabilir otelin içine ki bu en beklendik olanı. Herifin sapık olduğuna dair söylentiler oldukça yaygın ve özellikle bu otelin güvenliği konusunda daha hassas davranıyorum.

"Sanırım sizinle aynı düşünmüyorum," dedim. Ellerimi ceplerime soktum. "Rakiplerimizden farklı yapabileceğimiz en iyi yenilikler gurme lezzetler, top secret toplantı imkânları, iyi dinlenme alanlarıyla olabilir ancak bu şehirde... Zaten büyük bir gece kulübü var otelde, daha farklı ne düşünüyorsunuz ki? Casino açmayı değil herhalde?"

"Lütfen ön yargıyla yaklaşmayın önerilerime... Ben bazı fizibilite çalışmaları yaptırdım. Dilerseniz onları size göndereyim, siz inceleyin, üzerine toplantı yapalım. Ayaküstü konuşmamış oluruz."

"Olur... Bu ara takvimim sıkışık yalnız-"

"Bora..."

Cümlemi kesen Nazlı'nın sesiydi. Onunla Boston'ın herhangi bir yerinde karşılaşabilirdim ama burada değil. Hotel Le Huit'de değil. Şaşkınlıkla sesinin geldiği yöne döndüm. Niye buradaydı ki?! Selim'e, Nazlı'nın nerede olduğuna dair bana rapor vermemesini söylemiştim ama Hotel Le Huit'de olması istisnaya girmez miydi? Selim, elmalarla armutları niye birbirine karıştırıyor? Nazlı neden burada ki?! "Senin ne işin var burada?" diye sordum. Bu sorunun oldukça kaba olduğunu hissedince, "Burada mı kalıyorsun?" diye ekledim.

"Evet," dedi.

Bay Kyzenko'nun merakla bize baktığını fark edince, nezaketen de olsa onları tanıştırmam gerektiğini düşündüm. "Bay Kyzenko... Ortağım."

Peki Nazlı? Nazlı'yı nasıl tanıtacağım? Karımın, bu otele Nina Adams kimliğiyle giriş yaptığını nasıl açıklayabilirim?

"Memnun oldum," dedi Nazlı. Bay Kyzenko'ya elini uzattı ve kendisini "Nina Adams," olarak tanıttı.

"Ben de memnun oldum Bayan Adams," dedi Bay Kyzenko. Elleri arasında olan Nazlı'nın elini dudaklarına götürdü ve öptü. Bu aslında centilmen bir beyefendinin yapabileceği bir eylem fakat bu herif centilmen değil. Beyefendi bile değil. O yüzden eylemi oldukça çiğ ve sakil. "Bay Karabey, bu güzel hanımefendi arkadaşınız mı?"

"Hayır," dedim. Sikeyim! "Evet," diye düzelttim.

Nazlı, "Karısının arkadaşıyım," diye araya girdiğinde, Bay Kyzenko'nun şaşkınlığı dağıldı. Fakat herif öyle bir gülümsedi ki enseme bir ağrının saplandığını ve bu ağrının bütün vücudumu ele geçirdiğini hissettim. Bu gülümsemeyi tanıyorum, Nazlı'yı radarına aldı.

"Çok memnun oldum." Herif kendini tekrarlarken, Nazlı da ona gülümsedi. "Hangi oda size ait?" Sakin olmam gerekiyor. Nazlı kendini Nina Adams olarak tanıttı ve herif onun karım olduğunu bilmiyor. "Otelimizde böylesine önemli bir misafirimiz varsa, özel ihtimam yapmalıyız..."

Nasıl sakin olunuyordu gerçekten unuttum. Başımı bir sağa bir sola yatırdım ama sakinleşemedim. Neyse ki Nazlı herifi geçiştirdi. "Teşekkürler... Memnunum her şeyden."

"Aslında Bay Karabey ile konuştuğumuz konunun tam da üstüne geldiniz, uzun zamandır bir misafirin otelimizle alakalı yorumlarına ihtiyacımız vardı..." dedi herif. Bana baktı ve benden onu onaylamamı istercesine, "Değil mi Bay Karabey?" diye sordu. Fakat onu onaylamamı dahi beklemeden yine Nazlı'ya döndü. "Arzu ederseniz birer kadeh bir şeyler içelim... Bay Karabey gitmek üzereydi... Bize eşlik edemez sanırım."

Yavşak!

"Nazlı da benimle gelecek," dedim.

Herif benim ne dediğimi algılayamadan, Nazlı araya girdi ve şaşkınlıkla, "Nazlı da mı gelecek?" diye sordu. Yüzüne büyük, düştüğüm durumdan eğlendiği belli bir gülümseme yayıldı. "Ben de geleyim madem seninle... Nazlı'yı görmüş olurum."

Sinirle gülümsedim. Nina Adams diye biri yok diyemediğim için canım feci sıkıldı. "Gel tabii," dedim Nazlı'ya. Herifin herhangi bir şey daha söylemesine izin vermeden, "Sonra görüşürüz. Siz dosyaları ofise yolladığınızda... Haberleşiriz," dedim.

Nazlı'nın koluna hareket etmesi için dokundum ve yürümeye başladık. Eğer bir an evvel bu otelden çıkmazsak ve herifin gevrek gülüşünü görmeye devam edersem, muhtemelen daha sonra pişman olacağım şeyler yapmak zorunda kalacağım. Sikeyim! Nazlı'yı kesin kafasına takacak şimdi, rahat vermeyecek! Ortaklığı bitirmem lazım. Hemen bugün halledebilir miyim acaba bunu?! Mila'yla konuşmam gerek. Sakin olmam gerek. Önce sakin olmam ve her ne yapacaksam, sonra yapmam gerek. Selim. Selim, Boston'a gelsin derhal ve Nazlı'nın odasının önünde beklesin. Saçma. Zaten Nazlı'yı güvenlik önlemleri için izliyorlar. Odasının önünde kimsenin beklemesine gerek yok. Ama yine de Selim, Boston'a gelsin. Evet, hemen gelsin.

Nazlı. Sinirden Nazlı'nın yanımda olduğunu unuttum. Arabaya binecekken durdum ve ona döndüm. Benimle karşılaşmayı beklemediği ve bu karşılaşmanın onu gerdiği belli. Dile getirmese de bakışları hoşnutsuzluğunu haykırıyor. "Araban burada senin değil mi?" diye sordum.

"Otoparkta evet. Şehir içinde araba kullanmayı sevmiyorum. Yürüyecektim aslında..."

Benim herhangi bir yabancıdan farkım olmadığını ima ettiği günden sonra yeniden diyalog kurabilmemiz on beş günü falan buldu. Akabinde gerçekleşen her konuşmamızda yaptığı gibi beni daha fazla incitmemek için cümlelerini seçiyor. Benden intikam alış şekli, muhtemelen ona bile çok sert geldi. O günden sonra taktığı Nina Adams Maskesi'nin hoyratlığı da kırıldı. Muhtemelen Nazlı da en azından bir zamanlar da olsa deli gibi sevdiği adamla gelmiş olduğu bu noktaya üzülüyor. Yanımda olmak istemiyor ama bunu en nazik nasıl dile getirebilirse, öyle getiriyor. Belki de en azından geçmişteki kendi hislerine olan saygısından.

Reddedileceğimi biliyorum ama yine de "Nereye gidiyorsun? Bırakayım," dedim.

"Yakın zaten," dedi. Yalan söylediği açıkça ortada. Buradan NYC'e bile gidiyor olsa, benim arabama binmek istemeyeceği kadar yakın gelebilir ona. Beklerim.

"Sen bilirsin," demekten başka bir çarem kalmadı.

"Görüşürüz o zaman," dedi.

Beklenti yaratan bir cümle bu Nazlı, yapma.

"İçeride olan şey için..." dedim. Nasıl devam edeceğimi düşünmem gerekmişti. "Durumu toparladığın için teşekkür ederim." Arabaya binmek üzere yöneldim ama saniyeler içinde yeniden Nazlı'ya döndüm. "Ben burada kaldığını bilmiyordum... Harvard'la bağlantın hâlâ var. Neden bir evin yok?"

"Kiradaydım ama Langley'e taşınınca çıktım evden," dedi. Hakkında bilmediğim ne çok şey var. "Normalde John'da kalıyorum ama bu sefer oteli tercih ettim. Biraz kafamı dinlemeye ihtiyacım vardı. Burada kalmaya karar verdim işte ben de, seninle karşılaşacağımı düşünmemiştim..."

Benimle karşılaşacağını düşünse, buraya gelmeyeceğini zaten biliyorum, altını çizmesine o kadar gerek yok ki. "Yavşak bir tip," dedim heriften uzak dursun diye. Yine arkamı dönüp arabaya binecektim ki sıkıntılı bir nefes verdim. Gidemiyorum. Resmen Nazlı'yı burada bırakıp gidemiyorum. Gözlerim bir kez daha Maçahel'i çağrıştıran gözlerini buldu. "Anlamışsındır zaten sen de..."

"Evli olduğumu söylerim," dedi. İçimden gülümsemek geldi ama kendimi tuttum. "Tekrar karşılaşırsak eğer, söylerim..." diye ekledi.

Umarım karşılaşmazlar. Ve umarım, biz yine karşılaşırız. Umarım, bu şehirde karşılaşamadığımız her bir anın acısını çıkartacak kadar çok sık olur bu karşılaşmalar. Aslında karşılaşmalar hiç mi hiç güzel bir eylem değil. Hatta bence içinde hüzün barındırıyor. Çünkü karşılaşan insanlar, birbirlerinin nerede olduğundan ve ne yaptıklarından habersiz insanlardır. Artık, iki yabancı olmuşlardır. Ama önemli değil. Eğer karşılaşacağım kişi Nazlı'ysa, bu hüznü mucize diye kucaklamaya razıyım.

Hayatımda ilk kez ayrıldığımızı hissettim. Boşanmamış olmamızın hiçbir önemi olmadığını ve evliliğimizin artık yalnızca kâğıt üzerinde kaldığını. İki yabancı olduğumuzu. Bittiğimi.

Ben yine onu iyelik ekiyle karım diye sahiplensem de, başına eski sıfatı almak zorunda olduğunu.

Ne tuhaf, iyelik eki aidiyeti belli eder ama başına gelen eski sıfatı, iyelik ekine rağmen bütün aidiyetleri yerle bir eder.

"Görüşürüz o zaman," dedim. Ben arabama binerken, o çoktan arkasını dönmüş ve yürümeye başlamıştı bile.

🎲

Andrea tabloya, "Waiting for their lover" adını vermiş: "Sevgiliyi bekleyen..."

Sevgiliyi bekliyor mu emin değilim. Gecenin içinde fazlasıyla kendinden emin duruyor. Kimseye ihtiyacı yok ve hatta bence artık yalnızlık kendi tercihi. Belki zamanında yalnızlığa mahkum edilmiştir ama artık bundan dert yakınmayacak kadar geceye alıştığı belli. Ege ile Karadeniz arasında sıkışıp kalmayı bırakmış, bambaşka bölgelere göçüp kendi hükümdarlığını kurmuş. Bambaşka renkte, bambaşka koşullarda, bambaşka bir çiçek... Ama bir yandan da bildiğimiz ayçiçeği işte.

"Anne... Van Gogh'un hep çizdiği çiçek var ya... Sunflower ya adı... Hani o, güneşçiçeği demek ya... Biz neden ona ayçiçeği diyoruz?"

"Günebakan da deniyor aslında..."

"Kim diyor? Ben duymadım. Hep ayçiçeği diyorlar. Günebakan yağı diye bir şey yok ki ayçiçek yağı var."

"Evet haklısın Bora'cığım. Ayçiçeği daha yaygın kullanılıyor."

"Neden ayçiçeği diyorlar ki peki anne? Güneşçiçeği bu resmen! Güneş'e bakıyor."

"Belki Ay çıktığında, kendini kapattığı içindir?"

"Ama bütün güzelliği kendini açtığında? O yüzden güneşçiçeği demek daha uygun değil mi?"

"Haklısın. Günebakan demeye ne dersin?"

"Güneş'e bakıyor ama güne değil."

"Güneş'i görmemiz, gündüz olması demek ya..."

"Güneşçiçeği diyeceğim ben... Bunların tarlaları varmış, ablam söyledi. Görmeye gidebilir miyiz? Güneş'e nasıl baktıklarını izlemek istiyorum. Güneş battığında nasıl küsüp boyunlarını büktüklerini... Ben de üzülüyorum ya Güneş batınca... O yüzden onları anlıyorum. Keşke hep gündüz olsa, hep aydınlık olsa... Ablam dedi ki, bazı yerlerde Güneş hiç batmıyormuş. Hep gündüzmüş! Keşke orada yaşasaydık!"

Güneşin battığı ve uzun yıllar boyunca doğmadığı günlerden geçtim. Her yerin zifiri karanlık ve buz gibi olduğu. Sonra bir gün birdenbire, soğuğun kırıldığını fark ettim. Dünyamın alacakaranlığa dönüştüğünü... Güneş gözlerimi kamaştırırken hızla çekildim ona. İnanmıştım. Çok kısa bir süre de olsa, kalan hayatımın aydınlık olacağına inanmıştım. Fakat öyle olmadı, olamadı. Güneşe sırtımı dönmek zorunda kaldım. Gözlerimi ona hiç açmadım. Sıcaklığını hissedemeyeyim diye, fırtınaları koparıp şimşekleri çaktırdım. O da bana küstü. Küstü ve gitti. Sonrası kara kış ve aynı geceye benzeyen upuzun günler. Yaz da kokusu da bir daha şehrime adım atmadı.

"On sekiz numaralı tablo satıldı maalesef," dedi Melis, bir kadına.

Gülümsedim. Bazı sayılar can yakıyor. Şimdi sorsam Nazlı'ya, benim canımı yakan sayının ne olduğunu, ki bu saçma bir soru, ama hiç düşünmeden 88 der. Çünkü intikamını tamamen bu sayı üzerine kurmuş. O yüzden hikayenin son cümlesine 88'i yerleştirmiş. Ama benim canımı yakan 88 değil, 18. Yalnızca 18 gün boyunca kocası olduğumu söylemesinden daha çok, hiçbir şey canımı acıtamaz.

Oysa o benim, bin üç yüz on altı gündür karım.

Güneş bana küstüğü için battı sanmıştım ama sönmüş meğer.

Evliliğimizin kaçıncı gününde bilmiyorum ama benim güneşim sönmüş.

"Beni sevmiyor olamazsın Nazlı! Bana beni sevdiğini söyle... Bana beni sevdiğini söyle Nazlı."

Artık sevmiyormuş.

İstedim ki iyelik eklerini kaybettiğimizde, artık birbirimize ait olmadığımız bundan sonraki hayatında, beni unutmasa bile hatırlamamak için direndiği bütün zamanlarında... Her şeyi ve her şeyimi alsın ama dilimden düşmeyen ve o çok sevdiğim adını bende bıraksın. Köprücük kemiğimin altında, öpmesini çok sevdiğim o yerde. Adı, bir gün benimle mezara girsin.

Bundan sonra, benden sonra kimse ona Nazlı demesin.

Bir yıldız sisteminin içinde gibi hissettiren kafeden geçerek bahçeye çıktım ve Andrea'ların oturduğu masaya ilerledim. Koyu bir muhabbete dalmış, ekonominin ne kadar kötüye gittiğiyle alakalı konuşuyorlardı. Kendime bir sigara yaktım ve sohbete eşlik ettim. Melis, "Bakın kim geldi?!" diye seslenene kadar da konu ekonominin dışına çıkmamıştı.

Hayal görüp görmediğimden emin değilim ama Nazlı karşımda.

"Nazlı," dedi Melis, bizimkilere. "Bora'nın eşi."

"Merhaba... Andrea ben."

"Sonunda tanışabildik... Julia."

"Memnun oldum Nazlı... Stefan."

Karşılaştık.

"Rahatsız ettim sizi de böyle..." dedi Nazlı, yanıma otururken. Kokusu muhteşem bir şekilde ciğerlerime doldu. Benim ondan rahatsız olacak hâlim yok. Kimse olmaz. Bilmiyor ki bu masadakilerin en büyük arzusu, kendisiyle tanışmak.

"Seninle nihayet bir araya geldik," dedi Andrea, gülümseyerek. "Dün bize katılamadığın için üzülmüştük."

"Evet! Senelerdir adını duyuyoruz." Eğer Nazlı, senelerdir Amerika'da olduğunu bu masada da söylerse, Melis'in karşısında olduğum gibi soğukkanlı kalamam. Kolumu sandalyesinin arkasına yasladım. Lütfen, beni idare etsin. Lütfen. "Varlığının yalan olduğunu düşünecektik artık..."

"Hadi ama!" dedi Melis gülerken. "Bunaltmayın kızı ilk dakikadan." Nazlı'ya döndü. "Ne içersin?"

"Espresso."

"Bora'nın karısı," dedi Julia. Kendine has neşeli kahkahasını atarken, Nazlı'nın damarına bastığının farkında bile değil. "Sert kahve!" Nazlı sustu, cevap vermedi. Bu, yalanımı ortaya çıkartmayacağı anlamına mı geliyor? "Eee Nazlı? Anlatsana! Neler yapıyorsun?"

"Hakikaten Julia," dedim dayanamayıp. "Boğmasan mı?"

Stefan güldü. "Seneler sonra karını bulmuş, asla bu fırsatı kaçırmaz..."

"CV'sine kadar sormasan da olur hayatım," dedi Andrea, Julia'ya.

Julia omuz silkti, kimin ne dediği her zamanki gibi umurunda bile değil. "Benim sosyal ve konuşkan kişiliğimi hiçbir zaman çekemediler... Aldırma onlara sen!"

Nazlı içten bir kahkaha attı. "Yani anlatacak çok bir şey yok aslında..."

"Sıkılmıyor musun Türkiye'den? İnsan ara sıra da olsa kocasıyla kaçıp gelmez mi Amerika'ya? Olmadı İngiltere'ye?" dedi Julia sitem eder gibi. Derin bir nefes alıp verdim. "Senelerdir seninle tanışmak istiyoruz!"

Nazlı'nın karşısında da yeteri kadar utanıyorum. Gerekirse rezil olayım ama bu saçmalık artık bitsin. Dudaklarım aralandı ama Nazlı, "Siz Türkiye'ye gelseydiniz keşke," dediğinde, geri kapandı.

"Sahi, bizi neden hiç davet etmedin?" diye sordu Julia.

"Sizi o kadar da sevmiyor, anlayın işte artık!" dedi Melis. Yalanıma, benden daha çok sahip çıkıyor.

"Ben Begüm atlamaz, düğününe çağırır diyordum ama... O da abisi gibi alçak çıktı!" Julia bugün sarf ettiği hiçbir cümlenin nereye gittiğini bilmiyor. "Yanlış bir şey mi söyledim? Sen neye bozuldun?"

"Bozulmadım," dedi Melis, gülümsemeye çabalayarak. Anıl'la kurduğu arkadaşlık bağı yetmezmiş gibi Eren'e de aşık oldu. Kabul etmiyor ama hâlâ aşık üstelik. "Kahvelere bakayım ben... Yeni garson biraz tembel..." Kaçıyor. Benden mi kendi gerçeklerinden mi bilmiyorum.

Julia merakla bana baktı. "Begüm'le bilmediğim bir şey mi yaşadılar?" Derin bir nefes verdim. "Hadi ama! Anlatmak zorundasın!"

"Begüm'le değil," dedim kısaca.

Julia'nın kaşları havalandı. "Şaka yapıyorsun!" dedi şaşkınlıkla. "O adam, o adam mı?" Muhtemelen hayatının şokunu yaşıyor. "Begüm'ün kocası? İnanmıyorum!"

Stefan gerginliğimin farkında. "Tamam neyse."

"Ama yaptığı affedilir bir şey değil!" dedi Julia, sitemle. "Kusura bakma Bora ama... Ben senelerdir o adamın dedikodusunu yapıyorum! Melis'e ümit verdi fakat sonrasında öylesine bir şeymiş gibi gösterdi bunu. Tipik çapkın erkek eylemi! Ve sen de bu adamın, yalnızca birkaç ay sonra kardeşinle nişanlanmasına izin mi verdin gerçekten?"

"Kimse benden izin istemedi Julia!" dedim ters bir tavırla. Zaten canım burnumda, bu muhabbeti çekemeyeceğim. "Ve bahsettiğin adam, ne olmuş olursa olsun, kardeşimin kocası. Yeğenimin babası. İstersen laflarını seçerek konuş..." Julia bu tepkimi hak etmiyor, ki onu çok seviyorum, ama yanlış bir zamanda benimle konuşmaya çalışıyor.

Julia başını iki yana salladı. "Arkadaşım üç buçuk yıldır, o adam yüzünden acı çekiyor!" dedi. Kendine bir sigara yaktı. "Her neyse!"

"Julia!" dedim sertçe. "Eren'le ben evlenmedim, kardeşim evlendi. Bir derdin varsa gidip Begüm'le çözebilirsin." Kolumu ne zaman Nazlı'nın omzuna koydum?! Bu kadarı da suistimal artık. Yalanımı ortaya çıkartmadığına pişman ediyorum onu resmen. Kolumu omzundan çektim. "Ama ben senin yerinde olsam, üzerime vazife olmayan şeylere karışmamayı seçerdim. Benim yaptığım da bu çünkü!"

Julia benimle tartışmaya hazır. "Politik davranıyorsun..."

"Sergiyi dolaşmak ister misin Nazlı?" diye sordu Andrea.

"Çok sevinirim," dedi Nazlı. Ayağa kalktı. Andrea ile birlikte içeri girdiler.

"Benimle tartışman için çok yanlış bir gün," dedim Julia'ya. "Lütfen."

"Karın... Dün geceden bugüne, Boston'a mı ışınlandı?" diye sordu Julia. Stefan'ın uyarıcı bakışları üzerinde olmasına rağmen, ona aldırmamıştı. "Hayatında olup bitenlerin en uzağında olduğumuzla yüzleşiyorum bugün. Ayrı ayrı konularda. Ve bu üzücü..."

"Julia!" dedi yanımıza yeniden gelen Melis. "Konulardan biri benimle ilgili. Ve bunu burada, bu ortamda konuşmayalım..."

Julia kırgın bir tavırla başını iki yana sallayarak ayağa kalktı ve içeriye girdi. "Boş verin," dedi Stefan. Göz göze geldik. "Julia'yı biliyorsun dostum. Fazla meraklıdır ama kötü niyeti yoktur."

"Biliyorum," dedim. Ayağa kalktım ve ben de içeri girdim. Melis de peşimden gelmişti. Andrea ile Julia, Nazlı'nın yanındalardı. Nazlı'nın beğeniyle dolu şaşkın bakışları ise Chianti Sunflower'da...

"Bu şahane bir şey!" dedi. Yüzü ve sesi hayranlıkla dolu. "Neden sarı değil bordo bilmiyorum ama... Harika. Tek kelimeyle harika!"

"Chianti Sunflower bu çiçeğin adı..." dedi Andrea. Nazlı onu duyuyor mu emin değilim. Tabloya bütün benliğiyle kilitlenmiş durumda. "Nadir bulunuyor bildiğim kadarıyla. Bu çiçeğin kendisini görmelisin. Esas harika olan o."

"Güneşe dönmesi lazım yüzünü..." dedim, tabloyu yeniden incelerken. "Fakat o, geceye inat... Tüm ihtişamını göstermekten geri durmuyor. Sanki gecenin..." Güneş söndüğünde, yıldızlar da yok olur mu? "...gecenin içindeki, sönmeye yüz tutmuş bir güneş... Chianti'nin yaprakları özellikle... Şarap rengi ışınları andırıyor. Çarpıcı, soğuk ama yakıcı... Güneş benim der gibi, geceye bakan... Yeşil yaprakları nasıl da sert ve güçlü... Kesinlikle... Güneş olmak için günün sarısına ihtiyacı yok. Öyle bir duruyor ki... Sanki olağan, bilindik tüm günebakan çiçeklerinin sıradan olduğunu ve kendisinin özel olduğunu biliyor. Böylesi ruhu olan çok az şey gördüm. Yaşıyor sanki..."

"İşte," dedi Andrea böbürlenerek. "Bir tablonun pahası ancak böylesi bir yorum olabilir!"

"Ben bunu satın almak istiyorum!" dedi Nazlı.

"Dün Bora'nın yazdığı çeki kabul ederken böyle demiyordun ama Andrea..." dedi Melis.

Andrea güldü. "Sizin eve ait zaten tablo." Maalesef, bizden ikinci çoğul şahıs ekleriyle bahsedilmesi de artık mümkün değil. "Dresuarın üzerine layık görmüş doğum günü hediyemi... Umarım bu salonun baş köşesine falan yerleşir!"

Julia az evvel olanların üzerinde durmayacağını belli eden, samimi kahkahasını attı. "Adam resim delisi. Evinde ünlü sanatçıların oldukça pahalı eserleri var bebeğim... Seninkine ancak evin girişi kalmış, ne yapsın?!"

"Sana güveniyorum Nazlı..." dedi Andrea ve göz kırptı. "Lütfen bu, salonun en güzel köşesinde dursun." Bana döndü. "Bora... Sen ne kadar daha Boston'dasın?"

"Bilmiyorum. Birkaç gün daha en fazla... N'oldu?"

"Dün yılbaşı planı yaptık," dedi Julia. Bir Nazlı'ya bir de bana bakıyordu. "Sen çıktıktan sonra konuştuk... Vegas mı NYC mi karar veremedik ama..."

"Muhtemelen Las Vegas," dedi Melis.

"Aynen!" dedi Julia gülerek. Belli ki Vegas'ı onlar, NYC'i Andrea ve Stefan istemiş. "Siz de eşlik etsenize bize..."

"Kim kim?" diye sordum.

"Tek eksik Mila tabii ki! O planını her zamanki gibi çoktan yapmış..." dedi Andrea.

"On bir kişilik yılbaşı programı," dedim yapmacık bir gülümsemeyle. "En sevdiğim! Kesin eşlik ederiz."

Melis gözlerini devirip Nazlı'ya döndü. "Nazlı, sen en azından şu kocana bir şey söylesen! Maksat beraber olmak. Gelin işte siz de."

Melis, Nazlı'yla aramızın bozuk olduğunun farkında ve kendince bizim için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat Nazlı'nın, "Las Vegas'tan nefret ediyorum ben," diye çıkışmasıyla dumur oldu. Kaş yaparken göz çıkardığının farkında. Nazlı da böyle bir tepki vermeyi beklemiyordu muhtemelen, herkes kadar o da kendine şaşırdı. Sonra da telefonu çalıyormuş gibi yaptı. "Ah! Pardon," dedi. Yanımızdan ayrılırken de çalmayan telefonuyla konuşuyormuş gibi davrandı. Ve hatta bu eylemine uzunca bir süre de devam etti.

Bu sırada, Julia'dan verdiğim tepki için özür diledim. Bana içtenlikle sarıldığında, karanlığın ne kadar boktan olduğunu bir kez daha anlamıştım. Andrea, Julia, Stefan, Melis ve Mila benim aydınlık zamanlarımın son günlerinin birincil şahitleri. Babamın zoruyla okuduğum İşletme'yi ve Elif'in hatırı için katlandığım İngiltere'yi güzelleştiren en önemli beş kişi. Bazen, Oxford'u özlüyorum. Oradayken hâlâ umudum vardı. Kaptan olacaktım, denizlere açılacaktım, güneş hep bana göz kırpacaktı.

Andrea, Julia ve Stefan kafeden ayrılırken, telefonuma Selim'in mesajı düştü: "Elisa'ya dair bir iz buldu çocuklar abi. Kontrol etmemiz lazım. Bu gece için operasyon planlıyoruz. Detayları yazacağım."

Arka bahçeye geçtim ve masaya oturdum. Nazlı hâlâ telefonla konuşuyormuş gibi yapıyor. "Hı hı... Tamam... Tamam... Hı hı... Evet... Hı hı... Hı hı... Evet... Tamam... Hı hı... Hı hı... Evet... Tamam... Evet... Hı hı..." Nihayet bir noktada bu saçma ve sahte konuşmasına son verdi ve karşımdaki sandalyeye otururken, "Gittiler mi?" diye sordu. Telefondaki kişinin suratına kapattığının farkında olup olmadığını sorsa mıydım?

"Selam söylediler sana. Zaten işleri vardı, çıkmaları gerekiyordu..." dedim. Kahvemden bir yudum aldım. Elisa'dan bahsetmem gerek ama izini bulduğumuzdan emin olmadan bunu yapmak istemiyorum. Öte yandan, Gökhan'ın söylediğine göre tüm eforunu buna harcıyormuş, kafayı ciddi anlamda Profesör'ün meselesine takmış ve daha fazla yıpranmasını açıkçası istemiyorum. Fakat kadının izini bulamadıysak da boşa umutlanmış olacak.

"Ben de kalkayım," dedi.

"İç kahveni... Kalkarız beraber," dedim.

"Ofise mi geldin?" diye sordu. Gözlerim gözleriyle birleştiğinde, sigarasından büyük bir dumanı içine çekmişti. Başımı salladım. "Noel tatili değil mi?"

"Bana değil. İmzalanması gereken dosyalar falan vardı. Konferans görüşmeleri..."

"Ekim'den beri Amerika'dasın... Holding?"

"CEO'ya emanet," dedim. Bir an için güldü. CEO'luğa talip olduğu gün geldi aklına, biliyorum. Las Vegas. Balayımız. Benim de aklımdan çıkmıyor. Ama aramızda çok önemli bir fark var: O, Vegas'tan nefret ediyor. "İlgilenmeye çalışıyorum uzaktan da olsa..."

"Çok fazla sorumluluğun var," dedi.

"Öyle, evet," dedim. Karşılaşan iki yabancı, birbirlerinin yokluğunda hayatlarında neler olup bittiğine dair alelade sorular sorar ve üzerine boş boş konuşur ya, Nazlı'nın tavrı da aynen öyle. Buna tahammül etmek çok zor. Onunla böyle uzak olmaya dayanamıyorum. Sıkıntılı bir nefes verirken, bir sigara yaktım. İki yabancı gibi olmaya dayanamıyorum ama birlikte susmak da bir o kadar kötü. Konuşacak hiçbir şeyimiz kalmamış gibi olması berbat hissettiriyor. Oysa ne çok şey vardı konuşmadığımız. "Var mı bir yılbaşı planın?"

Dudaklarının kenarında silik bir tebessüm oluştu. "Bir teklifin mi var?"

"Ben evde olurum büyük ihtimal... Sıkıcı bulursun sen..." dedim.

"Pijama? Terlik? Televizyon?" dedi.

Beklenmedik bir kahkaha attım. "Pijama ve terlikten emin değilim ama televizyon izleyeceğimi sanmıyorum..."

Gülümsedi. Gülümsemesini çok özlemişim. Öyle güzel gülümsüyor ki... Utanmasam güneşin yeniden doğması için yalvarmaya başlayacağım. Yüzüm yok ki. "Sıkıcıymış gerçekten de!" dedi, eğlenircesine. "Sanırım kendine tombala oynayacak birisini bulman gerekecek..."

Ben de gülümsedim. "Hile yapardın eminim ki," dedim. Alt dudağını ısırmasa, bu muhabbete daha çok konsantre olabilirim aslında.

"Sayılara fısıldayan bir insanım..." Yüzünde tamamen şakadan ibaret, ezici bir ifade var. "Tombala hile yapmayacağım tek oyun olabilir."

Elimi enseme götürdüm ki bunu neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. "İnanmadım..." dedim. Ama demek istediğim aslında bu değil. Daha fazlası. Yarım dakika önce bile aklımda olmayan bir düşünce, beni esir aldı. Onun gülümsemesinden aldığım cesaretle, yılbaşını beraber geçirme düşüncesine kapıldım. Hayatımızda bir kez olsun, yeni yılı beraber karşılayalım istiyorum. Şu an bunu, her şeyden daha çok istiyorum.

"Hile yapmak da bence bağımlılık," dedi, gülerken.

"Kesinlikle!" Nedenini bilmiyorum ama birden kasıldım. Lisede bile, en ergen çağlarımda bile yaşamadım bu duyguyu. Ne saçma. Neden kasıldım ki? En fazla reddeder. Bugün, onu arabayla gideceği yere kadar bırakabileceğimi söylediğimde de reddetmedi mi, ne olacak? Reddedilmekten çekiniyor olamam. Gerçekten saçma. Hiçbir şey düşünmeden gözlerine odaklanmalıyım. "Eğer," dedim, gözlerimi gözlerine dikerek. "Arzu edersen..." Sikeyim! Gözlerine bakmak daha çok kasılmama sebep oldu. "Ya da sıkıcı bir şeyler yapmak istersen diyelim..." Neden sıkıcı bir şeyler yapmak istesin ki amına koyayım?! "Gerçi sanmam ama..."

Hayatımda ilk kez, özgüvenden yoksunum.

Melis yanımıza gelirken, "Yoruldum," dedi. Sandalyelerden birine oturdu. "Acayip dağıttık dün gece... Uykum var resmen." Benim de. Kafamı yorganın altına sokup, sonsuza kadar uyumak istiyorum şu anda. Zaten bu özgüvensizlikle uyumak dışında bir şey yapılmaz. "Şu tabloyu senin eve mi yollatayım?"

"Olur," dedim Melis'e bakarak. "Açık adresi yazayım mı?"

"İyi olur," dedi.

Cebimden telefonumu çıkarttım, WhatsApp'a girdim ve arama yerine gelip, M harfine bastım. Hızlıca adresi yazdım ve yolladım.

Siktir! M yerine N'ye basacak kadar da aptal olamam değil mi?!

"N'apıyorum ben ya?!" dedim kızgınlıkla. Kafamı sikeyim gerçekten. Ya da elimi. Mesaja baktı. Adresi bilerek kendisine yolladığımı düşünecek.

"N'oldu?" diye sordu Melis, merakla.

"Yok bir şey..." dedim. Sıkıntılı bir nefes verdim. Ne düşünürse düşünsün.

Mesajı gördü ama yine de silsem mi?

Daha neler?! Kendime gelmem lazım, bana ne oluyor?! Gururum öyle kırılmış, öz duygularımın her biri öyle ezilmiş ki... Acilen toparlamam gerek.

"Çocuklara bir şey belli etmediğin için sağ ol Melis." Bunca yalanın getirdiği mahcubiyetle nasıl toparlanır, hiçbir fikrim yok. "Sana da mahcup oldum zaten."

Melis samimiyetle gülümsedi. "Saçmalama!" dedi omzuma dokunarak. "Beni çılgın zamanlarımda aileme karşı idare etmelerine saydım, ödeştik!"

Güldüm. "Çılgın dönemin sona erdi mi gerçekten?"

Melis duraksadı. "Sanırım," dedi. Yutkundu. "Yaş neredeyse otuz oldu!"

"Yaş neredeyse otuz mu oldu?" diye sordum dalga geçercesine. Kaşlarım havalanmıştı. "Yirmidir o ya, sen kesin yanlış hesapladın!" Nazlı neşeli bir kahkaha atınca, ona baktım. Dudakları arasından çıkan ses gevşememi sağladı. Göz kırptım.

"Hadi be oradan!" dedi Melis. Omuz silkip Nazlı'ya döndü. "Senin bu kocan, neden kadınların asla otuz olamayacaklarını bir türlü anlamıyor? Ben yirmi dokuzdan sonrasını saymıyorum! Allah Allah! Keyfimin kahyası sanki!"

"Haklısın, münasebetsizdir biraz kendisi..." dedi Nazlı, gülerek. Teessüfle ona baktığımda, bundan keyif aldığını göstermekten çekinmedi.

"Ablan da yirmi dokuzdan sonrasını saymayacağını söylerdi, hatırlıyor musun?" diye sordu Melis.

Melis'in cümlesi içimi sızlatmıştı. "Hakikaten de sayamadı... Otuz olamadı..."

"Özür dilerim, patavatsızlık ettim... Maksadım seni üzmek değildi..."

"Dokuz yıl bitti Melis." Sorun yokmuş gibi düşünmesi için çabalamam gerekmişti. "Hakkında bahsedilmesi patavatsızlık olmayacak kadar çok zaman oldu anlayacağın..."

Melis'in bakışları, onun da ablamı özlediğini belli ediyor. "Ne güzel kadındı değil mi Bora?" Derin bir nefes aldı. "Geçen eski fotoğraflara bakarken de Julia'yla bir kez daha hayran kaldık o güzelliğe... Fakat bahtı da bir o kadar çirkin oldu!"

"Kader."

İçime çektiğim derin nefes konuyu sonlandırırken Nazlı, Melis'e kafeyle alakalı bir şeyler sordu. Ablamı aklımdan çıkarmaya çalışsam da pek başarılı olduğum söylenemez. Baş ucuma oturup benimle konuştuğu rüyamdan beri huzursuz hissediyorum. Sesi, gerçekten duymuşum gibi kulaklarımdan silinmiyor. Daha da saçması, o rüyayı hatırlamaya çalıştıkça birkaç tuhaf parça zihnimde birleşiyor ama bunları gerçekten rüyamda mı gördüm yoksa uyduruyor muyum emin değilim.

"Senin bir yeğenin var... Nazlı'ya oynadığın oyunu biliyorum... Seni çok özledim... Bir gün kavuşacağız... Az kaldı... Mehmet'in bana yaptıklarını bir bilsen..."

Yaklaşık on senedir görmediğim bilekliği görmek de beni sarstı ve açıkçası, bu ara ablamı rüyamda görmekten korkmuyor değilim.

Melis'le vedalaştık ve kafeden çıktık. Çocuklar arabayı kafenin önüne getirmişti. Arabamın kapısını açarken Nazlı'ya döndüm. "Yakın kavramının şehrin bir ucu olmasından ne anlam çıkarmalıyım?" Derin bir nefes aldım ve kabul etmeyeceğini bildiğim hâlde, yine de sordum. "Bırakabilirim seni otele?"

"Zahmet olmasın..." diyerek, yine nazikçe reddetti beni. "Kendim dönerim."

"Sen bilirsin," dedim. Gözlerine ne kadar uzun bakarsam, o kadar geç özlerim belki onu. "DC'ye dönerken belki denk düşeriz..."

"Belki... Ama ben arabayla geldim zaten Boston'a," dedi.

"Doğru." Biz iki yabancıyız ve birlikte ne kadar az vakit geçirirsek, o kadar iyi hissedecek. "Neyse... Taylor'la toplantı ayın kaçındaydı?"

Cevabı biliyorum. 4'ünde. Ama yine de sordum işte. Yanından ayrılmakta zorlanıyorum. Bir daha ne zaman karşılaşacağımızı bilmiyorum ki.

"4'ünde..." dedi.

"Haftaya bugün," dedim. Bir sohbet ne kadar uzatılabilir bilmiyorum. Kendimi ödev bahanesiyle sevdiği kızı arayan liseli öğrenciler gibi hissediyorum zaten. Ve gerçekten, lisedeyken kendime olan güvenim daha fazlaydı.

"Evet..." dedi.

"Tamam," dedim.

"Tamam..." dedi.

Birbirimize bakmaya devam ettik. Ne kadar bilmiyorum ama bana yetmedi. Fakat biraz daha ona bakarsam, Nazlı'yı kendime çekip sarılmaktan çok korktum. O yüzden, "Görüşürüz," dedim.

"Görüşürüz," demesini bekleyip, arabaya öyle bindim. Nazlı da bir taksiyi durdurdu ve taksiye bindi. Arabayı çalıştırdım.

Bi' de şimdiden özledim.

🎲

"Siz ne yaşadınız Bora?" Cevap vermesi çok zor sorular vardır, bu da onlardan biri. "Ne dedi sana? Ne yaptı da Nazlı'dan bu kadar uzağa savruldun?"

Güneş şeklindeki süsü yılbaşı ağacına asarken, "Gökhan!" diye sitem ettim. "İşine geldiği zamanlarda Nazlı demen hiç hoşuma gitmiyor, biliyorsun değil mi?!"

"Biliyorum..." dedi umursamaz bir tonlamayla. "Soruma cevap versene."

"Ya sen Türkiye'de değil misin?!" dedim kızgın bir tavırla. Rakamlardan oluşan süslerin olduğu paketi açtım. "Kız arkadaşınla falan vakit geçirip, beni rahat bırakmaya ne dersin?! Kapat hadi, çok yazmasın sana! Hadi kardeşim..."

"Oğlum niye anlatmıyorsun?!" diye sordu. Sesi şaşkınlık ve tahammülsüzlük dolu. "Belki yardımcı olurum sana."

Rakamları karışık bir şekilde ağaca asarken, "Yardımını istemiyorum," dedim. Sıkıntı dolu bir nefes verdim. "Ne olduysa oldu... Hem ne zamandan beri, Nazlı ile olup bitenleri sana anlatıyorum ya ben?!"

"Her şeyi içine atarsan, kanser olursun abicim..." Noel baba süsünün hemen altına, dümen şeklindeki mavi süsü astım. "Benim Nazlı ile konuşmamı ister misin?"

"Yok artık amına koyayım?! Lisede miyiz?!" dedim öfkeyle. N harfiyle B harfini ağaca asarken bunu söylemem biraz tuhaf ama Allah'tan Gökhan görmüyor. "Kapa beni. Oyalama." Gökhan'ın kapatmasını beklemeden, ben kapattım. Elimdeki kalp şeklindeki süse baktım. Onu da ağacın ortasında bir yere, dikkatle astım.

Aslında yılbaşı ağacı süslemekten nefret ederim ama canım o kadar çok sıkılıyor ki, yapacak daha iyi bir şey bulamadım. Okumam gereken dosyalar, ilgilenmem gereken işler olsa da hiçbir şeye konsantre olamıyorum. Kafam dağınık. Aklımda yalnızca güneşin söndüğü gerçeği var. Kitap okumaya çalıştım, onu bile beceremedim. Süslerin çoğunu da bordo tonlarında aldım. Kendimin karşısına geçip, neden böyle şeyler yaptığımı dahi sormak istemiyorum. Çok daha kötü günler yaşadım. Dedemi, annemi, ablamı, Ceren'i kaybettim. Nazlı'nın nasıl ve nerede olduğundan bihaber olduğum günlerim oldu. Ama hiçbirinde kalbim böylesine kırık dökük değildi. Nazlı beni polise ihbar ettiğinde bile bu kadar kötü hissetmedim ben. Çünkü kimi kötü günümde henüz Nazlı'yı tanımıyordum kimi kötü günümde de Nazlı'nın beni sevdiğini biliyor ya da düşünüyordum.

Şimdi ise burada böyle, umarsızca, belki gelir diye yılbaşı ağacı süslüyorum ve beni sevmediği gerçeği her nefesimi kursağıma diziyor.

Yemek de yapacağım yarın. Masayı güzelce hazırlarım, hatta akşamdan hazırlayayım. Bordo şakayıkların siparişini verdim, sabahtan getirecekler. Eğer Nazlı gelmezse, buketi otele yollarım. Yazık olmasın diye. Hediyesi de hazır, ikisini de yollarım. Ağaç bitsin de yürüyüşe çıkayım. Belki yolu, yoluma düşer ve yine karşılaşırız.

Bir boşanma protokolü hazırlattım. Aslında anlaşmalı ama maddeler konusunda pazarlığa oturup anlaşmadık tabii ki. Haberi bile yok zaten. Anlaşamayacak bir şey de yok. Nazlı'dan önce veya Nazlı'dan sonra neyim varsa, her şeyi ona bırakıyorum. Ben imzaladım. Üzerine bir saniye bile düşünmeden. Düşünsem, atamazdım o imzayı. Boşanmayı ve benden kurtulmayı isteyen Nazlı. Açıkçası, üzülerek kabul ediyorum ki, benden kurtulmayı hak ediyor da. Protokolden ona ne zaman bahsederim, imzalaması için ona ne zaman veririm bilmiyorum. Gözümden akan bir damla yaşı elimin tersiyle silerken, elimdeki süsleri bıraktım ve verandaya açılan kapıya ilerledim. Temiz hava almak her zaman iyi geliyor. Bakışlarım kararmakta olan havaya çevrilirken içime de derin bir nefes çektim. Protokolü imzalarken boşanamayacağımızı fark etmeyecek ama sözüne geldiğim için, istediği gerçekleşeceği için, olması gerekenin bu olduğuna inandığı için mutlu olacak.

Evliliğimiz sadece kâğıt üzerinde olabilir ama maalesef boşanamayacağız. Boşanamayacak olsak da o imzayı atacak olmasına üzülüyorum. Evlenmek üzere attığımız imzanın, artık hiçbir hükmü kalmadığı için.

Protokolü imzaladığında, işleme koyulması biraz zaman alacaktır. ÖRGÜT çökmeden, CIA aradığı bilgiye ulaşmadan, Mehmet Şahindağ yok olmadan bizim ayrılmamızı uygun bulmayacaklardır. Ancak ondan sonra, boşanma işlemlerimiz başlayabilir ama buna gerek kalmayacak.

Ölü bir kocadan boşanılmaz çünkü.

Mehmet Şahindağ ile yarım kalan hesabımı kapatacak, kafamın içindeki uyku uyutmayan soruya cevap alacak ve muhtemelen o karşılaşmada ancak kendimi de gözden çıkarttığımda onu yok edebileceğim.

2021 bayağı sert geçecek, 2022'yi ise göremem gibi.

🎲

Mesaj sesini duyduğumda, vişneli pastayı tezgaha bırakıp salona geçtim. Masanın üzerindeki telefonuma uzandım. Mesaj atan Nazlı değil ne yazık ki, Gökhan.

"Happy new year!!!"

"Naber?"

"İyi. Senden?"

Telefonu aldım ve yeniden mutfağa geçtim. Pastayı dolaba yerleştirdikten sonra, Gökhan'ın mesajını açtım.

"Eh işte... Napıp duruuuun?"

"Seni döndüğünde buralarda harcarlar. Dönme sen en iyisi."

Cipsleri poşetlerden çıkartırken, Gökhan yine mesaj atmıştı.

"Hahahahahahaha"

"Napıyosun?"

"Bir şey yapmıyorum. Oturuyorum öyle. Evdeyim."

En son ne zaman oturduğumu hatırlamıyorum gerçi. Kalkıştığım iş, can sıkıntımla beraber aniden öyle büyüdü ki sanki evde elli kişilik parti vereceğim. Hazırlık yapmak odaklanabildiğim tek şey olduğu için, aklıma ne geliyorsa durmadan, oturmadan, uyumadan, dinlenmeden yaptım. Hâlâ da onca iş var. Niye hazırlık yaptığımı Gökhan'dan sakladığımı da bilmiyorum. 

"Naz gelecek mi?"

"Sanmıyorum."

"Belki gelir."

Gelmeyecek bence. Ben Nazlı'ya değil de geçireceğim son yeni yıl partisine hazırlanıyor gibiyim zaten. Gelmesi bir mucize olur. O zaman, belki gireceğim diğer yılların varlığına bile inanırım. Ama gelmez.

"Sanmıyorum Gökhan."

"Aradın mı?"

"Hayır."

"Arasan?"

"Mecbur bırakmak istemiyorum."

"Belki aramanı bekliyordur?"

Aramamı bekliyor olabilir mi? Niye beklesin ki? Adresi öğrendi. Evde olacağımı söyledim. Onu davet de ettim. Tam edemedim ama ettim sayılır sonuçta değil mi? Telefonu elimden bıraktım ve kanepelerin üzerine tek tek kürdan yerleştirmeye koyuldum. Absolut Cherrys'leri dolaba yerleştirdim. Kuruyemişleri kontrol ettim. Geçen yirmi altı dakikada karar vermiştim ki, aramamı bekliyor olamazdı. Telefonu elime aldım, Gökhan iki mesaj daha göndermiş.

"Ben de cevap vermeni bekliyorum mesela..."

"Gökhan'dan Kara'ya, Gökhan'dan Kara'ya..."

"Sanmıyorum."

"Sanmazsan sanma amına koyayım."

Gökhan'ın mesajını okuduktan sonra telefon ekranını kilitledim ve duşa girdim. Suya, sabuna, arınma hâline dahi konsantre olamıyorum. Kafamın içindeki sorular yetmezmiş gibi, Gökhan olacak adi herif bir de üzerine yenisini ekledi. Benim mi aramam lazım? Bu çok basit bir soruymuş gibi duruyor olabilir ama bence gizli birçok bilinmeyenli bir denklem. Aradığımda fütursuzca üzerine gittiğimi, onu bir türlü rahat bırakmadığımı, benden asla kurtuluşu olamadığını ve benim korkunç derecede yüzsüzlük ettiğimi düşünebilir. Ayrıca benim plan evde olmak, yemek yemek, bir şeyler içmek ve eminim ki bu Nazlı için çok sıkıcı bir plan. Arkadaşları vardır. Benim tanımadığım arkadaşları. Harvard'dan falan. Olmadı Meksika kartelinden(!). Belki onlarla olmak istiyordur.

Sergio Morris'le.

Veya kendisine aşık olan örümcek lavuğuyla.

Duşun suyunu kapattığımda, ne saçım ne de vücudum durulanmıştı. Hızlıca ellerimi lacivert havluya kurulayıp, banyo tezgâhının üzerindeki telefonumu elime aldım. Aramak ileri gitmek olabilir ama mesaj daha masum bir eylem.

"N'apıyorsun?"

"Oturuyorum. Sen?"

"Ben de oturuyorum."

Külliyen yalan. Ama çaresizce söylemek zorunda olduğum bir yalan. Vücudumdan ve saçımdan köpüklü sular damlıyor, çünkü aniden duştan çıktım ve sana bu mesajı yazıyorum diyecek hâlim yok. Oturduğumu sanmasında da herhangi bir sakınca yok.

"Yaptın mı bari kendine eğlenceli bir yılbaşı planı?"

Evlenme teklifi etseydim, ancak bu kadar heyecanlanabilirdim herhalde. Evlenme teklifi bile edemedim, o apayrı bir konu. Zaten boşanmak istiyor, evlenme teklifini aklımdan çıkartmam gerek.

"Yaptım evet."

Güldüm. Öfkeli, sorgulayıcı, acı dolu bir şekilde güldüm. Kaşlarım havalandı. Küfretmek falan istiyorum ama çok ayıp olacağının bilincindeyim. Zaten küfrün layık olduğu tek bir kişi var, o da bizzat benim. Oteli bassam çok mu ileri gitmiş olurum? Muhtemelen. Otelin benim olması da mı yaptığım eylemi hafifletmez? Boşanma protokolünü imzalamadı daha sonuçta, işleme koyulmuş bir şey yok, otel hâlâ benim. Beynim zonkluyor. Nazlı da hâlâ benim. Benim karım. Kâğıt üzerinde ya da kâğıt altında, gerçekten hiçbir önemi yok. Hâlâ evliyiz.

İnsan en azından, haber verir ya.

"Sen de beni çağırdın ama ben başka bir plan yaptım, haberin olsun. Eğer beni bekliyorsan, bekleme," der.

Ben böyle büyük saygısızlık görmedim.

"Anladım. İyi eğlenceler."

"Teşekkür ederim. Sana da."

Bir eğleneceğim bir eğleneceğim sorma Nazlı!

"Teşekkür ederim."

Çıktı. WhatsApp'tan çıktı. Telefonu tezgâhın üzerine fırlattım. Ne bekliyordum ki?! Teşekkür ettiğim için teşekkür etmesini mi?! Yeniden duşa girdim ve bu kez soğuk suyu açtım. Hayır, Selim'e sormayacağım. Nereye gittiğini sormayacağım, beni ilgilendirmez çünkü.

Hani maça kızı hep bana gelirdi?!

Ben tek başıma yeni yıla girmeyi hak ettim. Yeni yılı da sikeyim! Her şey kontrolümden çıkalı çok oldu ama artık parçalar da tamamen dağılıyor, sabun köpüğü gibi ellerimden kayıp gidiyor. Benliğimi, ruhumu, dikkatimi, beni ben yapan tüm değerleri, tutunduğum her şeyi, hatta otokontrolümü bile kaybediyorum. Bu kadar da olmamalı. Önemsiz olmanın bile bir sınırı vardır. İki yabancı olmanın bile bir sınırı vardır. Hiç yerine konmanın bile bir sınırı vardır ya.

Onu sevdiğimi bilmediği için mi bütün bunlar?!

Duştan çıktım. Telefonu tezgâhın üzerinden aldım. Havluyu belime sarıp yatak odasına geçtim. Saçlarımın nemini küçük bir havluyla alıp, kurutma makinasıyla kuruttum. Pantolon üzerine lacivert gömlek giydim. Gömleğin üst düğmelerini bağlamadan köprücük kemiğimin altındaki dövmeden cesaret almıştım. Kol düğmelerimi taktım. Saçlarımı düzelttim ve parfüm sıktım. Ceketimi giydim. Derin bir nefes alırken, telefonumu aldım ve okyanus manzaralı pencereye ilerledim.

İnceldiği yerden kopsun.

Selim'i aradım. Telefonu açar açmaz da, "Arabayı hazırlasınlar. Nazlı neredeyse, oraya gidiyoruz!" dedim.

"Abi!" dedi Selim korku dolu bir sesle. Kaşlarım çatıldı. "Kaybetmişler izini."

"Ne diyorsun lan sen?!" dedim şaşkınlıkla. "Kaybetmişler ne demek?!"

Kalbim sıkışırken, nefesim kesildi. Selim cevap verdi mi bilmiyorum. Duymadım. Zaten suratına kapattım ve hızlı adımlarla yatak odasından çıktım. Nazlı'nın yerini bir daha asla öğrenemeyecek olma ihtimali beynime baskı yapıyor. Kapıya doğru yürürken, bir yandan da Nazlı'nın numarasını tuşlamış ve telefonu kulağıma götürmüştüm.

Çaldı. Çaldı. Çaldı. Çaldı. Çaldı.

"Efendim," dedi en sonunda.

"Kaybetmişler seni! Neredesin Nazlı?!"

"Kapıdayım," dedi.

Continue Reading

You'll Also Like

51K 1.3K 20
"Han." derken dudaklarım titredi. Bedenlerimizin yakın olması ise bedenimi titretti. "Güneş." dediği an kalbime bir ok saplandı sanki. Yer yerinden...
ZEMHERİ By yudumsucan

General Fiction

66.6K 3.4K 11
Zemheri babası tarafından zorla evlendirilen bir kızdı. Akay ona yıllarca aşık bir adamdı. Zemheri Akay'ı sevecek mi?
Leyla By Jutenya_

General Fiction

1.3M 76.5K 37
İhanet kategorisinde 1. Sırada Adam dehşetler içerisinde karısını izliyordu. Karısı kırdığı aynanın sivri bir parçasını almış. Boğazında tutuyordu...
831K 49.4K 67
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...