YASAK DENEY

By iremtopan

165K 15.9K 12.9K

Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil... More

Bölüm 1|• "Kurtarma Emri."
Bölüm 2|• "Vahşiler Yatakhanesi."
Bölüm 3|• "Garip Bir Ekip."
Bölüm 4|• "Yara İzleri."
Bölüm 5|• "Yasak Deneyler Laboratuvarı."
Bölüm 6|• "Kayıp Ruhlar Mezarlığı."
Bölüm 7|• "Bedeni Büyük, Ruhu Çocuk Kadın."
Bölüm 8|• "Gülümseme Etkisi."
Bölüm 9|• "Her Şey."
Bölüm 10|• "Denek: 113."
Bölüm 11|• "Saat ve Kan Damlası."
Bölüm 12|• "Gece Yarısı Nöbeti."
Bölüm 13|• "Ne Zamandır Sendeyim."
Bölüm 14|• "Yaşam Köksal."
Bölüm 15|• "Ecza Deposu."
Bölüm 16|• "Gizli İttifak."
Bölüm 17|• "Sessiz Prenses ve Kara Şövalye."
Bölüm 18|• "Sözlerin Gözlerinde."
Bölüm 20 |• "Yaşatma Operasyonu."
Bölüm 21|• "Pişmanlığın Adı."
Bölüm 22 |• "Cehenneme Düşen Kar Taneleri."
Bölüm 23 |• "Eski Dost, Can Düşman."
Bölüm 24|• "Tenha."
Bölüm 25|• "9 Aralık."
Bölüm 26|• "Kelimelerin Sihri."
Bölüm 27|• "Truva Atı."
Bölüm 28|• "Vicdan Mahkemesi."
Bölüm 29|• "Dinmeyen Fırtına."
Bölüm 30|• "Yeryüzünde Cennet."
Bölüm 31|• "Vadesi Dolan Sözler."
Bölüm 32| "25 Aralık Çocukları."
Bölüm 33|• "Sonun Başlangıcı."
Bölüm 34|• "Son Akşam Yemeği."

Bölüm 19|• "Sarpa Saran Sert Rüzgarlar."

5K 399 470
By iremtopan


Merhaba.🤍

Bu bölüm fena bir bölüm. Bol bol oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Okunma sayısına oranla oy ve yorumlar çok düşük kalıyor. Bana destek olmak istiyorsanız ellerinizi o yıldıza değdirmeniz yeterli.

Çok uzun bir bölüm oldu. Sınır koymak istemiyorum ama bence 100 oyu geçebiliriz.

Sizi seviyorum. İyi okumalar. 🤍✨

✦✧✦

Günün erken saatleriydi, Polonya dağlarının arasından göğe henüz yükselmeye başlayan güneş gökyüzündeki gri bulutların güne saçtığı kasvetli havayı parlak ışığıyla dahi silemiyordu. Dışarıda hakim olan sert rüzgar yüzünden bahçedeki ağaçlar şiddetle sallanıyor, öğlene doğru beklenen kar fırtınası şiddetinin haberini daha şimdiden veriyordu.

Kapının açılıp kapanma sesini işittiğimde arkamı dönüp bakma ihtiyacı hissetmemiştim ki bana doğru gelen adım sesleri, bıkkın bir nefes alma ihtiyacı hissetmeme neden oldu. Bugün hiç modumda hissetmiyordum kendimi.

Aheste adımlarla gelip yanımda durdu yaşlı adam. Gözleri bende değil, gökyüzündeydi. "Sıkıcı bir gün olacağa benziyor, ha?"

Dudaklarım benden bağımsız kıvrıldı. "Bir şey söylemek için erken."

"Şüphesiz." Dedi derin bir iç çekip. "Söyle bakalım neymiş seni bu saatte kaldırıp camın önünde hayatı sorgulatan derdin?"

İstifimi bozmadan kahvemden bir yudum daha aldım. "Orası seni hiç alakadar etmez."

Güldü sahte bir tonda. "Dostuz sanıyordum."

"Günün tavsiyesi: Benden sana dost olmaz, git ve şansını başkasında dene."

Bakışlarını üstümde hissetsem de ona dönmedim. "Kırıcı oluyorsun ama. Benim Jason ve Brendon'dan neyim eksik?"

Başımı sağıma çevirip ona baktım. "Onların dostum olduğunu kim söyledi?"

"Birinin söylemesi gerekli mi sence? Gözlerim var." Güldü. "Her yerde."

Başımı iki yana salladım. "Gözlerin bazı şeyleri iyi göremiyor o zaman." Boynunda bir iple sallanan gözlüklerini işaret ettim. "Bunları daha sık kullanmayı dene."

"Belki de, fakat senin benden daha çok ihtiyacın olduğu açık."

Bıkkın bir nefes üfledim dudaklarımdan. "Ne zırvalıyorsun yine? Baştan söylüyorum bugün hiç senin saçmalıklarını kaldırabilecek halde değilim. Benim asabımı bozmadan güzel güzel uzaklaş hadi."

"Ne kadar kaba bir davranış." Dedi sesindeki ayıplar tınıyla. "Ailen sana yaşlı insanlarla nasıl konuşman gerektiğini öğretmedi mi?"

Ona ters bir bakış attım. "Lütfen sabrımı zorlama. Baş ağrım yeterince canımı sıkıyor zaten, bir de sen tuz biber olma. Söz başka bir zaman sana doyasıya canımı sıkabilmen için geniş bir vakit ayıracağım."

Başını arkaya atarak "Cık." diye olumsuz bir mırıltı çıkardı. "Bugün çok güzel bir gün."

Başımı onaylamaz bir şekilde bıkkınlıkla iki yana sallarken içimden büyük bir sabır çektim. Benim derdim başımdan aşkındı, sanki fazlasına ihtiyacım varmış gibi her şey üstüme üstüme geliyordu. Daha fazla Ivan'a tahammül gösteremeyeceğim hissine kapıldığım gibi onu camın önünde bırakıp ortak salondan çıkmak üzere adımladım. Fakat çok geçmeden sözleriyle durmak zorunda kaldım. "Yeni arkadaşların sana pis geçmişlerinden bahsetmemişler anlaşılan. Haberdar gibi görünmüyorsun."

"Daha çok ilgilenmiyorum kapsamına giriyor." Başımı arkama çevirdim. "Hangimiz onlara laf edebilecek kadar masumuz ki?"

Başını çevirip arkasına bakma zahmetinde bile bulunmadı. Sözlerinin beni durduracağına emindi. "Ne sevimli bir bakış açısı."

"Sadede gel."

Güldü. "Hani ilgilenmiyordun?"

"Sen gerçekten benim sabrımı mı deniyorsun?"

"Ne bu acelen? Saat daha sabahın altı buçuğu."

Kaşlarım benden bağımsız daha da çatıldı. "Özenle çabalıyorsun yani?"

Omuzlarını silkti. "Gidiyor musun, kalıyor musun karar ver."

Hiç istifini bozmadan dışarı izleyen Ivan'a ters bir bakış attım. Bu adam neyin peşindeydi, ne yapmaya çalışıyordu ve en önemlisi benden ne istiyordu? Kafamda onlarca tilki dönüyorken çok ihtiyacım varmış gibi sürekli yeni problemler ortaya çıkıyordu. Bu, çok acil çözmem gereken bir sorundu. Benimle ilgili şüpheleri vardı fakat susuyordu. Neden susuyordu? Kafasında ne dönüyordu? Amacını öğrenmem gerekiyordu. Operasyon için büyük risk taşıyordu. Beni her an patlatabilirdi. Elinde hiçbir kanıt olmasa da Jason'ın kafasına şüphe tohumları düşürmesi yeterliydi, Artman kafasındaki soru işaretleri ortadan kaybolana kadar bu işin peşini bırakmazdı. Atakan izlerimizi silmek konusunda çok başarılı olsa da Jason hafife alınacak bir adam değildi.

Boydan boya uzanan camın önündeki eski yerimi aldım. "Kahvem bitene kadar vaktin var."

Elimdeki kupanın dibinde kalan iki yudumluk kahveye bir bakış attı. "Bir dakikaya kaç kelime sığdırmamı bekliyorsun?"

"Rekor denemesi yapabilirsin."

"İnsanda heves bırakmıyorsun."

Başımı ona çevirdim ve kahvemden bir yudum aldım. Bu hareketimden sonra gözlerini devirip önüne döndü. "Annen FBI ajanıydı, öyle değil mi?"

Derin bir nefes aldım, bir profesyonel gibi davranıp duygularımın beni ele geçirmesine izin vermedim. "Bunun konumuzla alakasını çözemiyorum."

"Yeni kankanın annenle meslektaş olduğundan haberin var mıydı?"

"Karanlık geçmiş dediğin şey bu muydu? Çünkü Jason'ın geçmişi teknik olarak şimdikinden daha aydınlık oluyor."

"Ailesi uyuşturucu ticareti yapan bir FBI ajanı, ne tatlı bir hikaye değil mi? Geçimlerini evlerinin bodrum katında yapıp sattıkları uyuşturucuyla sağlamaya çalışan yoksul ve çocuklarını satıcı olarak kullanan bir anne baba, o evde yaşayan ve evlerine bir ihbar üzerine yapılan baskında polisle girdikleri çatışmada yetim ve öksüz kalan iki küçük çocuk." Güldü ama gülüşü keyifli olmaktan hayli uzaktı. "Ne trajikomik değil mi? Biri FBI ajanı, diğeri son yirmi sekiz yılın en büyük uyuşturucu baronu."

"Brendon bir uyuşturucu baronu muydu?"

Ona soru sormamdan hoşlanmış olmalıydı ki çıkardığı onaylar mırıltıda memnuniyet de vardı. Başını salladı. "Tarihte eşi benzeri görülmemiş rakamlarda devasa sevkiyatlar yapıyor, kırmızı bültenle aranıyor olmasına rağmen asla yakalanmıyordu. Ona Yeni Escobar diyorlardı."

Henüz liseye gittiğim sıralarda dünya gündeminin bir ara Escobar'ın Varisi adı takılan bir uyuşturucu baronuyla çalkalandığını, yakalanamadığı için yıllarca dünya gündeminden düşmediğini, yaptığı akıl almaz kokain sevkiyatlarıyla yıllarca okulumda, çevremde, gittiğim kafede, oturduğum bankta, yanından geçtiğim insanların sözlerinde son zamanların en büyük dehasından söz edildiğini, haberlerde her gün yeni bir skandalla gündeme geldiğini, polislerle dalga geçmek için kilolarca uyuşturucusunu yakalatıp kendini ihbar ettiğini, polisle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını, bir zaman sonra canına tak eden Amerikan hükümetinin hakkında gördüğün yerde vur emri çıkardığını çok net hatırlıyordum fakat yıllarca haberlerde boy gösteren adamın Brendon olması... Garipti.

"Hala hayatta."

Başını salladı Ivan. "Çünkü bileğine kelepçeleri geçiren kişi kardeşiydi."

"Beni buna inandıramazsın."

"Bazen sevdiklerini korumak için onların hoşuna gitmeyen şeyler yapmak zorunda kalırsın."

"Kardeşinin canı söz konusu. Jason'ın hükümetle pazarlık yapabilecek konumu olduğunu sanmıyorum."

Jason'ın bu hayatta en düşkün olduğu kişi şüphesiz kardeşiydi. Onu kendi doğruları için riske atmış olabileceğine beni hiçbir güç inandıramazdı. Tabii elinde onu yüreklendirecek bir koz yoksa.

"Haklısın, onun yoktu ama Yasak Deney'ler konseyinin vardı. Yüzlerce başarısız Güvenlik Şef'inin ardından bu konsey rütbesi hızla yükselen başarılı adamı gözüne kestirmişti. Güvenlik Şefleri sürekli değişiyor, her yeni gelen bir öncekinden çok daha büyük fiyasko oluyordu. Bu konsey 2010'dan beri onu kovalıyor fakat Jason etik değerlerine ters olduğu için sürekli teklifi reddediyordu. Dudak uçuklatacak türden paralar, maaş, evler, yatlar, rezidanslar, arabalar, sınırsız yetki teklif ettiler fakat hiçbirine dönüp bakmadı bile. Ta ki kardeşi işin dozunu arttırıp ipin ucunu kaçırana kadar."

Yani Jason para değil de Brendon'ın hayatı karşılığında bu işe bulaşmıştı, öyle mi? "Yeni Escobar'ın yakalandığını hatırlamıyorum."

"Yakalanmadı zaten fakat Jason zehri damardan alan kardeşinin kendini birgün yakalatacağını, bu işin onun ölümüyle sonuçlanacağını ve fazla zamanı olmadığını biliyordu. Kardeşinin kötü şöhretinden dolayı teşkilatın ona olan güveni de azalıyor, sürekli rütbesinin altında masa başı işlere bırakılıyordu. Ona bir teklif götürdük. Eğer Yasak Deney'ler için çalışmayı kabul ederse bu olağanüstü kurul Brendon'ın cezasının ve hükmünün kaldırılmasını, temiz bir sicille hayatına devam etmesini sağlayacak, Brendon bu konseyce kalıcı olarak dokunulmaz olacaktı."

Duraksamadan edemedim, kaşlarım benden bağımsız çatıldı. "Kabul etmekten başka çaresi yoktu."

"Kardeşini yaşatmak istiyorsa yoktu. Nitekim verilen tüm sözler yerine getirildiğinde Jason, bir kez bile doğru tercih olduğundan şüpheye düşürmedi. Sistemi, yönetimi, adamları sınırsız yetkisiyle değiştirip baştan şekillendirdi."

Çatık kaşlarla ona döndüm. "İyi bir hikaye, fakat sence de bu daha çok onları övme seansı değil miydi?"

Gülümseyerek bana döndü. "Değildi. Eminim ki anlarsın."

İmalı bakışlarını görmezden gelip soğumuş kahvemin dibinde kalan son yudumu da içtim. "Sana ayırdığım sürenin sonuna geldik."

"Kendine bir iyilik yap ve-" Sözünü kesip bu konuyu daha fazla uzatmasına engel oldum. "Sana bir iyilik yapacağım ve bu konuşmadan Brendon'a bahsetmeyeceğim."

Arkamı dönüp aklıma ektiği şüphe tohumlarını görmezden gelmeye çalıştım. Şiddetli bir baş ağrısına kavuşmak için bu saatler çok erkendi. Ağrı kesicim de olmadığı için düşünme işlemini daha sonraya saklıyordum. Elimdeki bardağı sehpaya bırakıp odama doğru yol aldım. Işıkları açmadan sırtüstü yatağa uzandım ve gözlerimi kapattım.

Zihnim o kadar gürültülüydü ki son zamanlarda kendimi bile duyamıyordum. Yine uykusuz bir gece olmuştu. Bedenim günün yorgunluğuyla ancak birkaç saat uyuyabilmişti. Bir türlü susmayan zihnim ve kasvetli ruh halim yüzünden içinde 113'ün olduğu odada bile daha fazla kalamamıştım. Uzun bir yürüyüşe ihtiyacım vardı fakat beklenen kar fırtınası elimi ayağımı bağlıyordu.

Serra'nın yazacağı rapor Felix ve Benjamin'in denetiminden geçebilecek miydi, onu yatakhaneye döndürebilecek miydik? O odada kalmasına izin veremezdim. Özellikle Alvaro'yla. Burnunu kırdığım için onun cezası sonraya ertelenmişti, muhtemelen benim cezam bittiği için nöbetlerimi 113 iyileşene kadar Alvaro devralacaktı. İkisinin tüm gece aynı odada kalma ihtimali bile beni deliye döndürüyordu. O pislikten her şey beklenirdi.

Vücudum bir sinir dalgasıyla kasıldığında ayağa kalktım ve perdeleri açtım. İçim içime sığmıyordu, odanın içinde amaçsızca bir o yana bir bu yana volta atmaya başladım. Başka bir ihtimal düşünemiyordu beynim, cezamın bitmesine itiraz da edemiyordum. Sanırım kafayı yiyordum. Hoyratça yüzümü ovalayıp derin bir nefes aldım. Bu iş hiç iyi olmamıştı. Hiç hem de.

Hem yatakhaneye dönse ve gece yarısı kriz geçirse, orada yaşadıkları yüzünden tetiklense, mikrop kapsa, gece üstünü açık bıraksa, üşütse, oradakilerle tartışsa, bir zarar görse ne yapacaktım ben?

Sakin ol oğlum, sakin ol. Elinden başka bir şey gelmiyor. Yatakhanede olması, o odanın içinde Alvaro denen herifle kapana kısılmasından çok daha güvenli bir seçenekti. Operasyon sonlanana kadar bu durumu idare etmek zorundasın. Denekleri düşün, verdiğin sözü düşün. Şef'in sana güvendiğini hatırla, baban gibi sen de onu sırtından vuramazsın. Tamamlaman gereken bir görevin var. Gözlerinde bir orman taşıyan kadına verdiğin bir söz var. Sakin kal. Aklını dinle.

"Sikeyim aklını." Diye homurdandım kendi düşüncelerime, otuz saniye içinde Atakan'ın kapısını yumruklarken buldum kendimi. Çok geçmeden kapıyı açtığında karşımda uykulu gözlerini ovuşturuyordu. "Ne oldu lan, beni rüyanda mı gördün?"

Onu içeri itip ışığı açtım ve volta atmaya kendi odamda kaldığım yerden devam ettim.

"Çekinme, kendi odan gibi takıl." Atakan bana aldırmadan yeniden yorganın altına girip uykusuna kaldığı yerden devam ederken kaşlarımı çatıp boğazına kadar çektiği yorganı asıldım. "Haspinallah!" Diye sesini yükseltti uykulu gözlerini sinirle açarken. "Ne oldu yine sabah sabah, geldiler mi? Hadi sana geldiler, sen niye bana geldin?"

Sözlerine aldırmadan komodinde duran gözlüğünü alıp gözlerine taktım. "Ne durumdayız?"

"Uykumun içine ettiğin bir durumdayız."

Yakasından tutup onu yattığı yerden oturur konuma getirdim. "Ne durumdayız?"

"Hangi konuda?"

"Sızdın mı dosyalara?"

"Henüz değil."

"Nasıl henüz değil?"

Kollarını kaldırıp vücudunu esnetirken uykulu sesiyle konuştu. "Sence de biraz dinlenmeyi hak etmedim mi? Üç saatlik bir uykuyla duruyorum ve yapmam gereken tonla iş var."

"Bir saat kırk beş dakikalık bir uykum, kurşun yaram ve susmayan bir beynim var. Beş dakikanı bana ayır ve ben de seni yalnız bırakayım. Daha iyi bir teklif gelmez."

"Of." Dedi bıkkın bir tonda. "Ne istiyorsun?"

"Bu akşama kadar sistemi tamamen kopyalayıp operasyonu sonlandırma ihtimalimiz yüzde kaç?"

Söylediğim şey karşısında dudakları bir o şeklini aldı ve gözleri kocaman açıldı, bir cümlemle uykusu kaçtı. "Sen görüşmeyeli kafayı mı yedin?"

"Varsayalım ki? Yüzde kaç ihtimal."

"Sıfır." Dedi. "Elimden gelen her şeyi yapıyorum. Emir ve ben durmadan sisteme sızmak için uğraşıyoruz ama taktir edersin ki bu hiç kolay değil. Sisteme şu an sızsak bile kopyalamak uzun sürecek. En iyi ihtimalle bir ay daha buradayız. Bu işin en iyisi olduğunu düşünürdüm fakat bu şifreleme sistemini yapan adamların hakkını yiyemem. Harbi sağlamlarmış."

Burun kemerimi sıkıp başımı iki yana salladım. "Bir ay olmaz, bir ay çok."

"Sana ne lazım?"

"Bugün."

"Görkem git dalga geçme sabah sabah benimle."

"Dalga geçer gibi bir halim mi var?"

Gözlüğünü orta parmağıyla burnuna itip elini yatağa vurdu. Bıkkın bir nefes verip yanına oturdum. "Serra halleder endişelenme. Raporu yazmıştır bile, birazdan götürürüz kızı yatakhaneye."

Başımı ona çevirdiğimde imalı bir şekilde göz kırptı. "Ne sandın, kardeşim aşık olacaktı da ben çakmayacak mıydım? O bol sütlü, bol şekerli kahveler falan. Kaçar mı benden?"

Başımı önüme çevirdim. "Ne bileyim oğlum ben, içim rahat etmiyor işte. Bin tane ihtimal dönüyor aklımda, aklımı kaçırmak üzereyim."

"Zaten başka türlü aşık oldum diyemezsin."

Gözlerimi kapatıp nefes egzersizleri yaptım. Vücudum kasılıyordu yine. Atakan elini sırtıma koyup sıvazladı. "Hep en kötüsünü düşünmek zorunda değilsin. İşe yarayacak merak etme. Sen çağırmadıkça gelip kızın sağlık durumunu kontrol etmediler bile. Umurlarında değil çünkü, şimdi de olmayacak. Serra'nın onayı yeterli olacaktır."

"Orası öyle de." Elimi iki kez göğsüme vurdum. "Gel de anlat buraya."

"Anlatamazsın. Boşuna dememişler, gönül ferman dinlemez." Sessiz kaldığımda derin bir nefes alıp devam etti. "Bak şu ana kadar tahmin ettiğimden bile iyi ilerledik her anlamda. Biz dün tüm dengeleri altüst ettik oğlum. Yapabileceğimizin en iyisini yapıyoruz. Bu insanlar için hiç kimsenin yapmadıklarını, yapmayacaklarını yapıyoruz. Vicdanın acımasız davranıyor sana, senin problemin bu. Her şey senin suçun sanıyorsun. O sesi duymazdan gelmeyi öğrenmen lazım. Yaşanmaz böyle. Dün bana söylediklerini kendine de söylesene. Eminim o kız senin onun için neler yaptığını bilseydi gurur duyardı seninle." Kolunu omzuma atıp beni kendine çekti. "Bu devirde iyilik için savaşan kaç şövalye kaldı?"

"Gönlüm bu kadar haksızlığa uğramasına razı olmuyor. Hayat ona bana davrandığından daha kötü davranıyor. O acı çekiyor, ben kahroluyorum; ağlıyor, delirecek gibi hissediyorum. Ne yapacağım ben kardeşim? Ne yapacağım?"

"Yana yana yanmayı da seveceksin ve intikam günü gelene kadar sabırla bekleyeceksin. Sonra sahne bizim, zafer bizim. Kurtuluş onların." Kafasını yavaşça kafama vurdu. "Anlaştık mı taze aşık?"

Yüzümü buruşturdum. "O ne be?"

"Yeni aklıma geldi. Nasıl?"

"Harika." Dedim. "Aklını bu denli kontrol edebiliyor olman çok ürkünç. İstediğinde dünyanın en akıllı, en mantıklı adamı olabiliyor; istediğindeyse beş yaşındaki bir çocukla aynı seviyeye inebiliyorsun. Gerçekten inanılmaz."

"İltifat mı ettin, hakaret mi anlamadım ama boşver, hadi biraz daha uyuyalım."

"Sen uyu, ben gidiyorum."

"Len gel buraya, hiçbir yere gidemezsin. Ben bilmiyor muyum seni."

Kapının kilidini çevirmeden durup ona döndüm. "Dışarı çıkacağım ben. Nefes alamıyorum. Sığamadım odalara." Bana öyle bir bakışı vardı ki kendi cümlemi on defa sorguladım. "Ne var?"

"İntihar etmek istiyorsan hap vereyim, jilet vereyim, ip vereyim, silah vereyim. Kar fırtınasında gebermek sence de biraz aptalca değil mi? En azından arkandan intihar etmiş derler, ne salak adammış değil."

Bir saniye düşündüm. "Ne yapacağım o zaman?"

"Gel şuraya, birkaç saat daha uyu. Düşüp bayılacak gibi görünüyorsun."

"Odada beraber ne yapıyordunuz derlerse?"

Gözlerini kıstı. "Evliyim ben, evli."

"Biliyorum, gün içinde en çok kullandığın cümle. Unutmaya mahal vermiyorsun."

"İması bile hoş değil."

"Bir soru sordum, konuyu nerelere getirdin be. Aklın fikrin nerede senin?"

"Karımda. Seninki nerede?"

"Sarışınımda."

Gözlerini kocaman açtı. "Sarışınım benim karıma hitap şeklim, acilen bırakman gerek."

"Niye, patentini mi aldın?"

"Bak Arden benim karım ve o sarışın, bu kelimeyi kullanmak benim daha çok hakkım."

Yatağın diğer kenarına oturup botlarımı çıkardım. "Benimki de sarışın."

"Biz evliyiz."

"Belki biz de evleniriz."

Kaşlarını çatıp bana baktı. "Görkem, kafana vurup seni bayıltırım bak. Yat zıbar beni dellendirmeden." Bu öfkeli hali, ruh halime rağmen usulca dudaklarımı kıvırmama neden oldu. Tavrı komikti, ciddi olması daha komik. "Uyuyup beynini dinlendirdikten sonra sevdiğine başka bir hitap şekli bul."

"Oldu efendim, başka emrin var mı?" Yatağa sırt üstü uzanıp yorganı üstüme çektim. "Olursa çekinmeden söyle."

O da aynısını yapıp yorganı kendine çekti. "Aklıma geldikçe not eder, listeyi sana iletirim."

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Birkaç saat uyuyabilirsem gerçekten daha sağlıklı düşünebilirdim. Aklıma gelen şeyle gözlerimi açtım. "Atakan."

"Allah kahretsin beni ya. Ne var yine?"

"Dua et benden dayak yiyemeyeceğin bir yerdesin." Dedim cebimden telefonumu çıkarırken. "Yatakhanenin kamera kayıtlarına erişimimi sağlasana."

Yatakta benden tarafa dönüp birkaç saniye yüzüme baktı ve telefonu elimden aldı. "Gece uykusunun önemi adlı bir konuşma yapmama gerek var mı?"

"İstesem de uyuyamıyorum zaten."

Telefonu yüzüme tutup kilidi açtı, daha sonra ayarları yapmaya koyuldu. Birkaç dakika sonra telefonu geri uzattı. "Yine gizli hatta geçiyorsun, YDO uygulamasından takip edebilirsin, şifreyi girdim."

"Teşekkür ederim."

Gülümsedi. "İyi uykular."

Gözlerimi kapattım yorgunlukla. "Sana da."

Birkaç dakikalık sessizlikten sonra Atakan'ın uykulu sesi duyuldu. "Ne güzel değil mi? Tıpkı eski günlerdeki gibi. Aynı yatakta uyumayalı nereden baksan on yıl olmuştur."

Gülümsedim gözlerim kapalı şekilde. "Nostalji."

"Buram buram." Dedi. "Yalnız yatağımı seninle paylaştığımdan Arden'in haberi olmasın. Ne olur, ne olmaz."

"Arden'den önce ben vardım." Dedim onu sinir etmek için. "Ne çabuk unuttun? Kalbim kırılıyor ama."

"Ne yapayım, şansına küs." Sesi keyifliydi. "Benden bir tane var. Atı alan da çoktan Üsküdar'ı geçti."

Yorganı biraz kendime çektim, Atakan'da hemen kendine doğru asıldığında bir paradoksa girdik. "Yeter, bu yaştan sonra bir yorgan kavgası yapmadığımız kalmıştı. Az yanaş benden tarafa."

"Bunlar çok şüphe uyandırıcı teklifler. Yanlış bir hareketini görürsem kardeş demem kafanı kırarım ona göre."

"Götün ilgi alanıma girmiyor Atakan."

"Sağ ol ya." Dedi benden tarafa yanaşırken. "İçim hiç bu kadar rahat olmamıştı gerçekten."

Sessiz kalıp gözlerimi kapattım. Öyle yorgundum ki bir yatsam aralıksız üç gün uyurdum. Fakat olmuyordu. Zihnim susmuyordu. Bir türlü uykuya dalamıyordum. Buradaki ilk günlerime dönmüştüm yine. Sıkıntı dolu gecelerim sonunda kavuşmuştu bana. Biraz daha dayanmam gerekiyordu. Atakan'ın en iyi ihtimal dediği olasılığın her an değişebileceğini biliyordum. Emir ve ikisi teknoloji konusunda birer dehaydı. Bu işi en kısa zamanda çözebileceklerini biliyordum. Sadece biraz temkinli davranıyorlardı o kadar.

"Görkem?" Diye mırıldandı uykulu sesiyle.

"Ne oldu?"

"Ben senin kızın kim olduğunu biliyorum. Adını öğrenmek ister misin?"

Bakışlarını üstümde hissetsem de gözlerimi açmadım. "Bilmiyorum."

"Hiç merak etmiyor musun?"

"Etmez miyim?" Diye sordum. "Ona dair en ufak bir şey öğrenme fikri bile heyecanlandırıyor beni. Endişeleniyorum, benden hoşlanıyor fakat bunun ne anlama geldiğini bilmiyor. Bu şeylerin benim için ifade ettiği anlamların karşılığı yok onda. Anlıyor musun? Her ne kadar kendime karşı koyamasam da, ona her yaklaştığımda onu kendime mecbur kılıyormuşum gibi hissediyorum."

"Sana mecbur çünkü, senin ona mecbur olduğun kadar. Aşk bu."

Derin bir nefes alıp gözlerimi araladım ve bakışlarımı tavana sabitledim. "Bilmiyorum."

"Biliyorsun da, şimdilik sen nasıl istersen öyle olsun. Zorlamayacağım. Ama bu kadar ince düşünmek zorunda değilsin. Sen de insansın. Kendin için yapacağın küçük bencilliklerin kimseye zararı dokunmaz. Çünkü böyle yaşanmaz."

Bu düşüncelerime hakim olamıyordum. Kafamdakilere hakim olamıyordum ve son günlerde doğru ne, onu da bilmiyordum. "Bir ailesi var mı?"

"Uzun hikaye." Dediğinde ona döndüm. "Anlat."

O da benden tarafa döndüğünde yüz yüze bakıyorduk. "Biyolojik annesi ve babası hala hayatta fakat birlikte değiller. Kız tahminen annesi on yedi yaşındayken falan doğmuş, gayrimeşru bir bebek yani. Doğduktan birkaç saat sonra denek olarak satılmış."

"Paranızı sikeyim." Öfkeyle yerimden doğruldum. "Kıza yaşattıkları şu hayata bak. Kaç paraya değişirsin lan şu kızın hayatını, kaç para eder travmaları?"

"Dur, devamını duyman gerek." Bana itiraz edip hevesle o da oturur pozisyona geldi ve karşımda bağdaş kurdu. "Babası kabarık bir suç dosyası olan keşin teki. Kapkaç, market soygunu gibi küçük olaylardan hüküm giymiş, düzenli olarak hapse girip çıkan sorumlu ibnenin teki. Yaşı da kızın annesinden on yaş büyük zaten. Üç beş tatlı sözle kadını kandırıp hamile kalınca da tüymüş anlayacağın."

"Madem korkup kaçtı neden baba olarak kaydı var?"

"İşin ilginç tarafı da o ya, aylarca hayalet olan adam doğum yaklaştığında birden ortada belirivermiş. Artık ikna mı etti, yoksa kadının haberi yokken mi kayıt yaptırdı bilmiyorum kızın babası olarak kaydı var."

"Düşündüğüm şey doğru olamaz, değil mi? Kızı Yasak Deney'lere satmak için, üstünde söz hakkı olması için dönmüş ve iki saat içinde de çocuğu satmış olamaz değil mi?"

Başını salladı. "Üzgünüm, benim de teorim bu."

Aklım almıyordu benim. Benim içim gidiyordu bu kızın kılına zarar gelecek diye, babası olacak adam da onun varlığını üç kuruşa takas ediyordu. Aklımın almadığını, gönlüm de kabul etmiyordu. Başımı ellerimin arasında sıkıştırdım. Hak etmiyordu. Benim güzelim bu hayatı hak etmiyordu.

Üstünde dönen tüm kirli oyunlara rağmen ne kadar da temiz, ne kadar da beyazdı.  Ne ben, ne başkası, ne de bu dünya. Hiçbirimiz hak etmiyorduk onu.

"Kızın annesinin ailesi defalarca dava etmiş bu şerefsizi. İkisinin arasında kaç tane dava var inanamazsın. Kadın yıllardır dava ediyor adamı. Bir mahkeme geriye çevirse öbürküne başvuruyor, hiç durmuyor. Kadın hiç bırakmıyor peşini. Çok da ünlü bir gazeteci üstelik."

Öfkemi güçlükle baskılayıp Atakan'a baktım. "Ne diye dava etmiş biliyor musun?"

Gülümseyerek heyecanla başını salladı. "Kızımı kaçırdı diye. Bu kadın kızını arıyor Görkem. Yıllardır peşini hiç bırakmamış. Yazdığı köşe yazıları, makaleler, verdiği ilanlar, katıldığı televizyon programları... Birgün bile bu işin peşini bırakmayan, avazı çıktığı kadar bağırarak dünyanın her köşesinde onu arayan bir annesi var."

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. "Gerçekten mi?"

"Bak." Dedi komodindeki telefonuna uzanıp. Bir video açıp telefonu elime tutuşturdu. "Bu kadının 2017'de araştırmacı gazeteci olarak katıldığı bir canlı yayın kesiti."

Bir stüdyoda haber sunan kadın yayın kapanışını yapmadan önce 'Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?' diye sorup konuklarına teker teker söz verdi. Atakan elini uzatıp videoyu beşinci dakikasına sardığında gördüğüm kadın şaşkınlıkla ekrana bakmama neden oldu. Annesi ile benzerlikleri o kadar şaşırtıcıydı ki bir süre ekrandaki beyaz takımının içindeki zarif kadının ne söylediğini algılayamadım. Sarı dalgalı saçlı, otuzlarının ortasındaki kadının hiçbir teste ve şüpheye mahal vermeksizin onun biyolojik annesi olduğuna emindim.

"Bu programda, değerli arkadaşlarımla birlikte bulunmak benim için gerçek bir onurdu. Nazik davetiniz için teşekkür ederim." Kadının konuşmasındaki ağır İngiliz aksanını duyunca Atakan'a döndüm. "113, İngiliz mi?"

Minik bir tebessüm ederek başını salladı. "Evet."

"Google'a Diana Sophie Evans yazarsanız muhtemelen pek çok saçma sapan bilgiyle karşılaşacaksınız. Örgüt üyesi olduğumdan tutun da şizofren olduğuma kadar, inanın bana bunun bir sınırı yok. Fakat hiçbiri değilim, ben yalnızca kızını bir kere bile kucağına alamamış bir anneyim."

Kadının sesini duyduğumda yeniden ekrana döndüm. Kamera onu yakın çekime almıştı. Az önce sarsılmaz görüntüsüyle orada oturan kadın şimdi bir kız çocuğu gibi titreyen sesi ve dolan gözleriyle hızlı hızlı konuşuyordu. "Yanlış adama güvenmek gibi bir hatam oldu fakat ne ben ne de kızım bunları hak etmedik. Önceleri o adamın kızımı kaçırdığını düşünüyordum, bunun için ona tam 158 dava açtım fakat en sonunda onu sattığını itiraf etti. Takım elbiseli adamlar gelip almışlar kızımı, çok da para vermişler. Ben narkozun etkisinden çıkamadan, bir kere göremeden, kucağıma alamadan, kokusunu içime çekemeden almışlar bebeğimi. Nerede bilmiyorum, bunu bize kimler ne için yapıyor bilmiyorum, amaçları ne bilmiyorum, bebeğimden ne istediler bilmiyorum, ona ne yapıyorlar bilmiyorum." Titreyen elleriyle gözlerindeki yaşları sildi. "Fakat bildiğim tek şey var ki o da yalnız olmadığım. Tek benim bebeğimi almadıklarını biliyorum. Belki sesinizi duyuramıyorsunuz, belki de korkuyorsunuz. Yalvarırım korkmayın. Lütfen, dünyanın her neresindeyseniz gelin bulun beni. On yedi yıldır koşturuyorum fakat tek başımayken yeterince gür değil sesim. Bana katılın, el ele verip kurtaralım çocuklarımızı. Onlara bir hayat borçluyuz."

Yayın aniden kesildiğinde gözlerimi kapattım. Annesi onu arıyordu, annenin ne olduğunu bilmese de bir anneye sahipti. Onu seven ve peşini hiç bırakmayan bir anneye. Onunla ilgili ilk kez bir şey burkmadı yüreğimi. Tamam, bu çok hüzünlü bir hikayeydi fakat ilk kez bir şey umut veriyordu bana onunla ilgili. Eğer onu buradan kurtarmayı başarabilirsem dışarıda onu kucaklayacak, onu sevecek, ona hayatı öğretecek, yanında olacak bir annesi olacaktı.

Gülümseyip ayağa kalktım, kapıya yöneldiğim esnada Atakan'ın sesiyle durdum. "İsmini sormadın."

"Sanırım henüz hazır hissetmiyorum."

Sesli bir şekilde güldü halime. "Belli. Bence de bugünlük bu kadarı yetti sana. Elinde telefonum, yalın ayak gidiyorsun artık nereye gidiyorsan?" Durup kendini düzeltti. "Kime gidiyorsan?"

Telefonunu ona atıp hızla yatağın yanına çıkardığım botlarımı giydim. "Kahvaltıda görüşürüz."

Onun verdiği cevabı duymadan çıktım odadan, koridordaki adamlardan utanmasam koşa koşa gidecektim asansöre. Zemin katı tuşladım defalarca, asansörün kapılarının bu kadar yavaş kapandığını daha önce hiç fark etmemiştim hayatımda. Merdivenleri mi kullansaydım acaba? Asansörün kapıları kapanırken o kısacık sürede içim sığmadı içime. Sonunda zemin kata ulaştığımda koşar adım gittim kapıya, hızlıca içeri attım kendimi.

Sedyenin yanına oturup minik ellerini ellerimin arasına aldım, uzun uzun yüzünü izledim. Huzurlu uykusunda bir bebek gibi uyuyordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu, ona anlatamayacağımı da biliyordum fakat paylaşmak istiyordum sevincimi. Anlamasa bile beni, sevincimi hissederdi.

Annen var güzelim, seni bekleyen bir annen var. Dünyanın her yerinde seni arayan ve uğruna savaşan bir annen var. Annenin ne olduğunu bilmesen bile, o var.

Bir çocuk gibi sevinçliydim, bir çocuk gibi hevesliydim annesiyle tanışması, ona sarılması, onunla vakit geçirmesi, anne şefkatini tatması, hayata bir yerden başlaması için. Eğilip sarı saçlarına defalarca öpücük kondurdum. Biliyor musun narin yaratık? Tıpkı annene benziyorsun.

"Bir annen var güzelim, miniğim, bebeğim, sarışınım benim..." Diye fısıldadım kulağına o huzurlu bir uykudayken. Ellerini kavradım sımsıkı, başparmağımla ellerini okşayıp, öpücükler kondurdum. Dudaklarımdan dökülen heyecanlı gülüşe engel olamadım, bugün bayramımızdı bizim. "Senin bir annen var."

Dakikalarca izledim onu, kendimi tutamayıp defalarca öptüm, kokusunu içeme çektim, beni duysun istercesine dakikalarca ismini fısıldadım. O ise bir bebek gibi huzurlu bir şekilde uyumaya devam etti. En son dayanamayıp telefonumu cebimden çıkardım, gizli hatta geçip Şef'in numarasını tuşladım.

"Evlat?"

"Şef, müsait misin?"

"Ne saçmalıyorsun oğlum, o ne biçim soru? Bir sorun yok, değil mi?"

Adamın gece gündüz bizden haber beklediğini anımsadığımda sorduğum sorunun saçmalığının farkına vardım. "Yok bir sorun, kusuruma bakma. Boşluğuma denk geldi."

"Operasyonu başarıyla tamamlamışsınız." Dedi gururla. "Aslanlarım benim."

"Tüm dengeleri altüst ettik. Hem Jason'ın güvenini kazandık hem de diğerlerinin ihanetini ispatladık. Onlara ne yapacak bilmiyorum, fakat burada bir devir kapandı Şef."

"Sana olan güvenimi hiçbir zaman boşa çıkarmadın. Gurur duyuyorum seninle."

Cümlesi yüzümdeki gülüşün donuklaşmasına sebep olurken yutkunma ihtiyacı hissettim. "Sağ ol, Şef."

"Tabii, sen beni bunun için aramadın anlaşılan. Ne demeye çalışıyorsun dökül bakalım."

"Arden hastaymış da Şef-"

Hiç boşuna geveleme der gibi kesti sözümü. "Atakan'la konuştuk biz oğlum, hastanedeyiz. Kan tahlili verdik sonuçları bekliyoruz. Sen sadede gel bakayım."

Derin bir nefes aldım. "Benim için birine mesaj iletmeni istesem?"

Güleç bir tını vardı sesinde. "Emrin başım üstüne, aslan parçam."

"İngiliz araştırmacı gazeteci Diana Sophie Evans'a şunları söylemeni istiyorum." Derin bir nefes alıp 113'e baktım, yüzüne düşen sarı buklelerini usulca kulağının arkasına ittim. "Kızı hayatta ve iyi. Onu sağ salim yanına getireceğim. Ona dünya üzerindeki en iyi anne olsun, çünkü tıpkı ona benzeyen muhteşem bir kızı var."

"Ooo." Dedi imayla. "Aslanım aşık mı?"

Derin bir nefes aldım. "Galiba."

"Derin derin iç de çekermiş. Hey, maşallah."

"Mesajımı ilettiğime göre, sonra görüşürüz Şef. Hattı meşgul etmeyelim."

"Bir dakika, bir dakika." Diyerek keyifli sesiyle durdurdu beni. "Nereye kaçıyorsun sen? Kızı anlatmayacak mısın?"

Aslında bu konuyu en çok onunla konuşmak istediğimi soruyu sorduğunda anladım. Gülümseyerek uyuyan kıza döndüm. "Bebek gibi masum, su kadar berrak, güneş kadar yakıcı... Sapsarı saçları, içinde ormanlar barındıran yeşil gözleri var. Yirmi iki yaşında genç bir kadın ama bir görsen onu, anlarsın ne demek istediğimi, hali tavrı bir çocuk gibi. Konuşmuyor hiç ama gözleri susmuyor. Neler anlatıyor bana bir bilsen, neler söylüyor. Bir gülüşü var... Ah o gülüşü, gözlerimin önüne göğün yedi katını resmediyor."

Sessizce dinledi beni, derin bir nefes aldı ve keyifli sesiyle konuştu. "Ne diyeyim, tebrikler aslanım. Ayvayı yemişsin."

"Sağ ol, Şef ya."

"Sevdin mi tam seversin sen, güzel seversin. Umalım ki kader de sizi sevsin, hiç üzmesin." Dedi. "Oğlum benim, bu kızın kalbini yalnızca aşkınla yak olur mu? Beni örnek alma bu konuda, ben beceriksizim bu işlerde. Ama o özel bir kız, dayanamaz. Anladın mı?"

"Anladım baba."

"Aslanım benim." Dedi derin bir iç çekip. "Mesajını sahibine bizzat ileteceğim. Buradaki işlerim bitti, yarın akşam Polonya'ya uçacaktım fakat senin için rotamı İngiltere'ye çevireceğim."

"Kusura bakma Şef, önemli olmasaydı-" Sözümü kesti. "Ne kusuru? Teşekkür say."

"Estağfurullah."

Çekinerek sordu. "Yaşam'ı da buldunuz mu Görkem?"

Dilim düğümlendi o an, dengem şaştı, kelimelerim silindi zihnimden. Ne diyebilirdim ben şimdi umutla kızının yolunu gözleyen bu adama? "Kusura bakma Şef." Dedim zar zor sabit tuttuğum sesimle. "Çocuklar Yaşam'ın kimliğini öğrenmemek konusunda hayli kararlılar fakat ben dayanamadım."

"Anladım." Dedi ılımlı bir sesle. "Sana bir şey söylememe gerek yok, zaten yapman gereken her şeyi biliyorsun. Sana güvenim tam aslanım, yolun açık olsun."

"Hoşça kal Şef."

"Hoşça kal, evlat."

Kalbim bu kez hüzün pompalarken vücuduma derin bir nefes aldım. Başkasına verdiğim teselliyi kendime veremiyordum bir türlü. Senin suçun değil, diyemiyordum. Çünkü Yaşam'ın bir hiç uğruna burada olmasını sağlayan adamın kanını taşıyordum ben. Geç kalmak benim suçum olmasa da ben Yaşam'ın burada olmasını, kısacık ömrünün bir işkence çukurunda geçmesini, hayata merhaba diyemeden ölmesini sağlayan canavarın kanını taşıyordum. En az onun kadar sorumlu ve suçlu hissediyordum kendimi.

Dakikalarca karşımdaki duvarı izleyip düşündüm fakat ne içimdeki suçluluk hissi dindi, ne de düşüncelerim. Derin bir nefes alıp 113'ün yanağına küçük bir buse kondurdum, kokusunu bolca içime çektim. Benim hayatım ne kadar berbat olursa olsun bugün onun bayramıydı, benim bayramımdı.

"Senin bir annen var, narin yaratığım. Seni ona götüreceğim. Bana birazcık zaman ver." İşaret parmağımın tersiyle usul usul okşadım tenini. "Yeminim olsun ki var olduğum müddetçe her gün hayatını daha güzel bir hale getireceğim."

✦✧✦

Bir ateş düşer ya insanın gönlüne, o ateşte kavrulacağına binlerce suda boğulmayı tercih eder ya hani. Kaçsa kaçamaz, gitse gidemez. Bir ateş yakar tenini, boğulmayı dilerken kor ateşlerde kavrula kavrula tükenir de ölmez. Bir deli yeşil ormanın külleri mezar olur, gömülür, dur bile diyemez.

Diyemiyordum. Kahrolası dilim lanetler yağdırırken kendine ben çaresizce o ormandaki küllerin savruluşunu izliyordum. O kadar güçsüz hissediyordum ki şu anda kendimi, beş yaşımı anımsıyordum. Bir felaket gözlerimin önünde vuku bulurken o boşlukta savrulan aciz bir toz tanesi gibiydim. Kendimi yırtsam da kaçınılmazı değiştiremiyordum.

Elimi uzatıp gözlerinden sicim sicim akan yaşları silememek, hüznüne bir dur diyememek kendimi yeryüzündeki en aciz adam gibi hissetmeme neden oluyordu. Narin çiçeğim benim çıkardığım fırtınada güzel yapraklarını bir bir kaybederken kökleri toprağından ayrılma raddesine geliyor, gözlerimin önünde gittikçe daha da soluyordu.

Elimi koluna koyup onu göğsüme çektim, sırtı göğsüme yaslanırken başımı boyun girintisine sokup derin bir nefes aldım. O hıçkıra hıçkıra ağlarken aldığım nefes de zehir oldu ciğerlerime. Kollarımı beline sardığımda gözlerindeki yaşları silip kafasını iki yana salladı. Gözlerimi kapatıp yutkundum ve beni anlamasını diledim. Hep yaptığı gibi bu kez de çaresizliğimin farkına varmasını istedim. Benim elimde olsa bir saniye dahi ayırır mıyım gözlerimin önünden seni?

Kollarımın arasında bana doğru döndü. Gözyaşlarıyla ıslanmış küçük yüzü hüznün yüzüydü. Yalvaran gözlerle baktı gözlerime, ellerini yanaklarıma yerleştirip başını iki yana salladı gitmek istemiyorum der, bir yalvarışı boynuma pranga edercesine. Elimdeki siyah göz bandını sıktım avuçlarımın arasında, kaçırdım gözlerimi gözlerinden. Biraz daha bakarsam ona kararlı duramayacaktım daha fazla. Tüm irademi almıştı avuçlarına, eğer hala direniş gösterebiliyorsam ona yalnızca onun içindi. Benim kendimle olan meselem onu gördüğüm gün bitmişti.

Gözlerimi gözlerinden çektiğimde daha da şiddetlendi ağlayışı, bulunduğumuz odanın içinde yankılanıyordu sesi ve bu kendimi bir ölüm ağıtı dinliyormuşçasına kötü hissetmeme neden oluyordu. Benim çiçeğim bir hüzün mevsiminde baharı hiç görmeden solup gidiyordu.

Yüzümü ona çevirmemi sağlayıp baktı gözlerimin içine. Lütfen diyordu bana, lütfen gitmeme izin verme diyordu, seninle kalmak istiyorum diyordu. Binlerce kelimesi ulaşırken gözlerime bu kez hiçbirini duyasım gelmiyordu. Başımı iki yana salladım dudağımda buruk bir tebessümle, bana hayal kırıklığıyla bakıp başını yana eğerken gözlerimi sımsıkı kapattım.

Yüzümdeki elleri düştü. Ağlayışı daha da şiddetlenirken çaresiz bir şekilde başını eğip alnıma dayadı. İçli içli ağlaması devam ederken sertçe yutkundum. Atakan haklıydı, tam da dediği gibi olmuştu. 113'ün durumu ne Felix'in ne de Benjamin'in umurunda olmuştu. Dosyanın içeriğine, kızın durumuna bile bakmadan raporun altına kaşelerini basmışlardı. Şu an gözyaşları karşısında zar zor dursam da bu odanın içinde Alvaro'yla kaldığında bundan on kat fazla gözyaşı dökeceğini bildiğimden teselli edebiliyordum kendimi.

Kullanabileceğim sözlerim yoktu, ona bak bunu şunun için yapıyorum diyemiyordum. Bir noktada özel iletişimimiz tıkanmıştı ve sonuç onun gözyaşlarıydı. Kollarıma sımsıkı sardım onu, saçlarını kokladım doyasıya, saçlarına öpücüklerimden bir taç yaptım. En sonunda dayanamadı, kararım değişmediğinde gözleri her ne kadar kırgın baksa da karşılık verdi sarılışıma, kıyamadı bana. Dakikalar aktı su gibi, doyamadım ona.

Ciğerlerinden gelen hırıltılı nefesleri işittiğimde dayanamıyordum fakat çaresizliğin içinde bulabildiğim tek çareydi bu. Hem kendimi teselli ettim hem de onu. Zaman su gibi akıp gitti, bana verilen sürenin sonuna geldim. Biraz daha oyalanırsam şüphe uyandırabilirdi. Son kez içime çektim güzel kokusunu, geri çekilip binlerce parçaya bölünmüş ruhunu yansıtan ıslak gözlerine baktım. Sabırla sildim gözyaşlarını, ben sildikçe yenisi aktı ama yılmadım. İki gözüne de dudaklarımı bastırdım. Elini uzatıp yanağımı okşadı, bir süre ikimiz de birbirimizi izledik. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu çünkü bu geçici vedayı kabullenmekten başka.

Gözlerimi kapatıp alnımı alnına dayadım, sıcak nefesi yüzüme dağılırken bu kadar yakın olabileceğimiz son dakikanın keyfini çıkardım. O ise bir umut hala tutunuyordu bana, ince parmakları tenime bir daha ayrılmak istemez gibi sarılıyordu. Derin bir nefesle son kez içime çektim onu, yüzlerimizin arasında çok az bir mesafe kalmışken gözlerimi açıp titreyen uzun kirpiklerine baktım. Kapalı gözlerinden yaşlar süzülüyorken bir ormanın yağmurda için için yanışına şahit oluyordum.

Gözleri bana şimdiden büyük bir hasretle bakarken ona bir daha bu kadar büyük bir hüzün yaşatmamaya yemin ettim. Kara kışın ortasındaki minik çiçeğim, ben sana uygun bir iklim bulana kadar dayan olur mu? Görmemiz gereken baharlar var.

Bunun bir sonunun gelmeyeceğini bildiğimden güçlükle devre dışı kalmasını sağladığım irademi yeniden yürürlüğe soktum. Duygularımı geri plana çekip görevime uydum. Minik burnuna geçici bir veda öpücüğü kondurup kollarımı ondan çektim, o ise bir boşlukta savruluyormuş gibi daha sıkı tutundu bana. Bununun bir sonunun gelmeyeceğinin, asla kolay bir veda olmayacağının farkındaydım fakat bu kadar parçalara bölüneceğimizi de tahmin etmemiştim. Kısacık bir zamanda binlerce keskin parçaya bölünmüş benliklerimiz bir bütün olmuş, şimdi öncekinden daha beter tuzla buz olmuştuk.

Gözyaşlarını güzelce temizledikten sonra ellerini kollarımdan ayırmasını sağladım. Bu hareketimi görünce usulca çenesi titredi. Daha fazla dayanamadım, elimde tuttuğum siyah göz bandını gözlerine bağlayıp sözlerinin susmasını sağladım. O hala için için ağlamaya devam ederken sağ elimle sıkıntıyla yüzümü ovaladım. Öyle savunmasız bir şekilde karşımda duruyordu ki bu halini görmeye dayanamıyordum. Binlerce asır gibi geçen günlere katlanamıyordum.

Ellerini tutup okşadım, zarif elleri sımsıkı kavradı ellerimi. İçimde bir yerler sızladı o an, nefes alamadım. Gözleri susmuştu fakat bu sefer kalbiyle konuşuyordu, bana kendini anlatmanın yolunu mutlaka buluyordu. Dudaklarımı usulca alnına bastırıp kokusunu içime çektim, sıkıca kavradım ellerini. Korktuğunu biliyorum hiç bahar görmemiş narin çiçeğim, fakat sen bilmiyorsun; ellerim ellerinden ayrılsa da ruhum hep yanında, hissetmiyorsun.

Son kez deyip de son kez kılamadığım seferlerin arasına bunu da eklersem başımız hayli belaya girecekti. O yüzden güç bela geri çektim kendimi. Hem neydi bu hüzün? Sanki sonumuzmuş gibi, sanki bir daha sarılmayacak, bir daha konuşamayacak gibi. Aksine yeni bir başlangıca giden zorlu bir yol bu. Zaten ne zorsa onu sever insan, onu seçer. O güzeldir çünkü. Bu ayrılık yeni bir yol açacak bize, dikenlerle dolu bu arazi cennet bahçeleri vaat ediyor geleceğe.

Elinden tutup kapıya ilerlettim onu. Bu odanın içinde biz bir bütündük fakat kilidi çevirip o kapıyı açtığımda işkenceye mahkum bir denek ve onun kalpsiz bakıcısından daha fazlası değildik. Nitekim öyle de oldu. Ellerimizi ayırıp kolundan nazikçe kavradım onu fakat ifademi kullanarak hoyrat bir tutuma benzettim. İşte bu kadardı, bu iğrenç yerdeki özgürlüğümüz bu odadan dışarı bir adım atana kadardı. Şimdi üstümüze düşen rolleri hakkıyla oynama zamanıydı.

113 ağlamaya devam ediyor, ben de sanki ağlaması kalbimi bin farklı yerinden bıçaklamıyormuş gibi sabit bir ifadeyle yoluma devam edip onu da benimle birlikte ilerletiyordum. Asansöre binip eksi ikinci kattaki yatakhanenin kapısının önünde durduk. Yatakhanenin önünde nöbet tutan adamlara başımla kapıyı açmalarını işaret ettiğimde düğmeye basıp hemen silahlarını kuşandılar. Onlara attığım bakışları fark ettiklerinde o silahları hemen çıkardıkları yere koydular fakat elleri her an silahlarını kullanabilmeleri için tetikteydi.

Devasa kapılar gürültüyle iki yana çekilmeye başladığında 113 bu ses karşısında irkildi. Dudakları sanki bunu beklemiyormuş gibi şaşkınlıkla aralandı. Belki daha kötü bir yerde daha beter acı çekeceğini düşünmüştü, o siyah göz bandı gözlerine geçirildiğinde pek de hoş şeyler yaşamıyordu fakat buradaydı. Artık ikimiz de daha rahat olabilirdik.

Travmalarına ev sahipliği yapan bu yerde, ruhunu katleden günler geçireceğini biliyordum fakat bu elimde olan en iyi seçenekti. İşlerini yoluna koyana kadar seni buraya saklıyorum sarı meleğim, ben burayı senin için yerle bir edene kadar bekle beni. Her şey yoluna girdiğinde gelip alacağım seni, fakat şimdi geçici bir süreliğine ayrılık vakti. Zor olan her şey gibi bu da güzel olacak söz veriyorum, biraz da içinde senin olmana güveniyorum zira senden nasibini almış hiçbir şeyin bir kusuru olabileceğine inanmıyorum.

Bakışlarım ağır ağır yalıtımlı duvarın içine çekilen kapıların açığa çıkardığı yatakhaneye kaydı, gittikçe aralanan kapının gözlerimin önüne serdiği tablo buraya ilk geldiğim günküyle neredeyse aynıydı. Yatakhanedeki herkes irkilerek kapıya dönmüştü. Hepsinin korkusu gözünden okunuyor ve bu korkuyla birlikte yatakhaneye doğru bir ölüm yarışında gibi koşmaya başlıyorlardı fakat o koşuşturmacanın içinden çekik gözlü çelimsiz bir çocuk durup hayretle bana, daha çok yanımda gözleri bağlı duran sarışın kıza bakıyordu.

Öyle şaşkındı ki o, diğerlerinin aksine bana duyduğu korkuya değil 113'ün geri dönmüş olmasına odaklıydı. Kalabalık yanından akıp giderken o akıntıya direnen bir taş gibi yerinde duruyordu. Etrafındaki diğer deneklerin telaşından göremediği gerçeği ilk fark edendi. Elini kaldırıp kapıyı işaret etti, şaşkınlığı yüzünden okunurken o sesini yatakhanedeki herkese duyurabilecek bir tonda bağırdı. "Saei!" Kendine has dilinin duyduğum hiçbir dili anımsatmayan aksanı yatakhanenin içinde yankılanıp kulağıma ulaştığında anlamlandıramadığım sözcüklerinde seçebildiğim tek duygu şaşkınlıktı. "Oso saei!"

Yüzleri korkuyla kireç kesilen diğer deneklerin de bakışları 113'ü bulduğunda bir anlığına yaşadıkları korkuyu unuttular. Şaşkınlıkla birbirlerine bakıp kendi aralarında 113'ü işaret ederek fısıldaşmaya başladılar. Bir uğultu yükseldiğinde bir o tarafa bir bu tarafa kafasını çevirip ne olduğunu anlamaya çalışan kızın beline elimi yerleştirdim ve sessizleşen deneklerin meraklı ve heyecanlı bakışları üstümüzdeyken 113'ü yatakhanenin ortasına doğru ilerlettim. Durduğumuzda gözlerindeki göz bandını çözdüm, bundan hemen fırsat bilip başını arkasına doğru çevirdi ve kızarmış gözlerini gözlerimin içine dikti. Ona buruk bir tebessüm ettiğimde o da bana aynı şekilde karşılık verdi.

Sevince boyanmış bir kahkaha işittiğimizde 113 yerinden sıçrayıp sesin geldiği yöne doğru döndü. Yüzündeki o sevimli şaşkın ifade gülüşümü büyütürken önüme döndüğümde yatakhaneye ilk girdiğimizde şaşkınlıkla bağıran çekik gözlü 18 numaralı deneğin kahkahalarla güldüğünü gördüm. Sevinçle yerinden zıpladığında alnına dökülen siyah saçları komik bir hâl aldı fakat bunu umursamadan koşarak 113'e sarıldı.

Hiç beklemediği bir sarılma gerçekleşirken yerinde kaskatı kesilen, olayı idrak ettikten sonra da geri çekilmek isteyen kızın şaşkın tavrına karşılık 18 numara onun bu tavrını umursamıyor, kahkahalarına yansıttığı mutluluğuyla onu selamlıyordu. 113 kocaman açtığı gözleriyle yardım dilenircesine bana baktığında ona göz kırpmakla yetindim, müdahale etmeye hiç niyetim yoktu. Biraz sosyal ilişkilerini geliştirmek burada geçireceği zamanı onun için daha kolay kılardı.

Benden çekinseler de diğer denekler de tepkisizliğimden yararlanarak gelip o ikisine sarıldı. Birinden cesaret alan ikisi peşinden diğerlerini de sürükledi. Çok geçmeden 113 saf mutluluğun ve sevincin paylaşıldığı yüz yedi kişilik kocaman bir sarılışın merkezindeydi. Dudaklarımda peydah olan gülüşün dozunu düşürüp onu sadece içime hapsetmeye çalışmak hayli zordu, çünkü gözümün önündeki bu saf sevinç beni de mutlu ediyordu.

Resmin farklı bir köşesinden baktığımda bu çocuklara katil demeye de hakkım vardı benim fakat onlara kızamıyordum, onları suçlayamıyordum. Yaşam'ı öldüren bu insan yığını, 113'ü sevgiyle kucaklıyordu. Onlar yalnızca ne yaptıklarının farkında olmadan hayata tutunmaya çalışan bir avuç masum çocuktu benim gözümde, bu kirli dünyanın beyaz oyuncaklarıydı. Kukladan önce, o kuklayı oynatan el yargılanmalıydı.

Yüzümdeki ifadeye bir son verip arkamı döndüm. Yatakhaneden çıkmadan önce kontrol panelinin yanındaki sirenlere doğru ilerledim. 113 o sarılmanın merkezinde daha fazla kalırsa nefes darlığı yaşayabilirdi. Denekleri uyarmak adına kırmızı sirene bastım. Tavandaki lambalardaki beyaz ışık kırmızıya dönüp sirenler gürültüyle çalmaya başladığında çocuklarda yüksek sesten irkilip yataklarına doğru koşmaya başladılar. Yaklaşık otuz saniye içerisinde ortada duran tek denek 113'tü. Üzgün bakışlarını tenine düşen kırmızı ışıktan dahi seçebiliyordum.

El sallamadı bana, gülümsemedi, öylece baktı. Bir noktada benim ona karşı olan tutumumun normal olmadığını biliyor ve bunu gizlememde bana yardımcı oluyordu, anlayışının kapasitesi beni hayrete düşürüyordu. Ona son kez bakıp arkamı dönmek zorunda kaldım, Allah şahit ya dönmesem onu da alıp çıkardım. Düğmeye tekrar basıp sirenin susmasını, ışıkların eski haline dönmesini sağlayıp arkama bile bakmadan seri adımlarla yatakhaneden çıktım.

Devasa kapı arkamdan gürültüyle kapanırken asansöre attım kendimi. Kalbim güm güm göğsümü döverken yumruklarımı açıp kapattım. İçimi yakan vedası hala köz olarak beni eritirken kafamda binlerce şey dönüp duruyordu. Susturmak en zor şeydi zihnini, sabır en büyük yenilgi ve ben bir kez daha bu güç yenilgiye boyun eğmek zorunda kalıyordum. Derin bir nefes alıp derin bir nefes verdim, kasılan omuzlarımı öne arkaya hareket ettirerek gevşetmeyi denedim.

Asansör dördüncü kata ulaştığında açılan kapıdan koridora adım attım, o sırada odamın kapısını kapatan Merih'le göz göze geldik. "Adrian." Diye seslendi ona ulaşmamı beklerken. "Ben de seni arıyordum."

"Neyi kaçırdım?"

"Bilmiyorum." Dedi ikimiz yan yana ortak salona doğru yürümeye başladığımız esnada. "Jason herkesi topluyor."

"Oyun başlıyor desene." Diye mırıldandığımda Merih yamuk bir gülüş attı. "Kesinlikle."

İkimiz salona girdiğimizde masada oturan Jason'ın etrafına toplanan kalabalığa doğru ilerledik. Jason elindeki kağıda bir şeyler karalıyor, diğerleri de onun ne yaptığını anlamaya çalışıyordu.

"Artık konuşmayacak mısın? Çok işim var." Diye söylendi Felix, Jason'a. Jason ise hiç istifini bozmadan bir şeyler yazmaya devam etti. "Tahmin edebiliyorum." Dedi Jason sesindeki alaycı tınıyla. "Üstelik bu kadar sabırsız olma adamım, iyi bir şey değil. Herkes toplandığında başlayacağız."

"Korkmalı mıyız?" Diye sordu Serra, Jason başını kaldırıp ona baktı. "Hayır." Dedi gülümseyerek. "Sanmıyorum."

"Gizem ha? Severim."

"Ben de." Jason bize döndüğünde bir baş selamı verdi. "En çok da o gizemi çözmeyi."

Jason'ın kağıtlarına bir göz attığımda boş bir kağıda tarihler atmış olduğunu gördüm. Bunun anlamını çözmeye çalışırken kapı yeniden aralandı ve Victoria'nın tiz sesi duyuldu. "Bak Jason, bize sanki senin eğitimli köpeklerinmişiz gibi muamele edemezsin. İstediğin zaman yat kalk, istediğin zaman gel git. Bu ne be?"

Jason düz ifadesiyle kendine doğru yaklaşan Victoria'ya bir bakış attı. "Kendini öyle tanımlamak istersen itiraz etmem Victoria."

Victoria sahte bir gülüş attı. "Aman ne komik."

Simge'nin gözlerini devirip yanındaki Serra'ya sinirle mırıldandığı konunun öznesinin Victoria olduğunu anlamamak imkansızdı. İki kızın gıcık olmuş bakışları yanımda durup hiçbir şey olmamışçasına neşeli bir sesle 'Günaydın.' diyen kadındaydı. Nezaketen dudaklarımı aralayacaktım ki Simge yüzündeki yapmacık gülüşüyle benim yerime söze atladı. "Günaydın'ı kaçırdın hayatım, malum öğlen oldu. Sen uyanana kadar biz günün yarısını bitirdik."

"Ne varmış uykuyu seviyorsam?"

"Bir şey yok canım, öldün sandık da bir ara. Sevinmiştik."

Gözlerini kısıp kollarını göğsünde kavuşturdu. "Çok komik Jess."

Serra gülüp Simge'ye destek çıktı. "Gerçekten komikti Jess."

Simge, Serra'ya döndü. "Sizi bilmem de ben daha çok hayal kırıklığına uğradım."

Merih de sahteden gülüp kızlara döndü. "Abartmasanız mı? Victoria'nın kalbi kırılıyor olabilir."

Victoria parlayan gözlerle Merih'e bakarken onun gözleri tam karşısında ona sinirle bakan bir çift kahverengi göze çevrilmişti. Serra, Merih'in sözlerini onaylar bir şekilde başını salladı. "İnsanların kalbi kırılıyor olabilir. Bu kimin umrunda ki?"

Merih de çattı kaşlarını. "Seni çok seven birinin umurundadır mesela."

Serra sinirle güldü. "Bir arkadaş gibi mi? Bir yabancı gibi mi? Hangisi?"

"Sen hangisi olsun istersin?"

Serra gözlerine dolan yaşlara zar zor mukayyet olurken öfke saçan bakışlarını Merih'ten çekmiyordu. "Benim isteklerimin senin için bir önemi olduğunu sanmıyorum."

"Aynen öyle." Merih gülümsedi Serra'nın sinirinin aksine. "Sonuçta dinlemek istemeyene şarkılar söyleyemezsin."

Serra göğsüne bağladığı kollarını sıvazlarken buruk bir tebessüm edip gözlerini kaçırdı. Merih ise sarı saçlarının arasından hoyratça elini geçirdi. Bir ıslık çaldı Felix bakışlarını Merih ve Serra'nın arasında dolaştırarak. "Cinsel gerilimi hissettiniz mi? Yandı burası. Sakın çekinmeyin, keyfinize bakın. Biz çıkarız."

Merih kaşlarını çatarak Felix'e dönse de Serra kızaran yanaklarını gizlemek için bakışlarını yerden kaldırmadı. "Seviyesiz esprilerine onu alet etme. Biz arkadaşız."

"Emin misin Stefan? Öyleyse arkadaşlığın anlamını bilmiyor gibisin." Serra kızaran yanaklarını umursamadan bakışlarını yerden kaldırıp Merih'e baktı. Çok kızgındı fakat aynı zamanda kırgındı ıslak bakışları. "Arkadaşlar birbirinden sır saklamazlar."

"Belki ortada bir sır yoktur." Dedi Merih de en son dayanamayarak. "Bahsettiğin kavrama dahil kişiler saçma sapan davranmak yerine konuşmayı tercih ederler. Arkadaşlar birbirine güvenirler, sevgili arkadaşım."

"Haklısın fakat eksiksin." Dedi Serra başını sallayarak. "Güven karşılıklı bir duygudur, sevgili arkadaşım."

Üçümüzün bakışları Yasak Deneyler ekibi gibi ikisinin arasında sekerken abartılı tepkiler vermemek için kendimizi zor tutuyorduk. Bu konuda en çok zorlanan Atakan'dı. Gözlerini kocaman açmış, elini de ağzına bastırmış abartılı bir tepki vermekten kaçınıyordu.

"Kızın saçını çek bir de." Diyen Alvaro'nun sesini işittiğimde tüylerim diken diken oldu. Derin bir nefes alıp içimde büyümeye başlayan öfkeye mukayyet oldum, en azından bunu denedim. Jason'a baktı. "Başla artık sen de istersen. Neyi bekliyorsun? İsa'yı mı?"

Jason dehşet yavaş bir şekilde arkasını dönüp koltukta oturan Alvaro'ya ters bir bakış attı. "Seni tekrar uyarmayacağım."

Alvaro gözlerini devirip şiş burnundaki bandaja dokunurken göz göze geldik. Gözlerindeki yakıcı öfke benimkiyle buluştuğunda o öfkenin adım adım kine dönüşüşüne ikimiz de şahit olduk. Parmak boğumlarım elimi yaptığım yumruğun etkisiyle sızlamaya başladı. Ensemden bir sinir dalgası yayılıp tüm vücudumun gerilmesine neden oldu. Bu adamı gördüğümde zihnimde o an yeniden hayat buluyordu ve ben kendimi üstüne atlamamak için çok zor tutuyordum. Şiddet çözüm değildi elbette, başvurulması gereken ilk seçenek de değildi şüphesiz fakat dünya üzerindeki hiç kimse bana Alvaro'nun bunu hak etmediğini iddia edemezdi.

O ilacın bir damlasını daha 113'ün vücuduna enjekte etmeyi başarmış olsaydı, benim güzelim şu anda... Başımı iki yana sallayıp zihnimdeki düşünceleri dağıtmaya çalıştım. Sorun yok, o iyi. Öfkeni kontrol et, şu anda zamanı değil. Onun iyiliği için... Onun iyiliği için...

İkimizin de gözlerini kaçırıp bu düelloya benzeyen bakışmayı sonlandırmaya niyetimiz yoktu ki Jason'ın seslenmesiyle ikimiz de ona döndük. Bize sert bakışlarla cevap verse de hiç istifini bozmadan elindeki kağıda döndü. "Size bir sürprizim var. Eminim ki çok sevineceksiniz. Ben düşündüm ve farkına vardım ki siz haklısınız. Sizi gereğinden fazla kısıtlıyorum. O yüzden şöyle bir karar aldım. Belirli aralıklarla izine çıkmanıza izin vereceğim."

Victoria büyük bir şaşkınlıkla gözlerini kocaman açıp büyük bir hevesle konuştu. "İzin derken? Dışarı çıkabilecek miyim yani?" Jason başını salladığında Victoria bir sevinç çığlığı atarak bana sarıldı.

Bıkkın bir nefes vererek onu kendimden uzaklaştırmaya çalışsam da o bana aldırış etmeden gülmeye devam ediyordu. Kaşlarımı çatarak Jason'a baktım, o ise bu bakışım karşısında bana gülümsemekle yetindi. Bu gülüşün altında yatan tehlikeli anlamı çok net anlıyordum. Bu bir sürpriz ya da ödül değildi, bu bir yemdi.

Victoria'yı sonunda kendimden ayırmayı başardığımda Atakan'la göz göze geldik. Onun da yüzünde benimle aynı şeyleri düşündüğünü gösteren tereddütlü bir ifade vardı. Merih, Serra ve Simge de Victoria gibi mutlu olmuş taklidi yapsa da hepimiz aynı hisleri paylaşıyorduk. Ben de mutlu olmuş gibi dudaklarımı kıvırdığımda düşünceli bir şekilde beyaz sakallarını sıvazlayan Ivan'la göz göze geldik. Bir şeyin yanlış olduğunun o da farkındaydı.

"İlk kim izin yapmak istiyor?"

"Ben!" Diye atıldı Victoria. "Tatlı yemeyi o kadar özledim ki! Bir masaj salonuna da gitmeliyim! Manikür yaptırmam gerekiyor, Cate iyi iş çıkarsa da o kadar tecrübeli değil! Yeni sezon kreasyonlarını görmek için can atıyorum! İlk beni yaz Jason!"

Jason onu duymazdan gelip herkesin üstünde tek tek gözlerini gezdirdi, ardından bakışlarını Serra'nın üstünde durdurdu. "İlk olmak ister misin?" Ardından Merih'e baktı ara bulucu tavırla. "Belki ikinizi aynı güne yazarım."

Merih bir hevesle Serra'ya bakmıştı ki keskin cevabı gecikmedi. "Hayır."

"Hangisine hayır? İlk olmaya mı, yoksa birlikte izine çıkmaya mı?"

"Birlikte çıkarız, sorun yok." Diye atıldı Merih, biraz da Serra'ya inat yapar gibi. Serra'nın kızgın bakışları yeniden onu bulduğunda sahtecikten gülümsedi. "Ama ilk olmasın, hanımefendiyi kırmayalım."

"Tamam. Sizi dördüncü sıraya yazıyorum."

Victoria hevesle yeniden atıldı. "İlk sıraya beni yaz Jason." Jason yine ona aldırmayıp bu kez de Simge'ye döndü. "İlk olmak ister misin Jessica?"

Simge fazla umrunda olmadığını açık edercesine omuzlarını silkti. "Fark etmez."

"Pekâlâ. O halde seni ilk sıraya yazıyorum."

"Jason." Diye yakındı fenalık geçirmek üzere olan Victoria. "Ben kiminle konuşuyorum?"

Jason, Victoria'ya aldırmadan izin listesini hazırlayıp en sona da Victoria'nın adını yazdıktan sonra elindeki kağıdı televizyonun yanındaki panoya astı. Herkes hala anlam veremez bir şekilde onu izlerken o ise kendinden beklenmeyecek kadar mutlu bir tavırla bizlere döndü. "Unutmadan, sizleri öğleden sonra bahçede yapacağımız partiye davet etmek istiyorum. Tam vaktinde gelmenizi tavsiye ederim, pişman olursunuz."

Göz kırpıp işaret ve orta parmağını alnına götürerek bir selam verdi. Arkasını dönmüştü ki Benjamin konuştu. "Dışarıda bir fırtına çıktı çıkacak Jason. Yine ne haltlar karıştırıyorsun?"

Jason durdu fakat arkasını dönmedi, başını hafifçe arkaya çevirse de dudağındaki o kocaman keyifli gülüş çok net görülüyordu. "Endişelenme, çok eğlenceli olacak."

Ardından arkasını dönüp giderken Yasak Deneyler ekibi şaşkınlıkla birbirine bakıyor, Victoria bile artık o kadar mutlu görünmüyordu. "Ne demekti bu şimdi?"

"Bir fikrin varsa aydınlat bizi Victoria." Dedi Simge paniğe kapılan kadına bakarak.

"Niye bir fikrim olsun ki? Hem, sen niye benimle uğraşıyorsun Jess?"

"Hiç." Dedi Simge normal bir şey söyler gibi. "Sana gıcığım."

Kızlar tartışmaya devam ederken önce Ivan, ardından da sessizce Alvaro odayı terk etti. İkilinin peş peşe gidişi Felix'in sakallarını sıvazlayarak onları takip etmesine neden oldu.

"İyi ki söyledin. Gerçekten hiç anlamamıştım."

"Rica ederim."

Benjamin, Victoria'nın kolunu tuttu. "Saçmalamayın isterseniz."

"Ben değil, o saçmalıyor." Dedi Victoria, Simge'ye dönerek. "Ben sana ne yapmış olabilirim ya?"

"Senin herhangi birine bir şey yapmana gerek yok Victoria. İnan ki varlığın yetiyor."

Az sonra hararetli bir kavgaya girişmek üzere olan ikiliyi Serra ve Benjamin zar zor ayırdı. Victoria'yı da alıp diğerleri gibi gittiğinde bu gidişleri hiç şüphe uyandırmamış gibi rahatlardı.

"Ne planlıyor sizce?"

"Bilmiyorum." Dedi Merih. "Sadece daha ağır bir darbe vurmak için onları kendine çekiyor."

"Yemediler ama." Dedi Simge. "Bir yerden sonra Victoria bile rahatsız oldu."

"Bir şeylerin doğru gitmediğinin farkındalar çünkü." Dedim masaya oturarak. "Dün adamlar dönmedi, bugün de Jason kafasına taş düşmüş gibi onlara izin verdi. Bu korku onlara yeter."

Camdan dışarı bakan Atakan düşünceli bir şekilde yanımıza geldi. "Bunları öldürür mü sizce?"

Çok içten bir "İnşallah." dedi Simge ellerini dua eder gibi açıp havaya kaldırarak.

"Yapacağı hiçbir hareketin garantisi yok. Öldürebilir de, öldürmeyebilir de. Fakat bana kalırsa, öldürmeyecek. Süründürmeyi daha çok seviyorlar."

"Bağımlı Brendon ilk kez bir işe yarayacak desene." Atakan, Brendon'dan söz etmeyi hiç sevmiyordu. "Yaşattıklarını yaşatmamız için onları hayatta tutacak olan dayanak olacak."

"Başka bir yandan bakarsanız da o psikopatın onlara neler yapacağını düşünmek hayli keyif verici. Biz olaya el atana kadar kedinin fareyle oynadığı gibi onlarla oynayabilir. Biz de en son paketli hediyemizi alırız."

Merih'in sözlerinden sonra başımı iki yana salladım. "Onlara dokunmayacak."

"Dün eksi yirmi derece soğukta boşuna mı donduk?" Serra, Atakan'ın sözlerine katıldı imalı ve yargılayan bakışlarıyla. "O kurşunu boşuna mı yedin?"

"Jason'ın yetkileri kolay kolay herkese verilecek yetkiler değil, fakat yine de sözleşmeyle buraya getirilen insanların kafasına kimseye sormadan sıkabilecek kadar bağımsız da değil. Bunu yapmayı eminim ki çok ister fakat emir demiri keser."

"Ne demek istiyorsun?" Diye sorduğunda Merih ona döndüm. "Jason'ın bunu yapabilmesi için üstlerden onay alması gerekir. Onlardan kurtulurlarsa yerlerini dolduracak eleman bulmak kolay olmayacaktır, üstelik ölmüş deneklerin organlarını sattıkları için geçerli bir gerekçeleri olmuyor, Jason'ın sorgusuz sualsiz öldürme yetkisi yalnızca burayı deşifre etmekten geçiyor. Yani, onlardan kurtulmak için o kadar da hevesli olmayın. Maddi bir yaptırımla yırtmaları daha olası. Biraz da içinizi rahatlatacak olursa eğer Jason ve Brendon böyle bir ihaneti kolay kolay unutmaz. Bir noktada onların bizim canımızı sıktıkları kadar canlarını sıkarlar."

"Bize de eğlence çıkar." Dedi Merih omuzlarını silkerek. "Onlardan hemen kurtulmak müthiş bir seçenek olsa da bir süre daha dayanabiliriz."

Atakan ellerini kotunun ceplerine yerleştirirken memnuniyetsiz bir tavırla homurdandı. "Elimizde pek fazla seçenek var gibi gözükmüyor."

Simge bıkkın bir tavırla kısa saçlarını çekiştirdi. Yere de göğe de sığamıyor gibiydi, tıpkı benim gibi. "Yine mecburuz ve bundan nefret ediyorum."

Şüphesiz hepimiz ediyorduk. Bu kadar büyük bir oyunun içinde zamanı gelene kadar sessizce bir köşede eli kolu bağlı şekilde oturmak hiçbirimiz için kolay değildi. İçimde bir ağırlık hissediyordum. Gökyüzünü saran kurşuni renkteki bulutlar gibi doluyor, fakat hiçbir toprağa yağamıyordum.

Herkes kendi düşüncelerine çekildiğinde başıma masaj yapmaya koyuldum. Merih camın önüne gidip gittikçe kararan gökyüzünü izlerken Simge kendini deri koltuğa atmış, deri çizmelerini umursamadan ayaklarını uzatmıştı. Elleriyle başını sıkıştırıyordu, muhtemelen migreni tutmuştu. Atakan yapacak bir şey bulamayıp mutfak bölümüne yöneldi. Dolabı yiyecek bir şey bulma umuduyla uzun uzun karıştırıp en sonunda bir paket galetayla amacına ulaşmıştı. Bir yandan kahve yapmaya koyulduğunda başımı sağ ve sol omzuma doğru yatırıp boynumu esnetmeye çalıştım. Bugünlerde fazla geriliyordum, kaslarım kopacak gibi hissediyordum.

Serra orta yerde dikilmeyi bırakıp yanıma geldi. Az önce Jason'ın oturduğu sandalyeyi çekip tıpkı benim gibi masanın üstüne arkamda kalacak şekilde oturdu. Başını sırtıma yasladığında kafamı geriye atarak kafasının üstüne yasladım. Kolay şeyler yaşamıyorduk, hepimiz yorgunduk fakat kimse dillendirmese de Merih ve Serra'nın arasındaki anlamlandıramadığımız gerginliğin de şu anki sessizliğimiz üstündeki payı oldukça büyüktü.

Herkes kendi düşüncelerine hapisken ben de zihnimin her köşesine bulaşan kızı düşlemeden edemedim. Şu anda ne yapıyordu acaba? Nasıl hissediyordu? Huzursuz muydu, yoksa arkadaşlarıyla olmak ona da iyi geliyor muydu? Aç mıydı? Üşüyor muydu? Şu anda ne hissediyordu? Ne düşünüyordu?

Atakan'ın uzattığı kahve kupasından yükselen sıcak buharın anlamsız desenleri bir zaman sonra onun suretine dönüştü. Yavaşça yeşil ve sarıya bürünen buhar beni kendi gerçekliğimden koparıp onun hayalinin kollarına bıraktı. Ellerimi ısıtan sıcak sıvı, tıpkı onun düşünün ruhuma yaptığı gibi bedenimi kıştan çekip aldı. Kahve kupasını burnuma yaklaştırıp derin bir nefes aldım buharı içime çekerek, buharla düşünü ciğerlerime nefes ederek.

Dakikalar akıp geçerken savunmasız bir şekilde kahvemi yudumlamaktan daha fazlasını yapamadım. Aklım ondayken bedenini yakınımda tutamamanın ıstırabı üstünden yalnızca dakikalar geçmiş olmasına karşılık beni yakıyordu. Derin bir nefes al, derin bir nefes ver. Ona karşı duyduğum bu önlenemez merak ve beni bir an bile zihnimin duvarlarına saldırmayı bırakmayan endişe yeni bağımlılığım olacak gibi görünüyordu. Öfkem ve uykusuz gecelerim yeni arkadaşlarına şüphesiz bayılacaktı.

Serra'nın kahvesini bitirip sırtımı bir yastıkmışçasına kullanmasından ya da bir deve kuşu edasıyla Merih'i görmemek için kum gibi kafasını sırtıma gömmesinden sonra başımı arkaya çevirip Merih'e bir bakış attım. Yorgun ve hüzün dolu bakışları sırtımda mayışan Serra'nın üzerindeydi. Gözlerindeki ifade saf kırgınlık mıydı, yoksa kendine duyduğu suçluluk muydu bilmiyordum fakat hiç iyi gözükmüyordu. İçinde yaşamaya alışkın olduğu aşkını yanlış zamanda dışarı saçmış olmanın pişmanlığını yaşıyordu. Onun içindeki ateş hepimizi kavurmaya yetiyordu ve hiçbirimizin gücü onun içindeki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Gücü yetecek tek kişi de anlamadığım bir sebepten ötürü ona sırtını dönüyordu.

O kadar çok şey olmuştu ki tekrar bu gerçekle yüzleşene kadar ikisinin arasındaki gerginlik tamamen zihnimi terk etmişti. Üzerinde hiç düşünememiştim. Sahi, Serra'nın derdi tam olarak neydi?

Onunla konuşmam gerekirdi fakat Yaşam'ın ölümü, hissettiğim suçluluk, operasyon derken onca işin ve derdin arasında aklımdan çıkmıştı. Bana gelip anlatır demiştim kendi kendime, hep öyle yapardı çünkü. Ne zaman başına bir şey gelse ilk bana gelirdi, ilk bana söylerdi fakat bu kez o da susuyordu. Anlamadığım cümlelerini anlamlandıramadığım davranışlarla süslüyordu. Merih'e neden kızıyordu mesela, ne kadarını duymuştu konuşulanların, ne anlamıştı, nasıl yorumlamıştı? Eğer her ne geçiyorsa o kafasının içinden yanlış yorumladığı aşikardı. Yoksa Merih'e böyle davranmazdı, kıyamazdı. Ya da ben uzun zamandır Serra'nın anlattıklarını anlamıyor muydum? Kalbim acıyor demişti. Neden kalbin acıyor Serra?

Beynimin sakinleştiği bir gün gidip konuşmalıydım onunla, eğer her neyi yanlış anladıysa bu anlaşmazlığı düzeltmeliydim. Zaten dışarıdan onlarca darbe alıyorduk, kendi aramızda da bir yanlış anlaşılma için dağılmayı göze alamazdım. Bizim şu anda hiç olmadığımız kadar bir olmamız gerekiyordu.

Herkes kendi halinde takılırken Merih ayaklandı. Onu ilk fark eden olmama rağmen nereye gittiğini ilk soran olma rütbesini Simge'ye bıraktım. Dudağındaki o hüzünlü tebessüm kalp sancısını anlatıyordu. Kendini daha rahat suçlayabilmek için bizim olmadığımız bir yere kaçıyordu.

"Nereye?"

"Biraz hava alsam iyi olacak. Dışarı çıkacağım."

Atakan başını onaylamaz bir tavırla iki yana salladı. "Aşk beyni devre dışı bırakan bir duygu değil biliyorsunuz değil mi?" Simge devam etmesi için ona baktığında Atakan'ın bakışları ikimiz arasında mekik dokuyordu. "Sizin üzerinizdeki etkisi niye böyle? Kendinize gelin. Hepinizin yerine düşünmek yoruyor."

Merih anlamlandıramayan ifadesiyle ona baktı. "Ne diyorsun oğlum?"

Atakan'dan önce söze atıldım. "'İntihar etmek istiyorsan hap vereyim, jilet vereyim, ip vereyim, silah vereyim. Kar fırtınasında gebermek sence de biraz aptalca değil mi? En azından arkandan intihar etmiş derler, ne salak adammış değil.' diyor kardeşim."

Atakan memnun bir tavırla işaret parmağını bana doğrultup sözlerimi onaylarken Merih tuhaf tuhaf bana baktı. "Ondan bu anlamı nasıl çıkardın acaba?"

Boş ver manasında kafamı salladım. "Meslek sırrı."

"Gitmene gerek yok." Dedi Simge ayaklarını koltuktan indirip Merih'e yanındaki boşluğu işaret ederken. "Biraz daha bekleyelim, sonra dışarı çıkacağız zaten. Yalnız kalma."

"İyiyim." Dedi Merih başını sallayarak. "Ben idare ederim." Sırtıma başını yaslamış uyuklayan Serra'ya bir bakış attı. "Onun size ihtiyacı var, ben varken rahat edemiyor."

"Saçmalama Merih." Diye çıkıştı Simge. "Ne olacak? Bundan sonra sen de mi gideceksin?"

"Benim sizden başka gidecek yerim mi var kızım?" Dedi Merih yorgun bir tınıyla. Hüzünlü gözleri hala Serra'nın üstündeydi. "Gitmek zorundayım çünkü onun size benden daha çok ihtiyacı var."

Atakan güldü alayla. "O senin iddian."

"Ne?"

Omuzlarını silkti Atakan. "Boş ver. Odana gidip dinlen biraz, ben vakit geldiğinde sana haber veririm."

"Eyvallah."

Merih'in çökmüş geniş omuzları aslında ne kadar da kötü olduğunu bağırıyordu yüzüme. Sessizce çıkıp gitti odadan. Bizim bakışlarımız sözsüz bir sohbete dönmüştü ki Simge ve Atakan'ın bakışları arkama kaydı. Omzumun üstünden Serra'ya baktığımda gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm. Derin bir iç çekip başını omzumdan kaldırdı ve masanın üstünden indi. "Ben de gitsem iyi olur."

"İyi olmaz." Diye itiraz etti Simge. "Yeterince zaman geçti bence. Anlat bakalım ne oluyor sana."

Burnunu gürültülü bir şekilde içine çekip başını iki yana salladı Serra. "Üzgünüm. Konuşmak istemiyorum."

"Nereye kadar sürecek böyle? Ne üzüyor seni? Sorun ne? Merih'in halini görmüyor musun? Mahvoldu çocuk."

"Ben onu üzmek istemedim hiç."

Titreyen sesiyle bu cümleleri öyle zor kurmuştu ki içim titredi. Elimi uzatıp elini tuttuğumda ihtiyacı olan tek şey buymuş gibi sımsıkı kavradı elimi. Derin nefes alıp verirken benden güç aldı.

"Derdin ne güzelim?" Dedi Simge bir abla şefkatiyle. "Anlat da yardım edelim, hep beraber çözelim."

"Üzgünüm, bu yardım edebileceğiniz bir konu değil. Beni içinden çekip alabileceğiniz bir kaza değil." Derin bir iç çekti sessizce yanaklarından süzülen gözyaşları arasında. "Korkuyorum ve elimi tutacak kimsem yok. Karanlığa hapsoldum."

Varlığımı hissetmesi için elini sıktım, gözyaşlarına aldırmadan bana dönüp buruk bir tebessüm etti. Elini okşadım fakat gülümsemedim. Acılarını görmezden gelmek, onlara gülmek zorunda hissetsin istemedim.

Serra'nın sözlerinden sonra kimsenin söyleyecek bir şeyi yoktu. Elimi bıraktı ve yanaklarındaki ıslaklıkları yeşil kazağının kollarıyla sildi. "Ben biraz uzansam iyi olacak. Başım ağrıdı."

Atakan ayağa kalkıp bize doğru geldi. Bir elini Serra'nın diğer elini de benim omzuma koydu, bakışları ikimiz arasında mekik dokuyordu. "Bugün buram buram. Kokuyu alıyor musunuz?"

"Ne kokusu?" Diye sordu Serra dalgınlıkla.

"Aşk." Dedi Atakan keyifle. "Aşk kokusu her yeri sarmış. Siz duymuyor musunuz?"

Gözlerimi kısmış ona bakarken Serra onun elini omzundan itti, bu konudan hiç hoşnut olmamıştı. "Ne saçmalıyorsun yine?"

"Sen kokuyu duymuyorsun diye ben neden saçmalıyor oluyorum? Alınıyorum ama."

Serra onu kenara itekleyip çıkışa doğru yürümeye başladığında Atakan kıkır kıkır gülmekle meşguldü. "Odana gitmeden bir doktora uğra da ilaç yazsın kalp ağrına." Sanki dili sürçmüş gibi kendini düzeltti fakat ifadesi bunu kasıtlı yaptığını bağırıyor gibiydi. "Aman, yani baş ağrına!"

Serra duraksasa da dönüp de arkasına bakmadı, onun yerine büyüttüğü adımlarıyla koşarak salondan çıktı. Atakan onun arkasından gülmeye devam ederken biz ona döndük.

"Ne biliyorsun?" Diye haykırdı Simge merakla.

Atakan omuzlarını silkti. "Bir şey bilmiyorum, fakat gözlemlerim var."

Bu seçenek benim de aklıma gelmişti fakat mantığıma yatmıyordu. Serra'da Merih'i seviyorsa neden ikisine de bu işkenceyi yapıyordu?

Son zamanlarda beynim allak bullak olduğundan düşünmeyi, Simge merakla Atakan'a sorular sorsa da dinlemeyi reddettim. Gidip Serra'yla baş başa konuşacak ve bu sefer kaçmasına izin vermeyecektim. Çünkü bu kaçış her ikisine de gün geçtikçe daha büyük zararlar veriyordu.

Cebimden telefonumu çıkarıp kamera kayıtlarına ulaştım. Gözüm hemen aradığını bulduğunda üzerindeki tüm meraklı bakışlara rağmen başını duvara yaslamış parmaklarını duvardaki iki biçimsiz çizgide gezdiren kızı izledim. Kamera ters açıda kaldığından yüzünü göremiyordum fakat ağladığını hissetmiştim. Derin bir nefes aldım. Ağlamıyor olsa bile üzgündü, hüzünlüydü. Yaşamının her günü yas tutan biri nasıl olabilecekse tam olarak öyleydi.

Görüntüyü büyütüp sadece sırtını görmeme olanak veren kaydı izlemeye koyuldum. Ciğerlerim ağır soluklarla dolarken bu sefer korkmadan sarı bukleli saçlarını okşadım. Başparmağım ekranın üzerinde kaydığında üzgün bir iç çektim. Onu gördüğüm andan beri en büyük hayalim saçlarına dokunmaktı, fakat ne kadar istediysem o kadar yasaktı. Bunu benim için mümkün kılan tek anın aramızda katlar ve bir telefon ekranı varken olması canımı sıktı.

Ekrandan okşadım bukleli saçlarını, ellerim bu işlemden hiç tatmin olmasa da kalbim bir tık daha ılımlıydı. Kalbim beynime sesleniyordu, bu anın gerçeğini yaşayabilmek için ölüp bitiyordu. Bizi buradan çıkaracak, bu anı gerçek kılacak bir yol bul diye adeta yalvarıyordu.

✦✧✦

Çok değil iki saat sonra üzerimizdeki kat kat kabanlara sarılmış başlamak üzere olan sert bir kar fırtınasının ortasında duruyorduk. Rüzgar öyle sert esiyordu ki bazen dengelerimiz kayboluyor, bunda daha zayıf olanlarsa kar yığınının ortasında kendini yatarken buluveriyordu. Soğuk içimize işlerken kimsenin bir itirazı yoktu. Victoria bile bu durum karşısında söylenmiyordu. Beti benzi atmış bir şekilde Alvaro'nun koluna girmiş öylece bekliyordu. Hepsi çok rahatmış gibi davranmaya çalışsa da korkuları yüzlerinden okunuyordu, dışarıya yansıyan sükunetleri içlerindeki kuvvetli fırtınanın haberini veriyordu.

Serra esen sert rüzgarın etkisiyle yere düştüğünde Merih hemen elini uzattı. Serra onun elini tutmadığında ifadesini bozmadan kollarından tutup onu ayağa kaldırdı. Montuna bulaşan karı büyük bir ilgiyle temizlerken ikisi gözlerini birbirinden uzak tutmak içine elinden gelen her şeyi yapıyordu. Merih yeniden düşmemesi için Serra'ya kolunu uzattı, Serra onu görmezden gelmeye çalışıyordu ki yeniden esen sert rüzgarla tekrar soğuk kar yığınına düşmemek için ona sıkıca tutunmak zorunda kaldı.

Dakikalar işler ve kimseden çıt ses çıkmazken arkamızdan yaklaşan adım sesleri duyduk. Jason rahat bir tavırla önümüzde durup ellerini birbirine sürttü. "Eğlenceyi kaçırmadım değil mi?"

Herkes öfkeyle onun kızgın yüzüne bakarken Jason çok mutlu görünüyordu. Onun bu tavrı diğerlerinin daha çok gerilmesine ve yüzlerindeki korku ifadesinin daha çok büyümesine neden oluyordu. Bir an gerçekten hepsinin toplu bir kalp krizi geçiriyor olabileceğini düşünmeden edemedim. Hepsinin yüzüne bulaşan bu ifadeyi görmek beni keyiflendiriyordu. Bunlar hayatlarının sonraki döneminde yaşayacakları en iyi günlerdi, bilmiyorlardı.

"Çok soğuk Jason." Diye zar zor konuştu Victoria titreyen çenesiyle. "Her ne planlıyorsan bunu sonra yapalım."

Jason kurnaz ifadesiyle başını iki yana salladı. "Zaman size ödül olmaz mı?"

"Neden söz ediyorsun?" Diye sordu Benjamin korkusunu bastıramadığı ifadesiyle.

Umursamaz bir tavırla omuzlarını silkti Jason, Benjamin'in gözlerine kilitlediği gözleri onun yerinde huzursuzca kıpırdanmasına neden oldu. "Bir tahminin var mı doktor?"

Felix ve Benjamin bakışlarını Ivan'a çevirdiğinde yaşlı adamın bakışları karşısında öfkesini püskürtmek için doğru anı bekleyen adamdaydı. İkisi göz göze geldiğinde aralarında esen soğuk rüzgar dengemizi zor sağladığımız fırtınadan çok daha çetindi.

Onlar için korku dolu geçen bu bekleyişi sonlandıran şey uzun siyah arabanın tam önümüzde durmasıydı. Arabanın kapısı açıldığında Yasak Deneyler ekibinin çok iyi tanıdığı, yüzü gözü kan revan içinde, elleri bağlı yirmi iki adam indi aşağı. Her birini hareket etmeye zorlayan yirmi iki adam da vardı, o adamlar yaralı olan ihanetçileri ekibin önünde yan yana tek bir sıraya dizdiler. Korktukları başına gelen beşlinin yüzündeki dehşet ifadesi bir tek Ivan'da minik bir tebessümü andırıyordu.

Adamlar bu koreografiye sanki daha önceden çalışmış gibi Jason'ın bir baş komutuyla ihanetçileri önlerinde diz çöktürdüler. Yüzleri, gözleri kan revan içindeki adamların dizlerinin üstünde dahi duracak halleri yoktu. Hepsi neredeyse kendilerinden geçmek üzere olan adamları bırakıp patronlarının arkasına geçtiler. Şimdi Jason'ın yüzünde alaycı ifadesi yoktu, hakkıyla öfkesini su yüzeyine çıkarıyordu. "Hediyemi beğendiniz mi?"

Sessizlik. Duyulan tek ses kulaklarımızda uğuldayan rüzgarın sesiydi ve bu ses, bu lanetli yeri daha ürkünç bir hale getiriyordu.

"Oynamayı bırak Jason." Dedi Ivan ekibi yerlerine sinerken. "Yap şovunu da bitirelim."

"Hayır, hayır, hayır yaşlı bunak. Eğlencemi bölemezsin. Ömrün boyunca bir fare gibi deliklere saklanıp kaçtığın gösterinin başrolü olma şansını sunuyorum sana. Biraz nazik ol."

Ivan'ın ifadesinde diğerlerininkine benzer bir korku yoktu en başından beri, aksine donuk yeşillerindeki bu parlama onun bu andan gizli bir haz aldığını kanıtlıyordu.

Jason ekibin gözlerinin içine bakarak önlerinde yürüdü, fakat Ivan'dan başka hiçbirinin onun gözlerinin içine bakacak cesareti yoktu. Alvaro bile o an kuyruğunu kıstırıp yerine sinmişti. "Size hiçbir şey söylemeyeceğim. Yaptığınız aptallığın, ihanetinizin boyutunu size anlatmayacağım. Kafalarınızı nasıl ezmek istediğimden bahsetmeyeceğim. Hayır, beyninizin bunlara basacağından şüpheliyim. O yüzden." Dedi Jason. "Özgürsünüz. Dışarı çıktığınızda, para için yaptığınız her şeyde özgürsünüz." Güldü. "Fakat sizi özgür kılarken kendimi zincirleyeceğimi zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Elimdeki tüm yetkileri sonuna kadar kullanacağım. Deneyin beni, size minnettar kalırım!"

Jason'ın öfkeli sesi yankılanıp yeniden kulaklarımıza ulaştığında yanıt yine sessizlikten fazlası değildi.

"Kötü adam olmayı seçmedim! Buna hakkım olmasına rağmen size zulmetmedim. Parayı duyunca hiç tereddüt etmeden imzalarınızı attığınız ve bana sizin üzerinizde her türlü hakkı veren sözleşmelerdeki yetkimi kullanmaya teşebbüs etmedim. Sizin kafanızı koparabilirim, beyninizi kurşunla doldurabilirim, gözlerinizi oyabilirim, sizi asit dolu kazanlara atabilir, canlı canlı uzuvlarınızı köpeklerime yem edebilirim ve bunun için kimse bana hesap soramaz. Biliyor musunuz? Sizi benim elimden kimse alamaz!"

Felix'in önünde durup gözlerine bakamayan adamı omzundan itti. "Değdi mi doktor?!" Benjamin'e döndü. "Nasıl yakalandınız? Bu zamana kadar beni güzel uyutmuştunuz değil mi?" Sonra Alvaro'ya ters bir bakış attı, ardından alayla Victoria'nın önünde eğilip yere diktiği gözlerine baktı. "İtiraf etmem gerekiyor Moore, senden beklenmeyecek kadar zekice bir plandı." Eliyle beni işaret etti. "Bu adamı yatağa atmak için planlar yapmak dışında kafanın bir şeye bastığını görmek beni gururlandırdı." Onun yanağını okşadı, Victoria irkilerek geri çekildiğinde bundan keyif alarak sesli bir şekilde güldü Jason. "Umarım planın ödeyeceğin tazminatı karşılayacak kadar para kazanmanı sağlamıştır."

"Banka hesaplarımıza dokunamazsın."

"Dokundum bile." Alvaro'ya küçümser bir bakış attı. "Fark etmediniz mi? Tüh, sürprizi bozdum desene. Neyse çok da önemli değildi. Nasıl olsa el konulan banka hesaplarınızı çok geçmeden fark ederdiniz."

Alvaro'nun yüzü öfkeyle kasılırken Victoria ağlamaya başlamıştı. Jason'ın onu itmesiyle yere yapışan Felix, pantolonunu temizlerken öylece donup kalmıştı. Benjamin'in sendeleyişinden bir an düşecek sanmıştım fakat hemen kendini toplamıştı ve yine tepkisiz kalan Ivan'dı.

"Anaokulunda değilsiniz, ağlamayın. Yararı olmaz. Yaptığınız şeyin ağırlığının farkındaydınız, şimdi de sonuçlarına katlanacaksınız. Umarım maaşınızın %1'i bir ay boyunca sizi idare eder, eğer etmez derseniz de dışarıya açılan tek kapıyı biliyorsunuz. Şimdi diz çöküp Tanrınıza şükredin." Fısıltısı tokat gibi yüzlerine çarptı. "Jason hayatlarınızı bağışladı."

Ardından sislerin içinden yaklaşan ve gittikçe belirginleşen bir silüet belirdi. Jason arkasını dönme ihtiyacı bile hissetmeden yaklaşık otuz metre gerisinde ot tüttürerek duran kardeşine saatine baktıktan sonra elini kaldırarak komut verdi. Brendon otu dudaklarının arasına kıstırıp silahını çıkardı ve yirmi iki el ateşledi. Tek bir ıskası dahi yoktu. Durdu, şarjörünü değiştirdi ve yarım dakikadan kısa süre içinde dizlerinin üstüne çökmüş adamların boş birer çuval gibi kafalarının arkasındaki bir delikle devrilmesini sağladı.

Victoria bir çığlık atıp Alvaro'ya sarılırken beşlinin suç ortakları, Jason'ın ihanetçileri, kafalarının arkasından oluk oluk kan akan yirmi iki ceset orada öylece yatıyordu. Brendon silahını beline yerleştirdikten sonra arkasını dönüp sessiz sedasız uzaklaşmaya başladı, ölüm gibi.

Jason gözlerini hepimizin üzerinde gezdirip Ivan'ın önünde durdu, fakat Polonya dağlarının arasında yankılanıp aynı sertlikte bize geri dönen sesi bu sözleri hepimize savurduğunun altını çiziyordu. "Burası benim krallığım! Her kim tahtımı sallamaya cüret ederse başına geleceklerden mesuliyet kabul etmiyorum!"

Bir fırtına gibi esip çekip gitti, adımları Brendon'ı yakaladığında kolunu kardeşinin omzuna attı ve ikisinin silüeti sisin arasında kayboldu. Victoria kendini yere atarken, doktorlar kendi aralarında hararetli bir tartışmaya girmişlerdi, biz üzerimize düşen hiçbir şeyi anlamıyormuş numarasını hakkıyla yerine getirsek de Ivan'la göz göze geldiğimizde numarayı bıraktım.

Ona attığım anlamlı gülüş başını iki yanına sallayıp bana acıyarak gülümsemesine sebep oldu, ardından arkasını dönüp curcunayı terk etti. Onun gülüşü tebessümümü yavaş yavaş söndürse de sabah şiddetle düşünmeyi reddettiğim konu gelip zihnimin en dolu köşesine kuruldu ve bir bomba gibi patlayıp zaten karışık olan aklımı dahası mümkünmüş gibi daha da bulandırdı.

Burası Jason'ın krallığıydı. Bir imparatorluk kurulmuş ve taç, Jason'a teslim edilmişti. Jason bu topraklar arasında hayatındaki en önemli şeyi saklıyordu. Kardeşini.

Bu imparatorluğun surları düşmesin diye bir gecede tüm donanmasını yakardı. Belki desteklemiyordu, fakat sonunun getirilmesini kabul etmesi demek Brendon'ı bir bilinmezin ortasına atması demekti. Hangi hükümetin Brendon'ın canıyla ilgili verdiği sözün arkasında duracağının garantisi vardı? Jason canından çok sevdiği kardeşinin canının bir kez daha pazarlık masasına yatırılmasına asla razı olmazdı. Bu da yollarımızın elbet bir gün kesişeceği anlamına geliyordu.

Dost değildik, fakat düşman olmamız eninde sonunda bir noktada kaçınılmaz olacaktı ve kaçınılmazın zuhur ettiği o gün iyi olanın ben olduğumdan emin olacaktım çünkü benim en kıymetli hazinem, yerin altında özgürlüğüne kavuşacağı o günü bekliyordu.

Fakat aklımı şimdi daha başka bir soru kurcalıyordu. Ivan neden beni tüm bunlar için önceden uyarmaya çalışıyordu?

✦✧✦

İki gün sonra,

Polonya'nın en işlek caddesinde karla karışık yağmurun atıştırdığı sokakta takip edildiğinin bilincinde usul usul yürüdü genç kadın. Aklı bunu kendine meşguliyet sayamayacak kadar dolu ve bulanıktı. Topuklu çizmelerinin kaldırım taşında bıraktığı ritmik sesler varlığını hatırlamasında yardımcı oluyordu. Yoksa son zamanlarda bir ruhtan daha fazlası gibi hissedemiyordu kendini. Dünyada bir yeri olduğunu, o an gerçekten de orada bulunduğunu hissetmeye ihtiyaç duyuyordu ve hayat bu denli acımasızken varlığının her gün acıya karışıp biraz daha silikleştiğini hissediyordu.

Acelesi olmayan bedenlerin arasından büyük bir telaşla uzaklaştı. Kaçması gerekiyordu kendinden, bildiklerinden, işkence gibi zihninden ve kendine düşman kalbinden. Ayakları yere bastığı her adımda arkasında bıraktığı her şeyden bir adım daha uzaklaşsa da ruhundaki ızdırap peşini bırakmıyor, sokak lambalarının sarı ışıklarından yansıyan gölgesi gibi adım adım onu takip ediyordu.

Zihnini susturmak için ilk gördüğü bara attı kendini. Müziğin sesinin içinde hiç durmadan onu yargılayan acımasız sesi bastırmasını umdu. Terli bedenlerin arasından sızıp kendine bir içki söyledi. Başını kollarına dayayıp zonklayan başının ağrısına teslim oldu. Gözlerini yumdu, müzik sesi yükseldi fakat hissettiği işkencenin boyutu hiç dinmedi. Mermere sürtünen bardağın sesini duyduğunda barmenin önüne ittiği kadehteki yakıcı sıvıyı tek seferde yuttu, eliyle içkisini yenilemesini işaret etti. Bu, bu döngüde barmen altıncı bardağı yenileyene kadar devam etti. Kadehi sert bakışlı kadının önüne doğru itip ona doğru biraz eğildi. "Zor bir gün müydü?"

Kadının yorgun bakışları sarışın ve kaslı barmeni bulduğunda boş bakışlarla başını salladı ve başını usulca yana yatırdı. "Zor günler."

Kadehi dudaklarına yaklaştırıp içkisini iki koca yudumda bitirdi. Bardağı adamın önüne doğru ittiğinde barmen kuruladığı kadehi bırakıp içkiyi yeniledi. Kadına yamuk bir gülüş atıp göz kırptı. "Aşk acısı mı?"

"Evet." Derin bir iç çekti. "Ama sadece o değil."

"Aşk acısı çekmek için çok güzelsin. Söylesene hangi aptal kırdı kalbini?"

Tek kaşını kaldırdı kısa saçlı kadın. "Kalbi kırılanın ben olduğumu kim söyledi?"

Etkilenmiş gibi gülümsedi otuzlarının sonundaki dövmeli adam. "Her kalp kırıklığına değecek bir kadınsın." Keşke öyle olsaydım, diye geçirdi içinden. "Seni kim suçlayabilir ki? Ateş gibisin."

Gülümsedi, içkisini başına dikip adama doğru eğildi ve eliyle ona yaklaşmasını işaret etti. Sarışın adam eğilip kulağını kadının dudaklarına yaklaştırdı. Nefesini üfleyerek çıldırtıcı bir tonda konuştu. "Yanmak ister misin?"

Adam arafta gibi bir küfür mırıldanıp geri çekildi. "Mesaim yarım saat sonra bitecek, bekler misin?"

Dudağında küçük bir gülümsemeyle geri çekilip öylece adamın gözlerine baktı, bir şey demesine gerek kalmadan elindeki havluyu bardakların üzerine fırlatıp yanındaki arkadaşına onu idare etmesini söyledi. Adını bile bilmediği barmen hevesle ona doğru gelirken sandalyesini döndürdü ve dirseklerini arkasındaki tezgaha dayadı. Adam gizleyemediği bir heyecanla kadının yanına geldiğinde aheste bir tavırla sol bacağını diğerinin üstüne attı. Başını sağ omzuna doğru yatırdı. "Mesain bitmiş gibi gözüküyor."

"Sikerler işi."

Dudaklarının kıvrılmasına izin verdi. "Yakınlarda bir otel var mı?"

Adam onu öpmek için uzandığında oyunbaz bir tavırla başını çevirdi. "Ne bu acele?"

"Benimle oynuyor musun?"

"Cık." Deyip başını geriye yatırdı. "Sen ateşle oynuyorsun."

Bu tehdit bir kurmuş gibi adamın hoşuna gitti, ayakları o denli yerden kesilmişti ki çok geçmeden bir otel odasında elleri ayakları bağlı bir şekilde yatakta kılık değiştiren kadına bakıyordu. Bağırıyor, fakat sesi ağzı bağlı olduğundan boğuk çıkıyordu.

"Amma gürültücüymüşsün, ben bu kadar sese gelemem."

Adam sızlanmaya devam ettiğinde bıkkın bir nefes üfleyip müzik çalara döndü, rastgele bir kanal açıp müziğin sesini hayal kırıklığı içinde debelenen adamın sesini bastıracak kadar açtı. Tek isteği, takip edilmeden bir yürüyüşe çıkmak ve biraz olsun bulanık zihnini toparlamaktı.

Kısa saçlarını berenin içine sıkıştırıp yüzüne de maskesini geçirdi. Pardösüsünü de deri ceketle değiştirdikten sonra büyük ihtimalle otelin lobisinde onu gizlice gözetleyen adamların gözetiminden kaçmayı umuyordu. Adamların peşini bırakması için bütün gece ayrılmayacağını düşünecekleri bir yer bulması gerekiyordu ve minnettardı ki onu paketleyip elini ayağını bağlamadan önce adının Konrad olduğunu öğrendiği bu adam, onu buraya kendi elleriyle getirmişti.

Yatağın yanına yaklaşıp adamın yanağını okşadı. "Bu gece bana verdiğin özgürlüğü ve yaptığın iyiliği unutmayacağım, teşekkür ederim."

Adam ona anlayamadığı birkaç homurtuyla karşılık verse de halinden memnun olduğu söylenemezdi. Uzun pardösüsünü sırt çantasına tepiştirip arkasını döndü ve odadan çıktı. Sorunsuz bir şekilde otelin lobisine yayılmış adamları arkasında bırakıp hiç durmadan sokağı döndüğünde derin bir nefes aldı. Gerçekten yalnız kalmaya, birazcık kafasını toplamaya muhtaçtı.

Kalabalığın dolup taştığı, kiminin neşesiyle, kiminin kahkahasıyla, kiminin de siniriyle esip geçtiği caddede içindeki huzursuzluk ve öfkeyle dolaşan, benliği büyük bir karmaşayla dolan kadın nereye gittiğinden bilinçsizce ilerlemeye devam etti. Aklından bağımsız hareket eden ayakları onu taşıyordu. İçinin sıkıntısı o kadar büyüktü ki göğsüne sığmıyor, adeta bir aynanın aksi gibi gökyüzüne yansıyordu. Masmavi gök kara bulutlarla bezeniyor, birazdan bir tipinin başlayacağını haber veriyordu. Lakin ruhu gibi aklı ve bedeni de kaybolmuş bu kadın bunu bile fark etmiyordu.

Başı eğik bir şekilde deri çizmelerine bakarak yürüyor, dikkat çekmemek için özen gösteriyordu. Deri eldivenlerini geçirdiği elleriyle beresini alnına doğru biraz daha indirdi. Olur da adamlar yokluğunu fark ederse tanınmak istemiyordu. Zaten soyut bir savaştayken somut bir kovalamacanın içine düşmemeyi umuyordu. Kendinden saklanıyor, susmayan vicdanının onu dönüştürdüğü canavardan kaçıyordu.

Dalgın dalgın caddede yürürken kara gözlü kadının zihnini kurcalayan binlerce düşünce vardı. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Sıkıntılı bir nefes çekti ciğerlerine. Üzerindeki gökyüzü kararan bulutlar haricinde Polonya'nın normaline göre berraktı. Bulutların göğe perde çekmediği kısımlarda gece yıldızlarla ışıl ışıldı. İnsanın iliğine işleyen soğuka rağmen muhteşem bir güzellikti.

Günler geçiyordu, tarih ilerliyordu, bulunduğu şehirler, ülkeler değişiyordu fakat özgür kalmaya onun kokusunu aldığı, onun dudaklarını hissettiği, onun sesini işittiği, onun sevgisini hissettiği andan daha yakın değildi. Yıldızlarla süslü gökyüzüne bakarken kadının soğuk, gece karası gözleriyle göğün güzelliği arasında bir perde vardı. O perde ne kadar denerse denesin aklından çıkarıp atamadığı bir yüzdü.

O yeşil gözlerin ona aşkla bakışını ne kadar isterse istesin unutamıyordu. Kabuslar görüyor, soluk soluğa uyanıyordu. Onu bir türlü yalnız bırakmıyor, rüyalarına bile geliyordu. Simge Parlak o rüyaların etkisinden kolay kolay kurtulamıyor, dinlenmesi gereken o kısacak zaman diliminde bile dünü ve bugünüyle savaşıyordu. Huzurlu bir nefes ile onun arasında aklından çıkaramadığı bir çift yeşil göz duruyordu.

Ne düşünmeliydi, ne hissetmeliydi bilmiyordu. Her parçasının yerli yerinde olduğunu düşündüğü bir yapbozdu o, şimdi ise o yapboz parçalanıp yeniden binlerce parçaya ayrılmıştı. O parçaları yerlerine doğru şekilde koyamayacağı için üzüldüğü sırada aslında en başında da parçaların yanlış birleştirildiğini fark etmişti. Hep yanlışken bu kez doğruyu nasıl bulacaktı? Nasıl tüm parçaları doğru yerleştirip bütünü tamamlayacaktı? Tüm resmi ne zaman görecekti?

Gördüğü tek resim göz kapaklarını süsleyen o yüzdü. Asla aklından çıkmıyordu. Onu gördüğü kısıtlı zamanlarda o yüzün tüm mimiklerini zihnine kazıyordu, çünkü artık o kadar da sık göremiyordu. O bembeyaz teni, kusursuz yeşil gözleri, o gözleri çevreleyen uzun ve kıvrımlı kirpikleri, dolgun ve kıpkırmızı biçimli dudakları ama en önemlisi o yemyeşil gözlerdeki yaşanmışlıkları, kırgınlıkları, sevinci ve öfkeyi unutamıyordu. O gözler çok şey anlatıyordu ama bu kadın okumaya devam edecek cesareti kendinde bulamıyordu.

Yer yer kara bulutlarla bezenen gökyüzü berraklığını kaybetmek üzereydi. Gök şiddetle gürüldemeye, caddedeki insanlar ve arabalar hızla ilerlemeye başlamıştı. Kara gözler gökyüzünden ayrılamıyordu. Çünkü o kara bulutlar simsiyah saçlara, parlak yıldızlar unutamadığı yeşil gözlerin pırıltısına dönüşmüştü. Berrak gökyüzü bir tuvaldi, ilahi bir el birkaç saniye içerisinde gökyüzüne bir şaheser çizmişti.

Büyülenmiş bir edayla sanki gerçekten oradaymışçasına izliyordu o yüzü. Sanki kendi zihninin hoş bir yanılsaması değildi de gerçekten oradaydı. Yerinde öylece durduğunu ve gökyüzünü izlediğini fark ettiğinde kaşlarını çattı. Kendi yaptığı harekete kızdı, tam da o anda gökyüzüne özenle işlenmiş o yüz silinip gitti. O yüzün kaybolması kadına içinde olduğu boşluktan daha derin bir hiçlik hissettirdiğinde bunu umursamamaya çalıştı.

Öyle çetin bir savaşın ortasındaydı ki içi düşmandı kendine, her bir zerresi muhalifti. Açık havada, boğuluyormuş gibi hissediyordu. Tanınmamak için taktığı maskeyi çenesinin altına indirdi. Ellerini boğazına sardı, soluduğu nefes ciğerlerine zehir oluyordu. Omuzlarındaki bu yük, artık kaldırmayacağı kadar ağır geliyordu.

Hani bir şey olur ya, aniden sınıra ulaşır ve film kopar. İşte bu an Simge'nin akıl ve mantığını devre dışı bırakan an oldu. Soluk soluğa ilerlerken gözüne çarpan benzinliği kendine hedef kıldı. Kafasında planı kurmuş ve bu yaşına kadar defalarca pratiğini de yapmıştı. Gözlerini benzinliğe kilitleyip yeryüzündeki her şey silinmiş gibi gözlerini ayırmadan oraya doğru yürüdü.

Aklı o anda başka hiçbir şey düşünemiyordu. Hissettiği bu ağır yük içini sızlatıyor, bedeninin etten duvarlarından adeta taşıyordu. Cayır cayır yanan vicdanı aklının komutasını ele aldığında ne tür bir yıkımı elleriyle körüklediğinin farkında değildi.

Benzinliğe yaklaştığında maskesini yüzüne çekti ve boş benzinliği gördüğünde şansına lanetler yağdırdı. İçeri girip kendine yiyecek bir şeyler arıyormuş gibi iştahlı gözlerle reyonları dolaştı. Ve oltasına balık takılan bir balıkçı gibi sessizliğini koruyup ağı tam vaktinde kendine doğru çekti. Benzinliğe yanaşan son model beyaz bir Porsche'nin sahibi ödeme yapmak için benzinliğe girerken Simge bu boşluktan yararlanıp arabaya doğru ilerledi. Büyük bir soğuk kanlılıkla arabanın şoför koltuğuna yerleşti ve arabayı çalıştırıp büyük bir hızla şehrin çıkışına doğru sürmeye başladı.

Kalbi kulaklarında atarken dikkatini yola verip gazı kökledi, birazdan bu arabanın peşine düşüleceğinin bilincinde olarak ara yollara sapıp şehrin kalabalığından uzaklaştı. Peşine polis düşürmeden yeterince hızlı varabilirse, körü körüne yaptığı bu tehlikeli hatanın üzerini bir nebze kapatabilirdi. Engebeli yollarda, ağaçlık alanlara saparak yarım saat içinde elli yıl önce terk edilmiş eski askeri üssün kapısına vardı.

Duvarları yer yer kopmuş paslı tel örgülerle kaplı, yer yer sıvası düşmüş eski askeri üs şimdilerde o kadar da terk edilmiş sayılmazdı. Eski olsa da hala bir tank kadar sağlam gözüken sürmeli çelik kapı duvarların derin çatlaklarının arasına gizlice yerleştirilen kameralarla izleniyordu. Adamların kapıyı onun için açmasını beklerken deri ceketini çantasına tıkıştırdığı kalın pardösüsü ile takas etti ve çok geçmeden çelik kapının önünde bir düzine adam ellerinde tüfeklerle ona bakarken camını indirdi. Dışarıdaki soğuk yüzüne bir tokat gibi çarparken öncü adamlardan biri temkinle açılan cama yaklaştı. "Kimsin sen?"

Yüzünü buruşturdu. "Cidden mi?"

Adam tereddütle üstüne bir bakış atarken saçları üç numaraya vurulmuş iri yarı adam arabanın içindeki cılız ışığın izin verdiği kadarıyla onu tanıyıp silahını indirdi. "Simge?"

"Eren."

Adam şaşkınlığını üzerinden zar zor atıp adamlarına silahlarını indirmelerini işaret etti. "Geleceğinden haberim yoktu."

Kendinin de haberi yoktu. Sessiz kalmayı tercih edip arabadan indi. "Adamlarına söyle arabadan kurtulsunlar."

İri adam sol yanında duran adamına arabayı işaret ettiğinde emri hemen yerine getirildi.

"Sana eşlik edeyim." Eliyle kapıyı işaret ettiğinde ikisi yan yana eski askeri üsse açılan çelik kapıdan geçtiler. "Bir sorun mu var?"

"Olması mı gerekir?"

"Yok, garip geldi sadece." Ona üstten bir bakış attı. "Barca'nın buraya göndermek için seçeceği kişinin sen olacağı aklımın ucundan geçmezdi."

Dudaklarını alayla kıvırdı, hoş onun da geçmemişti ya. Buraya hangi şartlar altında geldiğini duysa Görkem'in onu sorumsuzlukla suçlayıp saatlerce nutuk atacağının farkındaydı. "Ne durumdasınız?"

Kapıdan içeri girdikten sonra dışarıdan bir harabeye benzeyen bu eski askeri üs, içeride ölümden dönen bir kalbin ilk atışı gibiydi. Uzun direklerdeki beyaz ışıklarla aydınlatılan bu askeri alan vakit gece yarısını geçmesine rağmen hala capcanlıydı. Üssün etrafında koşu yapan bir birlik varken diğer tarafta da bir üstün komutasında yirmi küsur adam şınav çekiyor, bir kısmı da hedef tahtalarının önünde atış talimi yapıyordu. Serkan Köksal'ın eğittiği, güvendiği ve iyiliğinin dokunduğu beş yüz adam bugün onun için hayatlarındaki en büyük operasyon için hazırlanıyordu.

"Hiç durmadan çalışıyoruz. Prens herkesin talimiyle birebir kendi ilgileniyor. Sizden onay geldiğinde, cehennem gibi yağacağız tepelerine."

Onun adı geçtiğinde içinin titrediğini hissetti Simge, sanki buraya karşısına dikilip onunla konuşmak için gelmemiş gibi. Başını salladı usulca. "İyi."

"Sizde durumlar ne?"

"İyi."

Eren sırıttı alayla. "Çok konuşkansın yine."

"Enerjimi Hande'ye saklıyorum."

Gözleri kısılarak bir çocuk gibi güldü iri adam. "Ben uyarımı yapayım. Bu aralar çok formunda. Canımızı okuyor."

"Bana sökmüyor onun havası."

"Doğru." Gülüşü büyüdü adamın. "Ne demişler? Dinsizin hakkından imansız gelir."

Simge dirseğini yanında yürüyen adamın karın boşluğuna vurdu. Adam gülmesini zar zor durdursa da mesajı almıştı. "Tamam, anlaşıldı."

Ön bahçedeki uzun bir yürüyüşün ardından adamları arkalarında bırakıp kışlanın arka bahçesine doğru döndüklerinde cephanelik karşıladı onları. Örtülerin altına gizlenmiş otuz kurşun geçirmez cip, yirmiye yakın motosiklet, sekiz tank ve on üç helikopter pusuya yatmış üzerindeki ölü toprağının silkeleyeceği günü bekliyordu.

En az kışla büyüklüğündeki tonla son teknoloji silahları barındıran cephaneliği geçtiklerinde büyük bir kalabalık karşıladı onları. Ön bahçeden çok daha büyük ve donanımlı olan arka bahçe, adamların talim yapması için ayrılmıştı. Etraftaki yüz küsur adam bir yuvarlak olmuş gülerek ortada olan şeyi izliyordu. Simge, adamların bu kadar keyifle ne izlediğini merak etti. "Ne oluyor orada?"

"Antrenman. Tabi, bu biraz daha keyifli."

Simge merakla o kalabalığa doğru yaklaşırken adımlarını da büyüttü, aradaki mesafe kısaldıkça gülüşme sesleri gittikçe artıyordu. Eren'i arkasında bırakarak kalabalığın arasına daldı, adamların ona yer açtığı boşluktan en ön sıraya yerleşti. Hande gülerek alnındaki teri siliyor, Kerem kollarını göğsünde bağlamış, Emir spor kıyafetleri içinde gülerek yuvarlağın diğer kısımında orta yere konuşlandırılmış kocaman ringdeki müsabakayı izliyorlardı.

Simge'nin gözleri ringde gülerek çevik hareketlerle karşısındaki adamı haklayan, üstü çıplak bir şekilde bir şort ve ayağındaki spor ayakkabıyla boy gösteren adama takıldı. Pürüzsüz beyaz teni, son görüşünden çok daha belirgin olan kasları ve adonisleriyle kendini izlediğinden haberi olmayan kadına derin bir iç geçirtti. Hava bugün berrak da olsa Polonya'nın soğuku zehir gibiydi, üşümüyor muydu? Kahverengi saçları, bedenindeki parlak ter tabakasının etkisiyle alnına doğru yapışmış ve orada hafiften dalgalanmıştı. Simge'nin içinde o saçlara dokunmak için karşı konulamaz bir istek oluştu ve bunu yapamayacağını söyleyen bir sesin acımasız dürtüsüyle elleri yumruk oldu. Simge o hakkını, onun peşinden gitmeyi kabul etmediği gün kaybetmişti.

Yutkundu istemsizce. Buraya kadar gelirken tüm duyguları en üst sınırda yürümüştü üstüne, şimdi karşısında onu görmek bedenine sakinleştirici etkisi yapmıştı. Hele o hareket ettikçe alnında hareketlenen yumuşak saçları... Aldığı derin nefeslerin farkında bile değildi. Göğsünün ortasındaki öfkenin onun mimiklerini izlerken hafiflediğini, soluk alışlarının düzene girdiğini, bulanık zihninin yatıştığını ve zihninde dolanan binlerce küçük karenin birleşip tek bir bütün olduğunu hissetti. Onu dağıtan da derleyip toplayan da aynı kişiydi. Bu etki kadını ürküttü.

"Benden öğreneceğiniz en önemli şey, cesaret etmek." Ders veriyor olsa da, yüzündeki güleç tavır bu işi ne kadar sevdiğinin simgesiydi. "İtaat etmemeye cesaret etmek. Bir şey size yanlış geliyorsa, düzene bir dur diyebilmek." Karşısındaki adama bir yumruk attı. Adam onun yumruğundan kaçamadı fakat karşılık vermek için de o kadar istekli değildi. Yeşil gözlü adam, karşısından ne kadar az tepki gelirse o kadar atağa çıkıyordu. "Ve karşınızdaki kim olursa olsun, gerektiğinde meydan okuyabilmek."

Sarp'ın talim yaptırdığı adamın cüssesi onunkinden aşağı değildi, ondan kısa fakat daha kalındı. İkisi arasında gerçek bir düello gerçekleşse adamın sürekli savunmada kalmayacağı belliydi fakat Sarp'ın görmek istediğinin aksine karşısındaki liderine atak yapmıyordu. Sarp istediğini almak için daha çok saldırsa da sonuç değişmiyor, ringe çıkan her adamda aynı senaryo yaşanıyordu. Bu da izleyen herkesin komiğine gidiyordu.

"Bir kralın oğlu için söylemesi kolay sözler bunlar." Simge konuştuğunda, gözlerini ayırmadığı yeşiller dahil herkesin bakışlarını üstünde hissetti. Nefes nefese kalmış adamla göz göze geldiğinde dudaklarına engel olamadığı bir tebessüm yayıldı. "Küçük Prens."

Simge'nin sözleri üzerine Sarp'ın kaşları çatıldı. Onu karşısında görmeyi beklemediği her halinden belliydi. "Dişime göre rakip bulamıyorum."

Başını keyifli bir tavırla omzuna doğru yatırdı Simge. "Beni özlediğini bu kadar çabuk itiraf etmeni beklemiyordum."

Sarp'ın kaşları eski haline dönerken az önceki adamı omzundan ittirdi ve ringin kenarındaki şeritleri araladı. Simge'ye üstten bir bakış atarken dudaklarında yamuk bir gülüş vardı. "Hodri meydan."

Simge topuklu çizmeleriyle zarif bir şekilde ringe doğru süzüldü ve Sarp'ın onun için açtığı aralıktan eğilerek ringe çıktı. Aralarında bir adım mesafe varken kara gözler özlemini çektiği yeşil gözlere kilitlenmişti. İkisi göz kontağını koparmadan Simge bej rengi pardösüsünü üstünden sıyırıp şeritlerin üzerine astı. Deri eldivenlerini de çıkardığında Sarp baştan aşağı Simge'nin vücudunu sıkıca saran deri tulumu süzdü. "Tüh, çok da yakışmış. Yazık olacak."

Simge aldığı iltifattan etkilense de ifadesini serbest tuttu ve onu arkasında bırakıp zeminde ses bırakan deri çizmeleriyle ringin ortasına doğru ilerledi. Sarp yavaş adımlarla peşinden onu takip ederken konuştu. "O topuklu çizmeler konusunda da kararlı mısın?"

"Evet." Simge üstündeki gözlere aldırmadan arkasını döndü. Sarp'a göz kırptı ve yavaş tekmesini usulca Sarp'ın bacak arasına doğru hizaladı. "Erkekler için öldürücü olabiliyor."

"Ben o erkeklerden değilim."

"Ona ben karar veririm."

Hande'nin neden burada olduğunu sorgulayan sinirli homurtusunu duyana kadar Sarp'la göz kontağını koparmayan Simge başını çevirip sağında kalan Hande'ye baktı ve ona alaylı tavrıyla öpücük attı. "Beni çok özlediğini tahmin edip hasretime dayanamazsın diye geldim. Nasıl? İyi yapmış mıyım?"

Hande bir çocuk gibi onun söylediği sözleri ince bir sesle taklit etti. "Bir daha bu kadar ince düşünme."

Simge gözlerini devirmemek için zor tuttu kendini ve kalabalığa seslendi. "Hande emziğini düşürmüş, bulan olursa elden ele iletin de daha fazla ağlamasın arkadaşlar."

Simge'nin sözleri arkadaşları dahil herkesi güldürürken Hande dudaklarını ısırıp sinirle gülen kalabalığa eşlik etti, tam bir küfür savurup Simge'yle kavga etmek için ringe atlayacaktı ki Emir onu tutup sarıldı ve konuşamasın diye yüzünü göğsüne bastırdı. Hande deli gibi çırpınsa da hareketlerini görmezden geldi. "Bir sorun yok, değil mi?" Dedi Emir. "Atakan geleceğini haber vermedi."

"Anlatırım sonra, sorun yok."

Kerem çok gülümseyen bir tip olmamasına rağmen içten bir şekilde gülümsedi. Artık birlikte iş yaptıklarına göre dört yıldır aralarında süregelen bu küslüğü devam ettirip çocukluk yapmaya gerek görmüyordu. Ringe doğru yaklaşıp yumruğunu uzattı. "Özlettin kızım."

Simge buruk bir tebessüm edip Sarp'a saniyelik kaçamak bir bakış attı ve Kerem'e doğru yürüdü, yumruğunu yumruğuyla tokuşturdu. "Sen de sıska."

Kerem adeta kastan oluşan vücuduyla bu lafa alınmadı ve kocaman güldü. Onun gülüşünün büyümesiyle Simge göğsünde daha büyük bir burukluk hissetti. Aşkıyla beraber arkadaşlıkları da yarım kalmıştı. Hiç ummadıkları bir anda paramparça olmuşlardı. Bunu hak etmemişlerdi. Yirmi iki yıla sığmayan dostlukları bir kurşunla kopmuştu. Herkes üzgün, herkes yarımdı.

Tabi Simge, Hande konusunda o kadar da emin değildi. Emir'in elinden kurtulup ringe doğru atılan kızı Sarp'ın bakışları durdurdu. Hande histerik bir şekilde gülüp bir ağız dolusu küfür mırıldandı. "Sevimsiz yaratık!"

"Kendine öyle kötü sözler söyleme ama, özgüven kaybı yaşamanı istemeyiz."

"Ne zaman söyleyeceğini söyleyip sonra geldiğin deliğe defolup gittiğin kısma geçeceğiz?"

Başını salladı Simge. "İstersen bana bir iyilik yapıp defolup gidebilirsin. Seni ilgilendiren bir mesele yok. Ben de senin o kazulet suratını görmemiş olurum. İkimiz de kazanırız."

"Öylesine gezmeye geldin yani?" Tek kaşını kaldırdı Hande usul adımlarla ringe doğru yürürken. Emir yeniden onu durdurmaya çalışsa da Hande kolunu ondan kurtarıp şeritlerin kenarında durdu. "Sevgili dostunun burada olduğundan haberi yok mu yoksa?" Simge'nin durağan ifadesine karşılık doğru noktaya ayak bastığının farkındaydı. Bir sır verir gibi fısıldadı. "Tabii ki yok, yoksa buraya nasıl gelecektin değil mi?"

Simge tepkisiz kaldığında sarışın kadının aldığı zevk katlandı. "Neden biliyor musun? Çünkü o da ihanet edeceğini düşünüyor. O da sana güvenmiyor." Sarp'a kasıtlı bir bakış atıp sesini yükseltti. "Hain!"

Herkes Simge'nin o an atılıp Hande'yle bir kavgaya tutuşmasını bekledi. Emir ve Kerem, Hande'yi zar zor geriye çekmiş, Sarp da birkaç büyük adımda Simge'nin yanında durmuş kolunu kavramıştı. Fakat Simge o an öfkesinden zevk alan eski sırdaşıyla uğraşacak halde değildi. Beyninin içinde Hande'nin son kelimesi yankılanıyordu.

Hain.

Hain.

Hain.

Sarp'a baktı. İfadesini çözmeye çalışan adamın yeşil gözlerinde bir nefes bıraktı. Anlamıyordu kimse onu. Böyle olmasını istememişti Simge. Hayatının aşkını kaybetmek, sevgili rütbesinden düşman konumuna düşmek, her gün kendine ve hislerine ihanet etmek ister miydi? Hiç istememişti. Hele böyle çok severken, hele hala içi titrerken.

Hain.

Hain.

Hain.

Bir önemi yoktu. Olduğu konuma baktı, geldikleri hale baktı, Sarp'ın ona yabancılaşan bakışlarına baktı. Çok geç kalmıştı. Belki de susmamalıydı. Bağırıp çağırıp derdini anlatmalıydı. Yapamamıştı. Hatalıydı ama pişman değildi. Görkem'e sırtını dönemediği için utanmıyordu, aksine onu bir tek o anlıyordu. Geç kalmanın ne demek olduğunu en iyi o biliyordu. Sarp'ı kaybetmek demek hayatın anlamını kaybetmek demekti, acıyla dolu hayatına geri dönmüş olsa da bir yerlerde hala nefes aldığını, güldüğünü bilmek güzeldi. Kendisi edemese de, onun devam etmesi güzeldi. Hala hayattaydı ve bu Simge'ye yetiyordu. Ya da yetiyormuş gibi davranıp kendini de kandırıyordu. Emin değildi.

Kolunu Sarp'ın elinden kurtardı. "Nerede kalmıştık?"

"Ciddi misin?"

"Niye olmayayım?"

"Hande haklı. Sence de bir açıklama yapman gerekmiyor mu?"

Başını iki yana salladı Simge. "Sanmıyorum." Ringin ortasına doğru yürüyüp Sarp'a baktı. "Geliyor musun? Yoksa korktun mu? Merak etme, seni fazla ağlatmam."

Sarp birlikte antrenman yaptıkları zamanları anımsamadan edemedi. Dudakları kıvrılmak istese de eş zamanlı olarak kalbine bir sızı çöktü. "Kaşınıyorsun yani?"

"Sadece biraz eğlenmek istiyorum." Gardını aldı. "Gerçi bu kadar adamın önünde rezil olmak istemiyorsan mevzu başka. Sana olan saygılarını korumak istemek hakkın."

Simge'nin kışkırtıcı sözleri tam olarak istediği etkiyi yapmıştı. Sarp tam karşısında durdu ve yumruklarını kaldırdı. "Ne halt karıştırıyorsun bilmiyorum fakat beş dakika sonra anlatacaksın?"

Simge tek kaşını kaldırdı muzip bir tavırla. "Artık beş dakika mı sürüyor?"

Sarp gülecek gibi oldu fakat kaşlarını çatarak gülüşünü durdurdu. "Pislikleşme."

Bu araftaki ifadesi Simge'nin sesli bir şekilde gülmesine neden oldu. Omuzlarını silkti. "Pislikleşme."

Başını usulca iki yana salladı Sarp. Gülmemek için birbirine bastırdığı dudakları imalı bir tavırla kıvrıldı. "Pas verince doksana çakmadan durmak zor oluyor."

Yüzünü buruşturdu Simge. "Mikrop."

"Zorlama." Sarp kelimesini bitiremeden yüzüne sert olmayan bir yumruk yedi. Yüzü sağ tarafına doğru dönerken söylediği kelimenin saçmalığının farkına varıp dudaklarını birbirine bastırdı. "Sen ve zorlamamak."

Simge beğenmemiş gibi yüzünü buruşturdu. "Çok uyumsuz bir çift."

Gülerek Simge'ye döndü Sarp fakat bu gülüşün normal bir gülüş olmadığını biliyordu kadın. Kaç demekti bu, intikam gecikmeyecekti. Sarp'ın yumrukları, Simge'nin savunmasıyla buluştu; Simge'nin çevik tekmeleri de Sarp'ın savunmasıyla. İkisi nefes nefese tüm hünerlerini sergilerken hareketlerinin arasında zamanın bozamadığı eşsiz bir ahenk vardı. Seyirciler tezahüratlar ve gülüşlerle, yer yer şaşırma nidalarıyla onları izlerken ikisi ne yaptıklarının farkında bile değildi. Ringde oradan oraya savrularak yıllar öncesinden kalma bir uyum ve koreografiyle dans ediyorlardı adeta.

Hande bir zaman sonra gözlerini devirdi ve kalabalığı yararak kışlaya döndü. Emir büyük bir coşkuyla tezahüratlara liderlik ederken Kerem izlediği görüntü karşısında mutlu olduğunu hissetti. Bu aşk yalnızca Simge ve Sarp arasında değil, onları tanıyan herkesin içinde ukdeydi.

Simge'nin attığı tekme Sarp'ın onu kendine çekişiyle vücutlarının birbirine çarpmasıyla son buldu. İkisi nefes nefese kaldıklarında gecenin karanlığına ve zemheri soğuğuna yıllar sonra ilk kez bu kadar yakın oluşları meydan okudu. Gözlerinin ışıltısı karanlıkları aydınlatıyor, bu yakınlık soğuğun tesirini ortadan kaldırıyordu. Simge yumruk olup havada kalan elini Sarp'ın omzuna yerleştirdiğinde buz tutmuş eli, bir yangını avucunda tutuyormuş gibi hissetti. Fakat onun teni mi sıcaktı, kendi ateşi mi yükselmişti yoksa beklenmedik yakınlıktan doğan bu temasın etkisi miydi bilmiyordu. Tek yapabildiği sonlandırmak istemediği bu göz temasına devam etmekti. Durmalıydı, geri çekilmeliydi fakat yapamıyor, aksine ona daha çok çekiliyordu.

Sarp'ın onu iteceğini düşündü, bunu o yapmadan kendi yapmalıydı fakat cesaret edemedi. Gözlerini kırpıştırdı Simge soğuktan uyuşmuş yüzü Sarp'ın sıcak nefesiyle kavrulurken. Çok kısa bir an kontrolünü kaybetti her ikisi de. Birbirine yaslanan vücutları kopmuş bir kablonun her iki ucunun birbirine değmesi gibiydi, tüm ışıklar yeniden yanmıştı.

Bir zamanlar sevgilisi olan kadının kara gözlerine bakarken farkında olmadan onun bacağını okşadı, Simge'nin bakışları birkaç santim ötesinde duran Sarp'ın kırmızı dudaklarına kaydı. Öpüşmek o an, bir günah kadar çekici ve cehennem kadar yakıcıydı fakat kalpleri her ne kadar hala aynı noktada olsa da aşkları arasında onlardan büyük gururları vardı. Bir öpüş kadar yakınken, bir hasret kadar uzaklardı.

Çevrelerindeki herkes tarafından cesaretleri ve gözü karanlığıyla bilinirlerdi fakat aşk, cesaretin yitip gittiği yerdi. Bakışlarını Simge'nin gözlerinde tutmak çok zordu o an Sarp için. Tüm geçmişiyle ona doğru çekilirken gururu dikenli tellerden set çekti önüne. O tellere defalarca çarptı, kanadı ve bir kez daha farkına vardı. Bir zamanki gerçeği artık imkansızıydı. Ve bu bir ayrılık değil, tek nefeslik mesafede bir sürgün kadar uzak olmaktı. "Neden buradasın?"

Sarp'ın dudaklarının kıpırtısıyla zar zor kendine geldi kadın. Onları izleyen kalabalığın çıkardığı imalı mırıltılar bile ulaşmıyordu kulaklarına. Onun gözlerine baktığında içi titredi. Yeşilin en mavi tonu bile bir ateş gibi yakabilirmiş insanı, onu fark etti. "Konuşmamız gerek."

"Konuşulacak her şeyi konuşmadık mı? Edilebilecek her kavgayı etmedik mi?" Simge'nin yüzündeki ifade çoğu kişiye göre ifadesizlik olarak yorumlanabilirdi fakat Sarp onu ezbere biliyordu. Başını usulca iki yana salladı. Konunun operasyonla bir ilgisi yoktu. "Bu hikayenin sonunu sen yazdın. Benim de üstüne sarfedecek tek kelimem yok. Kabullenelim. Mutsuz son."

"O hikayenin sonu sen sırtını dönüp gittiğinde yazıldı. Bense söylemek istediklerimin hepsini söyleyemedim. Çünkü dinlemedin." Elini Sarp'ın göğsüne doğru kaydırdı ve iki kere vurdu. Gözlerindeki o karmaşa kaybolmasa da ifadesinin kontrolü yeniden ondaydı. "Ama korkma, bunun için gelmedim."

Başını salladı zar zor. "İyi."

Simge kalbi kırılsa da gülümsedi. "İyi."

Bu anlamsız sessizliği ve yakınlığı sonlandırmak için Sarp'ın omuzlarından destek alarak omzuna çıktı ve ayağını onun elinden kurtarıp omuzlarına oturdu. Boynunu bacaklarının arasında sıkıştırırken elleriyle gözlerini kapattı. "Pes et de konuşalım artık."

Sarp, Simge'nin dengesini kaybetmesi için gözlerine bastırdığı ellerini gözlerinden çekmek için uğraşıyor ve Simge dengesini kaybetmesi için kafasını çekiştirdikçe bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. "Pes etmek doğamda yok benim."

Bacaklarını daha fazla sıktı Simge. "İstersem seni öldürebilirim."

Sarp eğilerek Simge'yi o omuzlarından yere düşürebilirdi fakat bu seçeneği değerlendirmeden hemen eledi. Onun aksine o görmese de sırıttı. "Başım çok kez bu bacakların arasında bulundu ama bak hala hayattayım."

Sarp'ın saçını çekti var gücüyle bacaklarını sıkıca birbirine bastırdı. "Bu son olsun istiyorsun herhalde."

Sarp, Simge'nin ellerini gözlerinden çekmekten vazgeçerek boynuna doladığı bacaklarını açmasını sağladı ve onu hızla çekerek omzundan aşağı savurdu. Simge'nin bedeninin yarısı Sarp'ın omzunda duruyorken, üst vücudu kollarıyla desteklediği için havadaydı. Simge'nin bedenini göğsüne yaslayıp usulca kulağına fısıldadı. "Sen istemiyor gibisin."

Simge'nin gözleri kocaman açılırken Sarp'ın gülüşünü duydu. Şu an baş aşağı bir konumda onun omzunda olduğunun bile farkında değildi. "Mikrop!"

"Öyle demezdin, kalbim kırıldı."

"İmdat sapık var." Diye yakındı sessizce.

"İmdat yakıştı mı o bozuk ağzına? Şimdiye kadar ebemin kulağını çınlatmış olman gerekiyordu."

Simge bedeninin ağırlığını geriye verip takla atarak yere indi ve kaşlarını çattı. "Yok, ben ebenden direkt randevu alacağım. Bir küçük meselemiz var."

Sert tekmesini Sarp'ın bacak arasına hizaladı. "Hey, hey, hey! Sakın!" Sarp çevik bir hareketle geriye doğru sıçradığında Simge'nin sivri burunlu topuklu çizmesiyle attığı tekme havada süzüldü. Derin bir nefes bıraktı. "Ayıp oluyor ama."

"Ah, ne ayıbı canım?" Dedi Simge. "Sen yabancı mısın?"

"Sana sormalı."

Simge'nin ikinci tekmesi Sarp'ın bacak arasını teğet geçerken onları izleyen kalabalık hayli keyifliydi. Kerem ellerini ağzına götürüp kuvvetli bir ıslık çaldı. "Tekmene kuvvet kızım!"

Sarp, Simge'yi kendinden uzaklaştırmaya çalışsa da sol elini tehditvari bir şekilde salladı. "Yazıyorum bunları Kerem efendi!"

"Hay hay paşam, defteri bir ara ortaya dökeriz!"

Simge ima dolu bir bakışla Sarp'ın yüzüne bir yumruk attı. "Bak, arkadaşlar arkadaşlarına o kadar kolay sırtını dönemiyormuş."

"Haklısın, dönemiyorlar." Simge'nin yumruğunu kavradı ve onu kendine çekip sırtını göğsüne yasladı Sarp. Başını eğip Simge'nin kulağına fısıldadı. Ondan başka kimse sitemini duysun istemedi. "Ama sevgililerine çok kolay sırt çevirebiliyorlar."

Başını sağına çevirdiğine Sarp'ın dudakları Simge'nin yanağına yaslandı. "Bu hikayede giden sendin Sarp. Ben hep senin gidişini izledim. Bana edebiyat yapma." Dudaklarında ağlamaklı bir gülüş filizlendi. "Öyle güzel sırtını döndün ki bana hiç bu kadar güzel kimsesiz kalmamıştım. Teşekkür ederim."

Bir elin kalbini sıktığını hissetti adam. "Bir teşekkür de benden." Dudakları konuştukça Simge'nin yanağını değiyor, her kelime bir öpücükmüş gibi ikisinin de içini titretiyordu. "Bu hayatta hiç bu kadar güzel hayal kırıklığına uğramamıştım. Emeğine sağlık."

Güldü Simge histerik bir şekilde. "Ne mutlu bize."

Başını salladı Sarp ve dudaklarını Simge'nin kulağına sürttü. "İkimiz de belamızı bulduk birbirimizden."

Dövüş aynı anda yaptıkları atakla kaldığı yerden devam etti. Konuşmuyorlardı artık. Söyleyecekleri her şeyi söylemişlerdi. Kırgın bir öykünün son dizleriydi. Yarım kaldı ve devamı gelmedi, hiç kimse de devam ettirmeye cesaret edemedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı, izleyenler heyecanını bir türlü kaybetmeyen bu müsabakayla tezahüratlarını ikiye katladı. Simge'nin attığı çevik uçan tekmesi bu müsabakanın sonu oldu. Bir yırtılma sesi geldiğinde Simge şaşkınlıkla kalakaldı. "Tulumumdan gelmedi değil mi o ses? İnşallah lifim yırtılmıştır tulumum değil."

Sarp bir küfür mırıldanıp hemen Simge'nin arkasına geçti ve sinirle homurdandı. "Yetmedi bu, istersen bir de bu daracık tulumla şpagat aç."

Simge bayılır gibi kendini Sarp'ın göğsüne bıraktı. "Ben bu tuluma kaç para verdim haberin var mı senin?"

"Üç maaş bayılmışsındır." Diye homurdandı Sarp ve ellerini emanet bir şekilde Simge'nin beline yerleştirdi. "Evet hanımlar beyler! Gösteri bitti! Dağılın!"

"Ne oldu?" Diye şeritlere yaklaştı Emir, Kerem diğerlerini dağılması için komuta ederken. "En heyecanlı yerinde niye kesiyorsunuz abicim! Tam öpüşecek gibiydiniz! Shipim gerçek olmadan final veren dizi gibisiniz!"

"Kes artık, can çekişiyorum burda!"

"Harbiden ne oldu?" Dedi Kerem herkesi kışlaya gönderdikten sonra. "Emir'le bahse girmiştik, hanginiz kazandı şimdi?"

"Ben kazandım, benim ataklarım daha iyi."

"Tekmelerim şov yaptı. Kazanmış olmayı iddia etme. Tulumum yırtılmasaydı şimdiye yere sermiştim seni."

"Aynen." Dedi Sarp geçiştirir bir tonda Simge'yi şeritlere doğru ilerletirken. Arkasındaki yırtık belli olmasın diye bedenini ona siper ediyordu. "Bir dahaki sefere nasipse."

Simge, Sarp'a gözlerini devirip pardösüsünü üstüne geçirdi. Aşağıdan onları izleyen çocuklara baktı. "Kime para yatırdınız bakayım?"

"İkimiz de sana oynadık." Dedi Emir gülerek, Kerem'le ellerini havada birbirine çaktılar. "İkimiz de kazanamadık ama kaybetmedik de."

"Sizin kadar dönek adam ömrümde görmedim."

"Üzülme." Dedi Simge, Sarp'a dönüp. "En azından beş dakikadan uzun sürüyormuş."

Emir ve Kerem kahkaha atarken, Sarp gözlerini kıstı. Simge eğilerek ringden indi ve onlarla birlikte kışlaya doğru yürümeye başladı. Sarp kendi tişörtünü üstüne geçirip peşlerine takıldı. Beş adım mesafesinden onları takip ederken üçünün arasında gelişen muhabbeti izlemek belli belirsiz dudaklarının kıvrılmasana neden oldu.

Saat ilerliyor, akrep yelkovanı daima takip ediyor ve hiç uyumayan bir düşman gibi bizi bizden eksiltiyordu. Fakat Sarp yıkımla geçen kocaman dört yıla rağmen bu gece aslında hiçbir şeyin değişmediğinin farkına varıyordu. Geçmişin üzerinde kalın bir toz tabakası vardı, ortadan kalkmak için kuvvetli bir nefese ihtiyaç duyuyordu.

"Hande sana dolabından kalın bir şeyler versin, sonra konuşalım." Sarp konuştuğunda kışlanın en üst katında onların odalarının olduğu kattaydılar. Başını şiddetle iki yana salladı Simge. "Ölürüm de kıyafet istemem o çirkeften."

"Sensin çirkef!" Odanın içinden gelen boğuk bağırışı duyduğunda Hande'nin odasının önünde olduğunun farkına vardı Simge. "Her şeyi de duyuyor!"

"Gel, benimkilerden ayarlarız." Dedi Kerem.

"Senin kıyafetlerinin içinde kaybolurum ben kas adam, zaten küçücük bir kızım."

"Zararsızım, de de kahkaha atayım bari."

"Geçen Görkem'e dedim de, çok güldü. Zararlıymışım."

"Seni hepimiz tanıyoruz, kendini kandırma."

Simge'nin pardösüsünden tutup onu yavrusunu ağzında taşıyan bir kedi gibi kendi odasına yönlendirdi Sarp. "Gel, ben vereyim sana kıyafet. Hem konuşalım bakalım ne konuşacaksak."

"Biz toplantı odasına geçiyoruz." Dedi Emir. "Oraya gelirsiniz, bekliyoruz."

Sarp kapıyı açıp Simge'yi odaya soktu, ardından da kapıyı kapattı. Işığı açıp dolabına ilerlerken kendi için kıyafet seçip banyoya yöneldi. İçeri girmeden önce Simge'ye döndü. "Üstüne rahat edeceğin bir şeyler al, beş dakikaya geliyorum."

"Beş dakika, beş dakika." Dedi Simge dolaba doğru ilerlerken. "Pası veriyorsun sonra doksana çakınca kızıyorsun."

"Sen bir dur artık."

Omuzlarını silkti Simge. "Öyle hiç zevkli olmuyor."

Sarp tavana bakıp iç geçirdi. "Ne zorsun ahir zaman." Simge onun bu haline güldüğünde ona döndü. "Bekle burada bir duş alıp geliyorum."

Simge bunu sabaha kadar devam ettirebilirdi fakat başını sallamakla yetindi. Sarp banyoya girdikten sonra dik tuttuğu omuzları aşağı düştü. Gözlerini kapatıp kokusunun sindiği bu odada derin derin nefesler aldı. Kokusu öyle hoş geliyordu ki, en sevdiği şarkının  sözlerini unutmuş fakat o şarkıyı tekrar duyduğunda ezbere söylemeye kaldığı yerden devam etmiş gibiydi. Öyle tanıdık, öyle sıcaktı ki kadın bunca yıldır ruhunun ayazda savrulup durduğunu hissetti.

Sarp gittiğinde bir hüzün çöktü üstüne. Çok garipti. Tüm pişmanlıkları, vicdan azabı onunla ilgiliydi fakat o yanındayken bir bebeğin saf mutluluğunu yaşıyor, her şeyi unutuyordu. Dışarıdaki yirmi dakika süren müsabakaları son dört yılda yaşadığı en mutlu, en huzurlu andı. Bedeni yükünden arınmış gibi hafiflese de, ruhu daha da ağırlaşmıştı. Bildikleri, bilmek istemedikleri, görmek istemedikleri prangalamıştı ruhunu. Devam edemezdi daha fazla. Bunları bile bile onu sevmeye hakkı yoktu. Ya ondan vazgeçecekti, ya da bu oyuna bir son verecekti.

Duyduğu ızdırap öyle katlanılamaz bir boyuta ulaşmıştı ki son günlerde, Simge defalarca sınıra gelmişti. Yirmi yedi yıllık hayatında ilk kez gerçekten ölmeyi dilemişti. Sarp'ın bütün hayatı boyunca yanında olmuş, onu sevmişti. Hem arkadaş, hem sırdaş, hem de sevgililerdi. Ama en çok da yoldaşlardı, aralarındaki şey yalnızca aşktan ibaret değildi.

Simge, Sarp'ın bütün yaşamı boyunca Yaşam için nasıl bir acı çektiğine gözleriyle şahit olmuştu. Yaşam'ın hem doğum, hem de ölüm günü sandıkları o gün mezarlıkta ağlaya ağlaya geçirdiği yirmi iki geceye şahitti Simge. Her gün kardeşinin mezarına gidişine, onunla dertleşişine, hiç tanımadığı kardeşini canından çok sevişine, hiç tanışmasalar da onu hayatına kendinden çok dahil edişine şahitti. Ve tüm bunları bilmek, tüm bunları bilirken devam etmek imkansızdı onun için. Yapamıyordu.

Hayatında ilk kez intiharı düşünmüştü. İlk kez ölmek istemişti. Sarp'ı kahredecek gerçekleri bilmek ona dünyayı zindan etmişti. Ölümden, kardeşlerini yüzüstü bırakmayacağı için vazgeçmişti. Vazgeçmişti vazgeçmesine de, kendinden de geçmişti artık. Aklıyla kalbi arasındaki o duvar kalkmıştı. Her düşünce, her karar, her plan birbirine karışmıştı. Ortalık bir savaş alanıydı ve kadın, ağır yaralıydı.

Üstündeki pardösüyü çıkarıp yatağın üstüne attı. Gözleri yatağın üstüne rastgele atılmış sweate kaydı. Kendini yavaşça yatağın üstüne bırakıp beyaz kapüşonluyu eline aldı. Kokusunu içine çekip gözlerini kapattı. Fırtınadan öyle yorgundu ki, demir atacak bir limana ihtiyacı vardı ve bunun için en uygun yer, kıyısından bir türlü ayrılamadığı adamdı.

Onun üzerinden yaşadığı bu ikilem sınavıydı, tıpkı bu aşk gibi. Hiçbir şeyi doğru yapamıyor, hep eline yüzüne bulaştırıyor, sevgisi bir yıkımı peşinden getiriyordu. Oysa onunla birlikte sakin bir yaşam sürebilmeyi ne çok isterdi. Güldü kendi kendine. Hep imkansızı sever, en çok onu isterdi.

Bir savaş meydanıydı yüreği. Hep ağıtlar duyuluyor, top tüfek seslerinden sonra ortalık kan revan oluyordu. İyi kötü bir şekilde idare ediyordu bunca zamandır fakat şimdi ölüyordu. Ağır yaralıydı, zaman daralıyordu. Aklı ve kalbi durmadan onu yargılarken artık daha fazla düzgün düşünemiyordu.

Başını ovaladı sinirle. Ne işi vardı burada? Ne yapıyordu? Ne planlıyordu? Ne istiyordu?

Başını iki yana salladı sertçe karşısında onu yargılayan biri varmış da sanki ona haklılığını ispat etmeye çalışırmış gibi. Sarp'a bunu yapamıyordu daha fazla. Vicdanı susmuyordu. Her şeyden öte, Sarp gerçekleri bilmeyi hak ediyordu.

O an hıçkıra hıçkıra ağlamak istedi. Kendini yerden yere, duvardan duvara çarpmak ve acısı uyuşana kadar bunu sürdürmek. Artık hiçbir şey hissetmeyecek kadar uyuştuğunda da yaşamına kaldığı yerden devam etmek. Bir ateşi ensesinde hissederken, içi durmadan yanarken, kalbi feryat figan ağlarken, zihninin içindeki bir düşman her şey için onu suçlarken ve bir yanı dehşet bir özlemle kül olurken hayatına devam edemiyordu. Kafayı yemesine ramak kalmışken artık iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirine karıştırıyordu.

Zaten kaybedilen bir oyunun doğrusu ve yanlışı da olamazdı. Bu sadece hangi açıdan oyunu yorumladığına bakardı. Yaşam ölmüştü ve her şey bitmişti. Bu oyun daha başlamadan kaybedilmişti.

Ayağa kalkıp tulumunun sırt fermuarını çekti, fermuar açılıyordu ki Simge'nin sert çekişiyle sıkıştı. Ne kadar denerse denesin açamadığında öfkeyle bir küfür savurdu. Tam da o anda nemli saçlı, siyah eşofman takımının içindeki Sarp kapıyı açmış odaya bir adım atmıştı. Kaşlarını çatıp homurdandı. "Millet nazla cilveyle, biz küfürle karşılanıyoruz."

Simge ona alayla güldü ve ellerini iki yanında açtı. "Benim dişil enerji buna yetiyor canım kusuruma bakmayacaksın artık."

"Çok orijinalsin."

Simge oyunbaz bir tavırla güldü. "Birtanem demenin başka yolunu mu buldun?"

"Benim kendimi avutma seviyesi." Sarp yatağın yanına gelip telefonunu şarja taktı. "Niye hala üstünü değiştirmedin?"

Simge içinden üstündeki tuluma küfürler yağdırıyordu. Bir kadının dövüşmesini kaldıramayacak bu deri tuluma verdiği tüm parayı geri istiyordu. Arkasını dönüp fermuarı işaret etti. Sarp gülüp başını iki yana salladı ve biraz uğraşın ardından fermuarı açtı, Simge rahatsız olmasın diye de arkasını dönmeyi ihmal etmedi.

Onun bu tavrı Simge'yi gülümsetse de geldikleri acı durum hemen belli etti kendini. Kaç kez soyunmuşlardı birlikte, şimdi bir yabancı gibiydi. Topuklu çizmelerinden, ardından deri tulumundan kurtuldu ve beyaz kapüşonluyu başından geçirdi. Dizlerinin bir karış üzerinde biten sweatle dolaba doğru ilerlediğinde Sarp onun gecelik niyetine kullandığı sweati aldığını fark etti. "Onu giymiştim."

Simge bu sözünü duymazdan gelip kendine dolaptan gri bir eşofman altı aldı. Onu bacaklarından geçirip içinde kaybolsa da belini ayarladı ve yatağın üstüne oturdu. Sarp da yanına oturduğunda bir süre aynadaki yansımalarını izlediler. Sustular ve öylece beklediler. Zaman akıp giderken odadaki tek ses nefes alışverişlerinin sesiydi. Sarp, Simge'nin tırnaklarının etlerini yolup elini kanattığını fark etti. "Konuşmaya hiç niyetin yok anlaşılan."

"Sussam anlamaz mısın derdimi?" O an gözleri doldu kara gözlü kadının. Sarp gözyaşlarıyla sarsılırken devamında kurduğu cümlelerle yıkıldı. "Gerçi avazım çıktığı kadar bağırırken bile anlamadın sen beni. Duymadın, dinlemedin... Sessizliğimden hiç anlamazsın değil mi?"

Başını eğip Simge'nin kanayan eline baktı. Elini uzatıp tuttu ve akan kanı kendi parmağıyla sildi. "Geçmişten konuşmaya gelmemiştin hani?"

Simge zonklayan başını Sarp'ın omzuna dayadı. "Yaralarımız hep geçmişte bizim. Ne kadar kaçsak da onlara mahkumuz."

Kan durmuyordu. Sarp sildikçe daha çok akıyordu. Cebindeki peçeteyi alıp eline bastırdı ve beyazın usulca kana bulanışını izledi. "Ne oldu sana? Ne getirdi seni bana?" Çok pişman olacağını, kendine ihanet edeceğini bilse de çenesini Simge'nin başına yasladı. "Bu dünyada köşe bucak kaçtığın adama..."

"Canım çok yanıyor."

Sarp burnunu çaktırmadan Simge'nin başına dayadı. Hep asıp keserdi hakkında, yanındayken nasıl esiri olduğuna kendi bile şaşkındı. İyi olmadığının farkındaydı. Yıllardır içinde diri tuttuğu öfkesi geri çekildi o an, sadece bu an kaldı. Dudaklarını Simge'nin hissedemeyeceği kadar hafif bir şekilde saçlarına bastırdı. Kıyamıyordu ona. "Acımasın."

"Canım çok yanıyor çünkü ben yine kıracağım seni. Sanki daha fazla kırabilirmişim gibi..." Gözlerinden yaşlar bardaktan boşanırcasına süzülüyordu. Başını kaldırıp alnını Sarp'ın alnına yasladı. "Ben seni üzmek zorundayım. Yine."

"Beni tekrar istesem de geri dönemeyeceğim noktalara itme." Elini onun yanağına koyup usulca okşadı.

Simge gözlerinden süzülen yaşlardan korkmadığı yerdeydi artık. Dudaklarını onun yanaklarına, şakağına, çenesine, burnunun ucuna, yüzünün her bir santimine, dudaklarına bastırdı. "Yapamıyorum ben Sarp. Dayanamıyorum. Bildiklerime katlanamıyorum. Belki bu sırrı ömrümün sonuna kadar senden saklamalıyım, gerçekten seven biri böyle yapardı çünkü ama ben yapamıyorum affet beni. Böyle yaşayamıyorum. Bencil bir kadını sevdin sen. Özür dilerim."

Yutkundu Sarp. Büyük bir şey geleceğini bilse de aksi için dua etti. Simge'yi bu hale getiren şey, onu bin beter ederdi. Fakat bu kez aralarına çok daha büyük meseleler sokmamasını, aralarına aşamayacakları mesafeler girmemesini umdu. "Yapma o zaman."

"Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim." Hıçkıra hıçkıra ağlarken bedeni zangır zangır titriyordu. Sarp bir daha fırsatı olmayacağını, yeniden paramparça olacaklarını bildiği için o an Simge'ye sımsıkı sarıldı. Simge tüm ihtiyacı olan şey buymuş, bu hareketi bekliyormuş gibi sımsıkı tutundu Sarp'a. Uçsuz bucaksız kayalıklarda savrulup duruyordu. "Bu hayat niye rahat bırakmıyor bizi? Neden hep bir savaşın, bir kaybın ortasındayız?"

"Savaştan doğduk çünkü. Kayıp göbek adımız bizim."

Titreyen kollarını Sarp'ın boynuna dolayıp sakinleşene kadar bekledi ve son kez olduğunu bildiği bu anın tadını çıkardı. O an yeniden paramparça olmadan önce bir bütün oldukları son andı. Mazinin tüm kırıkları bir araya gelip tamamlandığı anda ikinci bir darbeyle tuzla buz oldular. "Sarp... Biz bu operasyonu kardeşini kurtarmak için kabul ettik. Yaşam'ı alıp, sana ve babana geri getirebilmek için."

Sarp'ın bedeni duyduğu sözlerle kaskatı kesildi o an. Simge bunu fark etse de durmadı, dursa anlatamazdı. "Şef, doğduğu gün Yaşam'ı yasak deneylere şantaj karşılığı denek olarak vermek zorunda kalmış."

Umutla geri çekildi Sarp. Sorgulamadı. Duydukları yeterliydi. İçinde önlenemez bir sevinç oluştu, Simge'nin neden hıçkıra hıçkıra ağladığını bile sorgulayamadı. "Kardeşim... Yaşam'ım... Benim kardeşim yaşıyor mu?"

Simge gözlerini Sarp'tan kaçırdığında gözlerinde bir saniye içinde yeşillenen bir umut ormanı tüm renklerini kaybetti. "Simge? Cevap ver." Yüzünü tutup kendine çevirdi ve hevesle gözlerinin içine baktı. "Yaşam'ım yaşıyor mu?"

Duymak istediği cevap başkaydı, aldığı reaksiyon bambaşka. Omuzları düşerken son kalan umudu ve küçük bir çocuk masumiyetiyle konuştu. "Yaşıyor de, yalvarırım... Yalvarırım Simge. Kardeşimi ver bana. Lütfen."

Simge başını iki yana salladı gözyaşları içinde. "Keşke yapabilsem. Bunun için buradaydım. Senin için. Ama üzgünüm. Çok üzgünüm. Ben bunu da beceremedim."

Sarp'ın gözlerine içindeki yıkım yansırken önüne döndü ve dirseklerini dizlerine yaslayıp yüzünü ovaladı. Simge de ayaklarını yataktan aşağı sarkıtıp aynı pozisyona geldi. "İçeride işler sandığımız gibi işlemedi. İki yüz altı deneğin yarısı biz içeri girdiğimizde çoktan ölmüştü."

İçinde yıkık bir harabe varken başını kaldırıp umutla Simge'nin gözlerine baktı sanki mutlak kaderi değiştirmeye gücü yetermiş gibi. "Yaşam?"

Simge gözlerini kaçırdı ve Sarp o an, yaşarken öldü. "On yıl önce açlık deneyleri sırasında... Özür dilerim. Sana kardeşini getiremedim. Çok özür dilerim. Çok özür dilerim."

Sarp ağlamaya başladığında Simge ona sarılıp başını göğsüne yasladı. Kocaman adam birkaç cümleyle yerle bir olmuştu. Bundan daha kötüsü de kalbindeki sızıydı. "Bizim hiç şansımız olmadı."

Simge gözlerini sımsıkı kapattı. "Her şeyimi verirdim şu anda hayatta olması için. Her şeyimi."

"Geç kaldık."

"On yedi yaşındaydık Sarp. Çok küçüktün. Senin suçun değil."

İçindeki öfke gittikçe büyüyüp bir kasırgaya dönüştü. "Biz değil. O. Babam olacak herif!"

"Böyle olsun istemezdi. Mecburdu."

"Neye mecburdu? Kardeşimi satmaya mı?"

Simge gözyaşlarını sildi. "Satmadı. Satar mı hiç? Şantaj yapmış ona canavar... Yaşam'ı zorla almış."

"Kaseti mi varmış elinde? Ne şantajı? Neye değişir Yaşam'ı?"

"Sana." Diye fısıldadı Simge.

Sarp'ın tüm tüyleri diken diken oldu. "Ne?"

"Böbreğin..."

Gözlerini sımsıkı kapattı Sarp. "Hayır. Lütfen. Benim yüzümden mi?"

"Hayır." Dedi Simge. Dudaklarını saçlarına bastırırken. "Sen de Yaşam kadar masumsun. Günahsızsın sen. Yaşam bir canavarın kurbanı oldu sadece."

Sarp sessizce gözyaşı döktü. İçindeki sert rüzgarlar ona sararken kayalıklardan kayalıklara çarpa çarpa denizlerde boğuldu. Kardeşiyle ölen bir yarısı, o saniyelerde tekrar can verdi. "Dil yoksunluğu deneyleri, açlık deneyleri, daha nicesi..." Sarp gözlerini sımsıkı kapattı. "Ben boş mezarının başında yas tutarken o kim bilir ne haldeydi?"

Hayat gülmez yüzümüze çoğu zaman, ağlatır aksine mutluluğu haram kılmış gibi. Çok görür sana, bazılarına bol keseden dağıtırken senin nasibin yitip gider. Acının pençesinde yoğrulurken onun bir parçası olursun. Her darbede bir kez daha yanar en sonunda yok olursun. Ve küllerinden doğuşun imkansızlığında hiç olursun.

Yıllar azaptı Sarp'a. Kardeşini düşünmediği bir an olmamış, yanında olmasa bile onunla yatıp kalkmış, anısını yaşatmıştı. Kardeşini hiç tanımasa bile onunla büyümüştü. Kendisi olmasa da anısı daima onunlaydı. Duyduğu sözler kalbini yerinden sökmüş, tüm benliğini sarsmıştı. Tüm hayatı bir yalandı, bir oyundu. Çektiği acı bile yanlış, yaşadığı hayat çalıntıydı. Kardeşinin hayatı karşılığında bir hayat yaşıyordu. Sağlığı, onun ölümünden doğuyordu. Gözlerinden yaşlar tane tane dökülürken yas tutmuyor, sadece zehri vücudundan atıyordu.

Gözlerini sımsıkı yumdu. "Nasıl... Nasıl olmuş peki?"

Simge bu soruyu duymamazlıktan gelirken Sarp başını kaldırıp kıpkırmızı olmuş gözleriyle Simge'nin gözlerine baktı. Titreyen ellerini dizlerinin üstünde yumruk yapmıştı. "Nasıl olmuş dedim."

"Bunu bilmen bir işe yaramayacak."

Hızlanan soluklarının düzene girmesi için bir süre bekledi. "Simge, kendim de öğrenirim. Yorma beni."

Tam itiraz etmek için dudaklarını aralamıştı ki durdu ve ona baktı. Bu gerçeği kabullenmekte zor bir şey varsa o da Sarp'a anlatmaktı. "Parçalanmış. Açlık deneyleri sırasında gönderilen bir parça ekmeği almaya çalışırken diğer denekler tarafından..."

Cümlesinin devamını getiremeden Sarp ayağa fırladı. İçi içine, feryadı bu dünyaya sığmıyordu. Ellerini saçlarından geçirdi. Bunca yıl yaşadığı hayat yalandı. Kardeşiyle on iki yıl aynı yeryüzünde nefes almış fakat ruhu duymamıştı. Onun minik bedeni paramparça olurken o gülüyordu, uyuyordu, yemek yiyordu belki de. Bu düşünce Sarp'ı çıldırttı.

Bütün bedenini ele geçiren öfkeyle zangır zangır titrerken yumruklarını sıktı ve aynaya bir yumruk attı. Bu kesmedi öfkesini, defalarca yumrukladı aynı camı. Ayna da kendi gibi milyonlarca parçaya ayrılana, eli parçalana kadar durmadı.

Simge ağlayarak onu durdurmaya çalışırken varlığını hissedemiyordu artık. Kardeşiyle bir kez daha ölmüş, ruhu onun minik bedeni gibi parçalanmıştı. İçindeki öfke öyle büyüktü ki yeri göğü birbirine katardı. Bir hışımla arkasına bile bakmadan odadan çıkıp kendini kışladan dışarı atarken kulaklarında feryatları, kalp atışı vardı. Yalın ayak karların üstüne bastığının bile farkında olmadan ön bahçeye doğru fırladı. Kin dolu gözleri hedefine kilitlenmişti. İntikama.

Simge yalvar yakar peşinden koşar ve tüm kışlayı ayağa kaldırırken Sarp durmadı. Şaşkınlık içinde herkes odalarından fırlarken Sarp'ın rüzgarına kimse karşı koyamadı. Yoluna çıkan herkesi bir yumrukta pişman ederken en sonunda ciplere ulaşmıştı. Üstündeki brandayı çıkarıp atarken Simge onun sırtına sımsıkı sarıldı. "Dur yalvarırım. Lütfen bir delilik yapma. Lütfen. Gitme."

Hande, Emir ve Kerem korku dolu gözlerle onları izlerken Simge onlara döndü. "Yardım etsenize!"

Emir ve Kerem önüne geçip onu durdurmayı, Simge ve Hande kapının önünde durup ona yol vermemeyi denese de Sarp gözü dönmüş bir şekilde Emir ve Kerem'in yüzünü dağıtıp, Hande ve Simge'yi de yolundan iteleyerek arabaya bindi. Simge arabanın kaputuna sarılıp ağlamaya başladı. "Yalvarırım! Gidemezsin Sarp!Sakinleş! Öldürteceksin kendini!"

Sarp kontağı çevirip arabayı geri geri sürdü ve gaza basıp son süratle üsü terk etti. Simge arkasından yere düşerken elini kalbine bastırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken gözlerini kapattı ve başını gökyüzüne kaldırdı. "Bu kadarını hak etmedik. Lütfen yardım et."

Gece en koyu tonuna bürünürken gök kara bulutlarla bezenmişti. Güzelliğini yitirip, ışıklarını kaybetmişti. Ve bu zifiriliğin ortasında Sarp göz göre göre kendini onu kül edeceğini bildiği tehlikeli bir ateşin içine atmaya gitmişti.

Sarp gitmişti ve oyun, bu gece burada bitmişti.

✦✧✦

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi alayım buraya. Nasıldı sizce?

Kafanızda soru işaretler varsa isteğiniz doğrultusunda instagramda soru cevap yapabiliriz. Size göre hikayeye bir soru kutucuğu bırakırım.

Vizelerimden sonra görüşmek üzere.💙✨

Instagram: ireemtpnbooks

Twitter: iremtpn

Continue Reading

You'll Also Like

749 102 2
Felix'in bedenindeki morluklar gün geçtikçe artıyordu. ⭑ ࣪˖ ⊹ gün batımı göz yaşları ⊹ ˖ ࣪⭑ felix 𔘓 girl 𝓪𝓷𝓰𝓼𝓽 𝓼𝓽𝓸𝓻𝔂 ⊹ start: 19.02.2023 ⊹...
57.4K 4.8K 27
| FANTASTİK KİTAPTIR / SERİ ADI: YANSIMA SERİSİ | | KİTAP HİÇBİR ŞEKİLDE 1919 YILINDA GEÇEN SIRADAN BİR YUNAN VE TÜRK KIZI ARASINDAKİ AŞKI ELE ALMIYO...
7.5K 575 1
Bu kitap hiç büyüyemeyen kız çocuklarına ithafen yazılmıştır... Başlama tarihi : 07.12.2022