Maça Kızı 8

By dpamuk

165M 7.1M 24.5M

"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama... More

Tanıtım*
1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
12.Bölüm
13.Bölüm
14.Bölüm
15.Bölüm
16.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm
21.Bölüm
22.Bölüm
23.Bölüm
24.Bölüm
25.Bölüm
26.Bölüm
27.Bölüm
28.Bölüm
29.Bölüm
30.Bölüm
31.Bölüm
32.Bölüm
33.Bölüm
34.Bölüm
35.Bölüm
36.Bölüm
37.Bölüm
38.Bölüm
39.Bölüm
40.Bölüm
41.Bölüm
42.Bölüm
43.Bölüm
44.Bölüm
45.Bölüm
46.Bölüm
47.Bölüm
48.Bölüm
49.Bölüm
50.Bölüm
51.Bölüm
52.Bölüm
53.Bölüm
54.Bölüm
55.Bölüm
56.Bölüm
57.Bölüm
58.Bölüm
59.Bölüm
60.Bölüm
61.Bölüm
62.Bölüm
Yılbaşı Özel Bölümü*
63.Bölüm
64.Bölüm
65.Bölüm
66.Bölüm
67.Bölüm
68.Bölüm
69.Bölüm
70.Bölüm
71.Bölüm
72.Bölüm
73.Bölüm
Bayram Özel Bölümü*
74.Bölüm
75.Bölüm
76.Bölüm
77.Bölüm
78.Bölüm
79.Bölüm
80.Bölüm
81.Bölüm
82.Bölüm
83.Bölüm
84.Bölüm
85.Bölüm
86.Bölüm
87.Bölüm
88.Bölüm
89.Bölüm
14 Şubat Özel Bölümü*
8 Mart Özel Bölümü*
Maça Kızı 8 Ailesi'ne*
Geçmiş Hikaye*
90.Bölüm
91.Bölüm
92.Bölüm
93.Bölüm
94.Bölüm
95.Bölüm
Bayram Özel Bölümü - II*
96.Bölüm
97.Bölüm
98.Bölüm
99.Bölüm
100.Bölüm
101.Bölüm
102.Bölüm
103.Bölüm
104.Bölüm
105.Bölüm
106.Bölüm
107.Bölüm
108.Bölüm
109.Bölüm
110.Bölüm
111.Bölüm
112.Bölüm
113.Bölüm
114.Bölüm
115.Bölüm
116.Bölüm
117.Bölüm
118.Bölüm
119.Bölüm
120.Bölüm
121.Bölüm
122.Bölüm
123.Bölüm
124.Bölüm
125.Bölüm
126.Bölüm
127.Bölüm
128.Bölüm
129.Bölüm
8*
18 Ağustos'un Devamı*
Son Perde*
8 Kasım 2017*
Yıldız Tozu*
130.Bölüm
131.Bölüm
132.Bölüm
133.Bölüm
134.Bölüm
135. Bölüm
136.Bölüm
137.Bölüm
138.Bölüm
139.Bölüm
140.Bölüm
141.Bölüm
142.Bölüm
143.Bölüm
144.Bölüm
145.Bölüm
146.Bölüm
147.Bölüm
148.Bölüm
149.Bölüm
150.Bölüm
151.Bölüm
152.Bölüm
153.Bölüm
154.Bölüm
155.Bölüm
156.Bölüm
157.Bölüm
158.Bölüm
3 Yıl, 1 Ay Sonrası*
159.Bölüm
160.Bölüm
161.Bölüm
162.Bölüm
163.Bölüm
164.Bölüm
25 Eylül 2018*
165.Bölüm
166.Bölüm
167.Bölüm
169.Bölüm
170.Bölüm
171.Bölüm
Güneşçiçeği*🌻
Güneşçiçeği*🌻🌻
172.Bölüm
173.Bölüm
174.Bölüm
175.Bölüm
176.Bölüm
177.Bölüm
178.Bölüm
179.Bölüm
180.Bölüm
181.Bölüm
182.Bölüm
183.Bölüm

168.Bölüm

334K 18.9K 33.5K
By dpamuk

Bir süredir yazılıp çiziliyor. Konuyla ilgili konuşuluyor. Bize de her gün soruyorlar. Doğru mu, değil mi? Değil desek de inanmıyorlar. Yok öyle bir şey desek de inanmıyorlar. Demek ki hissediyorlar. Belki de haklılar. Evet, doğru. MAÇA KIZI 8 KİTAP OLUYOR, doğru. Doğru.

İyi ki varsın Tarkan, çünkü bugüne dek bu anın gelmesini çok fazla beklemiş ve o an geldiğinde bu haberi Maça Kızı 8 Ailesi'yle nasıl paylaşacağımı defalarca kez hayal etmiş olsam da, beklenen an geldiğinde hislerimi ifade edecek kelimeleri bir türlü bulamadım. Galiba heyecandan. Hani Nazlı'nın dudakları gülerken gözleri ağlıyor ya, işte ben de öyleyim...

Sevgili yol arkadaşlarım,

Bir rüya gördüm. Dua ettim. Şükrettim. İstedim. İnandım. Serbest bıraktım. Ve bugün buradayız.

Bu haberi çok önceden bekliyordunuz, biliyorum. Bir yayınevinden ilk teklif geldiğinde, bundan seneler önceydi. Belki 1 Milyon okunmamız bile yoktu. Çoğu arkadaşım, kabul etmem için ısrarcı olmuştu ama nedendir bilinmez, ben istememiştim. Kitap olmasını hep çok istemekle beraber o gün, bunun için doğru vakit olduğuna inanmamıştım işte. Zamanla teklifler arttı ama benim için hâlâ vakit vardı. Her şeyin bir zamanı vardır ve doğru zaman geldiğinde, önünde hiçbir şey duramaz. Hayatım boyunca bu düşünceye bütün kalbimle inandım ve bugünü sabırla bekledim.

Maça Kızı 8'in henüz ilk satırlarını yazarken, bunun uzun soluklu bir yolculuk olacağını biliyordum ve daha o ilk an, kitap olarak elimde tutacağım günü hayal ediyordum. Seriler, zor ve meşakkatlidir; hem yazarına hem de okurlarına. Fakat ben seri okumayı çok severim. Karakterlerin ilk günden son güne dönüşümüne şahit olmak, hayat gibi gelir bana. Onlarla büyümek, onlarla evrilmek, onlarla pencereler keşfetmek güzel ve eşsizdir.

Seneleri devirdik birlikte. Hem Nazlı ve Bora ile, hem de sizlerle. 2017'den bugüne dek geçen zamana bakıyorum da... Anneannem, Deniz Abla'm, babaannem, babam hayattaydı bu kitaba ilk başladığımda. Şimdi ise yoklar. Maça Kızı 8'in içindeki -bence sevildikleri sürece var olacak- onlarca karakter gibi. Ben bu evrenle büyüdüm, dönüştüm, bazen ortak acılarda bazense ortak sevinçlerde buluştum. Sizin gibi muhtemelen. İyi ki...

Burada, birlikte yolculuk yapmak benim için hep çok keyifliydi. İnteraktif okuma yapmayı seviyorum. Kendim de bir romanı okurken, hep benimle aynı satırları okuyan bir arkadaşım olsun ve hakkında sürekli konuşalım isterim, belki de ondan. Her bir satıra verdiğiniz reaksiyonları takip etmek öyle güzeldi ki... Çoğu zaman sizlerin de desteğiyle tutundum şimdiye. Çünkü bence kaybolduğunda, seni bekleyen birilerinin olduğunu bilmek çok önemliymiş. Zannediyorum ki bu bir annenin, en zor anında dahi çocuğu için "bana bir şey olmamalı..." demesi gibi bir şey. O yüzden kurduğumuz gönül bağı çok derin benim için.

Her şey için çok teşekkür ederim. Maça Kızı 8'i bu kadar sahiplendiğiniz için, bu romana olan sevginizi bana yürekten hissettirdiğiniz için, günlerce ve gecelerce durmadan hakkında konuşmayı bırakmadığınız için, yazmak için sizden aylarınızı istediğimde bana saygı duyduğunuz ve beni sabırla beklediğiniz için, durmaksızın tweetler attığınız ve daima Maça Kızı 8'i TT listesinde görmemi sağladığınız için, durmaksızın yorumlar yazdığınız için, izlemeye doyamadığım videolar, beni yeteneğinize özendiren editler hazırladığınız için...

Ve varlığınız için, en çok da. Bazen sadece orada olduğunuz ve bana, orada olduğunuzu hep hissettirdiğiniz için.

Maça Kızı 8'i ben yazdım, ama her zaman söylediğim gibi, 130 Milyon okunma oranı sizin başarınızdır.

Teşekkür ederim, var olun!

Adım adım sona yaklaşıyoruz, sayılı zamanımız kaldı ama en kıymetlisi, Maça Kızı 8 final yapacak olsa da yine onlarla ilgili bambaşka bir yolculuğumuz başlıyor şimdi. Somut bir şekilde bu evreni avuçlarımızın arasında tutacağız. İmza günlerinde kavuşacağız. Nazlı ve Bora hakkında yüz yüze konuşacağız. Birbirimize sarıldığımızda, onlarla kucaklaşmış gibi olacağız.

Ayrıca lütfen, kimse final dedim diye üzülmesin hemen.

2022'de son kez yeni yıla giriyoruz demiştim ama bölümlerin kelime sayısını uzatsam dahi, finale yılbaşından evvel gelemeyeceğiz gibi görünüyor. Yani finalimiz öyle ya da böyle 2023'e sarkacak. Kısmet, vardır bunun da mutlaka bir hayrı.

Kitap sürecini sizlerle adım adım paylaşacağım, yakında Maça Kızı 8'i emanet ettiğim yayınevimin duyurusunu da yapacağım. Zaman içinde aklınıza takılan hemen her sorunun cevabını da yanıtlıyor olacağım. Ayrıca, biz iki haftada bir cumartesi akşamları, nasipse burada buluşmaya devam edeceğiz. Finali de burada okuyacağız elbette.

Bu bölüm 8 Kasım'a özel erken geldiği için, 169.Bölüm bu Cumartesi değil, 19 Kasım'da. Onu da herhangi bir kafa karışıklığı olmaması adına buraya iliştireyim.

21 Mayıs 2017'de Maça Kızı 8'in tanıtımını paylaşmıştım ve Nazlı ile Bora, 21 Mayıs 2017'de evlendi.

8 Kasım 2022'de de Maça Kızı 8'in kitap olacağını paylaştım, bakalım onlar 8 Kasım 2022'de ne yaşayacaklar?

Evrenler arası köprüler 'tarihlerdir' arkadaşlar, kesin bilgi, yayabilirsiniz! <3

Sizi çok seviyorum! 🌻💛

dp.

♠️

"Sizinle bir iş anlaşması yapmak istiyorum Nagihan Hanım..." Nagihan Akbulut, pırlanta taşlarla süslü bir tokayla topuz yaparak ensesinin biraz üzerinde tutturduğu sarı saçlarını hafifçe düzeltti. "İkimizin de kârlı çıkacağı bir anlaşma."

"Nedir?" diye sordu. Koyu kahve renkteki gözlerini kısarak yüzüme dikmişti. "Dinliyorum."

"Bir adam var. Adına şimdilik X diyebiliriz. Bu X'in elinde bir liste var. Ve bu liste bana lazım." Nagihan Akbulut'un kaşları havalandı. "X, sizin meslektaşınız. Yani yabancı biri değil. X'ten listeyi alabilmek için donanımlı adamlara ihtiyacımız var. Zor bir operasyon olacak."

"Operasyon?" dedi. El çantasından sigaralığını çıkarttı ve içinden aldığı bir dalı uzun, kırmızı ojeli parmaklarının arasına tutturdu. "Çınar'la aynı dilde konuşuyorsun..." Sigarasını ateşledi. "Eşin... Yani Kara... Onun da çok donanımlı adamları vardır... Veyahut madem Çınar'ımla bir örgüte üyeymişsiniz, eminim ki onun da çok donanımlı adamları vardır."

Gülümsedim. Nagihan Akbulut, kinaye sanatında gayet başarılı bir mafya lideriydi. Kaçın kurasıydı ve yaşını almış olsa da muhtemelen kanında hâlâ birçoğunu cebinden çıkartacak kadar tilkilik vardı. Biraz ilerideki masada Begüm, Beyza ve Çınar oturuyor, merakla da bize bakıyorlardı. Meraklanmak konusunda haksız sayılmazlardı. Bora odadan çıktıktan sonra bir güzel hazırlanmış ve yanlarına inmiş, indiğim gibi de Nagihan Hanım'a kendisiyle baş başa konuşmak istediğimi arz etmiştim. Buna yalnızca Begüm, Beyza ve Çınar değil, etrafta konumlanmış Bora'nın adamları da şaşırmıştı. Başta da Selim. Muhtemelen Bora'ya çoktan, anneannesiyle kulis yaptığım bilgisi ulaştırılmıştı ve fakat aynı bilginin Gökhan'a ulaştırılmış olması benim için daha önemliydi. Gökhan amacımı anladı mı bilinmez, eğer benzin döküp kendini yakmadıysa bile, kendini odaya falan kapatmış olmalıydı. Çünkü Aydın Demir dahi Nagihan Hanım'la sohbetimizin altıncı dakika on üçüncü saniyesinde kapalı havuz keyfine son vererek lobiye gelmişti ama Gökhan Demir hâlâ ortalıkta yoktu.

"Tabii var," dedim Nagihan Hanım'a. Arkama yaslandım ve bacak bacak üzerine attım. "Ama ben... Sizinle iş anlaşması yapmak istiyorum. Onlarla değil."

Nagihan Hanım, bize çevrili yüzleri kısaca bir tarayıp yeniden bana döndü. "Peki bu iş anlaşmasından benim çıkarım ne Nazlı?"

"Biraz da ahiret inancı be Nagihan Hanım!" dedim. Yüzüne önce şaşkınlık yayıldı, sonra da bu şaşkınlık gülümsemesiyle taçlandı. "Yani tabii haşa, ben size cenneti garantileyemem... Ama çok ciddi sevaba girersiniz, benden söylemesi. Hamilelerin duasının da ekstra kabul olduğunu söylerler. Bence iyi bir insan olmanın tam zamanı."

Sigarasını yavaşça üflerken başını sallamıştı. "Anladım..." dedi. "Sen benden, karşılıksız bir şekilde sana yardım etmemi istiyorsun..."

Dudaklarım bilmem dercesine şekil alırken, "Nasıl baktığınıza göre değişir," dedim. Bol sütlü kahvemden bir yudum aldım. "Ben sizin yerinizde olsam, ölmeden evvel anneanne ve babaanne olabilme hakkı bana verildiği için sevinirdim."

"Gökhan da işin içinde yani?" dedi doğrudan. Zekanın genetik olduğuna bir kez daha ikna olmuştum. "Ve belli ki Bora, Çınar... Ve kalan herkesten gizli bir şey yapıyorsun sen... Bana biraz daha açık olmak ister misin?"

"En açık hâliyle şöyle ifade edeyim..." dedim. Bakışlarım hafifçe sertleşmiş, kaşlarım ise tümden çatılmıştı. "Benim bu hayatta, kocamdan ve bebeğimizden başka önemsediğim... Gerçekten önemsediğim kimse yok." Nagihan Hanım'ın bakışları refleksif bir biçimde Begüm'ün, Beyza'nın ve Çınar'ın olduğu masaya çevrildi. "Var da... Yok." Koyu kahverengi bakışları yeniden gözlerimi bulduğunda, hareleri merakla sarılmıştı. "Arkamda bırakamayacağım kadar önemsediğim kimse yok. Çok sevdiğim, kardeş saydığım birkaç insan var ama, hiçbiri olmasa da yaşayabilirim. Çünkü zaten bundan beş sene önce mesela hiçbiri yoktu. Olmadığında yaşayamayacağımı düşündüğüm tek bir insan var. Vardı. Şimdi toprağın altında!" Derin bir nefes verdim. "İstediğim tek şey... Kocam ve bebeğimizle, dilediğimiz hayatı yaşayabilmek! Bu hayatın nerede ve nasıl olacağına, kendimiz karar verebilmek! Hiç kimsenin prangası altına girmemek! Anlatabildim mi?!"

"Kızım yaşasaydı..." dedi iç çekerek. "Senin gibi bir gelini olduğu için öyle mutlu olurdu ki!" Konunun bununla alakasını anlayamamıştım. "Dişi ve dişli. Aynı kendisi gibi."

"Belki de kızınızın hatırı için, kızınızın geliniyle bu iş anlaşmasını yapmalısınız?" dedim. Nagihan Hanım, sigarasının son dumanını içine çekti. "Bora'nın sizde azıcık olsun bir değeri varsa tabii!"

"Ne yapacağımızı bilmesem de... Kabul ediyorum Nazlı," dedi. Çok büyük bir haber almış olmanın keyfiyle gülümseyecektim ki Bora'nın lobiye geldiğini gördüm. "Bana detaylardan bahset lütfen." Nagihan Hanım henüz Bora'yı fark etmemişti ve sigarasını söndürüyordu, açıkçası ben de fark etmemiş gibi davranmaya devam ediyordum ama Bora gitgide yanımıza yaklaşıyordu. "Seni dinliyorum."

"O yüzden siz siz olun... Gökhan'a, Umut muamelesi yapmayı bırakın," dedim ve bakışlarımı Bora'ya çevirdim. "Sevgilim?"

Bora bir Nagihan Hanım'a bir de bana baktı ve Beyza ile Begüm'e arkası dönük sandalyeyi çekerek teklifsizce masaya oturdu. "Hayırdır?" dedi gelişigüzel bir biçimde. "Kim kime ne yapmış?"

Peşi sıra yalanlar söylemem gerekecekti ve fakat Nagihan Akbulut buna izin vermeden söze girdi: "Ben anlayacağımı anladım Nazlı. Lütfen Gökhan'a söyle, üzülmesin. Bir daha bunu tekrarlamam. Senden ricam, beni görmesini söyle ona. Kendim özür dilemek isterim ondan." Nagihan Akbulut, mangal gibi yüreğini bir kez daha gözlerimin önüne sererken Bora'ya döndü. "Kimsenin kimseye bir şey yaptığı yok. Sadece bir yanlış anlaşılma."

Bora hafifçe başını sallarken sıkıntılı bir nefes vermişti. "Yanlış ya da doğru... Bazı insanlarla anlaşılmaz." Bakışları doğrudan gözlerime çevrildi. "Bazı insanların da işlerine karışılmaz."

"Gökhan çok sinirlendi," dedim. Bora normal koşullarda yalan söylediğimi derhal anlayabilirdi ama bu kez öyle doğal bir performans sergiliyordum ki, sanki düşman tarafından sorguya alınmışım gibi. "Kendisine Umut diye hitap edilmesinden asla hoşlanmıyor, biliyorsun. Görmedin mi yaşadığı sinir harbini? Yanına gelecekti ama?"

"Gökhan'ın kişisel travmaları ilgimi çekmiyor," dedi Bora.

Bu sırada Çınar daha fazla dayanamamış olsa gerek yanımıza gelmişti. "Mevzu ne?" diye sordu, Bora'nın karşısındaki sandalyeye otururken. Babaannesine, kendisinden kardeşi Umut'u sakladığı için ne kadar öfkeli, ne kadar kırgın olduğunu biliyordum ama yine de Bora'nın karşısında onu ezdirmeyeceği belliydi. "Kara?"

"Mevzu seni ilgilendirseydi, davet edilirdin Çınar..." dedi Bora. Çınar'ın bizim masamıza geldiğini gören Aydın da hareketlenmiş ve bu masaya gelmekte herhangi bir sakınca görmemişti. Begüm ile Beyza'nın gerginliklerini hissederken, bir anda Gökhan da lobide belirmişti. "Sen kafanı yorma."

"Çınar Akbulut, icazetsiz hiçbir mevzuya girilmeyeceğini bilmiyor..." dedi Aydın. Bakışlarındaki keskin ifade, Beyza'nın ayaklanmasına sebep olmuştu fakat Begüm ablasının elini tutarak onu durdurdu. "Kusura bakma Kara. İcazetsiz senin masana oturulmayacağından da habersiz."

"Buraları geçmediniz mi?" diye sordu Nagihan Akbulut. Yüzünde yapay bir şaşkınlık vardı. "Aydın'cığım, sen artık ailedensin..." dedi alayla. Benimle bir anlaşma yapmış olması, bir anda en büyük dostumuz olduğu ve torununu ezdireceği anlamına gelmiyor olmalıydı. "Eğer boşluğa düşersen, Çınar'ı kayınbiraderin say! Zira duyduğuma göre, Kara artık senin herhangi bir şeyin değilmiş!"

"Oğlunun dayısı olmam kâfi," dedi Bora. Tavrı sert değildi ama yumuşak olduğunu da asla söyleyemezdim. "Bence en önemli sıfat bu. Gerisini acaba sen dert etmesen mi?" Gökhan, Beyza ile Begüm'ün yanında duruyor, masaya yaklaşmıyordu. "Çünkü kimin, kimin neyi olduğu seni ilgilendirmez." Güldü. "Aile deyince de... Aydın, sizin ailenizden değil. Hiçbirimiz gibi."

"Babaanne!" dedi Çınar. Normal bir tonda konuşuyor olsa da kızgındı. "Neler oluyor?!" Bakışları gözlerimi buldu. "Ne konuştun babaannemle?!"

Sıkıntılı bir nefes verirken, "Gökhan!" diye seslendim. Gökhan, kendisine seslenmemden asla hoşlanmadığı belli bir ifadeyle yüzüme baktı. "Sana bu işe karışmak istemediğimi söylemiştim!" Gökhan'ın kaşları havalandı, Allah'tan Bora arkası dönük olduğu için onu görmüyordu. "Gerçekten çok sıkıldım..."

"Aydın!" dedi Bora buyurgan bir tavırla. "Sevgili anneannemi tutmayalım... Zeki Akbulut, birazdan otelden çıkış yapacaklarını söyledi. Oyalanmasınlar."

"Kovsaydın?!" dedi Çınar öfkeyle.

"Dur oğlum dur..." dedi Nagihan Hanım, Çınar'ın elinin üzerine elini koyarak. "Kimsenin kimseyi kovduğu yok. Bu, Kara'nın iletişim yöntemi." Çantasını alarak ayağa kalktı. "Hadi eşlik et bana odama kadar. Kalk."

Çınar Akbulut'un, kaldı ki böyle anlarda soyadını daha çok hatırlıyor ve hatırladıklarının da etkisinde kalıyordu, bu masadan kalkmayı mağlup olmaktan saydığını biliyordum. "Sevgilim..." dedim yavaşça. "İstanbul'a dönelim mi artık? Eğer burada işin bittiyse? Odaya çıkalım mı, hazırlanırız?"

Bora yalnızca dört saniye gözlerimin içine baktı. "Olur Nazlı," dedi. Yapmaya çalıştığım şeyi, Çınar'ın kötü hissetmemesi için bu masadan önce kalkmaya çalıştığımı yani, anlamıştı ama aldırmadan ayağa kalktı. "Çıkalım..." dedi.

Ben de ayağa kalktım ve Bora'nın elinden tuttum. Önce Aydın'a baktı, Aydın başını salladı. Yürümeye başladık. Bakışları bir anlığına Begüm'e, daha sonra da Gökhan'a döndü. Gökhan da başını salladı. Lobiden çıkmak üzereyken de Selim'e baktı. Selim de başını salladığında, bu iletişim dilinin OCTO'nun iletişim dilinden daha havalı olduğunu düşünmeden edememiştim.

♠️

"Bana bir kişi söylesene, senin sevmediğin ama benim çok sevdiğim, bir kişi..." Bavulumu kapatırken gözlerimi devirdim. "Ama bi' de... Benim sevmediğim ama senin sevdiğin insanları sayalım mı?"

"Ama sevgilim, sen zaten hiç insan sevmiyorsun ki!" dedim sitemle. Bora ellerini ceplerine sokmuş, balkon kapısının önünde duruyor ama denize değil bana bakıyordu. "O yüzden ikimizi kıyaslayamayız ki!"

"Hayvanlar alemini geçtim... Çınar'ı, Beyza'yı falan da geçtim bak... Nagihan Akbulut ne alaka Nazlı ya?!"

"Ama sevgilim, sen Beyza'yı seviyorsun ki?" dedim şaşkınlıkla. "Onu, bu gruba dahil edemeyiz ki."

"Ama sevgilim, ama sevgilim!" diye kızdı. Birkaç adım atarak yanına yaklaştım. "Ayrıca, çocuk gibi her cümlenin sonuna, "ki" ekleyip de dikkatimi dağıtma benim!" diye de kızdı.

"Çocuklar öyle mi yapıyor ki?" diye sordum ve kollarımı boynuna doladım. "O zaman bir daha yapmam ki!"

"Nazlı!" diye kızdı bu kez de. Dudaklarımı dudaklarına bastıracakken başını geri çekti ve kaşlarını kaldırdı. "Sevmediğim insanları sevmene de saygım sonsuz... Ama mesafeni koru!"

"Ama sev-" Kaşları öyle bir çatıldı ki sustum. "Yani sevgilim," dedim amadan kurtularak. "Zaten yakında, bütün insanlıkla aramıza mesafe koyarak, adaya gitmeyecek miyiz?"

"Gidene kadar mesafeni koru o zaman," dedi.

Ne ellerini belime yerleştiriyor ne de yüzünün keskin ve sert hatlarını yumuşatıyordu. Anneannesinden, eğer bir gün adadan dönmek istersek bize bilet olacak kozu elde edebilmem konusunda yardım istediğimi öğrenince ne yapacaktı? Ayrıca o kozu İstihbarat'ın istemesi, hem de Bora'dan istemesi gibi bir gerçek vardı. Bora o koza erişemediğinde, benden şüphelenir miydi? Şimdi her şeyi anlatmaya kalktığımda ters tepeceğini bilmesem, ona kendi gerçeklerimi itiraf ederdim. Ama maalesef ki verdiği sözü çiğnemezdi ve elimizdeki koşullar dahilinde, özgürlüğümüze gidebilme ihtimali olması adına bulabildiğim tek garanti yolu da kaybederdik.

"Özür dilerim Bora," dedim. Bu özür, sevmediği insanlarla olan mesafemden hoşlanmadığı için değil, birbirimizden bir şey saklamamamız gerektiği hâlde, ondan bir şeyler sakladığım içindi. Kapkara gözleri kısıldı. "Üzgünüm..." diye eklediğimde elleri belimi buldu. "Gerçekten."

Eğer dudaklarıma kapanmasaydı, bir kez daha özür diler, bir kez daha üzgün olduğumu dile getirir, hatta ve hatta bunu defalarca tekrarlar, belki de karşısında ağlardım. Ama beni öptüğü için bunların hiçbirini yapamadım ve sadece öpücüklerine karşılık verdim. Beni, daha söylemek istediği çok şey varmış ama bunları söylemek yerine nefesinin nefesime karışmasını daha uygun buluyormuşçasına kucakladığında, bacaklarımı beline dolamıştım. Bora'ya sığınmak tek çaremdi. Korkularımı, kaygılarımı, aklımdaki tüm soru işaretlerini silip süpüren ve beni anda tutan belimdeki elleri, hayatta daima beni tutacak bir dal olduğu için ne kadar şanslı olduğumu hissettiriyordu.

Beni hafifçe yatağa yatırdığında üzerime kapandı. Bu, baş başa geçireceğimiz bir ömrün ön gösterimi gibiydi ve ben de saniyeler içinde, bu baştan çıkarıcı duygunun büyüsüne kapılıp gittim. Saniyeler dakikaları, dakikalar ise saatleri oluştururken bizim için zamanın hiçbir hükmü yoktu. Bora'nın dudakları vücudumun her bir zerresinde dolaşırken gözlerimi kapattım ve herkesten uzakta geçecek bir ömrü hayal ettim.

O, ben ve bebeğimiz.

Kimsenin bize değemediği, sorunların hepsinin bizden millerce ötede kaldığı, ölümün asla kurşunla ya da bombayla gelmediği bir ömür.

Nazlı ile Bora'nın kazandığı, nefes aldıkları her an bu kazanca şükrettikleri ve zamanın daima ve yalnızca mutluluk vakti olduğu bir ömür.

"Seni çok seviyorum ki!" diye haykırdığımda, yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesi vardı.

♠️

Osman Amca'ların evinin önünde arabadan indik. Arka kapıyı açtım ve Demir'i pusetten kucağıma aldım. Derken Gökhan da yanıma gelmiş, puseti eline almış ve Demir'in çantasını omzuna geçirmişti. Selim de kendi arabasından inip, Gökhan'ın anahtarını alarak, diğer adamlardan birine uzattı. Gökhan ve ben, camlı apartman kapısına ilerlediğimizde, Eren de asansörden inmiş ve bize kapıyı açmıştı.

"Hoş geldiniz!" dedi Eren, bana yaklaşırken. "Oğlum..." Minik kurbağa, babasının kucağına geçtiğinde dahi uykusundan uyanma gereği duymamıştı. Evden çıkmadan evvel annesi onu doyurmuş ve altını değiştirmişti. Bu yüzden keyfi yerindeydi. Aklım bir an için annesine takıldığında, onun keyfinin hiç yerinde olmadığını düşündüm. "Bizi bekliyorlar..." dedi Eren, asansöre ilerlerken. "Gelin hadi."

Begüm ne dün Kıbrıs'ta biz odadan çıktıktan sonra ne de dönerken uçakta bu konunun bahsini açmıştı. Fakat uçakta her ne düşündüyse, havaalanına indiğimizde, "Yarın al Demir'i nişana geçmeden..." demişti ve bunu derken de yüzünde kabul edilmiş bir çaresizlik vardı. Bu onun hayatı, onun kararı olduğu için herhangi bir yorumda bulunmamıştım ve bence zaten, olması gereken de buydu. Bora da benimle aynı fikirde olduğu için Begüm'e aferin dercesine gülümsemişti. Begüm; Sevim Hanım, Asya, Leo, Beyza ve Aydın ile birlikte Tarabya'ya geçerken; Bora da Gökhan'la birlikte İstihbarat'a gitmişti ve ben eve Selim'le dönmüştüm. Operasyonumuzun detaylarıyla alakalı kafamı toplamaya çalışırken saatlerin nasıl geçtiğini anlamamıştım ve Bora eve dönmeden de uyuyakalmıştım.

Bora'nın eve geldiğini, yanıma yattığını ve bana sarıldığını hayal meyal hissetmiştim. Sabah uyandığımda ise yine yanımda yoktu ve komodinin üzerinde, el yazısıyla yazdığı minicik bir not vardı: "Çıkıyorum sevgilim, işlerim var. Günaydın..."

Bora'sız bir sabaha uyanınca gün pek de aydın olmuyordu ama İstanbul'da olduğunda çok meşgul olduğunu kabul ettiğim ve yirmi yedi gün sonra tüm bu meşguliyetler son bulacağı için sabretmek zorunda olduğumu biliyordum. Mutfağa indiğimde, Selim beni uzaktan akrabaları olduğunu söylediği Zerrin Hanım ile tanıştırmıştı. Zerrin Hanım bana şahane bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı ve ben kahvaltımı yaparken de operasyona kafa yormaya devam etmiştim. Kahvaltıdan sonra Noir ile vakit geçirmiş, adadayken yazacağım formüllerimi paylaşacağım güvenlik sistemiyle ilgilenmiş ve akşamüzeri de nişan için hazırlanmıştım. Gökhan beni evden almıştı ve birlikte, Demir'i de almak için Tarabya'ya geçmiştik. Begüm, biz evden çıkarken ağlamıştı. Sanki oğlunu bir daha hiç göremeyecekmişçesine üzülmesi, Demir'i paylaşma sürecinde ne kadar zorlanacaklarını gösteriyordu.

Yol boyunca Gökhan'la operasyonumuzun detaylarını planlamış, Nagihan Hanım'la bu planların ne kadarını paylaşacağımıza dair karar almış, Nagihan Hanım'la yapılacak görüşmeleri Gökhan'ın yürütmesinin en uygun olacağı konusunda anlaşmış ve çok vakit kaybetmeden start almak konusunda hemfikir olmuştuk. İstihbarat'tan önce davranmalı, ne onlar ne de Bora şüphelenmeden kozu bir an önce ele geçirmeli ve vakti geldiğinde ellerinin boş kalmaması için de sahte bir koz üretmeliydik. Bu konuda iş bana düşüyordu çünkü bu listenin muadilini yaratacak değildik. Kaldı ki ele geçireceğimiz listenin ne listesi bile olduğunu bilmiyorduk. O yüzden onları oyalamak ve kozun kendi ellerine geçtiğini düşünmeleri için, tarafımdan şifrelenmiş bir listeye ulaşmalarını sağlamalıydık. Onlar şifre ile uğraşırlarken, biz zaten çoktan uzaklarda olacaktık. Umuyordum ki minik kurbağa, duyduklarını kimseye anlatmayacaktı.

Eren, oğlunun kokusunu içine çekerken, asansör üst kata çıkıyordu ve eş zamanlı olarak içime dalga dalga bir gerginlik yayılıyordu. Esin'in beni nişana çağırdığı andan beri kafam hep bir şekilde meşguldü ve fakat şimdi düşününce olanın bitenin bir delilik olduğunu hissediyordum. Yengemle Bodrum'da, Gürkan Abi'yle Amerika'da karşılaşmış; Osman Amca ve Nurcan Teyze'yi de yakın zamanda ziyaret etmiştim ama kalan herkesle üç yıl, yedi ay, yirmi dokuz gün sonra ilk kez karşılaşacak ve onların ortamlarına girecektim. Bundan emin miydim? Bu ziyaret beni korkutmuyordu ama heyecanlandırıyordu ve açıkçası bu heyecan, üzerimde pek olumlu bir his bırakmıyordu da. Herkesin bakışlarının üzerimde olacağını düşünmek kasılmama sebep oluyordu. Belki tanımadığım damadın ve damadın ailesinin bile bakışları benden ayrılmayacaktı çünkü ben yalnızca magazine değil, ana haber bültenlerine kadar çıkmıştım.

Sakin olmam lazımdı.

Sonuçta, Türkiye'nin en ünlü iş adamlarından biri olan Bora Karabey'in karısıydım ve elbette ki artık ben de tanınıyordum. Tanınan biri olunca, seni de birilerinin tanıması normaldi. İnsanlar seni tanırsa, dönüp sana bakarlardı da. Bu gerçekten normaldi. Ben de bugüne kadar Yalıkavak'ta çok fazla ünlü insan görmüş, görünce tanımış, tanıyınca da dönüp bakmıştım sonuçta.

Asansör durduğunda ve ben inmediğimde, doğal olarak Eren de benim yüzümden inemediğinde, "İyi misin Naz?" diye sordu. Başımı iyi olduğumu belli edercesine salladım ve Eren'in geçmesi için kenara çekildim. Eren geçmesine geçti ama ille de benim de inmem lâzımmışçasına kapanmakta olan kapıyı eliyle engelledi. "Gökhan? Ne bekliyorsunuz?"

Gökhan derin bir nefes verirken Eren'e değil, benim gözlerimin içine bakmıştı. "Gidelim ister misin?" diye sordu. Başımı iki yana salladım. "Tamam... Biraz asansörde kalalım o zaman?"

"Bir saattir asansördesiniz ve konuştunuz?"

"On altı dakika, kırk bir saniye..."

"Bu şimdi de seni asansörde mi öldürmeye çalıştı?"

"Bu? Karımdan mı bahsediyorsun? Yok ama karımdan bahsetsen, bu deme cesaretine sahip olamazsın... Sen kimden bahsediyorsun?"

"Silahı var değil mi? Asya'nın yanında eğildiğinde zorlandı. Silahı var. Seni vurmuş kadına silah verecek kadar aptal mısın?"

Nefes alamadığımı hissederken, Gökhan'ın gözlerine muhtemelen dehşet içinde bakıyordum. Derhal asansörden indim. Gökhan, iyi olup olmadığımdan emin olmak istercesine kolumdan tuttuğunda ise sertçe kolumu elinden çektim. 25 Ağustos. Nişan. Eren ve Begüm. Nişan. Esin. Nişan. Anıl. Kalbim zangır zangır titriyordu ve ben gerçekten de burada olmamın çok da doğru olmadığı gerçeğiyle acı içinde yüzleşiyordum.

"Naz?!" dedi Gökhan, sesini bana duyurabilmek için hafifçe yükseltirken. Puseti yere bıraktı, ellerini bana dokunmayacağını belli edercesine kaldırdı. "Korkuyorum? Buradan gitmemizi ister misin? Bir tepki ver?"

"Naz, bir şey söyle... N'olduğunu söyle... Yardım edelim," dedi Eren.

"Yaşadıklarının suçunu birisine yüklemek istiyorsun. Benden uzak dur. Ben sana hiçbir şey yapmadım! Eğer sana yardım etseydim..."

"Begüm'e mi kavuşamazdın?"

"Tüm ailemi öldürürdü Naz! Bunu akıl edemiyor musun gerçekten? Kara'dan bahsediyoruz. Geçen hafta Anıl'ı öldürüyordu. Biliyorsun. Gözlerinle gördün. Sence onu ben mi durdurabilirdim? Kendimi düşündüm Naz! Kendimi ve ailemi!"

"Kardeşiyle neden evleniyorsun peki?"

"Çünkü seviyorum! Bunun anlamını biliyor musun? Seni kumarhaneye sokan... Kara'ya rağmen Bora'yla evlendiren şey... Aşk."

"Eğer senin ya da benim herhangi bir arkadaşımın tırnağının ucuna zarar verseydi birisi... Ben o zararı veren kişinin kardeşiyle ölsem de evlenmezdim! Allah belanı versin senin de. Tüm kalbimle bunu diliyorum. Ben 8 Kasım'da buradan siktir olup gideceğim ya... Sen yalandan gözyaşı dökeceksin ya benim cenazemde... Sen de mutlu olma inşallah! Sen de mutlu olma ömür boyu!"

"N'oluyor?!" dedi Gökhan.

"Unutulmuyor," dedim. Gökhan'ın kaşları çatılırken, kaşlarının altındaki kısılmış bakışları bir anlığına Eren'e çevirilmiş ve sonra yeniden beni bulmuştu. "Hiçbir şey."

Midemdeki bulantıyı görmezden geldim ve derin bir nefes alarak, Nurcan Teyze'lerin daire kapısına ilerledim. Unutamadığım her şeyin üzerine basa basa, beni bugün daha güçlü yaptığını hissede hissede, neler görmüş neler geçirmiş bir insan olarak herkesin bakışlarının üstümde olmasının bana hiçbir şey yapmayacağının gayet farkına vararak zile bastım.

Kapıyı Esin açtı. Gözlerinin en içinin parladığını gördüm. "Nazlı Abla! Hoş geldin!" dedi. Kollarını boynuma sardı. "Çok özledim seni!"

"Ben de..." dedim.

Esin benden ayrıldığında Gökhan'a gülümsemişti. "Siz de hoş geldiniz," dedi. Gökhan onu başıyla selamladı ve Esin geçmemiz için elini içeriye doğru uzattı. Gökhan en önden salona ilerlerken, Esin de onun peşinden gitmişti. Ama ben yine yerimden bir milimetre olsun kıpırdamadığım için Eren yine geçememiş ve yüzüme şimdi neyi beklediğimi sorarcasına bakmıştı. Zorlukla yutkunduğumda gülümsedi. Bu gülümsemesi, karşımda küçük Eren'in durduğunu düşünmeme sebep olmuştu.

"Oğlum... Hadi gel, Naz'a siper olalım..." diye fısıldadı Eren. Hafifçe geri çekildiğimde önüme geçti ve Esin'in arkasından, kucağında oğluyla salona doğru yürüdü fakat üç kez, gelip gelmediğimi kontrol edercesine arkasına bakmayı da ihmal etmedi. Kendimi en arkada daha güvende hissediyordum. Kuma kafamı gömmemle neredeyse eş değer olan en arkada saklanma fikri, bana küçük Naz'ı hatırlatıyordu. Yaramazlık yaptığında Eren ve Anıl'ın arkasına saklanan Naz'ı...

"Bakın, Naz size kimi getirdi?!" dedi Eren salondakilere.

Naz dediği kişi bendim ama aslında ben Naz olmayı bırakalı çok olmuştu.

Salon, daha doğrusu evin belki de tamamı, iğne atsam yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Ter kokusu midemin bulanmasına sebep olurken derin bir nefes almak istedim ama bu havayı solumak istediğime çok emin değildim. Belli ki herkesin kendi arasında sohbet ettiği salondaki uğultu, bizim içeriye girmemizle bıçakla kesilir gibi kesilmişti. Beni ayakta karşılayan Nurcan Teyze ve Osman Amca'ya içtenlikle gülümseyerek sımsıkı sarıldım. Nurcan Teyze, bir kadına bakarak, "Naz, ikinci kızımızdır bizim Münevver Hanım..." dedi. Zannediyordum ki Münevver Hanım, damat tarafından birisiydi. "Rahmetli oğlumun, en iyi arkadaşıydı."

Rahmetli sıfatını Anıl'ın gıyabında konuşulurken ilk kez duymuyordum ama yine de burada, bu ortamda, hele de bunu annesinden duymak hoşuma gitmemişti.

Esin, müstakbel nişanlısıyla yeniden yanıma gelmişti. "Nazlı Abla sizi tanıştırayım." Damadı ablalığıma yakışır şekilde ama kimseye çaktırmamaya özen göstererek süzdüm. Uzun boylu, kıvırcık saçlı ve yapılıydı. "Ogün."

"Memnun oldum," dedim elimi uzatırken.

"Ben de," dedi Ogün. Heyecanlı olduğu belliydi. "Esin çok bahsetti sizden."

"Hadi Naz, geç otur. Kalma ayakta..." dedi Nurcan Teyze.

Pencerenin önündeki kanepeye oturmuş Gökhan'ın yanına ilerlediğimde, Nurcan Teyze'nin beni takdim ettiği Münevver Hanım, "Evli misiniz kızım?" diye sormuştu.

"Evet," dedim Gökhan'ın yanına otururken.

Münevver Hanım gülümsedi. "Çoluk çocuk var mı?"

"Hamileyim," dedim.

Münevver Hanım'ın yüzündeki gülümseme büyüdü. "Hayırlı olsun," dedi. Gökhan'a döndü. "Tebrik ederim evladım."

"Ha yok..." dedim hızla. "Ondan değil. Yani eşim, o değil."

"Arkadaşıyım," dedi Gökhan.

Münevver Hanım yüzümüze beyanım külliyen yalanmış ve Gökhan'la yasak aşk yaşıyormuşuz gibi bakmıştı. Gerçekten beni tanımıyor muydu? Hadi ana haber bültenlerini kaçırmıştı ve magazin izlemiyordu diyelim, peki sosyal medya da kullanmıyor muydu? Bora ile yattaki selfiemiz, altı yüz elli bin, dört yüz üç beğeni almıştı.

Münevver Hanım'la tuhaf bakışmamızı kesen, Can'ın adeta "Naz!" diye çığlık atarak yanıma koşması olmuştu.

"Çok ayıp! Teyze diyecektin ya oğlum!"

Halamın sesi. Henüz salona bakamamış ve kimin nerede oturduğunu gözlemleyememiştim ama sesinden anladığım kadarıyla halam, saat üç yönünde kalıyordu.

"Nasılsın Can?" diye sordum halamın araya girmesini umursamadan. Birbirimize sımsıkı sarıldık. "Özledin mi beni?"

"Çok özledim!" dedi Can. Gökhan'la ortamıza oturması için ona yer açtım. Bu sırada salondaki insanlar, yeniden kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. "Eniştem nerede? Gelmeyecek mi?"

Bir an için Can'ın eniştesinin kim olduğunu düşündüğüme yemin edebilirdim. Bora'dan bahsediyordu ve muhtemelen anneannesi tarafından uyarıldığı için, ona enişte demeyi uygun bulmuştu. Aslında bu hitap kısmen doğruydu fakat yine de Can'ın ağzında eğreti durmuştu ve bunu zorla söylediği belliydi.

"Maalesef gelemeyecek. İşi var," dedim.

"Ellerini yıkamadan yüzünü elleme!" dedi Eren. Bakışlarım ona çevrildiğinde, muhatabının Masal olduğunu fark etmiştim. "Öpme dememe hiç gerek yoktu ama!"

"Öf abi!" dedi Masal. Daha da büyümüş, serpilmiş, çok güzel bir kadın olmuştu. "Yemedim oğlunu!"

Salondaki insanlara yalnızca üç saniyeliğine bakmış, beni ilgilendiren insanların nerede oturduğunu da beynime kazımıştım. Gözlerimin bir kaza yapmasına izin vermeyecek ve temas kuracakları insanları ben seçecektim. Semra Teyze, Ziya Amca, Masal ve Tuba Abla'nın tüm dikkati, Eren'in kucağındaki Demir'deydi. Muhtemelen hepsi minik kurbağayı kucaklamak istiyordu ama Eren oğlunu öyle bir tutuyordu ki cesaret edemiyorlardı. Gökhan'la kurulduğumuz kanepe, Eren'in ailesinin oturduğu kanepenin tam karşısındaydı ve bir hakem gibi onları izliyorduk. Bu çok saçmaydı. Ayrıca zaten Demir'in babası, bir ordu hakeme de bedeldi.

Cebimden telefonumu çıkarttım ve Begüm'e mesaj yazdım: "Begüm biz geldik. Her şey yolunda. Merak etme."

"Nurcan Teyze, ben arkadaki odaya geçebilir miyim?" dedi Eren. Minik kurbağayı herkesten kaçırmanın en doğrusu olduğuna karar vermiş olmalıydı. "Müsait mi?"

"Tabii oğlum tabii, sen yatak odasına geç," dedi Nurcan Teyze. Eren, Demir'le beraber ayağa kalktı ve salondan çıkarak koridora yöneldi. "Banu'cum, Eren Abi'ne yardım etsene! Odada birileri varsa, çıksınlar..." Nurcan Teyze'nin, Banu diye hitap ettiği kıza baktım. Bodrum'daki annemle de ortak görüştükleri bir arkadaşlarının kızıydı. Hatta Banu, bir zamanlar annemin öğrencisiydi.

"Buldumcuk olmuş resmen!" diye homurdandı Semra Teyze, oğlunun arkasından. Onu herhangi biri duymuş muydu emin değildim ama ben dudaklarını okumuştum. Kaşları havalandı. Gözleri tam devrileyazarken gözlerime değdi ve bir an için kendini bana yakalanmış gibi hissettiğini anladım. Yüzü gülümsese mi gülümsemese mi bilemez bir şekilde kasıldığında hiç değişmediğini düşündüm. Onu daha da germek niyetinde olmasam da -daha da gerileceğini biliyordum- tüm içtenliğimle gülümsedim. Kendimi bildim bileli bana, 'Psikolojin mi bozuk kız senin!' derdi. Bu bir şakaydı ama ben, buna hiçbir zaman gülmemiştim. Hayatımın bir döneminde, psikolojimin bozuk olduğunu düşündüğü için, asıl onun psikolojisinin bozuk olduğunu düşündüğümü hatırlıyordum. Yanına gidip onu Beyza ile tanıştıracağımı söylesem, o benim şakama güler miydi acaba?

"Can gelsene!" diye seslendi bir çocuk. Can bir heves kalkarken, çocuğa koşmaması için seslenen kadına baktım. Osman Amca'nın teyzesinin kızı Nilay Abla'ydı. Çocuk da doğumuna Anıl'la gittiğimiz İhtiyar Ömer olmalıydı. Ömer'in ihtiyar olduğu falan yoktu ama hayatımızda ilk kez bu kadar çok saçı olan ve yüzünde resmen kırışıklıklar olan bir bebek gördüğümüz için, onu Benjamin Button'a benzetmiş ve bir süre ona kendi aramızda böyle hitap etmiştik. Sonra bunu duyan Nurcan Teyze bize kızmış, "Kimseyi kınamayın! Size mi kaldı şuncacık bebeğe ihtiyar demek?! Ne malum sizin çocuklarınızın dünya güzeli olacağı?! Yapmayın evladım. Allah'ın yarattığıyla dalga geçilmez! Vallahi sizinkiler daha çirkin olur ha!" diyerek sitem etmişti.

"Yani Ömer'ciğin çirkin olduğunu kabul ediyorsun anne, öyle mi?!" demişti Anıl gülerek. Nurcan Teyze önündeki yer sofrasında açtığı hamuru bırakmış ve elinde oklavayla Anıl'a bakakalmıştı. "Dedin ya sizinkiler daha çirkin diye... Ömer'cik sence de çirkin yani değil mi?! Sorun bizde değil!"

Nurcan Teyze verecek bir cevap bulamayınca, ayağındaki terliği çıkartmış ve Anıl'a doğru fırlatmıştı ama terlik Anıl'a isabet etmediği gibi, bir de camdan fırlayıp gitmişti. Üstelik elindeki unun etrafa saçılması da cabası olmuştu. Anıl da ben de dayanamayıp koskocaman bir kahkaha attığımızda, Nurcan Teyze daha da sinirlenmişti. "Yok mu çocuğum sizin okulunuz?! Dönün artık İstanbul'a hadi! Doydum valla size! Hadi hadi! Uğurlar ola! Birazdan oklava gelecek yoksa! Hadi!"

"Anne aşk olsun ya!" demişti Anıl üzülmüş gibi. "Bir dönüp de bana baksana! Genetiğime bak Allah aşkına! E Ayça'yı da biliyorsun! Sence benim çocuğumun çirkin olma ihtimali var mı ya?!" Kahkahamın yüzümde kalan izi, her zaman olduğu gibi acı dolu bir tebessüme dönüşmüştü. "Ama Naz'ın çocuğunu bilemem tabii."

Nurcan Teyze gözlerini kısmıştı. "Nesi varmış Naz'ın?!" diye sormuştu sitemle. "Aynaya bakıp da kendinle böbürleneceğine, dön de benim dünyalar güzeli kızıma bak sen!"

"Eh..." demişti Anıl, beni tepeden tırnağa incelerken. "Güzelce bir kız tabii de... Babanın genetiği daha önemli! Çirkin bir adamdan çocuk yaparsa, o çocukcağızın işi iş."

"Tövbe estağfurullah!" demişti Nurcan Teyze, ben salondan kalkıp da bahçemize çıkmadan biraz önce. Hatta merdivenlerden inerken, arkamdan Anıl'a, "Kızın ne diye kalbini kırıyorsun densiz!" diye de kızdığını duymuştum.

Bir çocuğum olmasını istemediğimden emindim, Anıl'ın kendisi çocuktu bir kere. Çok isterse Ayça'dan çocuk yapabileceğini düşünmüş, hatta kafamın içinde bunun için ona izin vermiştim bile. Şizofren değildim ve fakat ergenliğin doruklarındayken birine karşılıksız aşık olmak da dengeleri olduğu gibi bozan, sağlıklı düşünmeyi engelleyen, gerçekleri görmene rağmen hepsini reddedip kafanın içinde bambaşka bir dünya yaratmana sebep olan bir hadiseydi. Evet, Anıl'la benim ilişkim kafamın içindekiler ve gerçekte olanlar olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Mesela şu an, bu salondaki kırk yedi kişinin, on beşi dışında kalan herkesi tanıyordum. Zaten eş dostun oluşturduğu azınlığı saymazsak, hepsi Anıl'ın akrabasıydı. Anıl'la evleneceğimin hayalini kurduğum günlerde, bir gün bu insanların hepsiyle akraba olacağımı düşünür ve mutlu olurdum. Bu da kafamın içindeki dünyanın bir parçasıydı ve gerçek, her zaman bu düşüncemden çok uzakta olmuştu. Yine de kurduğum hayal, bana yengemin yadigarıydı. Kalabalık bir aileye gelin gitme arzusunu, ben farkında bile olmadan, bana yengem aşılamıştı.

Bakışlarım yengemi bulduğunda, onun da bana baktığını fark ettim. Hepimizin yaşanmışlıklarıyla oluşan bir karakteri, inançları ve en önemlisi doğru bildikleri vardı. İnsanları, ta ki hayatta dibi görünceye kadar oldukları gibi kabul edip, dibi gördüğümde de nasıl böyle olabileceklerini sorgulamam da yengemin doğru bildikleri kadar yanlıştı aslında. Gökhan'la yan yana oturup da bana kendince annelik yapan yengeme düşmanımmış gibi davranamazdım. Dudaklarım iki yana kıvrıldığında, yengemin gözlerinin içi parladı. Belki de onu son görüşümdü ve benimle ilgili son hatırasının, çok sevdiğini bildiğim gülümsemem olması her şey için bir teşekkür mahiyetindeydi.

Gökhan'ın kulağıma eğilerek, "Naz, bu ne biçim nişan ya? Çok sıkıldım!" diye söylenmesiyle ona döndüm.

"Yaa!" dedim alayla. "Taranmayınca bir tuhaf geldi herhalde sana?"

Gökhan şaşkınlıkla yüzüme baktı. "Ne alakası var?! Onu mu kastettim ben?!" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Benim kapıya bacaya falan kaçmam lazım. Korkunç saçma bir ortam burası. İnsanlar birbirlerine yemek tarifi falan veriyorlar kızım, n'apıyorum ben burada ya?!"

"Kusura bakma Gökhan'cığım, bizim ortamlar biraz sıkıcıdır," dedim imayla. "Kaossuz, entrikasız, kimsenin kimseye laf sokmaktan ileri gitmediği, ölenin gerçekten öldüğü, ölmeyenin de ölmekten beter hâle gelmediği basitlikte ve sıradandır." Derin bir nefes aldım. "Sana hitap etmiyor bu sıradanlık, anlıyorum tabii."

"Mevcudun yaş ortalaması elli falan!" dedi dişlerinin arasından.

"E sen de otuz altı yaşındasın Gökhan, ne olmuş yani?! Zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor... Bir gün bir bakmışsın, sen de elliye gelmişsin!"

Kaşlarını çattı. "Sen sevdin herhalde bu ortamı Naz?"

Güldüm. "Yabancısı olduğum bir ortam değil ki..." dedim. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Birazdan meraklı yan komşumuz Şükran Teyze yanıma gelecek. Kendini zor tutuyor. Daha onunla oturup iki lâfın belini kıracağım! Gıybet konusunda senden daha iyidir bak, benden... Doğrusu kimseden bir şey saklayamaz!"

"İyi ben kalkayım da o gelsin," dedi Gökhan. Ayağa kalktı. "Bir balkon, kapı, pencere bir şey bulayım ben de... Şiştim çünkü!"

Gökhan daha üç adım atmadan gerçekten de Şükran Teyze ayaklanmış ve hızlıca yanıma gelmişti. Gökhan'ın bakışları geleceği görüyormuşum gibi kısa bir an bana değdiğinde, daha çok gülmüştüm. "Naz'cığım!" dedi Şükran Teyze yanıma otururken. Bu sırada bir grup insan, yiyecek bir şeyler servis etmeye başlamıştı ve benim için nişanın en keyifli anı gelip çatmıştı. "Nasılsın canım? Kaç sene oldu, görüşemiyoruz! Gelmiyorsun hiç Bodrum'a! Gerçi izledim seni televizyonda kız, burada değilmişsin!"

"İyiyim Şükran Teyze, sen nasılsın?" dedim.

"İyiyim iyiyim, sen anlat!" dedi Şükran Teyze. Bu kalabalıkta bana ne zaman sıra gelir diye düşünüyordum ama Nurcan Teyze yeğeni Didem'e kaş göz yaparak, benim tabağımı önce vermesini işaret etmişti. "Doğru mu bu kocanla alakalı çıkan haberler?" Vişneli yaprak sarması damağımı mest etmişti. "Ama ben bilmiştim! Demiştim benim kıza! Evin önünde onca takım elbiseli adam! Normal değildi zaten!"

"Kısır çok güzel," dedim. Şükran Teyze afalladı. Bu sırada bana vişne suyu ikram edilmişti ama hem tabağımı hem de vişne suyumu tutamamıştım. "Rica etsem, senin tabağın gelene kadar vişne suyumu tutar mısın?" Şükran Teyze vişne suyunu benden aldı. "Ne diyordun? Ha, evin önünde adamlar, evet..."

"Çocuk devamlı Bodrum'a geldi," dedi Şükran Teyze. Çocuk dediği Bora mıydı? "Pencereyi her açtığımda seninki!" Acaba tabağım bittiğinde bana bir tabak daha hazırlarlar mıydı? "Kız gerçekten çocuğun seni aldattığını mı düşündün? Öyle seviyor ki seni... Çöktü resmen sen yokken gözümün önünde!" Şükran Teyze, her gün Bora'nın yanındaymış gibi konuştukça bana afakanlar basıyordu ama vişne suyumu tuttuğu için ona biraz daha katlanabilirdim. "Hasretinle yandı resmen. Öyle televizyonlarda görüşüyorduk falan dedin ama yemem ben! Bahçedeki salıncakta oturup ağladığını gördüm ben o çocuğun!"

Makarna salatasının kursağıma dizilmesi, istediğim bir şey değildi. Ayağa kalktım ve Şükran Teyze'nin elinden vişne suyumu aldım. Arka odalara ulaşan koridora yöneldim. Koridorda karşıma çıkan Banu'ya yatak odasının yerini sordum, o da gösterdi. Hatta kapımı bile açtı. Odaya girdiğimde, Eren merakla bana bakmıştı. Demir'i yatağa yatırmış, kendi de yanına uzanarak bir elini onun karnına yerleştirmişti. "Siz rahatsız olmayın..." dedim. Tuvalet masasının pufuna oturdum ve tabağımla bardağımı masaya bıraktım.

"İyi misin?" diye sordu Eren.

Başımı sallarken omzuma asılı küçük çantadan telefonumu çıkartmış ve Bora'ya mesaj yazmıştım: "Sevgilim napıyorsun?"

"Nerede kalmıştık?" diye sordu Eren. Güldü. "Hah! Gideceğin okulu konuşuyorduk. Bence, kesinlikle ama kesinlikle İngiltere'de okumamalısın." Bora online oldu ve mesaj yazmaya başladı. "Çünkü bence, okul çıkışlarında bolca vakit geçirmeliyiz seninle!"

"Yoldayım. Sen n'apıyorsun?"

"Kısır, makarna salatası, peynirli sigara böreği, patatesli börek, vişneli yaprak sarma ve kurabiye yiyorum. Yatak odasına kaçtım. Eren ve Demir de burada."

"Afiyet olsun :)"

"Nereye gidiyorsun? Eve mi?"

"Yok. Şirkete geçiyorum. Toplantı var. Holdingin başına Bahar'ın geçmesiyle alakalı birkaç prosedürü konuşacağız."

"Gökhan nerede?"

Ben Bora'ya cevap yazarken, Eren oğluyla konuşmaya devam ediyordu: "Benim en sevdiğim renk beyaz... Senin ne olacak acaba?"

"Sıkılmışmış o. Gitti bir yerlere ama nereye bilmiyorum. Ne bekliyordu acaba ev nişanından?"

"Senin keyfin yerinde mi?"

"Bu pembe papyon sana çok yakışmış biliyor musun? Şimdiden çok yakışıklısın, acaba büyüyünce ortalığı nasıl kasıp kavuracaksın?"

"Şükran Teyze biraz canımı sıktı ama iyiyim."

"Komşunuz olan mı? Niye?"

"Hiç ya öyle geldi yanıma, darladı falan beni. Önemli bir şey değil. Yani Gökhan'a, Şükran Teyze'nin gıybetinin, kendisinin gıybetinden daha iyi olduğunu, en azından Şükran Teyze'nin heeeeer şeyleri anlattığını söyledim (yani laf soktum anlamışsındır) diye yanıma gelmesinden memnunmuş gibi davrandım, vişne suyumu tutuyor diye biraz daha katlandım falan ama... Bir yere kadar!"

"Annene o kadar çok benziyorsun ki Demir..."

"Anladım sevgilim."

"Begüm bana cevap vermedi bu arada."

"Mesaj mı atmıştın?"

"Evet. Eren şimdi Demir'e annene o kadar çok benziyorsun deyince aklıma geldi. Ayyy Bora! Eren bebeğini kimsenin kucağına vermedi, kimseye öptürmedi falan onu. Masal'a kızdı. Semra Teyze de arkasından buldumcuk diye homurdandı gdjshshsj"

"Bir gün büyüyeceksin... Annenle neden ayrıldığımızı soracaksın... Ve ben sana dürüstçe, nasıl bir hayvan olduğumu anlatacağım. Benden nefret edeceksin..."

"Ama Semra Teyze böyledir, sen bilmezsin. Ben severim aslında onu, bir derdim yok yani asla, ama tuhaf biridir."

"Çok pişmanım... Ama faydasız, değil mi?"

"Kendi oğlunu sırf ailesi mafya olan biriyle evlendi diye silmesinden belli değil mi zaten ne kadar tuhaf olduğu? Evlat yahu! Nasıl silebilirsin evladını? Hem sildin de n'oldu yani, değdi mi? Madem barışacaktın günün sonunda, niye saçma sapan şeyler yaşattın sen evladına? Destek olman gerekirken?!"

"Faydasız olduğunu ben de biliyorum aslında... İnsan, elindekinin kıymetini ona sahipken bilmeli... Annene sıkı sıkıya tutun olur mu? Sen, benim aksime ona, onu çok sevdiğini her zaman hissettir. Benim bir parçamsın sen. Sana baktığında hep beni görecek. Tıpkı, benim sana her baktığımda onu gördüğüm gibi."

"Bence Eren, Begüm'e gerçekten aşık."

"Sevgilim, neden sürekli birilerinin aşk hayatından bahsediyoruz biz?"

"Birileri dediğin de kardeşin. Eğer Beyza ile Aydın'ı ima ediyorsan, Beyza da ablan sonuçta. Kardeşlerin yani! El alem değil ya..."

"Hah! Kardeşlerimin aşk hayatları hiç ilgi alanıma girmiyor işte. Bunu fark ettiğin gün, bu konuyu da aşacağız seninle."

"Hiç mi merak etmiyorsun gerçekten? Yani bu kadar meraksız olman politik doğruculuktan mı, etik etik gezdiğin için mi yoksa sahiden mi böyle birisin, bazen çok merak ediyorum."

"Hiç merak etmiyorum Nazlı."

"Kıskanıyor musun acaba onları? Kimseyle paylaşmak mı istemiyorsun yani?"

"Evlenip barklandılar. Hatta biri boşandı bile. Çocukları var. Birinin çocuğu neredeyse evlenecek yaşa gelmiş yani sen düşün. Bence onları biriyle paylaşmak istemediğim gibi bir şeyin söz konusu olmadığı aşikar."

"Acaba çocuğumuza da böyle mi davranacaksın?"

"Ne gibi?"

"Onu da kıskanacak mısın yani birilerinden?"

"Nazlı'cığım... Beyza ile Begüm'ü kıskanmadığımı söylüyorum ya. Dahi anlamındaki da'ya hiç gerek yok o yüzden."

"Ayrıca çocuğumuzu hangi birilerinden kıskanacağım, onu anlamadım?"

"İşte yarın bir gün evlenmek istediği kişiden. Kızımız olduğunu düşün mesela. Bir gün eve geldi ve ben evleniyorum dedi. Ne yaparsın?"

"Hayırlı olsun, kiminle diye sorarım."

"Jsjsjsjsjsjsjsj asla inanmadım sevgilim."

"Sevgilim sen merak etme, o evlenmeye karar vermeden, ben evlenmeye karar verdiğini zaten anlarım. Önce aşık olacak çünkü."

"Aşık olduğu çocuğu senin sevmeyeceğine o kadar eminim ki."

"Seni ilk tanıdığım günden beri biliyorum sevgilim."

"Neyi?"

"Ön yargılı olduğunu."

"Ama elin serserisine kız vermeyeceğini ikimiz de biliyoruz değil mi?!!!!!!"

"Sevgilim bence sen, benden daha çok karışacaksın böyle şeylere. Çünkü onun birey olduğunu kabul edemeyeceksin."

"Bana ön yargılı diyene bak."

"Benimki ön yargı değil yalnız, tecrübe."

"Hadi bebeğimize isim bulalım."

"Cinsiyetini bilmiyoruz."

"Kız ve erkek isimleri bulalım ayrı ayrı."

"Sevgilim bence çarpı iki kere tartışmak yerine, tek seferde, cinsiyeti belli olunca tartışırız."

Oda kapısı açıldığında Masal'la göz göze geldik. Önce abisiyle Demir'e, sonra da bana baktı. "Nazlı Abla..." dedi yavaşça. "On dakikaya kadar yüzükleri takacaklarmış."

"Tamam," dedim. Masal tekrar odadan çıkarken, Eren de uzandığı yerden doğrulmuştu. "Begüm'ün bu sürece alışması biraz zaman alabilir..." dedim. Eren'in bakışları yüzümü buldu. "Düşününce... Haksız da değil. Hamileliğini neredeyse kendi kendine yaşamış ve bir bebeğin dünyaya gelmesi, onun senin bebeğin olması, sana muhtaç olduğunu bilmek... Tahayyül edebileceğim bir şey değil henüz. Onun hissettiklerini anlamam mümkün bile değil. Babası olarak oğlunla vakit geçirme arzunu anlıyorum ama... Begüm'e zaman vermelisin. Bence."

Merakla, "Begüm, bir şey mi söyledi?" diye sordu.

"Çok şey söyledi," dedim. Eren'in verdiği nefes, içinde biriktirdiği tüm kahırları ortaya döküyordu. "Ne söylediğinin de çok bir önemi yok. Sadece... Bugün biz Gökhan'la, Demir'i almaya gittiğimizde bile ondan ayrılmak istemiyordu. Ağladı." Gözlerini gözlerimden çekti ve oğlunun elini tuttu. "Minik kurbağanın bu nişanda olmasının senin için ne kadar önemli olduğunu en iyi ben bilirim..." Oturduğum yerden kalktım ve yatağa ilerleyerek, Eren'in yanına oturdum. "Geldi... Buradaydı... Onunla güzel bir anın, anımız oldu... Eğer izin verirsen, yüzükler takıldıktan sonra, Gökhan onu annesine geri götürsün."

"Naz..." dedi Eren. İç çekti. "Hep böyle mi olacak? Hep, kaçak göçek mi göreceğim oğlumu ben? Begüm'le kavga ederek mi onu alacağım?!" Sesi isyanla dolup taşıyordu. "Ben hep, oğlumu çok mu özleyeceğim?!"

"Elbette hayır..." dedim. Eren'in gözlerinden bir damla yaş akarken, başımı omzuna yasladım ve gözlerimi Demir'in yüzüne diktim. "Sadece henüz çok küçük... Annesine ihtiyacı var... Biraz büyüsün, ele avuca gelsin... Eminim ki bir düzen tutturacaksınızdır."

Eren bir kolunu omzuma atarak beni kendisine çektiğinde, gözyaşları şiddetlenmişti. "Çok zor..." dedi. Minik kurbağa olandan bitenden habersizce babasına bakmıştı. "Bütün bu olanlar... Çok ağır."

"Yaptığın şeyin çok büyük bir hata olduğunu, asla bir telafisi olmadığını biliyor olman önemli. Yaptığın şeyin kefaretini, geçmek bilmeyen bir pişmanlıkla ödeyeceksin zaten..." Hafifçe Eren'in sırtını sıvazladım. "Begüm, yüreği büyük bir kız... Ablasını bile bastı bağrına. Eminim, seninle de uzlaşmanın bir yolunu bulacaktır, hayatının bir noktasında. Ama buna büyük anlamlar yüklemezsen, daha az üzülürsün Eren. Ayrıldığınızı kabul edersen..."

"İyi ki varsın Naz," dedi zorlukla. Sesi bir fısıltıdan farksız çıkmıştı. "Teşekkür ederim."

"Ben teşekkür ederim Eren," dedim. Başımı omzundan kaldırdım ve gözlerinin içine minnetle baktım. "Az arkamı toplamadın!" Gülümsemem içtenlikle doluydu. "Eskiden, benim için yaptığın ve benim hakkını ödeyemediğim ne varsa... Teşekkür ederim. Seninle arkadaş olmak güzeldi. Küçük Eren ve küçük Naz, tatlılardı. Biz büyüdük ve kirlendi dünya işte, bilirsin klasik hikâye. Ama ben, seni tanıdığım için mutluyum. Her şeye rağmen. Ve yine her şeye rağmen... -7.18.0.20.-7.18.110.20.13.5.11.-13.10.18.11.18.0."

Yani, Seni seviyorum Eren.

Eren gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silerken, "Ben de seni seviyorum..." dedi.

Bakışlarım Demir'in sağında kalan komodinin üzerindeki çerçeveye çevrildiğinde, deniz gözlü çocuk da gülümsememden nasibini almıştı. Beni görüyorsa, Eren'e onu sevdiğimi söylediğim için mutlu olduğuna emindim. Çünkü Anıl'a göre, ne yaşarsak yaşayalım, küslük üçümüzün arasında asla olmaması gereken bir şeydi. Anıl, Naz'ın gerçekten büyüdüğünü, öfke denen şeyin yalnızca kendisini tükettiğini öğrendiğini, birine küs kalmanın ancak kendi geçmişini kirleteceğinin ve geleceğine yük olacağının farkına vardığını görememişti. İnsanları affetmek, onları en sevdiğin hâllerinle hatırlamak üzere oldukları yerde bırakmak, nazik kalbime yakışan ve sadece kendim için yaptığım bir eylemdi. Uzun zamandır istediğim ama ancak cesaret edebildiğim bir eylem. Sonunda Nazlı'nın, geçmişinden gelen insanlarla görülecek hiçbir hesabı kalmamıştı.

Çünkü Nazlı'nın yalnızlığı, artık insanlarla dolu değildi.

Çünkü Nazlı, artık yalnız değildi.

Ayağa kalktım. Deniz gözlü çocuğun fotoğrafının olduğu çerçevenin kenarlarına dokundum. "Seni seviyorum Anıl..." dedim içimden. "İyi ki vardın."

Odadan çıkmadan evvel, Bora'ya son kez mesaj yazdım:

"Sevgilim ben yüzükleri takmaya gidiyorum. Sonra da eski ortamımdaki insanlarla, akrabalarımla falan sosyalleşeceğim. Damat tarafını çekiştiririz belki, adettir! Tamam tamam abartıyorum. Vedalaşmak da diyebiliriz belki? Affettim Bora. Herkesi. İyileşmek için kocaman bir adım attım bugün. Anıl sayesinde tabii. Onun hatırı olmasaydı, bugün buraya bile gelmezdim. Geçti. İltihap kurumaya başlayacak yavaş yavaş. İyileşeceğim. Daha da hafifleyeceğim. Çünkü buradan giderken ağır bir ruha sahip olmak istemiyorum. 500 kilo kadar ağır bir bedenim olacak zaten :( Naçizane, özgürlüğün insanlara küsüp onları yok saymakla değil, onlarla barışıp onları görüp, yine de görmezden gelebilmekle olduğunu düşünüyorum. Hani benim önce kendime değer vermemi söyleyip dururdun ya sevgilim... Kimseye karşı içimde bir öfke büyütemeyecek kadar kendime değer veriyorum. İçimde sadece bebeğimiz ve sana olan aşkım büyüsün. Bana şans dile, konuşma yapacağım."

♠️

Nişan yüzüklerini takarken yaptığım konuşma, ortamın sıkıcılığına yakışır nitelikteydi. Yani Gökhan, Demir'i de alıp evden çıkmadan evvel böyle söylemişti. Konuşmam, "Umarım hep çok mutlu olursunuz!" kadar kısa olsa da ben özünde çok derin bir temenni olduğunu düşünüyor, Gökhan'a katılmıyordum. En nihayetinde ilişki tavsiyesi verecek değildim ya. Esin'e şık bir gerdanlık seti hediye etmiş, sonra da hemen yanına geçerek, kimin ne takı taktığına dair gözlem yapmıştım. Nişanın mevcudunu hâlâ bilmiyordum ama takı sırasına altmış bir kişi girmişti. Madem bu kadar kalabalık bir nişan yapacaklardı, neden salon tutmamışlardı ki?

Takı merasiminin ardından kalan ikramlardan bir koca tabak daha yediğim için, nişan pastası geldiğinde artık midemde yer kalmamıştı. Pasta da zaten vişneli değildi. Eski ortamımdaki insanlarla ve akrabalarımla sosyalleşme kısmında ise biraz çuvallamıştım çünkü damadın ailesi tarafından ablukaya alınmış ve beni yakından tanımaya çalışmalarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştım.

Saat ona yirmi iki vardı ve yavaş yavaş herkes dağılmaya başlamıştı. Ben de ayaklanıp, vedalaşmak üzere Nurcan Teyze'ye bakındığımda halam, "Naz!" diye seslendi. Sesin geldiği yöne döndüğümde Canan, Özcan Abi ve yengemle beraber köşedeki masada oturduklarını gördüm. "Gidiyor musun?"

"Evet," dedim çantamı alırken. "Yoruldum biraz."

Halam kendisinden asla beklemediğim bir şey yaparak gülümsedi. Masadan kalktı ve yanıma yürüdü. "Bana gelsene. Saat daha erken. Hava da güzel bugün. Balkonda kahve içeriz." Birkaç saniyeliğine masadakilere baktı. "Hep birlikte."

"Ben bugün kahve içtim," dedim dan diye. Halamın gülümsemesinin gölgelendiğini fark edince, kendimi kötü hissetmiştim. Beni yanlış anlamıştı. Çünkü bu, halamı terslemek için kurduğum bir cümle değildi. "Hamileyim de. Günde bir fincan kahve içiyorum sadece."

"O zaman ne istersen..." dedi yumuşacık bir ifadeyle. "Sen bir fincan sıcak süt içersin? Süt ısıtırız sana?" Birisi bana süt ısıtacağını söylediğinde, nedenini idrak edemediğim bir şekilde, kalbimin kanatlandığını hissediyordum. "Kırma bizi kızım, ha? Onca zaman oldu. Konuşuruz biraz..."

Aslında başka bir zaman, kırmakla kalmayıp bu teklifi yaptıklarına bile onları pişman ederdim. Halam da bunu çok iyi biliyordu, beni tanıyordu, bakışlarındaki çekinceyi görebiliyordum. Gözlerimin içine, bütün akşam bu teklifi yapıp yapmamayı düşünmüş ve cesaretini en sonunda toplayabilmiş gibi bakıyordu. Konuşacak hiçbir şey yoktu ama konuşacak hiçbir şeyi olmayan eski tanışlar bir araya geldiğinde, eskilerden bahsedebilirlerdi değil mi? Annem ve babam hakkında konuşmayı çok istediğimi, onlarla ilgili bilmediğim veya unutulmaya yüz tutmuş bir anıyı dinlemeyi delicesine arzu ettiğimi hissettim. Bir saatten ne kaybederdim ki? Kalbimdeki iltihabı kurutmak ve bebeğimizi sağlıklı bir şekilde karşılamak istemenin nesi kötü olabilirdi? Üstelik adım benden değil, karşımdaki insanlardan gelmişti.

"Olur," dedim. Yalnızca halam değil Canan, Özcan Abi ve yengem de inanılmaz mutlu olmuşlardı. "Bora'ya haber vereyim ben."

🎲

Arabayı evin önünde durdurdum. Ev. Hatırladığım bütün güzel günlerimin geçtiği mabet. Babama rağmen. Arabadan indiğimde, bu koskoca malikanede yaşanan günlerin izdüşümü de zihnime oturmuştu. Çekirdek değil gerçek aile olmak istediğim, çekirdek bittiğinde bizim ailemizin de biteceğini düşündüğüm ve bu fikirden delicesine korktuğum kadar eskilerin izdüşümü. Aslında haklıymışım. Şimdi, bugünden o güne bakarken gördüğüm tek bir şey var: Çekirdek bitti, biz dağıldık. Yok olduk. Ortada aile falan da kalmadı hâliyle.

Yine de bütün güzel günlerim bu evde geçti. Henüz karanlığın üzerime bu kadar çökmediği, geleceğin aydınlığına inandığım günler. Annemin dizine yatarak uyuduğum ve onun biricik oğlu olmaktan çok hoşlandığım, onun bir damla gözyaşı için dünyayı ayağa kaldırabilecek kadar güçlü hissettiğim ama gücü belimdeki silahtan değil kalbimdeki sevgiden aldığım günler.

Eve ilk kez zilzurna sarhoş geldiğim, babamın bu bir marifetmişçesine bıyık altından güldüğü, annemin ise dünyanın sonu gelmişçesine üzüldüğü o geceyi düşünüyorum da... Sağımda Gökhan, solumda Beyza vardı ve ben üçümüzün, asla ayrılmayacağına inanırdım. İkisinin de bana henüz ihanet etmediği, ikisine de sırtımı dönmek zorunda kalmadığım, ikisinden de nefret etmediğim o gece, ömrümün son günü bile ikisinin de arkadaşım olmasını istemiştim.

Nazlı, yapmıştı yine yapacağını. Dakikalar evvel attığı bir mesajla kafamı karıştırmayı başarmıştı. Kafamın içinde dönüp duran kelimeleri savurup da dağıtmayı beceremiyorum.

"...Naçizane, özgürlüğün insanlara küsüp onları yok saymakla değil, onlarla barışıp onları görüp, yine de görmezden gelebilmekle olduğunu düşünüyorum. Hani benim önce kendime değer vermemi söyleyip dururdun ya sevgilim... Kimseye karşı içimde bir öfke büyütemeyecek kadar kendime değer veriyorum. İçimde sadece bebeğimiz ve sana olan aşkım büyüsün."

Söyledikleri gerçekten doğruysa, geçmişindeki insanlarla olan defterlerini güzelce kapatabildiyse, onun için çok sevinirim. Öfkesinden arınabilmek Nazlı için çok önemli. Nazlı'nın iyileşmesi de benim için çok önemli. Elbette ki bu sadece halasıyla, yengesiyle olacak iş değil. Benim açtığım yaraların henüz kapanmadığını biliyorum ama attığı bu büyük adım, bizim ilişkimiz için de iyi şeylere gebe olacaktır.

Bahçede bekleyen adamlara başımla selam verip evin önündeki, Ceren ve Berkan'la birlikte sanki başka bir yer yokmuş gibi oturmayı hep çok sevdiğimiz merdivenlere yürüdüm. Tetikte bekleyen adamlar yüzünden mi yoksa bazı pencerelerin açık olmasından mı bilinmez, uzun zaman sonra ilk kez bu evin yaşadığını hissettim. Hâlbuki bu evde hiç kimse kalmadığında dahi içeride birileri vardır ve mabedimizi temiz tutmak için ellerinden geleni yaparlar.

Elim cebime gitti. Nazlı'nın senelerce Kara'nın simgesi olduğunu bilmeden taşıdığı chipten yaptırdığım anahtarlığı çıkarttım. İçlerindeki bir anahtar, bu evin kapısını açıyor. Benim için anahtar taşımak, hep formalite icabı bir şey oldu. Çünkü gittiğim evlerde, zaten hep birisi vardı. Ya da kapıda bekleyen adamlardan en güvenilir olanında bir anahtar vardı ve ben kapıya geldiğimde, o kapı çoktan açılmıştı. Neden bir anahtarlık taşıdığımı bilmiyorum ama galiba bu da dedem yüzünden. Küçükken cebinden anahtarlığını çıkarttığında ona hayranlıkla bakar ve büyümenin, cebinde bir sürü anahtar taşımak olduğunu sanırdım. Bence bir evle kurulan aidiyet de anahtarla alakalı zaten. Eğer zile basıyorsan o eve yabancı, ama kapıyı cebinden çıkarttığın anahtarla açıyorsan o eve çok yakınsın. Belki bu biraz da seni içeride bir bekleyenin olmasıyla alakalıdır. O yüzden kendi evimde, hiçbir zaman yatılı çalışan istemedim çünkü içeride beni bekleyen birinin olmadığını bilmek, daha korkusuz olmamı sağlıyordu. Eskiden.

Zile basarken, bu evin anahtarını anahtarlığımdan çıkartmıştım. Çok geçmeden kapıyı Sevim Hanım açtı. Beni karşısında gördüğünde yaşadığı şaşkınlık, onun da Beyza ile aramızda olup bitenleri bildiğini gösteriyor.

"İçeri girebilir miyim?" diye sordum.

"Estağfurullah Bora Bey!" dedi telaşa kapılarak. Kapının önünden çekildi. "Hoş geldiniz, buyurun buyurun."

Herkesin, beni eskiden beri tanıyan insanların da özellikle, zamanla benden korkmasına alışkın olduğum için, Sevim Hanım'ın benden korkmasını hiçbir zaman önemsemedim. Hiç oturup da üzerine düşünmedim ama özellikle kız kardeşimin gözlerindeki çekinceyi her zaman görürken, Sevim Hanım'ın tavırlarını da normal karşıladım. Belki de olması gerekenin bu olduğuna kendimi adapte etmeye çalıştığımdandır.

"Begüm nasıl?" diye sordum, salona yürürken.

"İyi değil valla. Alt tarafı birkaç saatliğine babasının yanında, akşama gelecek dedik ama nafile! Yani anlamıyor... Çocukları Aydın Bey çıkardı Allah'tan evden. Beyza Hanım zar zor sakinleştirdi Begüm'ü. Astım krizi tuttu bir de. Uyudu biraz evvel. Beyza Hanım'la birlikte, sizin odanızdalar."

Çünkü benim odam, her türlü kriz anındaki toplanma yeri olmuştur çoğu zaman.

Salona girdik. Genelde krizler hep burada çıkardı. Babam yüzünden dersem fazlasıyla abartan ve hayatta başına gelen her kötü şeyi babasına mâl eden, aklı hâlâ ermemiş bir genç gibi mi görünürüm bilemiyorum. Ama bizim evdeki krizlerin ucu, hep bir şekilde babama dokunurdu. Çocukken ne kadar farkında olmasam da büyüdükçe bunu daha iyi anladım. Bana yüklemeye çalıştığı misyon, her köşesini çok sevdiğim bu evin duvarlarının üstüme üstüme gelmesine sebep olurdu. Babam bizi çok severdi. Ve belki, bir çocuğun babası tarafından çok sevilmesi önemli de bir şeydir ama maalesef ki saygı duymazdı. Onun dediği olmak zorundaydı ve bizim ne istediğimizle hiç ilgilenmezdi. Zaten başımıza ne geldiyse, bu yüzden geldi.

"Bi' kahvenizi içerim."

Sevim Hanım, "Hemen," dedi ve hızla salondan çıktı.

Büfeye ilerledim. Büfenin üzerindeki çerçevelerden birini elime aldığımda, babamla göz göze gelmiştik. Bakışları her zamanki gibi sertti ama dikkatli baktığında, içlerinin yumuşacık olduğunu görürdün. Sanırım, onunla ilgili söyleyebileceğim tek şey, ondan hiçbir zaman korkmadığım olabilir. Bu fotoğrafı, eğer yanılmıyorsam, Esma ile Bülent'in düğününde çektirdik. Begüm en başta, sağda, olmayı en çok sevdiği yerde, babasının kanadının altına sığınmış. Annem, her zamanki gibi babamın diğer tarafında. Annemin yanında ben, benim yanımda da babamdan en uzağa sakladığım ablam var. Fotoğrafta, hâlâ çekirdek aile gibi görünüyoruz ama daha o gün bile darmadağınıktık. İnsan, zaman geçtikçe bazı şeyleri unutuyor. Mesela bu fotoğrafı, Esma ile Bülent'in düğününde değil, bambaşka bir gün bile çektirmiş olabiliriz ama nerede çektirmiş olursak olalım, hissettirdikleri aynı. İnsan, ne kadar zaman geçerse geçsin, bazı şeyleri ise asla unutmuyor.

Bu fotoğrafı çektirirken Beyza'nın kulağına, "Sakın korkma. Eve gittiğimizde, ben sakinleşmesini sağlayacağım," dediğimi mesela, hiç unutmadım. Unutamam da muhtemelen. Beyza, oraya Mehmet ile birlikte gelmişti ve babam Mehmet'i oradan kovmuş, Beyza'ya da bunun asla burada kalmayacağını söylemişti. Kuru tehdit. Ama işte bir tehdidin kuru olduğunu, ancak tehdidin öznesi olmadığında anlıyorsun. Ya da ben hep anlayabildim.

Doğup büyüdüğüm bu evde, hiç Kara olmamış bir Bora olarak var olsam da mafyanın başına geçirilme tehdidi hep tepemdeydi ve bu tehdit kuru da değildi. Kendime bu evin içinde yazmaya çalıştığım gelecek, şimdiki hayatımdan çok uzaktı fakat yaşadığım her şeyi bir şekilde kabul ettim. Bu salondaki yemek masasında Gökhan'la oturup, daha Kara planını yaptığımız o ilk gün, başıma gelen ve gelecek her şeyi çoktan kabul etmiştim. Kurduğum hayallerden en uzağa savrulmuş ve bembeyaz kaptan üniformamı kana bulamıştım. Kader.

Sevim Hanım'ın adım seslerini duydum. Anahtarlığımdan çıkarttığım bu evin anahtarını büfenin çekmecesine bıraktım. Sonra da geçip koltuğa oturdum.

"Buyurun. Afiyet olsun."

Kahveyi tepsiden alırken, "Siz de oturur musunuz?" dedim. Sevim Hanım şaşırdı ama sözümü ikiletmeden, çaprazımdaki koltuğa geçti. "Selim, sizinle konuştu mu?"

"Evet." Üzüntüsünü belli etmemeye çalışsa da oğlundan ayrılacağı için yüreğinin parçalandığı belli. "Konuştu."

"Ben, çok zor bir karar verdim..." dedim.

Sevim Hanım başını sallarken gülümsedi. "Selim'in karar vermesi sizinkisi kadar uzun sürmemiştir. O sizin için ölür de öldürür de. Siz nereye, o oraya. Bakmayın bana, benimki analık. Ama Selim sizi yalnız bırakmayacak diye gurur duyuyorum oğlumla... Bir de itiraf etmek gerekirse, silahlardan uzak duracağınız için mutluyum da." Kaşları havalandı. "Yeşim kabul etmez, gene ayrılırlar diyordum ama... Yeşim de kabul etmiş. O da artık silahlardan nasıl bıktıysa... Haklı kız tabii... Ee, sizinle dünyanın bir ucuna gelecekler şimdi, öyle mi?"

"Öyle." Kahvemden bir yudum aldım. "Siz n'apacaksınız? Begüm'le İngiltere'ye gidecek misiniz?"

"Mümkün değil Bora Bey... Çok yaşlandım ben artık. Demir'i çok seviyorum ama..." Sevim Hanım derin bir nefes verdi. "Bazen zorlanıyorum ne yalan söyleyeyim."

"Begüm sayenizde, annelik konusunda kendine güveniyor," dedim.

Gülümsedi. "Demir'i torunum saydım ben. Malum benim torunu anca senede bir iki kez görebildim şimdiye kadar. Antalya'dayken onlar, neyseydi de taa Berlin'e gittiler. Ona gurbetim. Ama Demir'im... Sizler gibi elime doğdu işte. Begüm muhteşem bir anne... Ben olsam da olmasam da yolunu bulacaktır o." İç çekti. "Vatanı gibi yok insanın Bora Bey. Sema da Berlin'e çağırıyor beni ama orada da yapamam ki ben. Konuşacağım Begüm'le. Belki eğer isterse, Beyza Hanım'ın yanında kalırım ama... İngiltere çok uzak."

Kadıncağız derdini daha iyi anlatamazdı. Aklı başında herkes de evinde oturup, ayaklarını uzatarak dinlenmek istediğini kavrar. Emekli olmak istiyor. Hakkı da. Onun da ömrü, ailemiz uğruna çürüdü çünkü.

"Peki ben size... Berlin'den ve hatta İngiltere'den daha uzak bir yere, bizimle gelmenizi istediğimi söylesem?" Sevim Hanım'ın yüzüne bir kez daha şaşkınlık yayılmıştı. "Çalışın diye değil. Bebeğimize bakın diye de değil, lütfen yanlış anlamayın. Sadece, gideceğimiz yeri herkes daha da ev gibi hissetsin diye istiyorum bunu. Her 9 Ocak'ta sofraya beraber oturalım ve o sofrada gül reçeli olsun diye. Annem beni size emanet etti diye. Belki de bebeğimiz büyüdüğünde, babaanne diyebileceği biri olsun diye... Siz dinlenin bol bol. Emeklilik tatili gibi düşünün. Nasıl arzu ederseniz. Hem oğlunuzdan ve gelininizden de ayrılmamış olursunuz. Hem de bizi çekip çevirirsiniz, benim size güvenim sonsuz."

"Ama..." dedi. Sustu ve zorlukla yutkundu. "Nasıl olur ki..."

"Çok zor olur sizin için, biliyorum... Ama söz veriyorum, rahat edebilin diye elimden geleni yaparım."

"Ondan hiç şüphem yok," dedi. Yüzüne merhamet dolu bir tebessüm yerleşmişti. "Fakat izin verirseniz, ben biraz düşünmek isterim."

"21 Mayıs'a kadar vaktiniz var," dedim. Kahvemden son yudumumu aldım. "Eğer kararınız olumlu yönde olursa, bana büyük bir iyilik yapmış olursunuz." Ayağa kalktığımda, o da ayağa kalkmıştı. "Ve bu aramızda kalırsa çok sevinirim."

"Merak etmeyin," dedi.

"Ben Begüm'e bakayım..."

Bir adım attığım sırada, "Bora Bey!" diye seslendi. Döndüm ve yüzüne baktım. "Haddimi aşacağım ama... Ben sizinle gelirim, gelmem... Gidip de dönmemek, dönüp de görememek diye bir şey var bu hayatta. Küslükler boşu boşuna yük omuza... Sakın yaşadığınız şeyi küçümsediğimi sanmayın. En iyi ben bilirim belki ama... Yine de verdiğiniz ya da vermediğiniz her tepki, yine size zarar gurbet ellerde."

Alnımda yükü ağır yazıyorsa, öyle bir şey yok. Mutsuz olduğuma dair bir söylenti yayıldıysa, aslı yok. Sevim Hanım, Nazlı'ya çalışıyorsa da hoş değil. Fakat beklemeyeceğim şey de değil.

Sevim Hanım'a tekrar arkamı döndüm ve odama doğru ilerledim. Aslında burada olmam çok yanlış çünkü Begüm, sorunlarını kendi çözmeyi öğrenmek zorunda. Fakat elimde değil. Nazlı, Begüm'ün kendisine cevap vermediğini; Gökhan ise Nazlı'yla beraber Demir'i almaya geldiklerinde Begüm'ün ağladığını söylediğinden beri burada olmaktan başka bir şey düşünemedim. Toplantıdan nasıl çıktım bilmiyorum. Çünkü küçük kız kardeşim, ne kadar büyürse büyüsün, hâlâ küçük kız kardeşim. Mesele asla ağlaması değil. Mesele, onu mahkûm ettiğim bencilliğin içinden onu sıyırmak zorunda oluşum. Bebeğini mesela, bebeğinin babasıyla paylaşamayacak kadar bencil olmasını dilemediğime eminim.

Ama Begüm'ün içinden geçenleri az ya da çok tahlil edebiliyorum. Özellikle benim gidecek olmam, onu daha da hırçınlaştırıyor. Yalnız kalacağını düşünüyor. Korkuyor. Çünkü abisiz bir hayatı, bugüne kadar hiç hayal etmediğine eminim. Onu anlıyorum. Ablam öldüğünde, ben de sudan çıkmış bir balığa dönmüştüm.

Odanın kapısını tıklattım ve içeri girdim. Beyza bana bakarken dumur olmuştu. Beni burada, bu evde görmeyi öyle beklemiyor ki, belki de içinden halüsinasyon görüp görmediğini sorguluyordur. Sırtını yatak başlığına dayayıp, dizlerini karnına çekmişti ve bir eli de yanında uyuyan Begüm'ün elinin üzerindeydi. Annem huzurludur. En azından iki kızı, hâlâ kardeş kalabilmeyi becerebildikleri için. Annem yattığı yerde, daima huzurla uyusun.

Begüm'ün tarafından yatağa yaklaştım ve yatağın kenarına oturdum. Begüm'ün saçlarını okşadım. "Güzelim..." Dudaklarımı alnına bastırdım. "Ben geldim..."

Begüm'ün göz kapakları kırpıştı ve çok geçmeden gözleri gözlerimle birleşti. "Abi?" dedi şaşkınlıkla. Gülümsedim. "Senin ne işin var burada?" Hızlıca doğruldu. "Kötü bir şey mi var?! Demir iyi mi?!"

"Üç numara!" dedim kaşlarımı çatarak. "Öncelikle, bu dünyada anne olan tek insan olmadığın konusunda hemfikir olmamız lazım." Solgun görünen yüzünü sevdim. "Demir iyi endişelenme... Ben buraya, bir yanlışı düzeltmeye geldim."

"Ne yanlışı?" diye sordu merakla.

"Hayatta ne kadar bencil olursan ol, bir çocuğun sadece sana ait olduğunu iddia edemezsin," dedim. Begüm sıkıntılı bir nefes verirken gözlerini devirdi. "Şimdi sana bunu söylediğim için, bana hemen tamam abi demeyeceğinin farkındayım. Ama eğer böyle olacaksa, yani sen hep böyle davranacaksan, benim aklım sende kalacak..." Elini avucumun içine aldım. "Derhal terapi almaya başlaman lazım." Begüm'ün bakışları Beyza'ya kaydığında, benzer şeyleri onun da söylediğini anlamıştım ama önemli değildi, sonuçta ben de abisiydim. "Bence sen, çocuğundan asla ayrılamayan, bağımlı bir anne olmak istemezsin..."

"Randevu aldık," dedi Begüm. İçine kesik bir nefes çekti. "Aklın kalmasın bende. İyi olacağım ben." Gülümsemeye çalıştı ama yapay bir mimik yüzüne asla oturmuyor. "Lütfen kendini düşün. Karını. Bebeğini. Beni değil."

"Asya, İngiltere'ye gitmek istemiyor..." dedim. Begüm şaşırmamıştı ama Beyza'ya bakmasam da şaşırdığını anlamıştım. "Sevim Hanım da."

"Eren de..." dedi Begüm. Derin bir nefes verdi. "Yani o, benim gitmemi istemiyor!"

"Ben, sen ne istersen onun olmasını istiyorum üç numara..." Begüm'ün gözlerinin içi, aynı küçüklüğünde olduğu gibi, abisinden duyduğu iyi herhangi bir şeyle parlamıştı. "Bugüne kadar, öyle ya da böyle, senin hayatını kısıtladım ben... Şimdi, özgür olabilmeni istiyorum. 21 Mayıs'a kadar düşün. Eğer istediğin şey, Asya'sız da olsa İngiltere'de yaşamaksa... Ki Eren her Demir'i görmek istediğinde bu bir krize dönüşecektir... Kusura bakma Begüm, ben de bunu bir krize döndürürdüm. Kararını bana söyle. Ben ne gerekirse yapacağım."

"Ne yani?" dedi omuz silkerek. Şu hareketine ayar oluyorum. "Naz'ın hayatını cehenneme mi çevirirdin?"

"Kimse senin hayatını cehenneme çeviremez Begüm," dedim. Begüm yutkunmaya çabaladı. "Dünyanın neresinde olursam olayım, ben senin abinim. Ve sen bir abin olduğu müddetçe, arkana güvenle yaslanabilirsin..." Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmıyordu. "Dönmemek üzere gidiyorum. Ama eğer bir gün, bu hayatta hiç kimseden umduğunu bulamaz ve yalnızca abine ihtiyaç duyarsan Williamsburg'a gel." Begüm'ün dudakları hayretle açılırken, Beyza muhtemelen kendi memleketiyle ne alakam olabileceğini anlamaya çalışıyordu. "Sen Williamsburg'a geldiğin anda seni bulacaklar. Seni oradan alıp bir yere götürecekler. Oradan, başka bir yere... Oradan da başka bir yere... Son durağın, 245 numaralı bir otel odası olacak." Begüm kesik bir nefes verdi. "O odanın kapısı, bu dünyada sadece sana açık. Sana, oğluna ve Asya'ya. Sadece sen, Williamsburg'a gelerek bana ulaşabilirsin."

Begüm refleksif bir şekilde Beyza'ya döndü. Beyza'nın bakışları benden de Begüm'den de çok uzaktaydı. Williamsburg'daydı muhtemelen. Begüm'ü Peru'daki Sara'nın oteline vardıracak güzergahın ilk durağının Williamsburg olmasını bilhassa sırf Beyza'ya olan öfkemden istemiştim, doğru. Fakat bu bilginin, bir gün Beyza ile paylaşılacağını dahi bilmiyordum. Kendimce pasif bir direnişte bulunmuştum yani. Bugün burada, Begüm'ün yanında olmak ve ben geldiğimde odadan çıkmamak, onun kendi tercihiydi. Maalesef. Bazı şeyleri dile getirmek için çok geç fakat Gökhan'dan değil de benden yardım isteseydi, ona değil de bana güvenseydi, dünyanın bütün otellerinin bir odasını onun için kapatırdım. Begüm ise bana gerçekten güveniyor ve onun güvenini hiçbir zaman boşa çıkarmam.

"Ayrıca..." dediğimde, Begüm bakışlarını yeniden bana çevirmişti. "Ben de Nazlı'nın hayatını cehenneme falan çevirmezdim elbette. Sadece çocuğumu görmenin en doğal hakkım olduğunu kimse unutmasın isterdim."

"Abi, ben ne diyeceğimi bilemiyorum..." dedi Begüm. Ağırlığını dizlerine vererek kalktı ve kollarını boynuma doladı. "Hiç gelmeyeceğim. Seni hiç ama hiç rahatsız etmeyeceğim. Ama bana, eğer istersem sana ulaşabilmenin bir yolunu sağladığın için çok teşekkür ederim! Kendimi artık hiç yalnız hissetmeyeceğim!"

"Yalnız değilsin," dedim kokusunu içime çekerken. "Benim biricik kız kardeşim olduğun sürece, yani ömrümün son gününe kadar... Yalnız değilsin..."

Oda kapısının tıklatılmasıyla beraber Begüm'den ayrıldım. Kapı açıldı. Gökhan, kucağında Demir'le beraber odaya girdiğinde, Begüm sevinçle ayağa kalkmıştı. "Döndünüz mü?!" diye bağırdı. Gökhan'ın yanına koştu. "Bu kadar erken beklemiyordum sizi! Hoş geldiniz!"

"Nazlı Hanım..." dedi Gökhan, Demir'i Begüm'ün kucağına bırakırken. "Bizim erken dönmemizi buyurdular! Bu kadar nişan ziyareti yetermiş!"

Beyza doğruca yataktan kalktı ve Gökhan'la Begüm'ün yanından geçip, hızlı adımlarla odadan çıktı. Gökhan önce Beyza'nın arkasından baktı, sonra da bana döndü. Çok geçmeden de Beyza'nın kalbini kırmasının artık o kadar da mümkün olmadığını, benim o kalbi tümden paramparça ettiğimi anlamıştı.

🎲

Ben henüz arabadan inerken, evimizin kapısını benim için açmışlardı. Nazlı yokken bu eve girmeyi pek sevmiyorum. Saat dokuz buçuk. Herhalde birazdan gelir. Noir, hızla dışarıya koşturup canının oyun istediğini belli edince eve girmeden, bahçede onunla vakit geçirmeye karar verdim. Garajdan topunu aldık ve birlikte göletin oraya ilerledik. Topu fırlattım ve Noir fırlayıp saniyeler içinde top ağzında geri geldi.

"Aferin oğlum!" Bir kez daha. İkinci kez. Üçüncü kez. Noir, benimle oynamayı çok özlediğini hareketlerinden fazlasıyla belli ediyordu. Aslında, benim de kendisiyle koşturmamı istiyordu. "Bugün, çok yorgunum ama oğlum... Anne gelsin, uyuyacağım erkenden." Göletin kenarındaki koltuğa otururken, Noir'ın başını sevmiştim. "Biliyorum, beni özlüyorsun... Ama çok yakında, hiç ayrılmayacağız birbirimizden. Hem, senin bir kardeşin olacak! Hazırlıyor musun kendini buna bakalım?"

Telefonum çaldığında ayağa kalktım ve Noir'ın topunu bir kez daha fırlattım. Bu sırada da cebimden telefonumu çıkartmıştım. Arayan Nazlı.

"Sevgilim?" diye açtım telefonu.

"Sevgilim, müsait misin?" diye sorduğunda gülümsemiştim.

"Evet?" dedim.

"Eee..." dedi. Arkadaki sessizlikten anladığım kadarıyla yolda. "Ben halama gidiyorum." Kaşlarım çatılırken Noir top ağzında, yine yanıma gelmişti. "Gidiyoruz yani. Hep beraber. Yengem, Cananlar falan. Hepimiz. Süt içeceğim de."

Süt mü içecek?

"Çok kalmam. En fazla bir saat. Haberin olsun. Sütümü içip, sonra da gelirim hemen," dedi.

Süt içmek için Beylikdüzü'nden, Ümraniye'ye mi gidiyor anlamadım?

"Sen neredesin?" diye sordu.

"Evdeyim," dedim. Derin bir nefes verdim. "Her şey yolunda mı sevgilim?"

"Hı hı," dedi. Yanında biri var ve rahat konuşamıyor. Selim neden beni arayıp haber vermiyorsa?! "Yoldayız." Yol, zaten uzun. Bir saatte gidecekler de süt içecekler de dönecekler. Eve gelmesi biri geçer. "Haberleşiriz. Öpüyorum sevgilim."

"Ben de," dedim ve telefonu kapattık. "Noir!" diye seslendim. "Baş başa kaldık oğlum! Hadi biraz daha koştur, sonra gidip dinleniriz!"

Topu fırlattım.

🎲

Noir'ın ağırlığının üzerimden çekilmesiyle beraber gözlerimi araladım. Salonun ışıkları kapalıydı. Sehpanın üzerindeki telefonuma uzandım. Saat üç. Nazlı nerede kalmıştı? Nazlı'yı aradım. Telefon uzun uzun çaldı ama Nazlı telefonu açmadı. Bir kez daha aradım. Bir kez daha. Bir kez daha. Bir kez daha. Bir kez daha. En sonunda telefon açıldı.

"Alo?" dedi bir erkek sesi.

"Sen kimsin?!" diye sordum.

"Aşk olsun Bora. Beni tanımadın mı? Mehmet Şahindağ ben."

Salonun ışıkları yandı.

Gözlerimi açtım.

Kâbus.

Noir'la epey bir oyun oynadıktan sonra, salonda televizyonun karşısında uzanmıştık. Ne zaman uyuyakaldığımı bilmiyorum. Saat ikiye çeyrek var. Nazlı yok. Gerginliğin bütün hücrelerime yayıldığını hissediyorum. Sehpanın üzerindeki telefona uzandım ve Nazlı'yı aradım. Uzun uzun çaldı ama aynı kâbusumda olduğu gibi açmadı.

Selim'i aradım. Daha ilk çalışında, "Efendim abi?" dedi.

"Nazlı'yı aradım, açmadı. Neredesiniz?"

"Ümraniye'deyiz abi. Halasında," dedi Selim. "Yukarı çıkıp aradığını söylememi ister misin?"

"Biraz bekleyelim de... Haber veririm. Bana bak, asayiş berkemal mi?"

"Evet abi," dedi Selim.

"Gözünüzü dört açın!" dedim ve telefonu kapattım.

Yatak odamıza çıkarken, Nazlı'yı bir kez daha aradım. Sonuna kadar çaldırıyorum ama açmıyor. Yatak odamıza girdiğimde, komodinin üzerindeki sabah bıraktığım notu görünce gülümsemeden edememiştim. Nazlı, notumun altına kendi de not düşmüştü.

"Ama sevgilim sen yanımda olmayınca gün aymıyor ki!"

Nazlı'yı bir kez daha aradım.

"Bora merhaba," dedi bir kadın.

Kâbus gibi bir gece!

"Sen kimsin?!" diye sordum sertçe.

"Canan ben."

"Nazlı nerede?!"

"Uyuyakalmış," dedi. Derin ve şükür dolu bir nefes aldım. "Daha önce aradın mı? Sessizdeymiş telefonu. Ben de üstünü örterken tesadüfen gördüm çağrını." Nazlı'nın nerede olduğunu öyle bir sormuştum ki haklı olarak Canan kasılmıştı ve açıklama üstüne açıklama yapmaya çalışıyordu. "Haber verecektik aşağıdaki adamlara şimdi, seni aramaları için."

"Önemli değil," dedim daha sakin bir tavırla. "Kusura bakma. Ben endişelendim bir an için, sert çıktım."

"Estağfurullah. Uyandıralım mı emin olamadık. Çok yoruldu bugün o kalabalıkta bir de..."

Açıkçası Nazlı'nın uyanmasını ve yanımda olmasını istiyorum ama bu aşırı kaba bir söylem olur.

"Yok yok, uyusun..." dedim. Saat iki. "Sizin için bir sorun yoksa tabii?"

"Olur mu ne sorunu," dedi, içten bir tavırla. "Balkonda oturuyorduk. Bir fincan süt daha içmek istedi. Kendi ısıtacağını söyledi. Mutfağa gitti. Biz de onu balkonda bekliyorduk. Ne ara odaya geçti de uyudu, anlamadık bile..." Ah Nazlı! "Uyanırsa, seni aramasını söylerim."

"Tamam," dedim.

"İyi gece-"

"Canan!" dedim lafını keserek.

"Efendim?" dedi merakla.

"Benim gelmem sorun olur mu peki?" Hayatımda hiçbir cümleyi kurarken, bu kadar utanmamış olabilirim. "Yani... Uyandığında beni görmek isteyecektir." Umarım Canan da kocasına çok aşıktır ve beni anlıyordur yoksa gerçekten rezil olmuş olabilirim.

"Tabii ki gelebilirsin!" dedi. Ama bunu derken güldü de. "Özcan yattı. Annemle yengem de yatarlar muhtemelen ama ben ayaktayım."

Zaten o kadar çok beklemesine gerek olmayacak. Ümraniye'ye arabayla gidip, bir de yolda o kadar zaman kaybedemem. Daha Canan'a görüşürüz demeden, kapıdaki çocuklardan birine mesaj atmıştım.

"Helikopteri hazırlasınlar."

🎲

Kırmızı avizeli oda. Boş süt fincanını da komodinin üzerine koymuş. Gömleğimi çıkarttım ve silahımı gömleğimin arasına koydum. Nazlı'nın yanına uzandım. Bana sokulduğunda kokumu duyduğunu anlamıştım. Burnu göğsüme çarptığında gözlerini açtı. "Sevgilim hoş geldin," dedi. Elini belime doladı. "İyi geceler... Kızımız olacakmış. Rüyamda gördüm. Uyuyalım yine. Devam etsin, çünkü çok güzel bir rüya."

Çok güzel bir rüyadan uyandığı an içimde hissettiğim ne varsa, bu gece bir kâbus yine aynı hislerimi depreştirdi ve bundan kurtulmak istiyorum. Nazlı'ya ihtiyacım var. Varlığını hissetmeye. Dudaklarımı saçlarının arasına bastırdım. İçim yazın şahsına münhasır kokusuyla doldu. Bir koku, ancak bu kadar denizlere açılmışım gibi hissettirip beni rahatlatabilir. Nazlı'ya, birlikte geçirdiğimiz her bir günün, bir rüya kadar güzel olduğunu hissettirmek, sevdamın borcu. Allah, borcumu ödeyebilmem için bana nice günler, nice geceler nasip etsin. Kader, Nazlı'yı benden hiç ayırmasın.

"Sen, bütün güzel rüyalardan daha güzelsin..." diye fısıldadım kulağına. "Gerçeksin bir kere."

"Kızmış," dedi.

Alt dudağımı dişleyip, "İyi. O zaman isim tartışmasına başlayabiliriz..." dedim. Çenemi başının üstüne yerleştirdim. "Bu gece, en güzel rüyalar seninle olsun nazlı sevgilim."

Continue Reading

You'll Also Like

115K 11.7K 31
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
19.2M 1M 53
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...
ZEVAHİR By Çiğdem

General Fiction

3.8M 203K 81
"Lütfen... Hayır," dedim adımlarım geri geri giderken. Buradan uzaklaşmalıydım. Silahtan, bağlı adamdan, karşımdaki gözü dönmüş adamdan... Hepsinden...
55.9K 3.6K 14
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]