YASAK DENEY

De iremtopan

167K 16K 12.9K

Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil... Mais

Bölüm 1|• "Kurtarma Emri."
Bölüm 2|• "Vahşiler Yatakhanesi."
Bölüm 3|• "Garip Bir Ekip."
Bölüm 4|• "Yara İzleri."
Bölüm 5|• "Yasak Deneyler Laboratuvarı."
Bölüm 6|• "Kayıp Ruhlar Mezarlığı."
Bölüm 7|• "Bedeni Büyük, Ruhu Çocuk Kadın."
Bölüm 8|• "Gülümseme Etkisi."
Bölüm 9|• "Her Şey."
Bölüm 10|• "Denek: 113."
Bölüm 11|• "Saat ve Kan Damlası."
Bölüm 12|• "Gece Yarısı Nöbeti."
Bölüm 13|• "Ne Zamandır Sendeyim."
Bölüm 14|• "Yaşam Köksal."
Bölüm 15|• "Ecza Deposu."
Bölüm 16|• "Gizli İttifak."
Bölüm 18|• "Sözlerin Gözlerinde."
Bölüm 19|• "Sarpa Saran Sert Rüzgarlar."
Bölüm 20 |• "Yaşatma Operasyonu."
Bölüm 21|• "Pişmanlığın Adı."
Bölüm 22 |• "Cehenneme Düşen Kar Taneleri."
Bölüm 23 |• "Eski Dost, Can Düşman."
Bölüm 24|• "Tenha."
Bölüm 25|• "9 Aralık."
Bölüm 26|• "Kelimelerin Sihri."
Bölüm 27|• "Truva Atı."
Bölüm 28|• "Vicdan Mahkemesi."
Bölüm 29|• "Dinmeyen Fırtına."
Bölüm 30|• "Yeryüzünde Cennet."
Bölüm 31|• "Vadesi Dolan Sözler."
Bölüm 32| "25 Aralık Çocukları."
Bölüm 33|• "Sonun Başlangıcı."
Bölüm 34|• "Son Akşam Yemeği."

Bölüm 17|• "Sessiz Prenses ve Kara Şövalye."

5.6K 451 1.2K
De iremtopan


Ay ay ayyy, şaka gibi ama uzun bir aradan sonra yine buradayım. Çok özledimmm.💙

Merak etmeyin yine upuzun bir bölümle geldim, umuyorum ki artık şu arayı kapatacağım.

Kavuşmamızın hatırına oy verip bol bol yorum yaparak beni mutlu etmeyi unutmayın. Gerçekten düşündüğünüzden çok daha fazla emek verip çoğu şeyden ödün veriyorum, karşılıklı birbirimizi tatmin edelim. Seviliyorsunuz.🦋🫶🏻

İyi okumalar...💙✨

✦✧✦

"Bu duyduğum en ama en kötü fikir! Bu adam ilk günden beri Atakan'ın açığını arıyor! Sen Alvaro'yu yumruklayıp tüm dikkatleri üstüne çekeli daha kaç gün oldu? Kusura bakma Görkem, hayatım boyunca ağzından duyduğum en saçma sözler bunlar! Jason'a güvenmek için kafayı peynir ekmekle yemiş olman gerekir! Senin aksine ben ona zerre miktar güvenmiyorum! Ya sizden şüpheleniyorsa, ya bir şeyleri çözmüşse?! Buraya geldiğimiz günden beri en çok dikkati siz ikiniz üzerinize çektiniz! Ya bu bir oyunsa? Ya Jason ikinizin işini bitirmek için sizi tuzağa çekiyorsa?!"

"Sandığın gibi bir tehlike yok. Evet, bu bir risk mi? Risk. Yürüdüğüm yola çıkmak bile bir riskti ama bazı yollar bazı şeylere rağmen yürünmeli. Anladığını biliyorum."

Elindeki lateks eldivenleri çıkarıp yüzünü ovaladı, ardından da kıvırcık saçlarını ince parmaklarıyla çekiştirdi. Gözlerini kapatıp sakinleşmeyi beklediği birkaç saniyelik sürede küçük yüzünde yorgunluğun izlerini çok rahat bir şekilde seçtim. "Neden beni anlamak istemediğini anlamak istemiyorum. Sizin için endişeleniyorum ve endişelerimde de sonuna kadar haklıyım. İki kişi çakal sürüsünün içine dalmaktan bahsediyorsunuz!"

"Bize güven, sorun çıkmayacak."

"Size güvenim tam, sizden yana hiçbir şüphem yok ama Jason olacak o herifi hiç gözüm tutmuyor. Anlamıyor musun beni rahatsız ediyor! Ve sizi gecenin bir yarısı asla çıkış yok dediği laboratuvardan kendi adamlarına karşı yapacağı bir operasyona götürüyor. Bu numaraya kim inanır be?!"

"Sen biraz fazla mı gerginsin?"

Rahat tavrıma kaşlarını çatıp önünde duran boş kan tüpünü bana fırlattı. "Sen biraz fazla mı rahatsın?!"

Kan tüpünü yüzüme çarpmak üzereyken yakalayıp ona uzattım. "Evet." Kan tüpünü elimden alıp sertçe masaya bıraktı. Sinirle inleyip taburesinden kalkıp yalnızca ikimizin bulunduğu laboratuvarda bir o yana bir bu yana yürümeye ve laboratuvarın içinde volta atmaya başladı. "Sence de bir anda Jason'ın ikinize de kendi adamlarından daha fazla güvenmeye başlaması tuhaf değil mi? Doğruyu söyle, bu mükemmel planda hiç mi aklına yatmayan kısım yok?"

"Haksızsın demiyorum zaten Serra, sonuna kadar haklısın düşüncelerinde ama korktuğun gibi bir şey yok. Olmayacak. Söz veriyorum."

"Senin sözün tüm tehlikeleri ortadan kaldırmıyor."

Kaşlarım çatıldı. "Ne zaman sözümü tutmadım?"

"Vücudunu delip geçecek bir kurşunu verdiğin söz engelleyemez Görkem."

"Şu konuyu kapatalım artık, geldiğime pişman oldum." Ölümcül bakışları beni vurduğunda dudaklarımı birbirine bastırıp teslim olur gibi ellerimi havaya kaldırdım. "Tamam tamam, daha fazla konuşmuyorum."

Ellerini beline yerleştirip bezgin bir bakış attı. Birkaç günde tüm düzeni şaşmış gibiydi, hepimizin içini sıcacık eden cıvıl cıvıl neşesinden eser yoktu bitkin yüzünde. "İsabet olur canım."

Burada olmak güzellikten hiç de nasibini almamıştı, bu da yetmezmiş gibi buranın etrafa saçılan çirkinliği bizlere de bulaşıyor ruhlarımıza yavaş yavaş kara çalarak ruhlarımızı yok oluşun serinliğiyle tanıştırıyordu. Her aynaya baktığımda gördüğüm yüzde, Simge'ye baktığımda çoğu zaman sinirden seyiren dudaklarında, Merih'in gözlerine bulaşan donuklukta, Atakan'ın sıcaklığını kaybeden gülüşünde ve Serra'nın git gide harap oluşunda daha çok algılıyordum bunu.

Birkaç saniyeliğine duran adımlarını hareketlendirip yeniden odanın içinde bir o yana bir bu yana amaçsızca yürümeye başladığında sıkıntılı bir nefes aldım, oturduğum taburede ona doğru dönüp kolunu yakaladım ve durmasını sağladım. "Beni dinle, Jason bizden şüphelenmiyor. Atakan onun yardımcısı ama en başında beni bu plana dahil etme niyetinde değildi, olayı kendi gözlerimle görmek için kendimi ısrarla dahil ettirdim. Yani beyninin içinde dönen felaket senaryolarını durdur. Hiçbir aksilik olmayacak, işler tıkırında işleyecek ve biz Jason'ın güvenini kazanmış bir şekilde geri döneceğiz."

Çatık kaşları düzelmezken onu karşımdaki tabureye oturttum. İtiraz etmeden karşıma otursa da hala inatçı ifadesiyle beni izliyordu, sözlerim onu hiç de tatmin etmemişti. "Üç beş kuru sözümle şüphelerin yakanı bırakmayacak bunu biliyorum ama biz iyi olacağız. Bu kendini şah sananları piyona köle etmemiz için verilmiş çok büyük bir şans. Jason'ı sevmiyor olabilirsin, ona güvenmiyor da olabilirsin ama karşındaki kim olursa olsun hakkını vermelisin. Jason kadar mesleğinde ehlileşmiş çok az adam tanıdım ve adamın kendine özgü bir adalet sistemi var. Bu gece onun yargısına çıkacak olanlar biz değiliz. Eğer onun yanında olursak, o da dolaylı yoldan bizim yanımızda olacak. Böyle bir adam bizim yolumuzda yanımızda olmaz elbet ama karşımızda olması da çok büyük bir tehlike arz eder. O tehlikeyi yoldan kaldırmak zorundayız ve bunu kısıtlı vaktimizde yetersiz ekipmanımızla savaşarak yapamayız. Birazcık siyaset izlemek en ufak bir kıvılcımda savaş meydanına elinde baltayla koşmaktan çok daha zekice bir harekettir."

"Yalnız olmanız hiç içime sinmiyor." Beni onaylamasa da haklılığıma karşı da çıkmıyordu artık. "Bir şekilde yanınızda olmamız gerekiyor."

Jason'ın tüm dikkati her zamankinden daha çok bu olayın üzerindeyken böyle bir şey mümkün değildi. Başımı iki yana salladım. "Hepimiz üzerimize düşen görevi yerine getireceğiz. Bazen birimiz, bazen diğerimiz zorlanacak ama bu işin sonunda başaracağız. Tamam mı?"

Başını belli belirsiz sallasa da yüzünü asmaya devam etti. Sıkıntılı bir nefes alıp kan tüplerini işaret etti. "113'ün kanını tahlil etmeye başladım ama akşama kadar sonuçları alamam. Felix ve Benjamin gelmeden bunları saklayıp odama götürmem gerek."

Sakallarımı sıvazlayıp Serra'ya bir bakış attım. "Sonuçları somut olarak görmesek de fikir yürütmek zor olmaz değil mi?"

"Bu insanların hiç güneşe çıkamadıklarını, yıllardır düzgün beslenemediklerini, kronik rahatsızlıklarını ve her birinin sırtlarındaki farklı derecelerdeki kamburları baz alırsak tahmin yürütmek zor olmaz." Kaşını kaldırıp bana baktı. "Zor olmaz olmasına da sen bu kadar ilacı ve vitamini tam olarak nereden ve nasıl temin etmeyi düşünüyorsun?"

Göz kırptım. "Birkaç planım var."

Atakan'ın odasından ayrılıp ne alemde olduğuna bakmak için yanına geldiğimden ve ona akşamki planı anlattığımdan beri ilk kez azarlamak yerine beni dinlemiş ve dudakları da belli belirsiz kıvrılmıştı. "Soygun mu yapacaksın?"

Dudaklarımın kıvrılmasana izin verdim. "Bir nevi."

Gözlerini büyüttü. "İnanılmazsın."

"Bakma öyle, iyilik için."

"Robin Hood'un 21. yüzyıl versiyonu musun sen?"

Keyfinin bir nebze yerine gelmiş olması güzeldi. Omuzlarımı silktim. "Başarılı olursam şansımızı bir de darphanede deneriz, İzmir."

Güldü. "İyi plan, profesör."

"Senin keyfin yerine geldiğine göre ben kaçayım artık, yapmam gereken çok iş var. Sen de sakın kendini daha fazla harap etme." Elimi yanağına koyup birkaç günde çöken yanaklarını okşadım. "Somurtmak bu kıza hiç yakışmıyor. Sebep ne olursa olsun."

Dudaklarını büktü. "Canım sıkkınken mutlu numarası yapamıyorum, ne yapayım?"

Serra çok iyi rol yapardı, öyle iyi rol yapardı ki operasyonlarda büründüğü karaktere adapte olmakta hiç sıkıntı çekmezdi lakin bahsettiği şey bu değil, bizim yanımızda kendini gizlemeyi beceremediğiydi. Yirmi iki yılımız geçmişti birlikte, kendimi bildiğim andan itibaren biliyordum kardeşlerimi. Bir omuz silkişlerinden, bir göz kaçırışlarından, susuşlarından anlıyordum bir şeylerin doğru gitmediğini. "Yaranı saklama zaten. Paylaş ki hep birlikte iyileşelim, birbirimize merhem olalım."

"Bu kapanmaz yaraya merhem işlemiyor." İşaret parmağını iki kez göğsüne dokundurdu dudağındaki alaylı gülüşle. "İlacım yeryüzünde yok benim."

"Derdini anlatmayan deva bulamaz demiş eskiler, haberin var mı?"

"Dert değil bu." Bıkkın bir nefes verip başını tamamen avucuma yasladı. Öyle yorgun, öyle bitkin görünüyordu ki sanki başını gövdesinin üstünde tutmaya bile mecali yoktu. "Sır... Benim ebedi sırrım. En saklım."

"Birbirlerini candan bilen kalplerin arasında sır mı olurmuş?"

Gözlerini aralamadı ama ben onun kapalı kahvelerine yaşlar dolduğunu usulca titreyen dudaklarından ve göz kapaklarından anladım. "Bazen olurmuş. En kıyısında köşesinde, bazen de tam orta yerinde... Olurmuş."

"Ezbere bildiğim satırlar bugün birbirine dolanıp bulmaca olmuş." Kapalı gözlerinden taşan bir damla yaş avucuma doğru süzüldü. "Eğer sen çözülmek istersen, ben yeniden okurum seni."

"Okuyamazsın. Okusan da anlamazsın. Öyle karışığım, öyle dolaşığım ki kendime yabancıyım."

Birkaç saniye sustu, düşündü belki de ama hemen ardından başını kaldırdı avucumdan. Görmemi istemiyormuş gibi bir edayla hızlıca sildi gözlerindeki yaşları avuçlarıyla, ağlamaya başladığı için kızaran burnunu çekti gözyaşlarını zaptedebilmek için. O gözümün önünde kendiyle bir savaşa girerken, o gözümün önünde acı çekerken bana da düşen avucumda onun bir damla gözyaşıyla ve kalbimdeki buruklukla onu izlemekti. O an dünyaları sırtlardım onun için ama elimden oturup izlemekten fazlası gelmedi.

Dudağımda acı bir gülümseme, omzumda çaresizliğin yükü öylece elim kolum bağlı oturup kaldım. Gözlerimi onun kızaran yüzünden çekip burun kemerimi sıktım, ciğerlerime sıkıntılı bir nefes dolarken kendini çabuk toplamasını umdum. Yoksa kendimi tutamayıp ona sarılacak ve acısını depreştirmekten daha fazlasını yapamayacaktım.

"Zorlamayacağım seni, istediğinde gelip anlatacağını biliyorum."

Buğulanan kahveleriyle bana baktı, kendini gülümsemek için zorladı. "Teşekkür ederim."

Eğer dolu gözleriyle bana bakarken sesi titremeseydi kendimi tutup kalkıp gitmeyi planlıyordum ama o sesindeki kırgınlık önce kollarımı ona açmama onun da bu teklifimi geri çeviremeyip bana sımsıkı sarılmasına, sonra da bana belli etmemeye çalışarak kollarımda sessiz sedasız ağlamasına sebep oldu. Yanağımı başının üstüne yasladım ve derin bir iç çektim. Hiç kıyamıyordum ki ben küçük kardeşime. "Ağlama. Ben buradayım."

"Görkem biliyor musun? Benim canım çok acıyor... Çok." Hıçkırığı kesti sözünü. Ağladığı için boğuk çıkan sesiyle hızlı hızlı anlatmaya devam etti. "Otobanda dört kez takla atan o lanet arabanın içinde can çekişirken, ölmeyi beklerken bile bu kadar acı çekmedim ben. Kalbim hiç bu kadar kırılmadı."

Benimki kırılmıştı o gün, çok kırılmıştı hem de. Birkaç saniye içinde onu patlamak üzere olan arabadan çıkarmaya çalışırken, arabanın patlaması saniyelerimizi sayarken, yüreğim kaybetme korkusunu bir kez daha tadarken ben o gün bu hayata çok kırılmıştım. Kollarımı daha sıkı sardım Serra'ya. Kollarımın arasındaki sıcak bedeni çok soğuktu o gün, ağlayışıyla sarsılan bedeni çok hareketsizdi. Bugün üstünde beyaz önlüğü vardı ama o gün kırmızıydı. Kan kırmızı... O gün, ölüm gibiydi.

Serra yanılıyordu, o gün hem çok acı verici hem de çok kalp kırıcıydı. Hepimiz kaybetme korkusuyla yüzleşmiştik. Ne korkunçtu, ne iğrençti, ne acı vericiydi. Serra'nın ölümün eşiğine gelişi, Merih'in aklını kaybedişi... O gün bizim tarihimizin en kötü günüydü.

Yazardan:

Temmuz'un on yedisinin ilk saatlerinde tenha yolda birbirini kovalayan beş arabanın asfaltta bıraktığı acı sesler zafer naraları atıyordu. Eski Kartacalıların geriye kalan beş üyesi sürdükleri arabaların gazını köklerken başarıyla taçlandırdıkları bir operasyonun daha ardından keyiflerine diyecek yoktu. İçlerindeki coşku onlara hız olarak yansırken şehrin ıssız sokakları onlara bir kuşun özgürlüğünü bahşediyordu. Aylardır izini sürdükleri organize bir suç şebekesini çökertmiş olmanın haklı gururu onların gecesini aydınlatıyordu ama bilmiyorlardı ki aydınlığa karanlığın bulaşması hiç de zor değildi, güneş kendini geri çektiğinde karanlığın günü geceye çevirmesi saniyeler sürerdi.

Kıvırcık saçlı kız yirmi yedinci doğum gününün ilk saatlerinde telefonuna gelen mesajla arabasını yavaşlatıp torpido gözündeki telefonunu eline aldı. Ekranda gördüğü mesajların sahibi onu gülümsetti. "Geç bile kalmıştın."

Kendinden beş yaş küçük olan erkek kardeşinden gelen duygusal doğum günü mesajlarını sabırsızlanarak açmadan edemedi. Saat on ikiyi vurduğundan beri bu sene hangi cümleleriyle kendini mutluluktan ağlatacaktı merak ediyordu. Arabasını yavaşlatarak yoluna devam etti. Onun arkasından ilerleyen iki arkadaşı kornaya basarak ona selam verdikten sonra önüne geçip yola devam etti. Üçüncü sırada ilerleyen arabası beşinci sıraya yerleşirken gelen uzun mesajları sevgiyle okudu. Okuduğu herbir kelime göğsünün ortasındaki sevginin katlanarak artmasına sebep oluyordu. "Şapşal seni..."

Doğum günlerinde normalden çok daha fazla duygusallaştığı yadsınamaz bir gerçekti, gözünden süzülen birkaç mutluluk gözyaşını telefonu tuttuğu elinin bileğiyle silmeye çalışırken dudağındaki gülümseme sanki mümkünmüş gibi daha da büyüdü. Operasyonun ortasında Merih'in nereden bulduğunu asla bilemeyeceği pastayla doğum gününü kutlamak tecrübe ettiği en garip deneyimdi, arkadaşlarının sevgisiyle sıcacık olan kalbi şimdi çok sevdiği erkek kardeşininkiyle dolup taşmıştı.

Uygulamadan çıkıp rehberine girdi ve erkek kardeşini aradı. Birkaç çalış sesinin ardından hemen açılan telefonun ucundan uykulu bir ses duyuldu. "Doğum günün kutlu olsun, doğum günü kızı."

Gülümsedi genç kadın. "Senin beni ağlatmaya ne hakkın var." Diye şakıdı mutlu sesiyle. Gözleri yoldayken sol eliyle direksiyonu kontrol etmeye sağ eliyle de telefonunu tutmaya devam etti. "Çok hain bir kardeşsin."

Güldü genç çocuk. Ablasının oyununa gelmedi, çoğu zaman birbirleriyle inatlaşsalar da özel günlerde ablasını mutluluğa boğmayı çok severdi. "Canım ablam, iyi ki varsın."

Serra'nın gözleri doldu, mutlulukla güldü. "Sen de iyi ki varsın, çok özledim seni."

"Yarın akşam bizimkilerle toplaşıp geleceğiz. Sakın bensiz mumları üfleyeyim deme."

"Neden? Yine benden önce davranıp mumlarımı sen mi üfleyeceksin?"

"Olabilir." Dedi genç çocuk keyifli sesiyle. "Sen de kafamı pastaya basarsın. Eğlenceli olur."

"Ayıp, ne zaman yapmışım öyle şeyler?"

"Hiç yapar mısın kanatsız meleğim, sol kaşımın yanındaki yanık izi de doğum lekesi zaten."

Güldü Serra. "Ama hak etmiştin, senin yüzünden doğum günümde üç saat ağlamıştım."

"Benim suçum ne ben göremiyorum?"

"Doğum günümü çaldın!"

"Bir pasta üfledim diye yüzümü yaktın cani karı!"

"Abart Ateş, abart." Kendini savunmaya koyuldu. "Sadece on yaşındaydım, pastanın üzerindeki mumların hala sıcak olabileceğini tahmin edemezdim."

"İnandım canım, inandım. Serkan amcanın öğrettiği tüm dövüş taktiklerini üstümde denemeye meraklı olduğundan değildi hiç." Genç çocuğun gözlerinin önünden o güne dair görüntüler geçti. "Ayrıca bize bakıp fotoğrafımızı çeken onca kişinin ve arkadaşlarının içinde ben devekuşu gibi kafamı pastaya gömmüşken defalarca popoma şaplak atman hiç etik değildi."

"Ama çok tatlı bir anı."

"Tabii, tabii. Kan, gözyaşı, kaos, kavga ne ararsan var ama sorsan çok tatlı."

"Ama hak ettin!"

"Ne hak ettim? Hak ettiysem de ne yaptım sanki sadece mum üfledim. O video hala itibarımı zedeleyen bir kara leke. Hayır yanlışlıkla ünlü olsam ifşam da hazır."

"Beni üç saat ağlattın."

"Utancımdan iki hafta evden çıkamadım." Şimdi gülse de o zamanlar genç çocuk için hayli zordu. "Ayrıca Atakan abiye rüşvet verip sınıfımda bu dedikoduyu yaydırmanı da unutmuş değilim. Geçen sene itiraf etti, keşke ağzını sıkı tutması için de rüşvet verseydin Serra Hanım."

Kahkaha attı Serra, önce Atakan'a kendini ispiyonladı diye trip atmıştı ama Ateş'in o surat ifadesini görmek her şeye değmişti. "Hiç pişman değilim."

"Çok merak ediyorum, çocukluk travmamın sebebi neydi?"

Serra'nın gülmekten midesi kasılmaya başlamıştı. Gülüşlerinin arasında zar zor konuştu. "Bir top çikolatalı dondurmaya sattı seni Ateş."

"Bazen neden hala seninle konuşuyorum bilmiyorum. Gözünde ederim yirmi beş kuruş."

"Öyle deme, o zamanın parasıyla beş lira falan ediyor. İyi para."

"Abla!"

"Aşkım!"

Bıkkın bir nefes verdi Ateş. "Bazen senden nefret ediyorum ama dua et bugün doğum günün."

Serra gülmeye devam etti. "Sen istediğin kadar benden nefret et, ben seni kocaman seviyorum."

"Sen iyi bir yalancısın."

Serra virajı daha kolay almak için telefonu kulağı ile omzunun arasına sıkıştırdı. Direksiyonu iki eliyle kavradığı an telefon kayıp ayaklarının dibine düştü. Ateş'in başta bir şeyler söylediğini işitse de cümlenin devamını duyamadığı için sözcükleri anlamlandıramamıştı. "Hay aksi." Diye mırıldanıp yolun boş olmasını fırsat bilerek sağ elini aşağı uzattı ve yeri yokladı. Telefonu bulamadığı için eğilmek zorunda kaldı. Bir gözüyle yolu takip edip telefonunu almaya çalışıyordu ki direksiyonun hakimiyetini kaybetmesi saniyeler içinde oldu.

Telefonuna dokunduğu anda yola atlayan bir sokak köpeği Serra'nın irkilip tüm gücüyle direksiyonu kırmasına neden oldu. Sola doğru ani bir şekilde savurduğu arabanın da karşıdan gelen bir arabayla burun buruna gelmesiyle direksiyonun tüm hakimiyetini kaybetti. Arabaya da köpeğe de çarpmaktan son anda kurtulsa da kendini korumayı başaramadı. Önce bariyerlere sert bir şekilde savrulan araba çarpmanın şiddetiyle yolda savrulup tam dört kez takla attıktan sonra ancak hızını alıp durabildi. Hurdaya dönen araba, asfaltta bıraktığı can yakan seslerin ardından ters bir şekilde yolun ortasında dumanlar saçarak duruyordu.

O gece, bir kabusa ev sahipliği yapıyordu.

Kazayı ilk fark eden Atakan oldu. En önde ilerlettiği arabasını ani bir şekilde durdurduğunda hemen arkasındaki Simge ona çarpmadan zar zor durabilmişti. Görkem dikiz aynasından kazayı gördüğünde küt küt atan kalbiyle arabadan kendini ilk atan kişi oldu. Ardından Merih can havliyle indi arabadan, ikisi çok kısa bir an göz göze geldi. O çok kısa an ikisinin içlerinde can bulan cehennemi birbirlerine göstermeleri için yetti.

İlk kendini toplayan Görkem oldu, öyle hızlı koştu ki küçük kardeşine doğru o an yaşadığı kaybetme korkusunun dizlerinin titremesine sebep olduğundan dahi habersizdi. Birkaç kez tökezledi koşarken ama durmadı, düşmedi. Kardeşinin canı söz konusuyken kendine hata payı vermedi. Görkem'in arkasından gözlerine yaşlar dolan Simge koştu, o kadar hızlı koştu ki Serra ile aralarında olan iki yüz metrelik mesafeyi Görkem'den çok daha önce kapattı. Merih ise öylece kalakalmıştı yolun orta yerinde. Gök çöküyordu sanki üstüne, göğsündeki bu ağırlığın başka açıklaması var mıydı? Gök kubbe yerle bir oluyordu o gece, kıyameti kopuyordu.

Atakan, kendini toplayıp Merih'in kolunu çekiştirdi. "Hadisene oğlum! Ne bekliyorsun? Bize ihtiyacı var!"

Merih'in göğsü sıkıştı o an, içi daraldı. Dünyasında bir kıyamet koparken gerçek dünyanın tokadı da indi sertçe yüzüne. Serra kaza geçirmişti. Serra iyi değildi. Serra gidebilirdi. Güçlükle kırpıştırdı kahverengi gözlerini, gözlerinden yaşlar süzülürken o ana kadar gözlerinin dolduğundan bihaberdi. Atakan'ın korku dolu mavilerine çevirdi gözlerini. Onun yüzüne yansıyan korkuyu ve endişeyi gördüğünde daha kötü hissetti. Bütün bunlar gerçekti. "Gitmesin... Atakan, söyle ona gitmesin."

Atakan, Merih'in kolunu tutup onu kendiyle birlikte çekiştirirken bir yandan da 112'yi tuşlamakla meşguldü. O an herkes için zordu, herkes için bir felaketti. Beşini ayrı ayrı karşınıza oturtup birbirinden habersiz 'Hayatta en çok korktuğun şey ne?' sorusunu yöneltirseniz hepsinin ağzından duyacağınız yalnızca tek bir cevap olur: Kardeşlerimi kaybetmek. Hepsi gecenin o en derin vaktinde en büyük korkusunun gerçeğe dönüşünü canlı canlı izliyordu. O gece bir kabustu, kötü bir oyundu. O gece hiç yaşanmaması gereken büyük bir hüsrandı.

Simge, camdan kanlar içinde kalmış Serra'ya bakarken kalbinin yerinden söküldüğünü hissetti. Ağlamak istiyordu ama gözünü bir an için Serra'dan ayıramıyordu, onu göremezse varlığı birdenbire aksine dönecek gibi hissediyordu.

"Serra, beni duyuyor musun? Beni anlayabiliyor musun?" Görkem baş aşağı duran arabanın paramparça olmuş ön camının boşluğundan Serra'ya ulaşmaya çalışıyordu. Onun hayatta olup olmadığından emin olmak istiyordu ama cevap alamıyordu. Duyduğu tek ses hırıltılı cılız nefes alışverişleri ve yer yer duyulan acı dolu inleme sesleriydi. Geri çekilip arkadaşlarına baktı. "Ambulans?"

"Aradım." Dedi Atakan nefes nefese, gözü birkaç saniye arabaya kaydığında yutkunamadı. "Birazdan burada olurlar. Serra iyi mi?"

"Bilmiyorum." Dedi Görkem, bu cümleleri kurarken kahroluyordu. "Bilinci kapanmak üzere." Geri çekilip Serra'nın kapısını zorladı yeniden. Titreyen elleri ve vücudunun her yerini yoklayan şiddetli ağrı onu hayli zorluyordu. "Siktiğimin kapısı sıkışmış!"

"Onu çıkarmalıyız." Dedi Simge camdan Serra'yı izlerken. Kan içindeki yüzünü seçemiyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sadece iyi olsun istiyordu. Kardeşi kurtulsun istiyordu.

"İyi fikir değil." Dedi Atakan nefes nefese. "Ona geri dönüşü olmayan bir zarar verebiliriz. Ambulans yakında gelir."

Merih koşarak az önce Görkem'in çekildiği yere eğildi. Göğsünde hissettiği o ağrıyı koyabileceği bir sınıf yoktu o an. Ölümü hissediyordu. İçinde bir parçanın hissettiği korkuyla öldüğünü görebiliyordu. Sevdiği kadının acı içindeki inlemesini duyması onun sakinliğini taşıran son damla olmuştu. Gözlerine dolan yaşları hoyratça sildi. Çok güzel kokardı Serra, Merih onun kokusunu küçüklüğünden beri çok severdi ama bugün ilk kez tiksinmişti onun kokusundan çünkü kan kokuyordu Serra o gün, ölüm kokuyordu ve bu koku ona hiç ama hiç yakışmıyordu.

"Serra..." Diyebildi güçlükle Merih. Görkem ve Atakan kapıları zorlarken o elini uzattı Serra'ya. Kan içinde kalan küçük elini tuttu. Hava yastığı yüzünden onun yüzünün ne halde olduğunu tam olarak göremiyordu. Sevdiği kadının acı çeken yüz ifadesiyle tanışmak ister miydi bundan da emin değildi. "Yanındayım Serra, iyi olacaksın."

Kalbi bir atışını kaçırdı Merih'in, sevdiği kadının buz kesen küçük elini ilk kez tutuşunun böyle olacağını hiç hayal etmemişti. Gözünden süzülen yaşları umursamadı. "Beni duyduğunu biliyorum. Beni hep dinlersin sen. Şimdi de dinle beni Serra, saçmalasam bile dinle."

Acı dolu bir inlemeden daha fazlasını alamadı Merih. Serra şu anda şuurunu kaybetmek üzereydi ve onu duyup duymadığından emin değildi ama yine de konuştu. Serra korktuğu anlarda sessizlikten ve yalnız olduğunu hissetmekten nefret ederdi. Şu anda çok korktuğunu biliyordu, onu yalnız bırakamazdı. Canının acısına korkusu katlanarak eklensin istemiyordu.

"Beni dinle güzelim, beni duy. Olur mu?" Bir soru değildi bu, bir yalvarıştı. "Çünkü sen beni dinlemezsen ben kendimi kime anlatırım bilmiyorum. Beni sakın sensiz bırakayım deme Serra. Sakın beni terk etme. Sakın gitme. Yalvarırım gitme."

Serra'nın elini sımsıkı kavradı. Baş aşağı duran araba yüzünden onun kan olmuş karnı, kırmızıya dönen beyaz pantolonu görüş açısındaydı. Bu manzaraya daha fazla dayanamayıp gözlerini sımsıkı yumdu. Ambulans nerede kalmıştı? Baş parmağıyla küçük elinin üstünü okşadı. Dokunuşu onun acısını emip kendine geçirsin isterdi ama gücü yetmiyordu, Merih'in gücü Serra'yı geri döndürmeye yetmiyordu. "Biliyorsun, her yere peşinden gelmek adetimdir. Elimi bırakırsan ellerini yeniden tutabilmek için her şeyi yaparım."

O an küçücük bir baskı hissetti avucunda Merih, Serra'nın tüm gücünü kullanarak uyguladığı baskı onun büyük elini yalnızca hafifçe okşamıştı. Merih kahverengi gözlerini araladı, kalbi avucundaydı o an. Yutkunup yalvarır gibi bir edayla karanlık arabanın içinde başını aşağı eğip onun yüzünü görmeye çalıştı. "Serra... Serra'm... Yalvarırım hayal görmedin de bana. Savaşıyorum de lütfen. Sana ihtiyacım var güzelim, benim senin yaşamana çok ihtiyacım var."

Merih'in gözlerinden yaşlar hiç olmadığı kadar hızla süzülürken cılız hırıltılı bir ses duydu. "Me- Merih... Hiç- Hiç b- bırakma elimi. Ka- Karanlık. Çok... Çok korkuyorum."

Bir kalp bir dakika içinde kaç kez tadar yaşamı, kaç kez seçer ölümü? Sorunun cevabı kaç kezse eğer Merih'in kalbi o kadar öldü, o kadar dirildi şu kısacık vakitte. Çok kısaydı o bir dakikalık süre ama bir ömür gibi geldi Merih'e. 1.96 olan boyuna aldırmadan ön camdan zar zor girdi arabanın içine. Daha sıkı tuttu Serra'nın elini, dudaklarına götürüp defalarca kez öptü, ısıtmaya çalıştı onu. "Sen dayan, söz veriyorum tüm korkularına kabus olacağım. Dayan sadece, benim için."

"S- Sensin." Demeye çalıştı Serra ama gücü tükenmişti artık. Konuştuğunu düşünse de dudaklarını oynatmaktan öteye gidemiyordu. Yine de konuşmak istiyordu, söylemek istiyordu. Merih'e sesini duyurmak istiyordu, belki de ilk ve son kez. "Bazen dayanmamın tek sebebi sensin."

Ama dayanamıyordu Serra. Aldığı nefesler göğsüne ağır geliyordu. Çok soğuktu, çok üşüyordu. Gözleri kapanıyordu, gözlerini daha fazla açık tutacak gücü kalmamıştı. Merih korkacaktı ama anlardı onu biliyordu, çok uykusu vardı. Artık dayanamıyordu. Hem o kadar çok korkmuyordu artık, Merih elini tutuyordu ve bırakmayacağını adı kadar iyi biliyordu. Birazcık dinlenmek istiyordu sadece. Uyumak istiyordu.

Atakan ve Görkem var gücüyle arabanın kapısını açmaya çalışıyor birazdan gelecek olan sağlık çalışanlarının işini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Simge bir köşede oturup Merih ve Serra'yı izlemekten başka bir şey yapamıyordu. Hepsi yanıyor, hepsi kanıyordu o dar vakitte. Kazanın sesine uyanan insanların bazıları pijamaları ile toplaşmışlardı onların yanına. Kimisi ambulansı arıyordu, kimi itfaiyeyi. İnsanlar evlerinin balkonlarına çıkmış bu acı tabloyu meraklı gözlerle izliyordu.

Su damlamasına benzeyen bir ses duydu Simge. Kaşları çatıldı, dikkatle arabayı incelemeye koyuldu ve gözleri aradığını bulduğunda bir anda beyninden kurşun yemişe döndü. "Görkem!" Diye haykırdı var gücüyle. "Yakıt deposu sızdırıyor! Araba patlayacak!"

Görkem elindeki aleti yere düşürürken Atakan ile göz göze geldiler, kendini toplamayı ilk başaran yine Görkem oldu. Arlarında geçen konuşmayı duyan insanlar onlara arabanın kenarından çekilmesini, öleceklerini söylerken onlar bunu duymazdan geldi. Simge'ye döndü. "Arabanın bagajında yangın tüpü var Simge. Koş!"

Gözlerinde perde oluşturan yaşları şiddetle sildi Simge, hızla başını sallayıp yerden ok gibi fırlayarak kalktı. Tökezlese de tüm kuvvetini bacaklarına verip arabaya doğru bir ölüm yarışında gibi koşmaya başladı. Öyle bir hızla koştu ki rüzgardan bile hızlıydı o gece.

Kalbi endişe, kaybetme korkusu ve acıyla bin parçaya bölünen Merih "Kapıyla vakit kaybetmeyelim, ön camdan çıkaralım." Diye seslendi arkadaşlarına.

"Felç kalır." Dedi Atakan, çaresizlikle. "Bu arabadan hasarsız kurtulması imkansız. En ufak bir sarsıntı felaket olur."

"Burada onu ölüme terk etmekten iyidir." Dedi Merih, gözleri yere damlayan benzine kaydığında derin bir nefes aldı. "Hadi beyler."

"Gözlerini kapat." Dedi Görkem, Merih ne olduğunu anlamadan sağ yumruğunu cama vurup camın tuzla buz olmasını sağladı. Kapının kilidini açmayı denedi ama bu çaba da faydasız kaldı. Ellerini kanatsa da tüm gücüyle çekti kapıyı, ellerine batan cam kırklarını umursamadı. Atakan da eşlik etti ona, ikisi ölümün enselerindeki nefesini hissettikleri anda ondan kurtulmak için büyük bir atağa geçmişlerdi. Merih sol eliyle Serra'nın elini tutmaya devam ederken sağ eliyle tüm gücünü kapıyı itmek için kullanıyordu. Zaman aleyhlerine işlerken uyguladıkları insan üstü kuvvetten dolayı kollarında oluşan lif ve kas yırtılmalarını bile hissetmiyorlardı. "Hadi, hadi, hadi! HADİ!"

Merih geri çekilip sağ bacağıyla tekme attı kapıya, Serra'nın acı içindeki bedenini görmek onun motivasyonunu sağladı. İçten ve dıştan uygulanan o baskı sıkışan kapının açılmasını sağladı. Görkem ve Atakan düştükleri boşlukla kaldırıma doğru savrulsalar da ikisi de hemen kendilerini toplayıp açık kapıdan Serra'ya ulaşmaya çalıştı.

Görkem, Atakan'ın her zaman belinde taşıdığı bıçağı ondan önce davranarak aldığında ilk işi kendilerine yer açmak için hava yastığını patlatmaktı. Kaybedecek vakitleri olmadığı için hemen emniyet kemerini de kesmeye koyuldu. Merih, Serra'nın elini bırakmak zorunda kaldı o an. Baş aşağı duran bedenini zapteden kemer sökülüp gittiğinde onu kendi kollarına aldı.

"Çabuk, onu daha fazla bu konumda tutamam." Dedi Merih, zangır zangır titreyen kolları Serra'ya bir zarar gelecek korkusuyla daha şiddetli titremeye başlamıştı.

Atakan, Serra'nın bacaklarını özenle kavradı. Merih'le birlikte başaşağı duran bedenini düz konuma getirdiler. Görkem bir kolunu Serra'nın başının altına bir kolunu da kendi kanına bulanan dizlerinin arkasına yerleştirdi. Yaralı bedeni Merih ve Atakan'ın kollarından teslim aldığı o sürede hayatın varlığını unutmuştu. O an gözü çevredeki başka hiçbir şeyi görmüyordu. Titreyen dizleriyle ayağa kalkıp kucağındaki kendi kanına bulanmış bedeni zorlukla arabadan birkaç metre öteye taşıdı. Onu kucağında tuttuğu her saniyenin bedenine hasar olarak döneceğini bildiğinden Serra'yı yavaşça asfalta bıraktı.

Atakan arabanın içinden iri cüssesiyle çıkmakta zorlanan Merih'in kolundan tutup son dakika onu patlamak üzere olan arabadan adeta sürükleyerek çıkardı. İkisi kendilerini kaldırıma attıkları an deli gibi öksürmeye başladılar. Köşedeki olayı tutulan diliyle izleyen genç kız arabadaki benzinin motordan gittikçe yükselen kıvılcımlarla temas edeceğini anladığı o an ellerini kulaklarına bastırıp yere çöktü. "Patlayacak!"

Görkem duyduğu çığlık sesiyle Serra'nın yaralı bedeninin üstüne kapandı, yerden güçlükle kalkan Atakan bir kolunu Görkem'in sırtına sarıp kendini arkadaşına siper etti. Merih son saniye Serra'nın sol tarafında kalan boşluğu kendi bedeniyle kapattı. Ve bum! Patlama tüm sokağı şiddetiyle sarsarken o gün birbirine kenetlenen üç beden etten bir kalkan oldular Serra'nın üzerine.

Patlamanın şiddetiyle elindeki yangın söndürme tüpüyle ayakta kalmakta zorlanan Simge önüne düşen alev topuna dönmüş lastikten geri kaçayım derken yere düştü. Gözleri alev alev yanan arabadayken o an içinde duyduğu o korku silsilesinin ömründen bir on yıl eksilttiğine emindi. Birbirine kalkan olan arkadaşlarını gördüğünde derin bir nefes aldı. Tam o sırada, sokağın ucundan ambulansın siren sesi duyuldu. Gözlerini kapatıp kollarını arkasında asfalta yaslayıp kendine dayanak yaptı Simge. Arabadan yükselen alevlerin sıcaklığı tenini kavursa da umursamadı. Kapalı gözlerine rağmen başını gökyüzüne çevirdi ve şiddetle inip kalkan göğsüyle dakikalardır içinde tuttuğu gözyaşlarını serbest bırakıp özgürce hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Duyulan ambulans sesiyle umutla başını kaldırdı Merih. Sarı saçları alnına yapışmış, boncuk boncuk alnında beliren terinin etkisiyle ıslanmıştı. Geri çekilip dünyanın yangınından göğsüne sokup saklamak istediği kızın kanlar içindeki yüzüne baktı. Eli yanağına gitti, usulca okşadı. Dokunuşu öyle narindi ki, tatlı bir akşam meltemine andırıyordu. "Elini bıraktığım için affet beni, özür dilerim."

Atakan nefes nefese ayağa kalkıp yolun ortasında dikilen insanlara kenara çekilmeleri için bağırmaya başladı. Ambulansın yolunu açmak için insanlarla mücadele verirken Görkem dudaklarından derin bir nefes verdi. Patlamanın şiddetiyle hepsinin kulaklarında derin bir çınlama hüküm sürüyordu. Sersemleyen başını iki yana salladı ve istemsizce dolan gözlerini elinin tersiyle silip Merih'e baktı. Elini onun omzuna koydu. "Bence sen işini yine de garantiye al, kıvırcık bir kızarsa ne yapacağı hiç belli olmaz."

Arkadaşının teşvikiyle Serra'nın minik elini aldı iki avucunun arasına. Merih'in kalbi atmıyordu artık neredeyse. Kalbi o kadar hızlı kan pompalıyordu ki kaybetme korkusunu tadan vücuduna, adeta bir kalbi yoktu artık göğüs kafesinin içinde. "Sonuma kadar bırakmam ellerini, yeter ki kal güzelim. Sadece kal benimle."

"Açılın lütfen, işimizi yapmamıza izin verin."

Paramedikin sesiyle Görkem geri çekildi ama Merih daha sıkı kavradı sevdiği kadının elini. Serra'nın boynuna boyunluk takılıp asfaltın üzerinde ilk yardım müdahelesi yapılırken gözlerinden yaşlar süzülse de elini hiç bırakmadı. Serra yalnız olmaktan korkardı, onu asla yalnız bırakmazdı.

Atakan, Merih ve Görkem paramediklere yardım ederek Serra'yı önce hasta taşıma sedyesine ardından da sedyeye taşımalarına yardım ettiler. Merih, Serra ile birlikte ambulansa bindiğinde ambulansın kapıları kapanmak üzereyken Simge de kapının boşluğundan ambulansa bindi. "Ben de geliyorum, kan gruplarımız aynı. Ona kan verebilirim."

"Hanımefendi, sadece tek kişi."

"Çok kan kaybetti, ben de geliyorum dedim!" Deyip ambulansın kapısını kendi kapattı Simge, inatçı kadınla uğraşamayan ambulans hiç vakit kaybetmeden yola çıktı.

Nefes nefese ambulans gözden kaybolana kadar izlemekten başka hiçbir şey yapamayan ikili birbirine döndü. İkisinin gözlerine çöken o yorgunluk öyle yoğun hale ulaşmıştı ki Atakan az önce neyi tecrübe ettiklerinin bile farkına varamamıştı. Dolan gözlerini kapatıp Görkem'e sımsıkı sarıldı. Görkem kanayan ellerininin farkında olmadan Atakan'ın sırtını sıvazladı. İkisinin de kulakları hala çınlamaya, ellerinde ve kollarında açılan yaralar oluk oluk kanamaya devam ediyordu. Öyle dik duruyorlardı ki, sarsıldıklarında yeniden eskisi gibi sağlamlaşmaları uzun sürüyordu.

"Birkaç saniye geç kalsak ikisi de o arabanın içinde patlayacaktı."

"Geç kalmadık ama." Dedi Görkem derin bir nefes alıp. Aklına üşüşen kabusu kanını dondurdu. "Bu kez gücümüz yetti."

Atakan, Görkem'in sırtını patpatlayıp geri çekildi ve gözlüklerinin altından altları şişen gözlerini ovaladı. "Hadi." Diye seslendi Görkem arabasına doğru ilerlerken, Atakan da adımlarını yetiştirdi ona. "Hastaneye yetişmeliyiz."

İkisi şu anda hayatı umursayamıyorlardı, çevresinde onlara alkış tutup cesaretlerini öven insanların sözlerini işitemiyorlardı. Büyük bir tehlikeyi atlatmışlardı lakin Serra'nın durumu belirsizdi. Kabus hala tüm şiddetiyle etkisini gösteriyordu. Serra ne kadar zarar gördü, ya da durumu nasıl? Yaşıyorlardı ama bir saniye sonrasının onlara ne getireceğini bilmeden. Mutlulardı ama birkaç saniye sonrasının onları kahredeceğini bilmeden, birkaç saat öncesinde Serra'nın doğum gününü kutlamışlardı yeni yaşının onları ölümle burun buruna getireceğini bilmeden.

Hayat bilinmezlerle dolu bir yol, her birimiz bu yolda hayatın bizi iteklediği yöne doğru savrulup duruyoruz. Kimi zaman göklerde süzülsek de bazen yerde bir çöp gibi öylece duruyoruz. Kendimizi akışa kaptırıp hayatta felaketlerin varlığını unutuyoruz.

Her yaşam bir mucize, her yaşam bir trajedi aslında. Zıtlığın ahenginden oluşuyor, kusurlarımızla güzelleşiyoruz. Hayatın bizi dibe batırdığı anlarda inatla yeniden ayağa kalkışlarımızla var oluyoruz. Ve bir var oluş binlerce yok oluşun kıyısından geçiyor, hiç bilmiyoruz.

Cebinde titreyen telefon kendine getirdi Görkem'i, cebinden telefonunu çıkarıp arayan kişiyi gördüğünde yüzünün rengi sanki mümkünmüş gibi daha da soldu. Ekrana dokunup küçük bir hareketle aramayı yanıtlamayı başaramadı.

"Arayan kim?" Atakan başını telefona uzatıp arayana baktığında gözlerini kapatıp yutkundu. "Açmayacak mısın?"

"Açarım da, konuşabilir miyim bilmiyorum."

Görkem ekranı izlerken arama son buldu, telefonunun ekranında aynı numaraya ait tam 48 arama kaydı belirdi. Görkem içini yakan ateşle kilit ekranını açıp Ateş'i geri aradı. Telefon adeta hiç çalmadan açıldığında Ateş'in korkulu sesini duydu Görkem. "Abi! Abi ablama bir şey oldu. Çok korkuyorum yalvarırım bir şey yap, ablamı bul. Ölmesin abi, ablam ölmesin."

Görkem konuşmanın kendini bu kadar zorlayabileceğini tahmin etmemişti o ana kadar hiç. "Ateş, sakin ol oğlum. Hastaneye geçiyoruz biz şimdi. Endişelenme."

"Durumu... Çok mu ağır abi?"

"Bilmiyorum." Dedi Görkem, biliyordu aslında. Hiç iyi değildi Serra. "Öğrenince haber vereceğim sana, ambulansa yetişmeye çalışacağım şimdi. Sen sakin olmaya çalış tamam mı aslanım?"

"Serra'yı direkt ameliyata alırlar." Diye araya girdi Atakan. "Çok kan kaybetti. Hemen Ateş'i de alalım. Onun kan grubu da 0+. Hepsini Simge'den almazlar. Kan aramakla kaybedecek vaktimiz yok."

Atakan'ın sözleri üzerine Görkem'in planı değişti. "Ateş, seni almaya geliyoruz. Kanın lazım olacak."

"Evden çıktım şimdi, Can abinin sahafının oradan al beni. Koşuyorum."

"Oğlum dur durduğun yerde helak etme kendini, geliyorum ben. Merak etme, ablan bırakmaz bizi."

"Bırakmaz değil mi abi?" Genç çocuk zor tutuyordu kendini sokağın ortasında koşup ablasına yetişmeye çalışırken ağlamamak için. "Ben daha ona onu ne kadar sevdiğimi söyleyemedim çünkü."

Görkem daha fazlasını duymaya dayanamadı, verecek cevabı da yoktu artık. Ateş konuştukça sanki mümkünmüş gibi kendini daha da kötü hissediyordu. "Bir yere otur bekle beni aslanım, geliyorum." Telefonu kapatıp Atakan'a döndü. "Ben Ateş'i alırım, sen hastaneye geç."

"Ben de Arden'i alacağım, onun kan grubu da uyumlu. Yetişelim hemen."

Başını salladı Görkem, arabanın kapısını açtığı anda kendi arabasına binmek üzere olan Atakan'a döndü. "Dikkatli sür kardeşim."

Başını salladı Atakan ve kendini zorlayarak ona bir tebessüm sundu. "Sen de dikkatli ol, kardeşim."

Ve o gece içleri yana yana bir yangına su olmaya çalıştı yirmi iki yıl önce birbirine kenetlenen beş çocuk.

Derin bir iç çektim. "Kalpler kırılır Serra, yaşam acıtır, hayat üzer... Bu böyledir."

Dizini kanatan küçük bir çocuk edasıyla ağlamaya devam etti. "Ama acıyor."

"O zaman acıya acıya, kanaya kanaya iyileşir. Bir şekilde iyileşir."

"Kalp yarasının iyileştiği nerede görülmüş, hangi kitapta yazmış?"

"Seni bu hale koyan, bu denli kahreden şeyi bana anlatmadığın müddetçe sana yol da gösteremem, yaralarına pansuman da yapamam. Önce konuşmalıyız, paylaşmalı, bazı şeyleri çözüme kavuşturmalıyız. Ama biliyorum ki sen konuşmaya hazır hissettiğinde ilk bana gelirsin, ilk bana açarsın kendini. O yüzden susacağız şimdi, ikimiz sen kendini hazır hissedene kadar bekleyeceğiz. Gül, vaktinden önce çiçek açmaz." Bana daha sıkı sarıldığında ben de kollarıma daha çok sardım onu. "Ama söz veriyorum sana, sen bir şeyleri çözmek istediğinde ben hep arkanda olacağım."

"Biliyorum. Bunu bildiğim için bu kadar çok saçmalıyorum ya zaten. Bir şeyleri kırsam sen toplarsın, düşsem sen kaldırırsın..."

"Benim elim sen düşmeden seni tutmak için hep sırtında olacak. Yalnız şunu bilmelisin ki elimin kolumun uzanamayacağı noktalara yolculuk yapmaya başladığında, ne seni tutmak için ne de bozulan şeyleri tamir etmek için yanında olabilirim. Benim sınırlarım senin yaralarının açıldığı yola kadar uzanır ancak. Daha ileri gelemem." Küçük kalbi acıyordu, Merih'e ağlıyordu ama anlamlandıramıyordum Merih'in hislerinin onu bu hale getirişini. Resmin eksik kısmı görüş alanımı engelliyordu, ressamın fırça darbesi bırakmadığı o tek nokta benim zihnime ket vuruyordu. "Naçizane bir tavsiye istersen de sana söyleyebileceğim tek şey şu kıvırcık: Yıllarca emek emek ördüğümüz o bağı bir günde koparıp atma. Öyle köklü bir bağı kesip atmak çok acı verir, pişman olursun."

Sözlerim üzerine daha çok ağlamaya başladı, ağlayışları sözcüklerinin önüne set çekip dudaklarını mühürledi. Kollarımda içi çıkana kadar ağladı, bense bilemedim kardeşimin derdi nedir, acısını ne dindirir. Ona sığınacağı bir liman olmaktan öteye geçemedim. Bir çözümüm yoktu o an. Bu mesele beni aşıyordu, benim sınırım ikisinin davasının başladığı yerde bitiyordu. Merih, çok seviyordu ve bu sevgi bir şekilde Serra'yı üzüyordu. Nedeni neydi, fikrindeki, korkuları neydi? Onu bu hale getiren düşünce neyin nesiydi? Bilmiyordum ve Serra avuçlarında sakladığı yapbozun eksik parçasını bana gösterene kadar da bilemeyecektim.

"Kulağa çok iyimser gelebilir ama şunu bilmelisin ki, sevginin çözüp yoluna koyamayacağı hiçbir şey yoktur bu hayatta. Ve bu sevginin hangi boyutu olursa olsun fark etmez. Arkadaş, sevgili, anne, kardeş..." Geri çekilip ağlamaktan kızaran yüzüne baktım. "Kızgın mısın? Sevgiyle geçer. Üzgün müsün? Sevgiyle halledilir. Yaralı mısın? Sevgi yaralarını sarar. Sorun yok, tamam mı?"

Küçük bir çocuk gibi dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. "Güzel."

"Teşekkür ederim."

"İyiysen sorun yok."

Tebessüm etti. "İyiyim, gönül rahatlığıyla gidebilirsin. Sanırım yalnızca birazcık kafamı toplamaya ihtiyacım var."

"Yakalanmadan seni yalnız bıraksam iyi olur." Evet, aklım kesinlikle onda kalacaktı ama gitmem gerektiğini de biliyordum. Daha fazla yanında kalmam gerçekten tehlikeli olabilirdi. Taburemden ayağa kalkıp onun saçlarını karıştırdım. "Yeniden görüşene kadar keçileri kaçırma sakın."

"Kaçırmam merak etme, sıkı bağladım."

Onun kızaran yüzünde açan gülüş beni de gülümsetti. Yanağını iki parmağımın arasına sıkıştırdım. "Abisinin gülü."

Elimi itti. "Aynı yaştayız, aynı yaşta!"

"Sen en fazla yirmi yaşındasın kusura bakma."

Gözlerini devirse de yüzünde güzel bir tebessüm vardı. "Allah'ın delisi, bir vazgeçemedin şu huyundan. Tamam en abi sensin."

"Eyvallah."

Yumruğunu kaldırıp koluma vurduğunda sesli bir şekilde güldüm ve kapıya doğru ilerledim. Odadan dışarı çıkmak üzere ilerlerken kapının sağ tarafında kalan kitaplığa gözüm ilişti. Raftaki eski cilti ince kitaplar dikkatimi çekmişti ki yaklaştıkça bunların kitap değil birer dosya olduğunu anladım. Eski deri kaplı kahverengi dosyaların üstünde gözlerimi gezdirirken üstlerindeki altın yaldızlı numaralar dikkatimi çekti. "Bunlar deneklerin dosyası mı?"

Serra birkaç adımda yanıma geldi. "Evet ama içi boş."

Gözlerim numaraları seçerken elimi uzatıp 35 numaralı dosyayı elime aldım. "Neden?"

"Felix ve Benjamin'den önce burada çalışan doktorlar deneklerin tıbbi kaydını burada tutmuşlar. O yıllarda teknoloji bu kadar gelişmiş olmadığı için veri depolama konusunda internete pek güvenilmiyordu. Daha önce inceleme fırsatım olmadı ama burada sadece beş altı yılın kaydı ancak varmış, sonrası aşamadığımız duvarların arkasında." Diyerek bana laf soktu.

Ellerimin arasında tuttuğum Yaşam'ın dosyasını tereddüt ederek araladım. O biz onu hiç tanıyamadan, isminin aksine trajik bir şekilde bu hayattan hiç yaşayamadan silinip gitmişti ve bize ondan kalan tek şey birkaç sayfalık bir dosyadan ve kötü bir hikayeden fazlası değildi. Yaşam yokken bile vardı bizim için. Kardeşimiz, göz bebeğimizdi. Varlığının ihtimaline tutunup atıldığımız bu macerada yokluğuyla sarsıldığımızdı. Sis, karanlık her yerimizi sarmış, gözümüz kör olmuştu. Aydınlık varsa da bu saatten sonra bizim için bir anlamı yoktu. Çünkü bu hayat, Yaşam'ı öldürmüştü.

Dosyayı araladığım anda karşılaştığım ilk şey onun fotoğrafları oldu. Bebekliğinden beş yaşına kadar, her yaşı için bir fotoğraf olduğu kanısına varmıştım, acıklı bir fotoğraf karesinden bana göz kırpıyordu. "Ben bakamayacağım." Serra sırtını kitaplığa yaslayıp gözlerini kapattı ve kollarını göğsünde bağladı. Yeniden ağlamamak için kendiyle savaşmaya başladı. Onun aksine ben görmek istedim fotoğraflardan yeşil gözleriyle bana bakan yorgun kız çocuğunu, şimdi hiç olan varlığını tanımak ve ona merhaba demek istedim.

Güzel bir bebekti, güzel bir çocuktu ama hep zayıftı, çelimsizdi. Yeşil gözleri beyaz teninde parlıyordu, adeta annemin kızıyım diye bağırıyordu. Keşke annesinin kızını bir kez görme imkanı olsaydı, keşke o kız babası ve abisiyle de tanışsaydı, keşke hayatı bir hiç uğruna yok olmasaydı.

Yaşam'ın üçüncü yaşına ait fotoğrafında yüzündeki ağlamaklı ifadeye baktım, belki de yorgun ve bezgin ifadesinin haricinde duygu kırıntısı barındıran tek fotoğrafıydı o. Yeşil gözleri dolu doluydu, dokunsalar ağlayacak gibiydi. Çenesinde beliren çukur, dudaklarını büktüğü için daha da belirginleşmişti. Çocuklar ve bebekler saf ve masumdur, yüzlerinde hep kocaman birer gülümseme olur ama Yaşam'ın yüzünde bundan eser yoktu. Ne küçük bir bebekken, ne de çocukken. Ne şartlar altında o fotoğraf çekilmişti, neye maruz kalmıştı, neler görmüştü kısacık ömründe?

"Bebekliği de güzel mi?"

Gülümseyip gözlerimi fotoğraftan ayırdım. "Evet." Dedim yüzüne bakarak. Çektiği acılar kadar güzeldi belki de. "Annesinin kopyası."

Gülümsedi acı içinde. "Hep biliyordum."

Sayfayı çevirip dosyayı incelemeye koyuldum, yapılan her iğneden uygulanan her deneye kadar her şeyin kaydı sıkıca tutulmuştu. Sayfaları hızlıca geçerken anlamını bilmediğim kelimelerle dolu bir sayfayla karşılaştığımda durdum. Anlayamadığım karmaşık harflerle yazılmış bir kelimenin karşılığında İngilizce karşılığı vardı. Kaşlarım hayretle havalandı. "Bu düşündüğüm şey mi?"

Yanıma gelip baktığım sayfaya baktı. Belli belirsiz başını salladı. "Dil yoksunluğu deneylerinde gösterdikleri gelişmeleri, çözebildikleri kadar onların dillerini ve anladıkları kadar da anlamlarını kaydettiklerinden ama daha sonra bundan tamamen vazgeçtiklerinden bahsetmişti bir keresinde Felix. Onlardan öncekiler kendi amaçlarına hizmet ediyormuş. Ne de olsa insanın ana dilini keşfetmek için başlatılan bir projeydi dil yoksunluğu deneyleri."

Benim aklımı kurcalayan nokta ise tamamen başkaydı. "Deneklerle bir şekilde konuşup iletişime geçebiliriz yani, öyle mi?"

"Bu kelimeler Frigceyi andırıyor ve telaffuzunu doğru yapabileceğimizi sanmıyorum. Ayrıca bunlar beş yaşına gelene kadar kullandıkları kelimeler, muhtemelen bunca zaman boyunca dilleri değişmiş ve gelişmiştir. Sandığın gibi bir bağ kuramayız."

Bu elimde tuttuğum şey bir dosya değil, hazineydi. "Ama deneyebiliriz, değil mi?"

"Sence hiçten var olan bir dili 17 senelik kayıtlarla ne kadar doğru konuşabilirsin?"

"Onların güvenini kazanacak kadar."

"Biz onları kurtarmaya çalışıyoruz ama."

"Anlamadığın birinden gelen kurtuluşa ne kadar güvenebilirsin?" O sessiz kalınca kendi sorumu kendim yanıtladım. "Güvenemezsin."

"Kendi bildiğini okuyacaksın değil mi yine? Merakından yapmayacağın şey yok."

Ona küçük bir tebessüm edip cebimden telefonumu çıkarıp kelimelerin fotoğrafını çektim. Serra başta yakalanacağız diye mızmızlansa da bir an önce gitmem için tüm dosyalardaki birbirinden farklı deneklerin kullandıkları kelimelerin fotoğraflarını çekmeme yardım etti. 113'ün dosyasını elime aldığımda adını görmek için, onun gerçekte kim olduğunu öğrenmek için içimde önlenemez bir istek oluştu. Dosyayı açıp merakımı hızlı bir şekilde giderebilirdim lakin bunun yalnızca merak olmadığını hissediyordum. Ben onun kim olduğunu öğrenmek, ona dair bir şeyler bilmek istiyordum. Doğru değildi. Benim için değil, onun için doğru değildi.

Dosyanın kapağını kaldırdığım an kim olduğunu öğrenebilirdim. Adını, milletini, ailesini... Sırf istediğim için bunu yapabilirdim ve hiçbir şey buna engel olamazdı ama onun için bunu yapmadım. Bencilce hareket edip onu da kendimle birlikte karanlığa çekiyordum, aydınlığa çıkarmak istediğim kızı karanlığa hapsediyordum. Zaten fark da ediyordum, son zamanlarda çizgiyi fazla geçiyordum.

Dosyayı sondan açıp onun ağzından kayda geçen kelimelerin fotoğraflarını çekip bunları da uygulamaya aktardım. Hızlıca tüm dosyalardan alacaklarımı alıp telefonumu cebime attım ve cebimde bir hazine ile laboratuvardan ayrıldım. Bugünkü kaos ortamı en çok bize yaramıştı, karlı bir gün oluyordu ve günün sonundaki kazançla günü zirveyi taşımayı umuyordum. Bir günde büyük ilerleme kaydetmiştik.

Ortalıkta kimsenin olmamasını fırsat bilip hızlıca zemin kattaki bir numaralı odaya kendimi atıp kapıyı arkamdan kilitledim. Odaya girdiğim anda kulağıma dolan ağlama sesleriyle içeri girdiğim anda derin bir nefes alan Merih'e döndüm ve ne oldu dercesine başımı salladım. Omuzlarını silkip beni işaret etti. Kaşlarım çatılırken ağlama sesine doğru döndüm. Dün gece birlikte uyuduğumuz koltuğun arkasından geliyordu.

Koltuğa doğru ilerleyip bir elimi duvara yasladım ve duvara doğru yaklaşıp koltuğun arkasına baktım. Ona baktığımda karşılaştığım hali yutkunmama neden oldu. Yeşil gözleri şişmiş ve kan çanağına dönmüştü, dalgalı sarı saçları birbirine girmişti. Gözlerinden yaşlar oluk oluk süzülüyordu. Titeyen ellerini sesinin çıkmaması için ağzına bastırmıştı. Beni gördüğünde gözlerinden bir rahatlama ifadesi geçti. Ellerini ağzından çekti ve bu sefer yüzüne bastırdı. Ağlamasına kaldığı yerden devam etti.

Derin bir nefes aldım ve geri çekildim, elimi duvardan çekip sertçe saçlarımdan geçirdim. Şifonyerde duran ilaçlara baktım, alması gereken hiçbir ilacı içmemişti. Yutkundum sertçe, yine ne yapacağımı bilemediğim bir andaydım. Göz yaşlarından nefret ederdim ama bu kızın ağlamasından dünyadaki her şeyden daha çok nefret ediyordum. Sadece gülse olmaz mıydı? Yeşilleri üzüntü değil de umut dolsa ve sadece mutluluk barındırsa o zaman dünya daha güzel bir hal alırdı, belki de dünya benim için bile yaşanılası bir yer olurdu.

Ama şimdi her zamankinden daha çok nefret etmiştim her şeyden. Yavaşça ben de duvarın dibine çöktüm, o koltuğun arkasında yerde oturuyordu ben de koltuğun yanında. Dipdibeydik. Yüksek ihtimalle yeniden ilaçları görmek ona acının pençesinde kıvrandığı pek çok anı anımsatmıştı. Ve Merih'le uzun zamandır tek başına olmanın da onu bu hale getirmesinde payı vardı.

Bana güveniyordu ama onu güvenip emanet ettiğim insanları tanımıyordu, onlara güvenmiyordu. Kardeşlerimi de o insanlar gibi sanıyordu. Tek kolumla arkasında olduğu koltuğu öne doğru ittim. Böylece ağlaması daha da şiddetlendi, saklandığı tek kalesini de indirmiştim. Başımı ona çevirdim ve giderek daha da şiddetlenen ağlayışlarına baktım. Bir anksiyete krizi geçiriyor olması muhtemeldi.

Elimi uzattım ve ince bileğine sardım, önce irkildi ama sonra bir tepki vermeden ağlamasına devam etti. Ağlayışı daha da şiddetleniyordu ve buna karşılık ne yapmalıydım bilmiyordum. Elini yüzünden çektim ve ıslak ormanlarının en içine baktım. Gözlerimi kırpıştırdım, bir şey hem çok güzel hem de acı verici olabilir miydi? Öyle güzeldi ki, o an nefesim kesildi. Gördüğüm en güzel kadın değildi ama baktığım yüz hatları her şeye rağmen hayata tutunan bir kadının yüzüydü. Ve o gülerken de, merakla bana bakarken de, ağlarken de, acı çekerken de benim için dünyanın en güzel kadınıydı.

Gözyaşlarını akıtan yeşillerinin acısını hissettiren bakışları gönlümü tam on ikiden vuruyordu. Titreyen biçimli, morarmaya yüz tutmuş dudakları nefes alışlarımı zorlaştırıyordu. Yanaklarındaki yaralar ve morluklar derin bir nefes alma ihtiyacımı tetikliyordu. Buğulanmış yeşilleri öyle masum ve güzel bakıyordu ki bu dünyanın her gününü görmüş biri olarak bir kere daha nefret ettim her şeyden. Onu bu hale getiren herkese dünyayı cehennem etmeye bir kez daha ant içerken buldum kendimi. Her bir detayı, simsiyah hayat sayfasına beyaz kalemle çizilmiş bir sanat eseri gibiydi ve ben tüm karanlığımla çekilmeye başlamıştım o beyazlığa. İlk kez bir şeyin çekimini bu kadar derinden hissediyordum.

Bileğinden nazikçe çektim onu, solgun dudaklarını birbirine bastırdı ve ağlamaya devam ederken bana baktı. Ve o an bir kez daha anladım. Yağmuru severdim ama yağmur onun gözlerine misafir olunca bundan nefret ediyordum. Elimi yanağına uzattım, işaret ve orta parmağımı yaralarla kaplı pul pul olmuş teninde varla yok arası gezdirdim. Hassas teni kaydı parmaklarımın altında, cildindeki kuruluk yaktı parmaklarımı. Yüzündeki yaralar ne çok acıtıyordur canını kim bilir? Zorlukla yutkundum. Ben de kapattım gözlerimi ve sol gözünden akan yaşları sildim.

İçinde bir yerlerin acıyor olması düşüncesi içimi öfkeyle doldurdu, o an tüm acısını almak istedim. Ben hepsini kaldırabilirdim ama o bu yükün altında ezilirdi. O ezilirse oyun biterdi benim için. Ne ara benim için bu kadar önemli olduğunu idrak edememiştim. Bir anda gelen o büyük farkındalığın şokunu yaşıyordum.

Gözlerimi ilk ben açtım, o ise hala aynı şekilde ağlıyordu. Kapalı göz kapaklarından fırsat bilip elimi çektim ama o da hemen açtı gözlerini. Kolundan tuttum ve onu kendime çektim. Tereddüt etmedi bu sefer, onu yönlendirmeme ses etmedi. Kucağıma gelirken odanın bir köşesinde şaşkınlıkla iletişimimizi izleyen Merih'e tereddütlü bir bakış atmadan edemedi. Ve benim içim ona, onca hüznün ortasında bir de beni düşünüyor oluşuyla tekrar eridi.

Yasak Deney'ler ekibinin ve benim ona muamele edişim arasındaki farkı biliyor ve bunun bir şekilde normal bir tutum olmadığını anlayabiliyordu. Benim ona ve diğer deneklere karşı sergilediğim tutumun benim açımdan sorun oluşturabileceğini de düşünebiliyordu. Çok hızlı ve keskin bir şekilde olayları kavrıyordu. Hayatımızın işleyiş şeklini hiç bilmemesine rağmen olayları kavrama hızı ve zekası, hayret verici derecede parlaktı.

Onu kucağıma çektiğimde başını hemen göğsüme yatırdı ve bana sıkıca sarıldı, yeniden bana güvenmeyi seçti. Merih'in kekolar gibi yere çöküp açık kalan ağzıyla bana attığa bakışa karşılık 113'ün arkasından ona orta parmak çektim. Bu hareketime kaşlarını çatıp aynı hareketi bana yaptı. Kaşlarım çatıldığında elimle kapıyı işaret ettim ama o gülüp omuzlarını silkti ve ayağa kalkıp tam karşıma bir sandalye çekip oturdu. Sanki karşısında bir film oynuyormuşçasına bizi izlemeye başladı.

Merih'e göstereceğim daha çok hareket vardı ki 113'ün sağ elini göğsüme koyup kazağımı avuçlarının arasında sıkmasıyla dikkatim dağıldı. Kucağımdaki küçük kızın ağlayışı hala aynı şekilde devam ediyordu. Çenemi usulca başının üstüne yasladım. Göğsümün ortasında bir yer vardı, işte orası cız ediyordu.

Elimi sarı buklelerine uzatmıştım ki ateşe değmişim gibi geri çektim. Güzel saçları öyle cezbediciydi ki her seferinde içimden onları sevmek, okşamak geliyordu ama saçlarına dokunmak demek, onları öldürmek demekti. Bir çiçeği sevdiğinizde onu kökünden koparmazsınız, onu sular ve ona bakarsınız. İşte benim onun sarı bukleli saçlarıyla olan hikayem de tıpkı buna benziyordu.

Aklımda ucu birbirine deymeyen bin bir türlü düşünce dolanıp durdu, bunlardan bazıları birazdan Merih'i nasıl döveceğimle alakalıydı ama benim ilgimi çekenler daha çok kollarımdaki küçük kızla alakalı olanlardı. Yaşadıkları o kadar ağırdı ki en ufak bir etkende tetikleniyor ve bir anda mental olarak büsbütün çöküyordu. Benim onu derleyip toparlamak için kollarıma sarıp sarmalamaktan, yanında olmaktan daha başka ne yapabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu.

Masum ve küçüktü o. Minik yüreği bunları nasıl kaldırmıştı bunca zaman ben onun bunları kaldırmış, tüm gerçekliğiyle yaşamış olmasını bile kaldıramıyor, kabullenemiyorken?

Serçe kadar yüreğinin gökyüzü kadar derdi vardı.

Onu almak ve saklamak istiyordum, ayağına taş değmesin ve hep iyi olsun istiyordum. Hiç görmediği rüzgar üşütmesin onu, bilmediği güneş yakmasın, hiç kimse üzmesin, hep benden istediği gülüşü takınsın, yeşillerine kış hiç uğramasın, hep güneş açsın, hayat dolsun istiyordum. Öyle çok güzel olurdu her şey.

Bel çukurunu okşamaya devam ettiğim sırada o da tişörtümü daha fazla sıktı avuçlarında. Başını boyun girintime soktuğunda başımı duvara dayayıp gözlerimi kapattım. Ağlayışları zamanla yavaşladı, derin derin iç çekmeye başladı. O iç çekerken benim içimde bir şeyler değişti, hissettim bunu. Hiç konuşmasak ve sesini duymasam da yine de onu anlıyordum ve sanırım o da beni anlıyordu, gülüşümü anlıyordu. Anlaşılmak diğer tüm şeylerden ağır basıyordu. Bu hayatta bu denli kıymetli çok az şeye sahiptim.

Önce ağlayışı, sonra da kollarımdaki vücudunun titremesi son buldu, nefes alışları düzene girdi ama yerinden biraz bile olsun kıpırdamadı. Sadece bekledim ve o bekleyiş bana hiç de zor gelmedi, halbuki beş yaşında hastane koridorunda annem ve kardeşimin cesedini beklerken her şeyimle nefret etmiştim bu eylemden. Başımı eğdim ve kucağımdaki kızın yüzüne baktım. Gözleri kapalı bir şekilde öylece bekliyordu, bugün geceki mutlu halinden eser yoktu yüzünde.

Ona baktığımı fark ettiğinde usul usul araladı gözlerini ve güzel yeşillerini gözlerimin önüne serdi. Gözleri yaşların etkisiyle parlıyordu, gözlerimin içine baktıktan sonra utanarak kaçırdı gözlerini. Bu hali eşsiz güzellikteki bir manzarayı andırıyordu, hiç bilmiyordu.

Sanki az önce yeniden acı çekeceğinden korkup ağlamamış gibi tatlı bir hale büründü. Keşke dedi içimde bir yer, keşke elini biraz çabuk tutup o uyanmadan yetişseydin de yok yere bu kadar korkup ağlamasaydı bu kız. Onu korumak isterken ağlamasına, korkmasına sebep olmuştum. Eğer biraz erken gelebilseydim, elimi çabuk tutabilseydim korkmayacaktı böyle. Ağlamayacaktı. Ondan özür dilemek istedim ama ağzımı açıp ona söyleyebileceğim tek kelime yoktu. Elimden sadece gülümsemek geldi, gözyaşlarının suçlusunun ben olduğumu anlamayacaktı ama gülüşümle avunacaktı. O böyle masumken, kendimi olduğumdan çok daha kötü bir adam gibi hissediyordum.

Gülüşüme bakarken buruk bir tebessüm etti. Saflığı, masumluğu karşısında nutkum tutuldu bir kez daha. Gözündeki yaşları sildim güzelce. Yüzündeki yaraları hiç düşünmeden ağlıyor, gözyaşları yanaklarını kavuruyordu ama bunu umursamadan sürekli ağlıyordu. Kızayım diyordum ama o böyle bakarak benim tüm haklarımı da elimden alıyordu.

Öylece gülüşümü izlerken alnını dudaklarıma yasladığında gözlerimi birkaç kez kırpıştırmadan edemedim, sonra içimde bir gülümseme isteği uyandı. Herkese ve her şeye karşı şiddetli bir gülümseme isteği. Saçlarından yayılan buram buram vanilya kokusunu içime çektim ve alnına minik bir öpücük kondurdum.

Küçük temasıma karşılık geri çekilip kocaman gülümsedi, oyun arkadaşını yeni bulmuş bir kız çocuğu gibiydi. Gözlerimin içine bakarak yavaşça kafasını bana yaklaştırdı ve yanağını yasladı bu kez de dudaklarıma, ortak oldum ben de tatlı oyununa. Tüy kadar hafif bir öpücük kondurdum yanağına. İstediğini aldığı anda sevinçle geri çekildi ve ellerini kalbinin üstüne bastırıp kocaman güldü, bense onun ağlayışlarının ve acı inleyişlerinin ardından ilk kez gülüşünün sesini duydum. Yumuşak ve ipeksi sesini duymak onun gülüşünü izlerken içten bir şekilde gülümsememe sebep oldu.

Kucağımda hareketlenip dik konuma geldi ve beklentiyle bana bakmaya başladı. O an soluk alış verişlerinin hızlandığı dikkatimden kaçmamıştı ki bir anda başını bana yaklaştırmaya başladı. Gözlerini kapatıp dudaklarını dudaklarıma uzattı. O an vücudumun kaskatı kesildiğini, uzun süre sonra göğsümün orta yerinde bir kıvılcımın ateşlendiğini hissettim. Yirmi yedi yaşında kocaman bir adamdım lakin tam da şu anda küçük bir kızın karşısında ilk öpücüğünü vermek üzere olan bir ergeninki gibi küt küt atıyordu kalbim.

Derin bir nefes alıp dudaklarının üstüne koydum elimi, yüzü yüzümün birkaç santim ötesinde durmuşken temasımla gözlerini açıp bana baktı. Ona gülümsedim ve minik burnunun ucunu öpüp geri çekildim. Karşılanmayan beklentisiyle dudaklarını büzse de minik ve buruk bir tebessüm etmekle yetinip geri çekildi. Hayır ben seni öperim de, kalplerimiz buna hazır mı hiç emin değilim be güzelim.

O an tüm dikkatimi ne hissettiğini analiz etmek için 113'e vermiştim ki bir patırtı sesiyle kucağımdaki kız korkuyla irkilip göğsüme sığındı. Bana sarılıp görüş alanımı açığa çıkarırken gülmemek için elini ağzına bastıran Merih'i sandalyeden düşmüş bir şekilde yerde gördüm. Gerçekten iyi bir dayağı hak ediyordu bu!

Kaşlarımı çatıp ona yerden kalkmasını işaret ettim ama o sanki inadına yapıyor gibi daha da yayıldı yere. İki metre adamsın yerde yaptığın şova bak dememek için çok zor tuttum kendimi. Onun hunharca gülmesini izlerken avuçlarım kaşınmaya başlamıştı. Merih gülerken kaşlarımı çatıp ona şifonyerin üzerindeki ilaçları işaret ettim. Beni hemen anladı ama kendini toplayıp hunharca gülmeyi bırakması dakikalarını aldı. Onu çatık kaşlarımla izlerken korkmaması için 113'ün sırtını sıvazlamaya devam ettim. Merih, sonunda yerden kalkmaya tenezzül ettiğinde ben hala çatık kaşlarımla onu izliyordum. Ona işaret ettiğim ilaçları ve suyu alıp yanımıza geldiğinde bacağına yerden yapabildiğim kadarıyla sert bir tekme attım.

Hiç bozuntuya vermeden hala gülmeye devam etmesi sinirimi bozduğu için derin bir nefes aldım ve başımı eğip 113'e baktım. Kafası boynuma yaslıyken çaktırmamaya çalışarak kocaman açılmış korku dolu gözleriyle Merih'e bakıyordu. Elimi çenesine uzattım ve başını göğsümden kaldırmasını sağladım. Önce istemese de sonra isteğime karşı gelmedi. Başımı kaldırıp Merih'e bir bakış attım, o da hemen yanıma oturup ilaçları bana uzattı. İlaçlara bakarken gözleri doldu 113'ün, başını şiddetle iki yana salladı. Bu hali bana derin bir iç çektirirken Merih'in paketten çıkardığı hapın birini dudaklarına uzattım ama o dudaklarını aralamadı. Bu tepkisi o kadar haklıydı ki duraksadım.

Onun korkusunun beni deli ettiğini hissediyordum. Onu üzen, inciten, kıran, endişelendiren, ağlatan ne varsa karşısına dikilmek istiyordum. Şakağına minik bir buse kondurduğumda bunu bekliyormuş gibi döküldü yaşlar gözlerinden, oluk oluk aktı yanaklarına. Bu kez yaralarına değmeden silmeyi becerdim göz yaşlarını yanaklarından. Gözlerimin en içine baktı bu hareketimle birlikte. Gülümsedi. Gülümsedim.

İşaret parmağımla dudağını aralayıp hapı ağzının içine yerleştirdim. Gözlerindeki korku o anda daha da alevlendi ama ben gülümsedim. Merih'in uzattığı su şişesinin ağzını açıp ona su içirdim. Hapı gözlerimin içine tereddütle bakarak zar zor yuttuğunda gülümseyip yanağına bir öpücük daha kondurdum. Bakışlarındaki korku aniden yumuşadı. Onun da gülüşü büyürken Merih bir hap daha uzattı. İkinci hapı da ağzına koyup yutmasını sağladıktan sonra çenesine bir öpücük kondurdum. Ben çenesini baş parmağımla okşarken gülümseyip elini benim çeneme uzattı ve çenemdeki belirgin çukuru okşadı, uzanıp dudaklarını o çukurun üzerine bastırdı. Geri çekilip gözlerime baktığında derin bir nefes aldım.

Evet.

Bakışmamızı bölen şey Merih'in göz hizamıza soktuğu haptı. Hapı almak için elimi yanağından çekmiştim ki 113 benden önce davranıp hapı ağzına attı ve Merih'in elindeki su şişesini alıp suyu içtikten sonra hapı yuttu. Elinin tersiyle dudaklarındaki suyu temizleyip dudaklarını dudaklarıma uzattı. Dudaklarımız birbirine temas ettiği anda elektriğe tutulmuş gibi bir şaşkınlıkla geri çekildim. Narin yaratığımın bu cüretkar haline alışabileceğimi hiç sanmıyordum.

Az önce sanki beni kendi isteğiyle öpmeye çalışmamış gibi utancından kıpkırmızı olan yanaklarıyla alt dudağını ısırarak bana bakıyor ve tepkimi ölçmeye çalışıyordu. O an ikimizin de amacı aynıydı, ikimiz de benim tepkimi ölçmeye çalışıyorduk. O bana böyle bakarken göğsümün ortasında bir sıcaklığın yayılmaya başladığını hissettim ve kalbime kadar ulaşan bu sıcaklık dudaklarıma dişlerimi gösterecek kadar büyük bir gülüşün yayılmasına sebep oldu. Benim gülüşümle birlikte 113 iyice utanıp gözlerini kaçırdı, hem öpmeye çalışıp hem de kaçıyordu. Bir anda çok yaramaz olmaya başlamıştı bu küçük ve narin yaratık.

Merih'in bir anda artık içinde tutamadığı için püskürttüğü kahkahasıyla ikimiz de şaşkınlıkla ona döndük. 113 onun gülüşüne karşılık ne yapacağını bilemezken bu onların arasını düzeltmem ve benim yokluğumda 113'ün yeniden korkmaması için iyi bir fırsat olabilirdi.

113, belerttiği iri gözleriyle Merih'i izlerken sırtımı duvardan ayırıp omzumu Merih'in omzuna yasladım. Ne yaptığımı hemen anlayıp elini omzuma koydu ve dostça sıktı, ikimiz birbirimize gülümseyip bir baş selamı verdik bir çift dikkatli yeşil göz tarafından analiz ediliyorken. 113 iyice büzülüp bana doğru sokulurken Merih'e ters bakışlar atmakla meşguldü. İşaret parmağımla çatık kaşlarının arasına dokunup kaşlarını gevşetmesini sağladım. Bu hareketimle yüz ifadesi bir anda çözülürken işaret parmağımı dudağının kenarına koyup yukarı doğru kıvırdım, bu hareketimle gülümsedi. Meraklı gözleri ikimiz arasında mekik dokurken yumruk yaptığı elinin işaret ve orta parmağını açıp bana gösterdi.

Kaşlarım söylediği şeyle merakla havalanırken bana ne anlatmaya çalıştığını merak ediyordum. Bana gözleriyle Merih'i işaret edip yaptığı iki işaretini yüzüme doğru yaklaştırdı. Beklentiyle yüzüme bakışından bunun bir soru olduğunu ve bir cevap beklediğini anlıyordum ama bu sorunun ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu, başımı usulca iki yana salladım.

Anlamadığımı anladığı anda yüzündeki gülümseme küçüldü, bir nefes alıp elini sırtımı yasladığım duvara koydu ve iki parmağını yavaşça duvara sürterek bana yeniden anlatmayı denedi. Tüm dikkatimi ona yoğunlaştırıp düşünmeye başladım. Onu ilk gördüğüm anda da iki parmağını aynı şekilde duvara sürtüyordu. Daha önce bunun onun için özel bir anlamı olabileceğini akıl edememiştim. Gözlerini umutla gözlerime çevirdiği anda yine anlatmaya çalıştığı şeyi anlamadığımı gördü ve bu yüzündeki gülüşün tamamen silinmesine sebep oldu.

Hemen asılan küçük yüzü iyice kızardı, usulca aralık duran dudakları titredi. Onu yeniden ağlarken görmeyi hiç istemiyordum. İkimizin arasında kurulan bir bağ vardı inkar etmediğim ve asla da edemediğim, konuşmadan da anlaşıyor bakışlarımız ve gülüşlerimizle konuşuyorduk. Zaman geçtikçe ve bu bağ kuvvetlendikçe onun bana söylemek ve benden duymak istediği şeyler de doğal olarak artıyordu. Aramızdaki bu iletişim şekli çok özeldi benim için ama ilk kez anlayamamıştık birbirimizi, tıkanıp kalmıştık. İlk kez bu özel şey yük olmuştu bize. Onun gözlerine yaşlar dolmuştu sırf bana bir şeyleri anlatamadığı için, küçük kalbi incinmişti. Beyninin içinde neler dönüyordu şu anda kim bilir? Kendine mi kızıyordu, kendini yetersiz mi hissediyordu?

Kolumu Merih'in omzuna sardım ve onu kendime çektim, o bu ani hareketim karşısında bana doğru savrulduğu için güldü ve bir kolunu omzuma attı. 113 ağlamak üzereyken bir anda ilgiyle bize baktı ve yeniden umutla iki parmağını gösterdi bana, gülümsedim ve ben de elimin işaret ve orta parmağını açıp yaptığım işareti ona gösterdim. Sanırım bu arkadaş anlamına falan geliyordu. Sanırım bana o senin arkadaşın mı tarzında bir soru sormaya çalışıyordu.

Merih de aynı işareti yapıp gülümsedi 113'e. Merih onu hala tedirgin etse de buruk bir tebessüm sunup bizi izledi. Dudağı usulca titrediğinde iki parmağını kendi kalbinin üstüne koydu ve gözlerini kapattı. Bu haline derin bir iç çektim. Biliyordum, Yaşam gelmişti aklına. 113'ün tek arkadaşı, birbirlerini uğruna ölümü göze alacak kadar çok sevdiği ailesi, 113'ün ikisi... O duvardaki iki biçimsiz çizgi çok kıymetliydi aslında, çok özledi değil mi? Yaşam'la ilgiliydi çünkü, ondan kalan son izdi.

Yas tutan bu hali içime oturdu. Yüzümdeki gülümsemeden eser kalmadı saniyeler içinde. Merih ise öylece izledi bu sessiz konuşmayı. Yeniden göğsüme çektim onu. Hemen sarıldı bana, sığındı göğsüme, sessiz sedasız ağladı. Bu kez silemedim gözyaşlarını. Bu kez ağrısı, acısı bedeninde değildi çünkü kalbindeydi, yüreğindeydi. Küçük bedeni ağlayışıyla, sessiz sessiz iç çekişiyle kollarımın arasında sarsıldı. O benim kollarımda, sarılışımda, tesellimde avunurken kalbini yoklayan yası aldığı ilaçlar yüzünden ağırlaşan bedeninin uykuya teslim olmasıyla kısa bir süre sonra son buldu.

Merih'in sessiz fısıltısını işittim. "Çok minnoş len bu kız çocuğu." Göğsümde aralık kalan dudaklarıyla ve kızaran fındık burnuyla uyuyan 113'e bakarken yüzünde şefkatli bir ifade vardı. "Biz küçükken Can Abinin, Güneş diye bir yavru kedisi vardı ya sahafında beslediği. Kucağından inmez, sürekli seninle oynar, sana kendini sevdirmek için yanından ayrılmaz, sürekli kucağında uyuyup kalırdı ya ona benziyor aynı." Güldü. "Aşık sana."

Dudağımda bir tebessümle dinlediğim konuşmanın sonu kalbimi tekletti. "Saçmalama Merih, bu kız nereden bilsin aşkın ne olduğunu? Ne anlama geldiğini?"

Gülümsedi yüzüme bakarken. "Aşkın ne olduğunu bilmez belki ama yüreği de hissedemez mi? Bilmemek hissetmeye engel mi?"

Başımı iki yana salladım. Bu muhabbet hem beni deli gibi heyecanlandırıyor, hem de deli gibi üzüyordu. Bu iki zıt duygunun bir anda göğsüme çöküp içimi daraltması beni korkutuyordu. İyimser bir insan değildim, zaten dünya da iyi bir yer değildi. Kendimi yalanlarla ve boş umutlarla avutmayı sevmezdim. "Cehennemi yaşayan bir kız gördüğü ilk gülüşü cennet zannetti."

Sözlerim üzerine gözlerini devirdi. "Durum vahim, ben de kıza aşık oldum desene sen şuna."

Kaşlarım çatıldı. "Merih, vururum seni."

"Ben aşkı gördüğüm yerde tanırım, bu kızın bakışları bakış değil. İçi gidiyor oğlum sana, görmüyor musun?"

Omuzlarımı silkecektim ki durdum. Başı yaslıydı göğsüme. İlaç saatini aksattığı için küçük bedeni şu anda ağrılar içinde olmalıydı. Onu uyandırmak daha fazla acı çekmesine neden olurdu. Soluk alışlarımı daha yavaş tutmaya çalıştım, uykusu hafifti zaten uyansın ve tüm o ağrıları hissetsin istemedim. "Görsem ne olacak? Yanlış anlamaktan korkuyorum."

Omzumu sıvazladı. "Aynı anda girdik bu bok çukuruna, aynı tarihlerde gördü bu kız hepimizi, aynı saatlerde gülümsedik bu çocuklara biz ama bana ya da Atakan'a, Simge'ye ya da Serra'ya değil, sana bakıyor ürkek ürkek, seni izliyor tatlı tatlı, seni öpmeye çalışıyor utana utana. Gördüğü tek gülüş değil, görmek istediği tek gülüş seninki. Belki de sevdiği tek gülüş..."

Buruk bir tebessüm ettim. "Öyleyse bile bunun bir ağırlığı var ve o henüz bunun ne anlama geldiğinin farkında değil."

"Senin namusunu iki kez kirletmeye çalışırken her şeyin farkında gibiydi ama."

Abartılı tabirleri kanlı canlı insan olsa pata küte dalacaktım, o derece canımı sıkıyordu. "Bilmiyor. Anlatamıyorum. Anlaşamıyoruz. Konuşamıyoruz."

"Gayet güzel anlaşıyorsunuz gibime geldi. Böyle basbaya bakışarak konuşuyorsunuz."

Az önce sırf bu yüzden ağlayacaktı bu kız. Bu sadece benim gördüğüm kısmıydı. Kim bilir kendi içinde ne kadar üzülüyordu benimle bir şeyleri normal bir şekilde paylaşamadığı için. İçinden geldiği gibi bir şeyleri söyleyemediği ve yıllardır süregelen sessizliği artık mecburi bir hal aldığı için. Bense onun buna canının sıkıldığını, kendini kötü hissetmesine neden olduğunu yeni fark ediyordum ve bu konu şu andan itibaren benim de canımı en az onunki kadar sıkıyordu. "Yetmiyor."

"Yetmez ama aşılır. Yeter ki sevgi olsun, aşk olsun."

Bıkkın bir nefes verdim."Şu fenomen kız gibi aşkolog kesildin başıma. Kurt bakışalım diye ortama girersen hiç şaşırmam bu saatten sonra."

Güldü ve saçlarımı karıştırdı. "Olur olur, o da olur aslan yelesi saçlım."

Elini ittirdim ve saçlarımı düzelttim. "Oğlum defol git şurdan delirtme beni."

"Hemen de gocun, yaran var demek ki."

"Sen kimsin bana ilişki tavsiyesi vereceksin manyak, kelin ilacı varsa önce kendi başına sürsün."

Yalandan yüzünü buruşturup kalbini tuttu. "Bu acıttı."

Bıkkın bir bakış attım. "İsabet olmuş."

"Baya baya hırlama modunu açtın. Abayı yaktım diyorsun yani."

"Bir çarparsam bir tane de duvar çarpar diyorum Merih."

Kahkaha attı. "Yandım, bittim, kül oldum, böyle bir aşk görülmemiş dünyada diyorsun o zaman!"

Gözlerimi kapatıp burun kemerimi sıktım ve birkaç saniye bekledim. "Allah'ım sabır ver. Niye benim etrafım sen akıl dağıtırken şemsiye açan, tuvalete kaçan salaklarla dolu?"

Sözlerimi umursamadı. "Ben senin bu halini iyi biliyorum da bu hangi seviye çözemiyorum."

"Çözmeye çalışma. Nasıl fikir?"

Omzuyla omzuma vurdu. "En son bir kıza böyle baktığında evlenme teklifi etmiştin."

"Sessiz konuşsana sen, uyandıracaksın. Canı yanıyor zaten." Diye söylendim çatık kaşlarımla. "Ayrıca, kucağımda 113 varken eski nişanlımdan bahsetmen de süper olay."

"Karşılaştırma diyorsun yani."

"Yarış atı mı bu kızlar da karşılaştıracaksın?"

"Kaçamadın konudan galiba Sayın Barca." Bakışlarını yüzümde hissetsem de yüzüne bakmadım. "Belki farkında değilsin ama bakamıyorsun bile sen bu kız çocuğuna, için cız ediyor çünkü, titriyorsun oğlum karşısında. Farkında değil misin gözlerinin, nasıl baktığının? Nefes almıyorsun lan kız çocuğunun başı sarsılmasın diye sen daha neyin mavalını okuyorsun bana?"

Kaşlarım çatıldı. "Sürekli çocuk deyip durmasana şu kıza, 2000 doğumlu o. 22 yaşında gayet, hiç de çocuk değil."

"Yaşlıyım triplerine girmiş bir de ruhumuz bile duymadan." Dedi şaşkınlıkla. "Lan ne ara oldu tüm bunlar?"

"Yeminle 113 uyuyor demem sessizce usulca döverim seni, ağır çekimde yediğin ilk dayak olur."

Güldü Merih buruk bir şekilde, yaralıydı gülüşü. "Yaşını kast etmiyordum ki ben onun zaten, merak etme beş yaş normal bir yaş farkı. Bunun için bunalıma girmene gerek yok yani." Bana yandan bir bakış atıp devam etti. "Gözlerini kast ediyordum. Yeşilleri ruhunun hapishanesi sanki, bedeni büyük ama o gözlerin içinde tutsak kalmış bir hayat var. Yaşanamamış pek çok an, duygu ve his var. Tıpkı senin gibi bakıyor, birbirinize çok benziyorsunuz." Derin bir iç çekti. "Çocuk... Hiç çocuk olamamış, iki çocuk."

Sözleri üzerine gözlerimi kırpıştırdım. Sözleri boğazıma oturup nefesimi tıkadı, yutkunamadım. Sözleri doğru olduğu için kendime üzüldüm, 113 için de doğru oluşuna bin kere daha üzüldüm. Burnumu saçlarına yaslayıp derin bir nefes aldım, gözlerim zarif vanilya kokusunun ciğerlerime dolmasıyla kapandı.

Göğsüme saklayıp, içime sarıp sarmalayıp bu yaşamın tüm kavgasından, gürültüsünden, kötülüğünden saklamak istediğim kız bu kötülüklerin arasında zar zor hayatta kalmıştı bunca zaman. Çoğu zaman esen sert rüzgarlarda kökü toprağından ayrılma raddesine gelmiş ama bu küçük inatçı yaratık bir kez olsun vazgeçmemişti, direnmişti. Andım vardı benim, ben bu çiçeği korkusuzca kök salabileceği düşlerindeki o diyarlara götürecektim.

"Doğruyu söyle, sen aşık mı oldun bu kıza?"

"Bilmiyorum." Kapalı gözlerimi sımsıkı yumdum. Kalbim göğsümü şiddetle dövdü, benim tek düşündüğüm ise şiddetli kalp atışlarımın onu rahatsız edebileceğiydi. "Ben sadece... Onu kurtarmak istiyorum. Sanırım."

Güldü Merih. "Herkesten fazla, değil mi?"

Göğsümün ortasından yükselen sesler benden bağımsız dudaklarımdan döküldü, fısıltım benden kopup yasaklıma savruldu. Cılız yakarışım onun güneşi andıran altın sarısı buklelerinin içinde çırpınıp yok oluşa mahkum oldu. "Herkesten fazla. Her şeyden fazla."

✦✧✦

"Lütfen yanımdan ayrılmayın Bay Dawson, buradan sola döneceğiz."

Karanlık tünelde ilerlerken Brendon'ın fısıltısına kulak vererek sola döndüm. Jason kimin dost kimin düşman olduğundan hayli şüphe duyduğu için laboratuvarın en uç köşesinde bulunan lojmanların altındaki gizli ve direkt şehrin merkezine uzanan tünelde kimseye görünmeden gizlice ilerlemeye çalışıyorduk.

Buraya kadar fazla zorlanmadan her şeyi halletmiş olsak da zifiri karanlıkta kendimi ele vermeden ilerlemem hayli zor oluyordu. Çünkü karanlığa alışkındım. Gecenin sakladığı gölgenin, o acı serzenişin dostluğuyla büyümüştüm. Karanlıkta kendini ele vermeden yürümek babasından dayak yememek için kendi evinde hayalet olmak zorunda kalan o çocuk için zor olmasa da şimdi bundan tedirgin oluyormuş gibi sakarlıklar yapmak aynı çocuğu hayli zorluyordu.

Büründüğüm rol için yere sert ve güvensiz basmaya ve özellikle ses çıkarmaya çalıştığım adımlarım ensemde bir canavarın nefesini hissetmeme neden oluyordu. İçimdeki çocuğun tüyleri ürperiyor, geldiği onca yolu geri koşmak istiyordu. Annesinin kollarına sığınmak, kokusunu içine çekmek ve güvende olduğunu bilmek istiyordu.

Derin bir nefes al, derin bir nefes ver. Gözlerini kapat, gölgeleri kovala, canavar senden çok uzakta.

"Daha yolumuz var mı?"

"Çok az daha dişimizi sıkmamız gerek. Tünelin ucunda ışık var."

Zihnimdeki düşünceleri kovalamak gerçek yaşama dört elle sarılmaktan geçiyordu ama gerçek yaşamın da tutunabileceğim her dalı dikenlerden ve zehirli sarmaşıklardan oluşuyordu. "Umarım o ışık, meşhur ışık değildir."

Brendon'ın kısık tutmaya çalıştığı gülüşünü işitip adımlarımı o yöne doğru yönlendirdim, onu göremesem de sesinin uzaklığı bana onun birkaç adım önümde olduğunu söylüyordu. "Bu ışık o ışık, tünelin ucunda ölüm meleği bekliyor."

İçimdeki sıkıntı göğsümü daralttı. Karanlığın içinden bir el uzanıp boğazımı sıkıyordu sanki. İstemsizce yutkundum ve başımı arkaya çevirip zifiri karanlıkta bir şey göremeyecek olduğumu bilsem de arkamı kontrol ettim. Bildiklerim önüne geçemiyordu hissettiklerimin.

"Bu Jason için bir iltifat sayılıyor olmalı."

"Hayır." Brendon'ın sesi beni kendime getirdiğinde önüme döndüm. "Ne kadar öyle görünse de ölümü sevmez. Hatta kelimenin tam anlamıyla nefret eder. Ondan sevdiklerini aldığı için Tanrı'ya inanmıyor. Öylesine büyük bir gücün var ettiklerine acı vermesini saçma buluyor, eğer var olsaydı dünyanın kötülüklerden muaf olacağını düşünüyor."

"İlginç bir bakış açısı." Diye mırıldandım. Omuzlarım aniden kaskatı kesildiği için onları öne arkaya esnettim, bir anda tüm vücudum gerilmişti ve içimdeki bu huzursuzluk dinmediği için her geçen saniye hissettiğim kas ağrısının şiddeti artıyordu. "Ya sen ne düşünüyorsun?"

"Ben Tanrı'ya inanıyorum. Yani sanırım. Çok saçma adamım, anlıyor musun? Küçük şekerlemelerin ardından derin uykuya geçtiğinde her şeyin kapkaranlık olup son bulması, hiç var olmamış gibi yok olmak gerçek olamayacak kadar ürkütücü. Bütün bu amansız koşuşturmacanın bir anlamı olmalı."

Sorun yok, güvendesin, hep güvende olacaksın. Derin nefes al, derin nefes ver... Hatırla. İyi olacaksın.

Çok acıyor. Yay gibi gerilen sırtım, karıncalanmaya başlayan kollarım acı veriyor. Hatırlamak çocukluğumu bıçaklayıp yere seriyor. Geçmişim acı içinde ölümü kucaklıyor.

"Jason ile çok yakınsınız, sık tartışıyor olmalısınız."

"Bazen." Brendon'ı buraya geldiğimden beri birkaç kez görmüş son saatlerde çok daha haşır neşir olmuştum ve onu gözlemleyebildiğim kadarıyla çok dürüsttü. Hiçbir konuda bildiği hiçbir şeyi esirgememiyor, dilinden pek çok şeyi döküveriyordu. Boşboğaz değildi, aksine dürüstlüğü zekasını anlamamda daha çok yardımcı oluyordu. Kurduğu her cümlede zekasından parıltılar seçebiliyordum. Her şeyi açık anlatsa da aklımda hep soru işareti bırakmayı başarıyordu. Jason'a çok benziyor, öte yandan hiç benzemiyordu da. Brendon dolambaçlı bir yolsa Jason o dolambaçın ta kendisi, büyük bir gizem topuydu. Jason bunu sessizliğiyle yapıyordu, Brendon ise sözleriyle. Öte yandan karakter olarak birbirlerini çok andırıyorlardı. En yakın arkadaş olmalarına hiç şaşmamalıydı. "Düşüncelerinde kendince haklı olsa bile bu onun yorumu. Her şey hiçbir zaman mükemmel derecede iyi olmaz ama berbat kadar kötü de olmaz. Her zaman karanlığı dağıtacak bir ışık, tutunacak bir dal vardır. Bazen o ışık gözlerini yakar, bazen o daldaki dikenler ellerini kanatır ama Tanrı asla yarattığını yalnız bırakmaz. Aklımız ve irademiz var, hepimizin içinde bir aydınlık bir de karanlık taraf var ve hangisi olacağımızı kendimiz seçiyoruz. İşte bu kötüye kullandığımız özgürlük. Dünyanın bu kadar kötü olması Tanrı'nın suçu değil, biz karanlığı seçiyoruz."

Tam olarak inanmıyordu ama düşünebiliyordu, bir şeyleri akıl etmeyi deniyordu. O da iyi bir adamdı, hatta belki dışarıda oturup iki sohbet etmek isteyeceğim biri bile olurdu her şey bu günah yuvasında başlamamış olsaydı. Ama buradaydık ve farklı amaçlarla bu kör kuyuda yol alıyorduk. Kötünün iyisi olmak onu aklamazdı. "Aydınlığa gözlerimizi kapatıp Tanrı'yı kötülüğü yaratmakla suçluyoruz."

"Cenneti cehenneme, cehennemi cennete çevirmek de bizim elimizde. Peki siz Bay Dawson, siz Tanrı'nın varlığına inanır mısınız?"

Tereddüt etmeden yanıtladım. "İnanırım."

Güldü. "Düşünmediniz bile."

"İnanç böyledir. Şüphesiz."

"Böyle bir inanç, ha? Sebebi ne?"

Derin bir iç çektim. "Hayatımın en zor zamanlarında, en kötü günlerimde her zaman yanımdaydı. Beni asla terk etmedi. Doğan güneşte, parlayan yıldızlarda, kitapta hep benimleydi. Bu yüzden tüm kalbimle inanırım."

"Artık Pazarları kiliseye gidememek sizi çok üzüyor olmalı."

Gülmeden edemedim. "Başa çıkamayacağım bir problem değil."

Brendon'ın keyifli sesi yerini düşünceli bir tona bıraktı. "Tanrı her zaman bizimle olsa da biz bazı şeyler için onu terk edebiliyoruz, ne gülünç. Biz bu sahnenin soytarılarıyız."

"Para." Dedim. "Yüzyılın yeni tanrısı."

"Doğru." Güldü bu söylediğime. "Bu taraftan, biraz acele edelim. Geç kaldık."

Brendon'ın beni yönlendirdiği tarafa doğru hızla ilerlemeye başladım. Ellerimi deri ceketimin ceplerine yerleştirdim. "Bu iş gittikçe garipleşiyor."

"Jason'ın kuralları." Dedi Brendon adeta onu kınıyormuş gibi bir tavırla. "Şüphenin anında yok edilmesi gereken bir duygu olduğunu hiç öğrenemedi."

"Yargısız infaz yapmak pek onun tarzı değil." Buna birinci gözden şahit olmuştum. Ne bana ne de Alvaro'ya anlamadan dinlemeden muamele etmemişti. Elinde bulundurduğu güç buradaki herkesi kendine esir edebilirdi ama o kendine verilen bu yetkiyi asla kötüye kullanmıyordu. Jason düşmanım olsa da, onun adaletini taktir ediyordum. "Garip bir şekilde, sabırlı bir adam."

"Ama ben değilim. Bu iş bir şarjör mermiyle bitmeliydi. Gereksiz uzadı."

"Bu sence de fazla acımasız değil mi?"

"Hayır. Bu kaçınılmaz. İhanetin affı olmaz." Dedi Brendon. "Şüphe, elmayı yiyen bir kurt gibidir. İnsanın içini yavaş yavaş yer, yavaş yavaş oyar. Bir bakmışsın ne olduğunun farkına bile varamadan çürüyüp gitmişsin. O yüzden bu ve türevi asalak duygular doğduğu anda yok edilmeli. En başta, hiç tereddüt etmeden."

Planı bu şekilde uygulamaları o kadar işime gelirdi ki. Biz hiçbir şey yapmadan birbirlerini yiyip bitirirlerdi ve ellerimiz pislenmeden bir işin daha üstesinden gelmiş olurduk lakin olmamalıydı, bu laboratuvarda hiçbir suçu olmayan bir sürü denek vardı ve biliyordum ki böyle bir savaşta ilk onlar darbe alırdı. "Biliyor musun? Gerçekten haklısın fakat bunu yapabilmek için önce haklı olduğumuzu bilmeliyiz."

İğreniyormuş gibi bir ses çıkardı. "Jason mı ezberletti sana bu cümleleri?"

"Pek sayılmaz."

"Jason'ın seni bu denli saymasına şaşmamalı."

Güldüm. "Neden öyle dedin?"

"Karakterleriniz birbirine çok benziyor." Onaylamaz bir mırıltı çıkardı. "Bu sıralar çok arka planda kalıyorum, hiç hoşuma gitmiyor."

"Kıskanıyor musun?"

"Evet. Bu normal değil mi? O benim kardeşim."

Kaşlarım hayretle havalandı. Bu zifiri karanlıkta yüzünü görmeyecek olduğumu bilsem de başımı sağa doğru çevirip şaşkınlıkla konuştum. "Kardeşin mi?"

"Üvey kardeşim. Bilirsin benim babam ve onun annesi beraberdi. 10 yaşından beri birlikte büyüdük." Şaşkınlığım karşısında güldü. "Bundan haberin yok muydu?"

"Hayır, şaşırdım."

Güldü bu halime. "Görebiliyorum. Ben de şaşırdım."

"Sen neden şaşırıyorsun ki?"

"Bizim hakkımızda dedikodu yapmayı çok severler Adrian. Size şu zamana kadar tüm yaşam öykümüzden bahsetmemeleri tuhaf. Demek ki son sefer gerçekten işe yaramış." Karanlıkla yüzüme baktığını hissettim. "Size Adrian diyebilir miyim, Bay Dawson?"

"Tabii ki Brendon, aradaki gereksiz resmiyetin kalkmasını çok isterim." Dedim ve devam ettim. "Son sefer derken, neden bahsediyordun?"

"İnsanlar konuşmayı çok sever ama ben benim hakkımda konuşulmasını pek sevmem, onları güzelce uyardım." Güldü kendi kendine. "Anladıkları dilden konuşmayı başarmış olmalıyım."

Brendon'ın sözleri dikkatimi çekti. "Yaşam öykünüz çok cezbedici olmalı, bunun için sınırları aştıklarına göre. Birgün sizden dinlemeyi çok isterim."

"İsteyebilirsin, bekleyebilirsin ama anlatacağımı sanmıyorum."

"O zaman sana saygı duyarım."

"Ah!" Dedi Brendon. "Hassas karnımdan vuruyorsun."

"Bu anlatacaksın demek mi oluyor?"

"Muhtemelen Victoria'ya sorsan her şeyini ortaya koyarak sana anlatır. Sizi en son gördüğümde ağzının içine düşüyordu."

"Dedikodunun yapılmasından hoşlanmadığını sanıyordum. Evet sorarsam bana anlatır ama ona sormayacağım."

"Söylemeliyim ki Adrian, Jason haklıymış. İnsanların taktirini nasıl kazanacağını iyi biliyorsun." Zifiri karanlıkta yol alıyor olsak da bakışlarının ağırlığını üzerimde hissettim. "Ama seni çözemiyorum, garipsin."

"Sana yardımcı olmayı çok isterim. Söyle, problem nedir?"

"Ya çok kurnaz bir adamsın, ya da gereğinden fazla iyi. Karar veremiyorum. Söyle bana, hangisisin sen?"

İmalı bir mırıltı çıkardım. "Belki de her ikisiyimdir."

Kısık gülüşünü işittim. "Ben de öyle tahmin etmiştim."

Bu ikimizin arasında geçen son konuşma olurken birkaç koridoru daha geçtikten sonra Brendon birdenbire durdu. "Biziz."

Işıklar aniden açıldığında parlak ışıkla kamaşan gözlerimi kapattım. "Yeter!" Diye söylendi Brendon. "Her seferinde aynı şeyi yapmaktan vazgeç!"

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra zar zor açtım. Işıklar o kadar parlaktı ki az önceki zifiri karanlıktan sonra buna maruz kalmak kör olmuş gibi hissetmeme neden olmuştu. Jason zırhlı araçlarla dolu garajın ortasında siyah jipinin kaputunda oturmuş elinde tuttuğu kumandayla, muhtemelen garajın ışıklarının kumandasıydı, kaşlarını çatmış bize bakıyordu. "Geç kaldınız."

"Köstebek olmadığım için tünelleri her zaman doğru hatırlayamıyorum." Dedi Brendon. "Ayrıca adamın hala cezalı olduğundan etraftan gizlice kaybolmak için nöbet değişim saatini beklememiz gerekti."

Jason'ın kaşları daha çok çatıldı ve tane tane konuştu. "Geç. Kaldınız."

Brendon'a döndüm. "Özür dilememizi mi bekliyor?"

Başını salladı Brendon. "Onu kendi haline bırak." Omzuma vurup Jason'a doğru yürümeye başladı. "Zamanla alışırsın. Korkma, ısırmaz."

Jason arabanın kaputundan atlayıp arabanın bagajına yaslanmış bilgisayarla uğraşan Atakan'ın yanına doğru ilerledi. "Gerçek köstebekler yola çıkalı uzun zaman oldu." Ekrana baktı. "Ne durumdayız?"

"Şehir merkezine ulaşmak üzereler."

"Birazdan tünelden çıkacaklar." Dedi Brendon yanlarına ulaştığımızda. "Artık yola çıkabiliriz."

"Onun kararını ben verebilirim, değil mi?" Brendon gözlerini devirmemek için zor tuttu kendini. Jason'ın sert bakışları ikimizin arasında mekik dokuyordu. "Ve küçük bir hatırlatma. Sakın bir daha geç kalmayın."

"Anlaşıldı." Dedi Brendon dalgaya vurarak, cebinden küçük bir paket çıkarıp onunla uğraşırken Atakan'ın yanına doğru ilerledi. Başını bagajın üstünde duran bilgisayarın ekranına uzattığı sırada Jason iyice çatılan kaşlarıyla onu izliyordu. "Vay be, harbiden bahsettiği kadar yetenekliymişsin."

"Teşekkürler." Atakan, Brendon'a tuhaf bir bakış attıktan sonra tekrar işine döndü. Brendon, Jason'a dönüp sır veriyormuş gibi fısıldadı lakin bu fısıltıyı Atakan da ben de çok net duyuyorduk. Baş parmağıyla olumlu işareti yaptı ve elini ağzına kapattı. "Tam on ikiden, kardeşim."

"Kapat şu koca çeneni, izin ver de işini yapsın."

"Tamam, tamam, tamam... Biliyorum, patron sensin." Ellerini iki yanında teslim oluyor gibi açıp geri geri adımladı. Jason'ın bakışlarının odağındayken arabanın ön tarafına dolanıp elinde tuttuğu paketteki tozu mat siyah arabanın kaputuna döktü. Kaşlarımın hayretle havalanmasıyla Jason'ın Brendon'a doğru "Öldüreceğim seni şerefsiz!" diye söylenip üstüne atılması bir oldu. Uyuşturucu muydu o?

Jason belinden kavrayıp Brendon'ı geri çektiğinde o çoktan derin ve gürültülü bir nefes alıp uyuşturucuyu burnundan çekmişti. Gülerek burnunu elinin tersiyle silerken kardeşinin kollarından kurtuldu. Dalgalı sarı saçlarına şekil verip boynundaki zincirleri de özenle düzeltti. Jason çatık kaşlarıyla ve sinirli bakan gözleriyle onu izlerken o sanki nispet yapıyormuş gibi gözlerini kapatıp başını yukarı doğru kaldırdı. "Evet bebeğim." Dedi sevinçli bir edayla. "Buna bayılıyorum."

Jason durgun yüz ifadesinden ödün vermeden parmağındaki yüzüğün metal detaylı kısmını yukarı getirip kimse ne olduğunu anlamadan yumruğunu Brendon'ın çenesine geçirdi. Brendon'ın aldığı azımsanamayacak şiddetteki darbeyle geriye doğru savrulmasını, kızmasını hatta belki de Jason'a karşılık vermesini bekledim ama yerinden dahi kıpırdamadan sanki hiçbir şey olmamış gibi gülüp Jason'a sarılmasını, Jason onu itmeye çalışırken zorla onun alnına öpücük kondurup "Seni seviyorum kardeşim." diye bağırmasını beklemiyordum. Acaba bu sahneyi kaçıncı kez yaşıyorlardı?

Benimkiler de deliydi ama Brendon'ı görünce kardeşlerime şükredesim gelmişti. Gülerek Atakan'ın yanına yanaştım, yanına geldiğimi fark ettiğinde bana baktı ve burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzeltti. "Kardeşlermiş."

Yüz ifademe bakıp güldü. "Evet, inanması zor."

"Zavallı Jason..." Diye mırıldandım, Atakan'dan hemen itiraz geldi. "Zavallı olan Brendon. Herif kontrol manyağı, etrafındakilere nefes aldırmıyor, uyku uyutmuyor, diktatör bir buz dağının teki. Onun gibi biriyle yaşamak çok zor."

Hırsla söylediği kelimelere karşılık gülmeden edemedim. "Üstüme mi alınmalıyım?"

"Yok gözümün bebeği, alınma sen." Dedi imayla. "Onun seviyesine ulaşman için biraz daha kafayı yemen gerek."

"Biliyor musunuz, Bay Chris?"

Merakla bana baktı. "Neyi, Bay Dawson?"

"Ağzınız kapalıyken daha zeki görünüyorsunuz."

Sahtecikten güldü. "Çok komik. Bugün formunuzdasınız."

Ona samimiyetsiz bir tebessüm sundum, o da aynı gülüşü takınıp orta parmağıyla gözlüğünü burnuna itti ve yeniden bilgisayara dönüp haritada ilerleyen kırmızı noktayı takip etmeye koyuldu. Jason elindeki uyuşturucu bulunan torbayı kendi cebine koyup yanımıza geldi. "Hazır mısınız?"

Jason'ın arkasından sırıtan Brendon'a bakıp ona döndüm. "Eğer siz hazırsanız."

Jason sıkıntılı bir nefes alıp gözlerini ekrana çevirdi. "Tünelden çıktılar, gidelim. Takip mesafesinde kalmalıyız." Atakan bilgisayarını eline aldığında Brendon jipin ön kapısını açmıştı ki Jason onu durdurdu. "İki arabayla gideceğiz. İki grup, yedek araba, daha az tehlike."

"Tamam." Dedi Brendon omuzlarını silkip. "Sorun ne?"

"Chris benimle geliyor, geri çekil. Sen Adrian ile kalıyorsun."

Brendon gözlerini kısıp sinirle inledikten sonra arabanın kapısını sertçe kapatıp yanımıza doğru geldi. "Belki bilmek istiyorsundur diye söylüyorum: Bu iş hiç hoşuma gitmiyor! İki numara olmaktan nefret ediyorum!"

Atakan, Jason'a döndü. "Aaa şey... Acaba o iyi mi?"

"O her zaman iyi." Gözlerini devirdi Jason. "Ama kafası."

Brendon, Jason'a el hareketi çektiğinde Jason hiç istifini bozmadan cebinden bir araba anahtarı çıkarıp kardeşinin yüzüne doğru attı. Elimi kaldırıp anahtarı Brendon'dan önce yakaladım. "Onu ben alayım."

İtiraz gecikmedi. "Ben kullanacağım."

"Beni hiçbir kuvvet senin kullandığın arabaya bindiremez."

"Dostum, patronunun da söylediği gibi benim kafam her zaman güzel. Sorun yok, her şey yolunda." Avucunu açıp bana doğru uzattı. "Ver şunu."

Jason gözlerini devirip Atakan'a başıyla arabayı işaret etti. İkisi sessiz sedasız kendi jiplerine binip uzaklaşırlarken ben derin bir nefes alıp Brendon'a döndüm. "Hayır dedim."

"Ben de ver dedim."

"Bence bu konuşma burada bitti." Arkamı dönüp kumandanın düğmesine basıp gözlerimi yesyeni gıcır gıcır arabaların üstlerinde gezdirdim, farları yanan araba bana göz kırptığında oraya doğru ilerlemeye başladım. Brendon ise arkamdan yere öfkeyle bastığı adımlarıyla beni takip ediyordu. "Güzel, şimdi de üçüncü oldum!"

"İyi tarafından bak." Arkama bir bakış atıp bozulan yüzüne baktım. "İki numara olmaktan nefret ediyordun."

"Çok yazık."

"Neye?"

"Can çekişen espri anlayışına." Ona attığım bakışın aynısını bana yolladı. "Kız arkadaşın sana kendinden bir şeyler katmış."

Yanıma geldiğinde bozulan yüz ifademe bakıp güldü. "Ne oldu, hoşuna gitmedi mi?"

"Victoria kız arkadaşım değil. Hiçbir şeyim değil."

"Açıklama ihtiyacı duydun, hoşuna gitmedi." Güldü ve işaret parmağını bana doğrulttu. "Biri var."

"Kimse yok, sadece sevgilisi olan bir kadının bana ilgi duyması egomu okşamıyor. Anlaşıldı mı?"

"Açıkça." Devam etti sözlerine. "Arabayı benim kullanacağım kadar açık."

Brendon'a samimiyetsiz bir gülüş atıp jipin kapısını açtım ve şoför koltuğuna yerleştim, Brendon kendi kendine söylenerek yan koltuktaki yerini aldığında kemerimi bağlayıp arabayı harekete geçirdim. Garajdan tünele uzanan yoldan ilerlemeye koyulduğumda Brendon camı açtı ve bir anda üst vücudunu camdan sarkıttı.

Bir elim direksiyondayken bir elimle de Brendon'ın deri ceketini tutup onu geri çektim. "Ne yapıyorsun?!"

Ben hızla ilerlerken garajdan şehre uzanan tünelin kapısındaki büyük kırmızı düğmelere basıp kendini içeri çekti. Garaj yeniden zifiri karanlığa gömülürken hızla ilerledikçe arkamda kalan dev kapı da yavaşça kapandı. O ise bu sırada yaşadığı aksiyona kahkahalarla gülüyordu. "Sinek gibi duvara yapışıyordun, deli misin sen?!"

"Tapılası varlığımı sineğe benzetmen büyük bir hata. Teşbihlerin yanlış, edebiyatını geliştirmeni öneririm." Parmağının ucunu gösterdi ve sanki birilerinin duymasından korkuyormuş gibi fısıldadı. "Birazcık."

Cidden delirecektim, el birliğiyle başaracaklardı bunu. "Birazcık olan ne?"

"Deliliğim."

"Birazcık olduğu konusunda şüphelerim var."

Güldü. "Bazen benim de oluyor."

Akıllısı da beni bulmuyordu ya zaten. Derin bir nefes aldım ve gaza basıp kısa bir süre içinde Jason'ı yakaladım, arabanın arkasına yanaştım ve yaklaşık yarım saat süren yolculuğumuz boyunca da aradaki mesafeyi hiç kaybetmedim. Tünelde kilometrelerce süren dağlık alandan şehrin merkezine uzanan yolculuğumuz gökyüzüne uzanıyormuş gibi görünen rampadan çıktığımızda son buldu. Tünelden yola çıktığımız anda dikiz aynasından arkamı kontrol ettim. Biz çıktığımız anda birkaç kamuflaj kıyafetli adam gizli tünelin kapısını arkamızdan kapatıp girişin kamufle olmasını sağladı. Gözlerim karlarla kaplı yolu incelerken zihnimde şehrin hangi bölgesinde olduğumuzu canlandırmaya çalışıyordum. Burası o kadar ıssız bir alandı ki etrafta görebildiğim tek yapı gecenin karanlığında atıştıran karda zar zor seçilen kulübeydi, o da muhtemelen Yasak Deneyler için çalışan başka bir ekipti.

Yola odaklandığım anda koltukta uyuklamak üzere olan Brendon'a bir soru yönelttim. "Bu adamların bizim de çıkış yaptığımızı onlara bildirmeyeceğine, planımızı suya düşürmeyeceğine, onlarla iş birliği yapmadıklarına nereden emin olacağız?"

"İşi şansa bırakıp kendi adamlarımı göndermeseydim olamazdık." Kaykılarak uyukladığı koltukta dik bir konuma gelip gözlerini avuşturdu. "Her şey plana uygun ilerliyor."

"Planı ben de bilseydim, içim biraz daha rahat olurdu."

Şaşırdı ve "Sana anlatmadım mı?" diye sordu sanki buna ihtimal vermiyormuş gibi.

"Sence her şeyden haberdar gibi miyim?"

Başını kaşıdı. "Jason sana anlatma işini bana bırakmıştı, tamamen aklımdan çıkmış."

Sanırım gerçekten kafası her zaman güzeldi. "Plan ne?"

"Plan oldukça basit." Yüzüklerle süslü ve dövmeli parmaklarını kütletirken önümüzdeki ıssız yolda ilerleyen Jason'ın arabasını izliyordu. "Onları suç üstü yakalayıp, kanıt toplayacağız. Bu Jason'ın planı." Elini yumruk yapıp sanki bir şey eziyormuş gibi dizine vurdu. "Sonra benimki devreye girecek ve bum! Onları yakalayıp, gerçekleri öğrenip, o yılanların başını ezeceğiz!"

"Öldürecek miyiz?"

Öldüreceklerini adım kadar iyi biliyordum, bu iş için bu kadar zahmete giriyor olmalarının bile tek sebebi Jason'ın adaletiydi. "Neden şaşırıyorsun? Hiç mi ölü görmedin?"

"Gördüm." Yutkunamadım. "Çok gördüm."

Merakla bana baktı. "Çok?"

Gülümsemeye çalıştım. "Aksiyon filmleri izlemeye bayılırım. İnsanların birbirini katlettiği o vahşi sahneler, tam benlik."

Kusuyor gibi yaptı Brendon. "Film zevkiniz bile aynı."

Yüzümdeki gülümsemeyi sabit tutmaya çalıştım. "Sen ne seviyorsun, romantik komedi mi?"

Sırıttı kocaman. "Hayır, başka bir türe daha çok ilgim var."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sormayacağım."

Omuzlarını silkti. "O zaman ben de sana anlatmayacağım."

"Minnettar kalırım."

Güldü. "Çok şey kaçırırsın."

"Ben böyle iyiyim."

Yine işaret parmağını bana doğrulttu. "Yine yaptın. Gerçekten biri var!"

Kaşlarımı çatıp ona döndüm. "Evet var. Şimdi bana bunun seni ilgilendiren kısmını söyle."

"Aşık olmak istiyorum, sevmek istiyorum." Yola döndü, bir anda gülüşü gidip yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Kafası gerçekten güzelleşmeye başlamıştı, maddenin etkisi kendini derinden hissettiriyordu. "Kalbimi çok uzun bir süredir hissedemiyorum. Birine aşık olmalıyım. İlk kez. Gerçekten. Biri bana aşkı öğretmeli. Şairlere göre hayatın anlamı aşk, değil mi? Eğer aşık olursam benim hayatım da bir anlam kazanır. Eğer birine aşıksan, bana öğretebilirsin nasıl sevebileceğimi."

"Aşk öğretilen bir şey değil adamım, boş heveslerinden vazgeç. Birini izleyerek, kitap okuyarak ya da birilerinin anlattıklarına dayanarak aşkı deneyimleyip onu anlayamazsın ve onu aradığında, asla bulamazsın." Direksiyonu daha sıkı kavradım. "Aşk birdenbire göğsünün ortasında beliriverir ve sen ne olduğunun bile farkına varamazsın."

"Ama güzeldir değil mi, iyidir?"

Başımı salladım. Bizi kül eden ateşi sevmekti aşk, yanmaktı alev alev, varlığının farkına varamadan hiç olmak, hiç oldukça en baştan yeniden doğmaktı. "En olmadık zamanda, en olmadık yerde, en olmadık kişiye aşık olursun. Karşı koyma şansın yoktur, aşık olduysan eğer hükmen malupsundur. Yenilirsin ama yenilmeyi de seversin; ölürsün defalarca, ölmeyi de seversin." Dudaklarımda engel olamadığım bir gülüş belirdi. "Ve en kötüsü... O da sana aşık olur. Gecenin en karanlık anında mucizelere inanıverirsin."

Derin bir iç çekti. "En sonunda da kaybedersin. İşte bu yüzden adı 'aşk' olur. Aşk kavuşulmazsa ebedi kalır. Tatlıdır ama bittiğinde acıtır."

"Kalbini hissetmek istediğini söylemiyor muydun?"

"Acı." Diye fısıldadı. "Kalbin varlığını en derinden hissettiren duygudur."

"Aşık olma isteğine ne oldu?"

"Acının en tatlı zehri aşktır. Güzel ve lezzetlidir, ta ki iliğini kemiğini kurutana kadar. Ölümcüldür." Gülümsedi. "Ama yine de iyidir, güzeldir."

Elinde olmayanı daha çok sever insan, ulaşamadığını daha çok arzular. İşte bu yüzden en büyük aşklar belki de mutlu sonla bitmeyen aşklardır, elde edilen her şey gibi aşkın da kadri kıymeti azalır. Şanslıysan bu sevgiye dönüşür, şanssızsan da bir felakete dönüşerek yiter gider. En sonunda elinde kalbinde büyüttüğün aşktan bir avuç yitik hayal kırıklığı kalır.

Bu kez senaryoyu biraz değiştirmek istiyorum, kuralları baştan düzenlemek ve tüm tabuları yıkmak... Hayatın olağan akışına dur demek istiyorum, çünkü ben narin yaratığımı kalbimde sonsuza kadar ilk günkü sıcaklığıyla hatırlamak istiyorum. Zor olacak belki büyük bir savaşın ortasında onu herkesten saklamak, lakin kafama koyup da başaramadığım ne var ki? Hele de o ormanlarının kapısını bana aralayıp gülüşüyle karanlığıma güneş doğdurduğunda sırtlayamayacağım, altından kalkamayacağım ne var? Sonsuza kadar sevmek? İşte o en kolayı.

Mutlu bir hayatım olmadı, o yüzden masallara da mutlu sonlara da inanmam. Bu yüzden kağıt da benim, kalem de, mürekkep de... Bu hikayenin yazarı ise güzel kızım olacak, bu masal kalbimde sonsuza kadar onun satırlarıyla yaşayacak ve mutlu son onun sihriyle sonsuzluğa ulaşacak.

"Sessiz kaldın."

Jason'ın ardından ilerlerken artık şehre ulaşmıştık. Issız yoldan çıktığımız anda şehrin merkezinde bulmuştuk kendimizi ben daha saatler sürecek bir yolculuğumuz olduğunu düşünürken. Issız bir yoldan geçip Zakopane'nın göbeğinde bir caddeye çıkmıştık. Bu bana ne kadar büyük bir işe bulaştığımı bir kez daha hatırlattı. Yasak Deney operasyonunun o kadar kilit bir görevi vardı ki buna bir şehri o deneyin gizlilik protokolüne göre dizayn etmek de dahildi. Arabayı taş yoldan, ahşap binaların arasından geçirirken derin bir nefes aldım. "Düşünüyordum."

"Neyi?"

"Söylediklerini. Aşk bir zehirdir belki ama aynı zamanda panzehirdir de. Sana haz verir, belki biraz süründürür ve acı da verir, lakin öldürmez. Ölmene sebep olana aşk denilmez. Seni seven kişi yara almana izin vermez. Seni incitmez, sana zarar vermez. Aşk sahteyse öldürür, gerçek aşkta ölüm yoktur, sevgi vardır, şefkat vardır. Aşk gerçekse yaşatır, iyileştirir, hayat verir, ümit verir."

"Edebiyatına laf ettiğim için gerçekten üzgünüm. İçinde romantik bir aşk adamı yatıyormuş." Güldü. "Rengini hiç belli etmiyorsun."

"Aşk adamı olmaktan başka her şeyim, inan bana." Ama bu şey her neyse ister aşk, ister sevgi, ister şefkat... Bu garip ve güçlü bağın kölesiyim.

"Kim bu kız, ha? Sevimli kıvırcık olan mı, şu seksi kısa saçlı olan mı, Alice mi? Yoksa benim Valkyrie'lerimden biri mi?"

Omuzlarımı silktim. "Sana anlatmayacağım."

"Benim silahım." Dedi gülerek. Elini kalbinin üstüne koyup inledi. "Bu acıttı."

O kendi sözlerine kahkahalarla gülerken yeniden yola odaklandım. Jason ara sokaklardan insanların yavaş yavaş boşalttığı caddelerde hızına hız katarak ilerlerken ben de ona ayak uydurdum, çok geçmeden şehrin merkezinden uzaklaşıp daha kenar mahallelere yaklaşmış ve en sonunda dar ara sokaklardan birinde durduk.

Alışverişin gerçekleşeceği yer için doğruyu söyleyecek olursam mekan tercihi oldukça mantıklıydı. Ne şehrin içinde ne şehrin dışındaydı. Büyük bir anlaşmazlık çıkma durumunda görgü tanıkları da vardı, o görgü tanıklarını kolayca susturmaya yetecek kadar ıssızlık da. Şartlar o kadar uygundu ki bu işte profesyonelleşecek kadar uzun süre bunu deneyimlediklerini fark etmek zaten ağrıyan sırtıma daha şiddetli bir ağrı saplanmasına sebep oldu.

Emniyet kemerimi çözerken Brendon torpido gözünden bir silah alıp şarjörünü taktıktan sonra bana uzattı. "Kullanmana gerek kalmayacaktır, Jason ve ben bu işi kolayca hallederiz. Sadece önlem için yanında bulunsun." Brendon silaha bakışıma güldü. "Daha önce kullandın değil mi?"

Silahı elime alıp inceledim. "Birkaç kez poligonda denemiştim."

Yüzünde bir tedirginlik oluştu. "Söylediğim gibi gerek olmadıkça kullanma, kendini yaralamanı istemeyiz."

Ona alaycı bir bakış attım. "Beni hafife alıyorsun, iyi nişancıyımdır."

"Öyledir, öyledir." Kendi şarjörünü doldurduktan sonra silahını beline taktı. "Hadi gidelim."

İkimiz arabadan indiğimiz anda Jason bize doğru geldi, Atakan'ın koluna bir aparatla taktığı telefonun ekranında aradığımız hainlerin arabasından gelen sinyal gözüküyordu. Onun da belinde tıpkı Brendon'ın bana verdiği gibi bir silah vardı. Tam karşımızda yan yana durduklarında hepimiz birlikte bir kare oluşturuyorduk. "Sinyal bir sokak aşağıdan geliyor." Dedi tam karşımda duran Jason. "Burdan sonrasında yürüyerek devam edeceğiz." Brendon'ın gözlerinin içine bakıp sonra bakışlarını Atakan'a ve bana çevirdi. "Ne yaparsanız yapın, plana uygun hareket edin. Anlaşıldı mı?"

Brendon elini alnına götürüp bir asker selamı verdi. "Evet efendim."

Jason'ın dalgalanan yanaklarından dişlerini sıktığını fark ettim. "Gidelim."

Jason en önden ilerlediğinde Brendon da hemen onun peşine takıldı. Atakan'la birkaç adım atmıştık ki avucumun içine beş tane mermi bıraktı, avucuma koyduğu mermilerin arasında küçük bir kulaklık gördüğüm anda onu hemen kulağıma taktım. "Geri dön." Diye fısıldadı. "Bagajdaki emaneti al."

Ben daha ne olduğunu anlayamadan Atakan bir ok gibi yanımdan fırlayıp Brendon'ın peşine takıldı. Kaşlarım çatıldığında durmadan edemedim. Benden habersiz ne planladı bilmiyordum ama derin bir nefes alıp arkamı döndüm.

"Hey, keskin nişancı." Diye alayla seslendi Brendon, Atakan yanından geçip Jason'ı yakaladığı sırada. "Gelmiyor musun?"

Arkamı dönüp ona baktım, ellerini kot pantolonunun ceplerine atmış sırıtarak bana bakıyordu. "Telefonumu arabada unutmuşum." Dedim cebimden anahtarı çıkarırken. "Sen git ben size yetişirim."

Ellerini dua ediyor gibi önünde birbirine kavuşturdu. "Hansel ve Gratel gibi arkamda iz bırakacağım, gelip beni bulabilmen için." Ayaklarını yerdeki kara bastırdı ve yerde ayak izlerini bıraktı. "Peşimden gel."

"Brendon!" Jason'ın ona seslenmesiyle güldü. "Patron kızdı." Ardından da gülüp onların peşine takıldı ve birkaç adım attıktan sonra sağa dönüp görüş açımdan çıktı.

Derin bir nefes bırakıp arabanın bagajına ilerledim ve bagajı açtım, lakin benim kullandığım arabanın bagajı boştu. Kapıyı kapatıp hızlı adımlarımı diğer arabaya yönlendirdim. Atakan ne olduğunu bilmediğim bu planı yaptıysa bir şekilde alarm ötmeden bagajı açmam için bir boşluk oluşturmuştur, o yüzden alarmın çalıp çalmayacağından tereddüt etmeden bagajı açtım. Gördüğüm manzara karşısında kaşlarım önce hayretle havalandı, sonra da öfkeyle çatıldı. Merih ise iki metre boyuyla zar zor sığdığı bagajda yattığı yerden bana el salladı. "Selam dostum. İtiraf et, beni çok özlemiştin değil mi?"

"Burada ne aradığını sormaktan korkuyorum."

Şirin bir gülümseme attı ve aldığı derin nefeslerle birlikte alnına yapışan saçlarını önünden itti. Kim bilir kaç saattir bu bagajın içinde bekliyordu. "Kıçınızı kollamaya geldim."

"Benim niye hiçbir plandan haberim yok peki?"

Yüz ifademi, çatık kaşlarımı, işaret etti. "İşte bu yüzden."

"Haksız mıyım? Gördüğüm en saçma plan. Biz hallederiz dediysem bu biz halledebileceğimiz içindir. Kahraman olmaya falan çalışmıyoruz."

Derin bir nefes aldı ve onu kaldırmam için elini bana uzattı. "Romantizm için vaktimiz yok. Gitmek zorundayız."

Eline ters bir bakış attım. "Üzgünüm, romantizm için vaktimiz yok."

Gözlerini kısıp yattığı yerden doğrulmaya çalıştı lakin öyle uzundu ki, birazcık doğrulmaya çalışsa kafasını vuruyordu. Bıkkın bir nefes alıp kolundan tuttum ve doğrulmasına yardımcı oldum. "Niye olup olmadık her yere girip durursun ki iki metre boyunla?"

"Hobi diyelim."

Bıkkın bir nefes bıraktım dudaklarımdan. Bir de Merih'i Jason ve Brendon görmeden yeniden arabaya sokup tesiste onlar fark etmeden gizlice odasına sokmak vardı. Hayır bu iş biraz daha uzasa burada nefessizlikten boğulması kaç dakikasını alırdı? Nasıl bu kadar düşüncesiz olabiliyorlardı?

Eksi yirmilerdeki soğuğa rağmen bagajın içindeki boğuk hava yüzünden terle alnına yapışan sarı saçlarını geri itip ayağa kalktı. Boynunu esnetip bagajdan çantasını aldı, kapağı kapatıp bana döndü. "Daha uzun kalmak isterdim ama-" Sözünü kestim sertçe. "Hayatını seviyorsun."

Gözlerini devirdi. "Silahı olan benim, üç saattir bagajda kısılıp kalan benim ama tehdit edilen yine benim."

Arkamı dönüp yürümeye başladım. "Aklına buyruk hareket eden de sensin."

Hemen yanıma gelip benimle birlikte yürümeye başladı. "Hiçbirimiz bunun bir tuzak olup olmadığından emin değiliz, tamam mı? Sadece yukarıdan sizi kollayacağım, eğer haklıysan hiçbir şey yokmuş gibi geri döneceğiz ama eğer haklıysak bize teşekkür edeceksin."

"Arkamdan iş çeviren insanlara mı? Almayayım."

"Sadece birbirimizi kolluyoruz, her zaman olduğu gibi. Senin hep yaptığın gibi."

"Sizi güvende tutmaya çalıştıkça inadına yapar gibi kendinizi olup olmadık her tehlikenin göbeğine atıyorsunuz."

"Senin yaptığın ne tam olarak?"

"Kim tehlikenin göbeğinde şu an Merih? Kim yalnız? Kim savunmasız?" Durup ona döndüm ve zar zor sabit tuttuğum sesimle konuştum. "Sadece iki kişiler, eğer bu bir tuzaksa ikisiyle ya da yanlarında getirdikleri bir avuç adamla başa çıkamayız mı sandınız? Ha çıkamadık diyelim, Sarp'ın bir telefonla bizi bulması dakikalarını almaz. Savunmasız değiliz. Aksine en büyük kozumuz burada, dışarıda pusuda. Peki Simge ve Serra nerede? Sahte kimliklerimiz olmadan giremeyeceğimiz, dünya üzerindeki en tehlikeli çukurda yalnızlar. Yüzlerce psikopat, yüzlerce gönüllü asker, elimizi kolumuzu sallaya sallaya giremeyeceğimiz tek yer. İkimizin yokluğu Jason tarafından güvencede ama senin olmadığın fark edilirse her şey biter." Omzuna çarparak yanından geçtim. "Bir daha olağanüstü planlar yapmadan önce fikrimi alın."

"Sen bizi düşünüyorsun, biz seni. Eşitiz."

"Ben arkanızdan iş çevirmiyorum, eşit değiliz."

"Ah!" Diye sinirle inledi Merih ve çöp konteynerinin kapağını kapatıp üstüne tırmandı, evin balkon demirlerine tutunup çatıya tırmanmadan hemen önce fısıldadı. "Daha fazla tribini çekeceğime örümcek adam taklidi yapmayı tercih ederim."

"Peter 1'in her zaman Stark'a ihtiyacı var. Dikkatli trip at, elinde patlamasın sonra."

Çatıya çıktıktan sonra kar yapışan ellerini silkeleyip ayağa kalktı. "Belki Peter 2 ya da 3'üm." Alnına dökülen uzun sarı saçlarını geriye doğru yatırdı. "Üzgünüm ama senden Ben Amca olmaz."

"Operasyonun ortasında durup seninle bunu tartıştığıma inanamıyorum."

Ellerimi deri ceketimin ceplerine yerleştirdim ve ona son bir bakış atıp yürümeye başladım. Benimle aynı hizada yürüdüğünü tek katlı müstakil evin çatısında adımlarının kar üzerinde bıraktığı seslerden anlıyordum. İlerideki ahşap evin köşesinden döndüğüm sırada Merih evin çatısından diğer evin çatısına geçiş yapıp benimle birlikte yürümeye devam etti. Sokaklar dar, evler birbirinin aynısı olduğundan binalar arasında geçiş yapmakta zorlanmıyordu. "Şunu unutma ki iç savaşta Tony Stark da Peter'a muhtaçtı, Kaptan Amerika'nın kalkanını o ufak çocuk çaldı."

Olduğum yerde durup başımı kaldırıp çatıya baktım, sağımda kalan evin çatısında birkaç adım atsa da adım seslerimin kesildiğini fark edip durdu ve başını aşağı eğip bana baktı. "Ne oldu?"

"Ciddi misin?"

"Hangi konuda?"

"Çocuk gibi metaforlar üzerinden birbirimize mi sataşacağız? Hem de önemli bir operasyonun ortasındayken?"

Omuzlarını silkti bir çocuk gibi. "Neden olmasın? İşimizi yaptığımız sürece nasıl yaptığımızın bir önemi var mı?"

Gözlerimi açıp kapattım ve derin bir nefes alıp yeniden yürümeye başladım, gözlerim Brendon'ın söylediği gibi bıraktığı kardaki ayak izlerini takip ederken peşimdeki deli de beni takip ediyordu. Birkaç evi daha aynı şekilde geçtiğimizde başımı kaldırıp ona baktım. "O kalkanı da bir Stark yapmıştı bu arada."

Kurduğum cümle üzerine ağzından engelleyemediği bir kıkırtı kaçtığında hemen dudaklarını birbirine bastırıp bana komik bir bakış attı. Ona göz kırpıp adımlarımı hızlandırdığım sırada Merih'in adım sesleri ortalıktan kayboldu. Sokağın ucundaki dubleks evin kapısındaki üç kişiyi gördüğümde daha da hızlandım. Merih'in yolu birazdan tekrar buluşmak üzere burada benimkinden ayrılıyordu.

Birkaç dakika içinde Jason, Atakan ve Brendon'ın durduğu verandaya bir adım attım. Jason evin ziline basıyordu, Atakan sırt çantasını tek koluna asmış koluna aparatla bağladığı telefonundan adamları izliyor, Brendon da dikkatle başını uzatmış Atakan'ın ne yaptığını gözetliyordu. Adım seslerimi duyan Brendon başını kaldırdı ve arkasını dönüp bana baktı. "Nişancımız da geldiğine göre ekip tamamlandı."

Birkaç basamak çıkıp Jason'ın çaprazında Brendon'ın karşısında durdum. "Kendinden çok eminsin, eminim yarışsak seni ağlatırım."

Kaşlarını hevesle havaya kaldırdı kendine eğlence arayan bir çocuk gibi. "Yarışalım. Kim daha çok köstebek avlayacak, var mısın?"

"Brendon." Diye kızdı Jason kısık sesiyle. "Bir kez olsun kapat şu lanet çeneni."

Jason'ı duymazdan geldim ve Brendon'a elimi uzattım. "Varım ama kazanırsam bana bir hikaye anlatacaksın."

"Çıkarcı herif." Yüz ifadesi sahte bir kızgınlığa büründü. Bu komik ifade beni kızdırmaktan çok güldürüyordu, çünkü hangi hikayeyi istediğimi çok iyi biliyordu. "Kabul ama ben kazanırsam sen de bana istediğim şeyi öğreteceksin."

"O zaman anlaştık."

Elimi tuttuğunda tokalaştık. "Anlaştık."

Atakan başını kaldırıp bize şaşkın bir bakış attı. "Bir saatte nasıl bu seviyeye ulaştınız?"

Brendon ona döndü. "Ne o, burada da mı sıramı çalacaksın?"

Atakan hayretle kalakaldı. "Ne?"

"Anlamakta da birinci değilsin, küçük beynin o kadar da işlevli değilmiş."

"Brendon eğer susmazsan sana yemin ediyorum ki uzun süre konuşamayacaksın!"

Brendon kardeşine döndü. "Niye, bir yumruk daha mı atacaksın?"

"Hayır bu kez ağzının içine bomba koyup patlatacağım. Mutlu son."

Brendon sinirle güldü. "Çaylağına yaranmak için bir bunu yapmamıştın."

"Brendon!"

Uzun uzun baktım Brendon'ın yüzüne ciddi mi diye ve yüzüne baktığım her saniye içimde kocaman bir gülme isteği uyandı, adam cidden deli gibi kardeşini kıskanıyor ve bunu saklama ihtiyacı bile duymuyordu.

İki kardeşin arasındaki bakışmayı neden burada olduğumuzu anlamadığım evin kapısını sabahlığını üstüne geçirmiş korku dolu gözlerle yüzümüze bakan kadının karşımızda belirmesi ve yüzümüze korkuyla bakması bozdu. Hepimizi tek tek inceleyip ona en yakın olan kişinin yüzünde, Jason'da, bakışlarını durdurdu ve Lehçe bir şeyler mırıldandı.

Jason'ın Brendon yüzünden kaskatı kesilen yüz hatları kadınla konuşurken yumuşadı, ona samimi bir üslupla Lehçe konuşarak bir şeyler anlatırken arka cebindeki cüzdanı çıkardı ve kadına cüzdanındaki rozeti gösterdi. Sokak lambasından vuran loş sarı ışığın izin verdiği kadarıyla seçtiğim bu rozet bir FBI rozetiydi.

Yüz hatlarımı sabit tutmaya çalışırken gözlerim rozetin üzerindeydi. Jason sahte bir rozeti beline takacak adam değildi, onun adaleti hak etmediği bir şeyi sahiplenmezdi lakin bu rozetin sahte olmaması da iki kapıya çıkardı, biri de mantıken hemen kendini elerdi. Jason tam on iki yıldır buradaydı ve bir FBI ajanının on iki yıl bu çukuru koruması ve buradaki en yüksek rütbelerden birine sahip olması bana göre mantıklı değildi, çünkü bir şekilde bu işi bitirmek için burada olsa bunca yıldır bu çukuru kurutmanın bir yolunu bulurdu ama o buradaki işini hakkıyla yerine getiriyor, kendi deyimiyle kardeşiyle birlikte buradaki krallığın hükmünü sürüyordu. Yasak Deney'ler zamanında tüm dünya tarafından gizlice de olsa tanınan bir operasyon olsa da şimdi herkesin bilmezden geldiği illegal bir operasyondu, FBI bu işe bulaşmazdı. Bu da beni başka bir kapıya çıkarıyordu. Jason bu işe bulaşmadan önce bir FBI ajanıydı ve hayat onu bir şekilde bu günah çukuruna bekçi olarak atamıştı. Nasıl ve neden? İkisinin sandığımdan daha derin ve merak uyandırıcı bir hikayesi olduğunun farkındalığını yaşıyordum. Brendon'dan birkaç adam fazla vurup bu hikayeyi birinci ağızdan dinleme fırsatını asla kaçırmayacaktım.

Jason kadını nazikçe kenara itip eve girdiğinde Atakan da takip etti onu, Brendon kendine korku dolu gözlerle bakan kadının yanağından bir makas alıp eve girdiğinde ben de arkasından ilerledim. Ev salonda yanan şöminenin sıcaklığıyla ısınıp, yükselen alevlerin ışığıyla aydınlanıyordu. Küçük evde salona doğru ilerledik. "Buranın planla ne ilgisi var?"

"Her savaşçının bir cepheye ihtiyacı vardır, bu bizim savaştaki kalemiz." Elleri cebindeyken etrafında bir tur dönüp bana güldü. "Ta ki yarışımız başlayana kadar."

Aniden durduğu için ona çarpmamak için duraksadım, o ise tekrar önüne dönüp yürümeye devam etti. Başımı usulca iki yana sallayıp peşinden salona girdim. Atakan sırt çantasını çıkarıp şöminenin karşısındaki deri koltuğun üstüne attı. Jason ise tabloların asılı olduğu duvardaki cama gidip perdeyi usulca aralayarak sokağı kontrol etti. "Temiz." Atakan'a döndü. "Başlayabiliriz."

Atakan başını sallayıp çantasından drone'u çıkarırken Brendon kendini deri koltuğa atıp sehpada duran meyve kasesinden bir yeşil elma alıp ısırdı. Ayaklarını sehpaya uzatmıştı ki kapıda irileşmiş gözleriyle bizi izleyen ve sözlerimizi anlamayan orta yaşlı kadını görüp yüzünü buruşturdu. "Tatlım, yapma bunu kendine." Yanına gidip tir tir titreyen kadını omuzlarından tutup geriye doğru birkaç adım götürdü. Söylediklerinden tek kelime anlamadığını bildiği halde onunla konuşmaya devam etti ve bu zavallı kadını daha da korkutmaktan öteye gitmedi. "Seni öldürmek istemiyorum, dinleme hayatım tamam mı? Hayatını koru." Yeniden salona geçip kadına el salladı ve kapıyı arkasından kilitledi. "Bay bay!" Gözlerini devirdi ve kendini yeniden koltuğa atıp ayaklarını sehpaya uzattı. Koltukta kendine rahat bir pozisyon bulup elmasını yemeye devam etti, kendi kendine hayıflandı. "Meraklı şey."

Atakan drone'u Jason'ın açtığı camdan havalandırdığında ikisi hemen camı kapatmış ve çoktan Atakan'ın köstebeklerin aracına yerleştirdiği takip cihazının verdiği sinyale doğru ilerletmeye başlamıştı. Jason büyük bir kinle kayıt alan küçük ekrana bakarken kininin sebebi uğradığı ihanetti. Bakışları karşısında o an dağ olsa erirdi. Öyle sessizdi ki fırtınanın kıyamet gibi geleceği şimdiden barizdi.

Sessiz bir bekleyiş ele aldı herkesi. Atakan ve ben bu sahnenin seyircileriydik, oyun sırası Jason ve Brendon'daydı. Jason öfkesini serbest bırakmak için teorisinin doğru olduğunu öğrenmeye ihtiyaç duyuyor, Brendon da tuhaf bir sakinlikle silahıyla oynayabileceği o anı bekliyordu. Biz de üzerimize düşen rolü olması gerektiği gibi oynamaya çalışıyorduk. Oyun içinde oyuna düşmüştük, tek bir oyunun sonunu getirebilmek için, kazanabilmek için.

Çok değil iki dakika içinde Jason daha da kinlendi, daha da öfkelendi ekrana bakarken. Aradığını bulduğunu anladım o zaman. Brendon'ın yanına oturdum ve sessizliğimi korumaya devam ettim. Jason ekrana baktı, Atakan tüm her şeyin kaydını aldı, Jason sabretti ta ki artık dayanamayana kadar. "Bu kadar yeter. Göreceğimi gördüm, alacağımı aldım."

"Benim bölümüme mi geçiyoruz artık?" Diye sordu Brendon hevesle. Jason belinden silahını çıkardı. "Hayır, planda küçük bir değişiklik oldu." Soğukkanlılığını koruyarak konuştu. "Bu da benim bölümüm."

"Hayır hayır, sakın beni gölgelemeye çalışma. Hepsini kendim öldüreceğim." Brendon yarım bıraktığı elmayı sehpadaki meyve kasesine attı ve ayağa kalkıp bana bir bakış attı. "Merak etme sana da iki tane bırakacağım."

Jason onu dinlemeden camı açıp kendini sokağa attı ve arkasına bile bakmadan öfkeyle koşmaya başladı. Brendon arkasından yetişmek için koştu. "Jason! Jason!" Camdan eğilip kardeşinin arkasından fısıldadı. "Hadi ama kardeşim, baştan anlaşmıştık! Bu benim partim olacaktı!" Geri çekilip sinirle inledi ve o da belindeki silahı çıkarıp birinci kattaki camdan atladı. "Sakın bensiz başlama!"

İkisi gittiğinde ben de ayağa kalktım ve Atakan çantasını toplarken camdan atladım. Sokağa çıktığım an belimdeki silahı aldım ve Atakan'ın bana uzattığı ağır mühimmat dolu sırt çantasını aldım. O da camdan atlayacaktı ki geri döndü ve hemen geri gelip camdan atladı. O an kendi telaşımızdan evini istila ettiğimiz kadını unuttuğumuzu fark ettim, Brendon'ın kilitlediği kapıyı açmış olmalıydı. Atakan sırt çantasını benden aldığında ikimiz hiç konuşmadan koşmaya başladık, sırt çantasını zorlukla sırtına takıp o da kendi silahını çıkardı ve bir eliyle drone'un kumandasını kullanmaya devam etti. Drone'u yanımıza tekrar getirdiğinde onu da çantasına atmasına yardım ettim ve ikimiz koşmaya devam ettik.

Brendon'a yetiştiğimizde kendi kendine söylenerek Jason'ın peşinden koşmaya devam ediyordu, onun bu hali komiğime gidiyordu. Eğer bu gerçek bir operasyon olsaydı da en az şu anki kadar eğleniyor olurdum. Zor bir durumun içinde karşısındaki kişiyi eğlendirmeyi biliyordu. Tepkilerinin doğallığı onu bu denli sıcakkanlı yapıyordu, uyuşturucunun etkisinde olmadığı zaman gayet aklı başında bir adamdı ama bu halinden de şikayetçi değildim. Bana Sarp'ı hatırlatıyordu. Aynı safta çarpışmayalı çok uzun zaman olmuştu.

Amansız düşüncelerimi ortadan ikiye bölüp beni gerçekle yüz yüze getiren bir kurşun sesiydi. Daha da hızlanırken sanki Jason onu duyacakmış gibi öfkeyle bağırdı Brendon. "İlk kurşunu sıkmak benim hakkımdı şerefsiz herif!"

Atakan'la birbirimize baktık ve aynı anda sessiz sessiz gülmeye başladık, yüzümüzdeki ifadeyi baskılamak için büyük bir çaba harcarken Brendon'a yetiştik ve iki sokağı daha aştıktan sonra Jason'ın safındaki yerimizi aldık. Dört araba meydandaki havuzun etrafında durmuş, adamlar arabalarını kendilerine siper etmişler, Jason çöp konteynerinin arkasına saklanmış ve çoktan dört adamı pert etmeyi başarmıştı. Brendon öfkeyle sanki etrafında kurşun geçirmez bir kalkan varmış gibi sokağa daldığı anda kolundan tutup onu bizimle birlikte duvarın arkasına çektim. Onu geri çektiğim için kaşlarını çatıp yeniden sokağa doğru atıldığında bu kez ikimiz iki ayrı kolundan tutup onu aramıza aldık ve duvarın arkasına sindik.

"Ne cüretle kesersiniz yolumu?!"

"Hayatını kurtarma cüretiyle." Dedi sinirle Atakan. "Bir madde bağımlımız eksikti."

Kurşun sesleri git gide hararetlenmeye devam ediyordu. Omuzlarını silkerek elimizden kurtulmaya çalıştı Brendon fakat başarısız olduğunda işaret parmağını önce bana ardından da Atakan'a doğrultu. "Maddeden daha çok bağımlı olduğum bir şey varsa o da kardeşimdir ve o şu anda bir mermi yağmurunun altında. Şimdi siz beni bırakıyor musunuz, yoksa ben önce sizi gebertip mi yanına gideyim? Sadece soruyorum."

Atakan gözlerini devirdi. "Ölmeye meraklıysan önden buyur."

"Sakın beni Jason'la karıştırma dört göz, o camın ardından parlayan mavi gözlerinin yaşına bile bakmam."

Atakan gözlerini kısıp kolunu bıraktı ve ona attığı kötü bakışlar eşliğinde reverans yaptı. "Sahne senin."

Bıkkın bir nefes üfledim dudaklarımdan. "Kardeşine yardım etmek istiyorsan kendi canını tehlikeye atmayacaksın Brendon. Jason'ın tek odağı şu an kendisi fakat sen sanki bu bir oyunmuş gibi davranarak kendini o meydana atarsan odağı kendinden sana kayacak. İstersen gözün kapalı o mermilerin arasından geçip gidebilecek kabiliyetin olsun. O senin kardeşin." O an Atakan'ın bana attığı duygu yüklü bakışı uzun zamandır göremediğimi, aslında dip dibe olsak da operasyon yüzünden hiç olmadığı kadar birbirimizden uzak düştüğümüzü fark ettim. "Kardeşler böyle yapar."

Merih'e kızmıştım çünkü iyiliğini düşünüyordum, muhtemelen o da bana kızmıştı çünkü o da bizim iyiliğimizi düşünüyordu. Birbirimizi koruma isteğiyle dolup taşarken birbirimize sataşıp duruyorduk tıpkı küçükken de yaptığımız, kavga edip beş dakika sonra barıştığımız gibi. Çünkü kandan değil, candan doğan kardeşlerdik.

"Biliyorum." Dedi Brendon kolunu çekti. "Kardeşler bunu yapar."

O geriye doğru iki adım atıp belinin iki yanında duran iki silahı da çıkarıp meydana döndüğünde onu tutmak için uzanmıştım ki Atakan kolumdan tutup beni geri çekti. "Bırak gitsin."

Brendon ateş ederek Jason'ın yanına doğru koşuyor ve bir yandan da bağırıyordu. "Buradayım kardeşim, unuttuğun bir numaran geldi!"

"Bir numara olmakla ne alıp veremediği var?" Dedim buruşturduğum yüzümle Brendon'ı izlerken. "Çocukluk travması mı?"

"Boşver şimdi şu tahtası eksik deliyi! Ya şimdi ya da hiç Görkem." Atakan'a döndüm yönümü. "Bu karışıklık bunları beş on dakika oyalar, git de al şu ilaçları. Burası bizde."

Bir arkadaki karışıklığa baktım, bir de Atakan'a ve başımı sallayıp elimi kulaklığıma götürdüm. "Demir Kanat, duyuyor musun?"

Yüksekten uçan, keskin gözleri daima üzerimizde dolanan, tehlikenin göbeğine düştüğümüzde kurşundan kanatlarını bize kalkan yapan bir şahindi Merih. "Görüşüm açık, Barca. Özründen sonra ilk kurşunu sıkarım."

Belimdeki silahı çıkarıp duvara siper alarak beceriksiz birkaç atış yaptım. Jason'ın yanında çöp konteynerinin arkasında atış yapan Brendon ıskaladığım mermiler karşısında kahkaha attı. "Bir saatliğine mola vereceğim, belki o arada bir tane isabet ettirirsin!"

Oyununa ortak olmaktan geri durmadım. "Sana avans veriyorum!"

Kahkahası daha da şenlendi. "Aynen aynen, hava da kırk derece zaten!"

Birkaç beceriksiz atış yaptıktan sonra geri çekildim ve Atakan'a bir baş selamı verip koşarak Brendon ve Jason'a ters kalan karşıdaki evin duvarını kendime siper ettim, oradan birkaç atış yaptıktan sonra sessiz adımlarla geri geri adımladım ve cebimden telefonumu çıkararak koşmaya başladım. "Merih, sanki ben atış yapıyormuşum gibi arayı koru. Seyrek ve isabetsiz atışlar işimizi görür."

"Hala özür duyamadım."

"Duymayı bekliyor musun?"

"Yani," dediğinde bir kurşun sesi işittim kulaklığımdan, ilk atışını yapmıştı bile. "Tam şu anda hiç de fena olmazdı."

"İyi, beklemeye devam et o zaman."

Sinirli homurtusu beni gülümsettiğinde daha da hızlandım ve telefonumdan en yakın eczanenin konumunu bulup rotam doğrultusunda koşmaya devam ettim, şanslıydık ki beş dakikalık bir hızlı koşunun ardından ara sokaklardan birinde aradığım eczaneyi bulmuştum. Kapalı eczanenin önünde durduğumda göz göze geldiğim ilk şey duvardan bana bakan güvenlik kamerasıydı, cebimden silahımı çıkarıp kamerayı tam on ikiden vurup ikinci kurşunu da cama sıktım. Hararetli çatışmanın sesleriyle yankılanan sokakta benim sıktığım iki kurşun sesinin fark edileceğini düşünmüyordum.

Cam tuzla buz olup parçalar yerle buluşurken başımı kolumdan kaldırdım ve gözlerimi açıp eczaneye girdim. Gözlerim raflardaki ilaçları tararken vitaminlerin durduğu bölümde durdum. Elime aldığım beş kutu vitamini kaşemin iç cebindeki Simge ile birlikte ilaçları kolay saklayabilmem için diktiğimiz büyük cebe attım, bu en sevdiğim ceketlerimden birine mal olsa da buna fazlasıyla değecekti. Operasyonda faydalı olabileceği için ezberlediğim birkaç kelimeden oluşan dar dağarcıklı lehçemden ve ilaçların ambalajlarından anladığım kadarıyla bulabildiğim, deneklerin gereksinimi olabileceğini düşündüğüm tüm vitaminleri, hapları ve tabletleri gittikçe ağırlaşan kaşemin ceplerine doldurdum.

Planım kusursuz işliyordu ta ki kulaklığımdan Atakan'ın sesini işitene kadar. "Bir sorunumuz var." Dedi nefes nefese kısık bir sesle. "Herifler terminatör çıktı, herkesi hallettiler. Yokluğunu fark etmeleri bir dakikalarını almaz. Uçuyor musun, kaçıyor musun Görkem, istersen ışınlan ama bir dakika içinde burada ol." Atakan'ın kulaklığının arkasından Jason'ın bağırışını işittim. "Onu öldürme Brendon, o bize lazım olacak." Atakan sessiz bir tonda bağırdı. "Çabuk, acele et!"

Derin bir nefes alıp ceplerimi doldurmaya devam ettim. Yokluğumu fark etmeleri bir dakikalarını almazdı ama benim onların yanına koşa koşa gitmem bile beş dakikamı alırdı, bu ise dikkati tamamen kendi üzerime çekmeme neden olurdu. Benim olay yerinden uzaklaşmamı sağlayacak ve bana en azından beş dakika kazandıracak olan başka bir plana ve sebebe ihtiyacım vardı. "Merih." Dedim düşünceli bir tonda. "Duyuyor musun beni?"

"Evet." Dedi kesik kesik nefesiyle, Jason'lardan önce arabaya yetişmeye çalışıyor olmalıydı. "Zamanla yarışıyorum."

"Bize daha fazla zaman kazandıracak bir planım var. İki sokak aşağıdaki eczanenin çatısına kaç dakika uzaklıktasın?"

"Ters yön." Diye mırıldandı sinirle. "İki buçuk dakikaya yanındayım, sağlam bir planın olsa iyi olur."

"Merak etme." Dedim eczanedeki tüm vitaminleri ceketimin cebine kamufle etmiş olmanın verdiği gururla. "İşe yarayacak."

Jason'ların beni bulması en kötü ihtimalle yedi sekiz dakikayı bulurdu ama tedbirden zarar gelmezdi. O yüzden aldığım tüm ilaçları kamufle edebilmek için raflardaki ilaçların bazılarını yere döküp, eczaneye daha fazla zarar vermemeye çalışarak hızlı bir şekilde dağıttım. Kafa karışıklığı oluşturup şüpheye mahal vermeyecek kadar bir dağınıklık oluşturduğumda hızlıca tentürdiyot, birkaç paket sargı bezi ve pamuk bulup onları da köşedeki koltuğun üzerine koydum. Cüzdanımdaki tüm parayı eczanenin kasasına koyup en sonunda polise nakledeceğini bildiğim küçük bir kağıda not düştüm.

'Zararınızdan çok daha fazlasını karşılayacak para burada mevcut. Yasak da olsa denemekten zarar gelmez.'

Polonya hükümeti barındırdığı o günah çukurunda tam olarak neler döndüğünü bilmese de sınırlarının içindeki o hapishaneden haberdardı ve 2000 yılına dayanan o kara antlaşmanın gizlilik protokolüne ise hala sıkı sıkıya bağlıydı. Ülkedeki her makam sahibi olmasa da belirli başlı kilit görevdeki yetkililer her şeyden haberdardı. Bu not elbette ki birilerine intikal edecek ve bu eczanenin hasarına olan suç araştırması duracak, dünya ortak sırrına bir kez daha susacaktı.

"Geldim."

Hızlı adımlarla eczanenin dışına çıkıp çatıları gözetledim ama Merih'e dair hiçbir şey seçemedi gözlerim. "Görüş alanında mıyım?"

"Evet, Barca."

"Güzel." Dedim. "Şimdi vur beni."

"Hı?"

"Emir gayet açıktı, vur beni."

Alayla güldü. "Üç dakikada elli küsur tane evin çatısında canımı hiçe sayarak bunun için mi koşturdun beni?"

"Ne zamandır benim emirlerimi sorgular oldun?"

"Kafayı yediğin günden beridir." Dedi öfkeyle. "Tamam çok gıcık olduğun günlerde öfkelenip seni boğasım geliyor ama kendi kardeşimi kendi elimle vuracak kadar da değil."

"Boşuna nefes tüketiyoruz, sık şu kurşunu da hepimiz kurtulalım. Söz veriyorum, plan işe yarayacak. Hadi."

"Her zaman bir B planın vardır, başka bir şey iste."

"Bu kez tek plan bu. İşe yararsa kurtuluruz, işe yaramazsa hepimiz yanarız ötesi yok. Zamanımız yok anlamıyor musun? Saniyelerle yarışıyoruz." Dedim hangi çatıda olduğunu anlamaya çalışarak. "Atakan'dan uzun süredir ses gelmiyor, duruma çoktan ayıkmışlardır bile."

Dramatik bir ses tonuyla "Buraya gelirken kardeşimi vurmak zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim." dedi.

"Beni öldür, kalbime on kurşun sık demiyorum oğlum. Kurşun kolumu sıyırsın yeter."

İçine düştüğü ikilem kararsızlık olarak sesine de yansımıştı. "Sen yapar mıydın?"

Buruk bir tebessüm ettim. "Ben yaptım Merih, çok daha kötüsünü de yaptım."

Derin bir nefes aldı. "Özür dilerim, eskileri açmak istememiştim."

Başımı iki yana salladım. "Sizin daha büyük zarar görmenizi engelleyecek her şeyi yaptım, size kendim zarar vermek zorunda kalsam bile bu asla değişmedi. Sen de yapacaksın."

Bıkkın bir tonda kendi kendine mırıldandı. "Bana eksi yirmi derecede ecel terleri de döktürdün ya... Alacağın olsun." Öksürdü. "Sağ mı, sol mu?"

"Sağ."

"Bilemedin, sol." Sessizliğin ortasında sol kolumu yakıp geçen acı dişlerimi sımsıkı birbirine bastırmama neden oldu. "Ulan hayvan herif." Dedim sinirle. "Solağım ben, niye o kolumu vuruyorsun?"

"Sürpriz yapmayı severim." Dedi gülerek. "Umarım planın işe yarar Barca. Behlül kaçar."

Sağ elimle sol kolumdaki yarayı tutup sıktım. Dişlerimi sıkıca birbirine bastırıp elimi kana buladım ve eczaneye döndüm, kanlı elimi kapının kulpunu açmaya çalışmışım gibi tutup kanlı elimin izlerini bıraktım. Kapı açılmayınca dönüp eczanenin camını indirmişim gibi bir tablo çizmeye doğru yerden başlamıştım. Üstümdeki pardösümü çıkarıp dikkatle katlayıp koltuğun üstüne bıraktım, gizli cepler sayesinde içine depoladığım vitaminler başarılı bir şekilde kamufle olmuştu.

Yaramı sıkıp kanımın kolumdan aşağı daha hızlı akmasını sağladım. Ben baskı uyguladıkça daha da hızlanarak kolumdan aşağı süzülen kan damlaları elimden yere aktığında derin bir nefes alıp elimi çektim ve önceden ayarladığım pamuklara uzanıp akan kanları hafif bir baskıyla silip kan lekesi bırakmayı ihmal etmedim. Elimdeki pamukları sehpaya atıp sargı bezlerini açtım ve yarama bastırıp derin bir nefes alarak arkama yaslandım. Başımı geriye atarak koltuğa bıraktım.

Yaramın sızısı kendini iyice belli ederken derin bir nefes alıp yutkundum. Kolumdaki sızının şiddeti ben yarayı defalarca sıktığımdan kaynaklı mı yoksa kurşun sıyırmayıp koluma saplandığından mı bilinmez gittikçe artıyor, sıcakladığımı hissediyordum. Şu an içimi serinletecek buz gibi bir su oldukça işimi görürdü.

Zamana karşı yarışımı ben kazanmıştım, Jason ve Brendon beni almadan gitmeyecekleri için Merih'e de vakit kazandırmıştım, bir şekilde buradan da kendimi sıyırabilirsem kazançlı bir gece olmuş olacaktı. Gözüm kapalı sonumu bekler gibi olacakları beklerken işe yaramazsa ne yapacağıma dair planlarım da zihnimi meşgul ediyordu. Sol kolum yaralı olsa da sağ elimi de en az o kadar iyi kullanırdım, kolay lokma değildim. Bu iş bir arbedeyle sonuçlanacak olursa şansımız hayli yüksekti, yardım konusunda da avantaj bizdeydi. Jason ve Brendon dışarı gizlice çıktıkları için içeri haber gidene kadar biz bu gece bir devrimi başlatmış olurduk. Evet, amacımıza tam olarak ulaşmış, intikamımızı hakkıyla alabilmiş olmazdık ama yine de masum insanların hayatlarına iyi bir şekilde dokunmuş olurduk.

Gece sessizdi lakin bu sükunetin izleri miydi yoksa yaklaşan fırtınanın habercisi miydi birkaç dakika içinde öğrenecektik. Akla karanın birbirine girdiği bu yerde hangisi daha doğruydu bilemiyordum. Hayaller tatlıydı lakin gerçekliğin kekremsi tadı peşimizi asla bırakmazdı. Her şeyin iyiye gitme olasılığı olduğu kadar daha da berbat olma ihtimali vardı. Elimizden gelenin en iyisini yaptığımız sürece belki suç bize ait olmazdı lakin her şeyle bu kadar yüz göz olmuşken vicdanımızın sesi de asla kısılmazdı.

Tam şu an her şeye son vermek, masum deneklere yeni bir yaşam vadetmek öyle zehirli bir düştü ki uykumdan uyanıp ona sarılıp uğruna her şeyi yapmanın isteği karıştı damarlarıma. Zihnime düşen minicik bir yüzün etkisiydi belki de dozu arttıran. Aklımı sarsan, zihnimi uyuşturan da yeşil gözlerinden başkası değildi ya. Ne katran karası, ne deniz mavisi, sadece içimde yangınlar başlatan bir orman yeşili...

Usta bir ressamın elinden çıkmışçasına göz kapaklarıma ihtişamlı bir manzara gibi resmedilmişti masum yüzü. Gözlerimi kapattığım anda hayalimde beliren manzara mıydı beni kendimden geçiren, yoksa sarhoş mu olmuştum güzelliğinden?

Terle alnıma yapışan saçlarımı sağ elimin bileğiyle silerek alnımdan çektim. Neyin ateşiydi bu, gülen yüzünden gönlüme sıçrayan kıvılcımların mı? Fazla mı sıcaklamıştım yoksa gerçekten iyi değil miydim şu anda?

İyiydim, iyi olmaz mıydım hiç? Onu biliyordum, onu tanıyordum, onu hatırlıyordum. Yanında değilken bile yanımdaydı şu anda, zihnimin duvarlarında kendime ait alan olarak tahsis ettiğim her sınırımı yıkıp kendine ait yapıyordu. Bilmiyorum dediğim her şeyi bildiriyordu bana, görmek istemediğim her şeyi gözüme sokarak öğretiyordu, susmak mecburiyettendi ama her şeyi yıkıp gözleriyle şarkılar söylüyordu. Bir gülüşüyle kendini aklıma yazıp, kalbime kazımıştı.

On yıldır mühürlüydü dili, on yıldır sessizdi varlığı ama ben duyuyordum onu, sessizliği kadar çok duyuyordum hem de. O bir susuyordu, ben bin işitiyordum. Ben onun kalbinin kırık şarkısını mahmur bakan gözlerinin attığı ürkek bakışlardan dinliyordum. Hayatımda duyduğum en acıklı melodiyi neşeli bir şarkıya dönüştürmeyi umuyordum.

Kuruyan boğazımla zar zor yutkundum. Kendimi en son bir yere ait hissettiğimde minicikti bedenim. Annemin kollarının arası, küçük kardeşimin kıpırtılarıydı evim. Günün sonunda dönüp dolaşıp gitmek istediğim bir yer olmadı uzun zamandır. Gün sokakta da, boş dört duvarın arasında da sonlansa benim için hiçbir şey değişmiyordu. Olmak istediğim bir yer yoktu. Lakin tam da şu anda o günah çukuruna geri dönmek istiyordum, yeryüzündeki hiçbir yerin önemi yoktu o an sadece küçük bir kızın dizlerine başımı koyup saatlerce uyumak istiyordum.

Öfkeli, hırslı, oldukça kindar ve intikam ateşiyle yanıp tutuşan tehlikeli bir adamdım ben. Sırf öfkeme yenik düştüğüm için pek çok kişinin canını yakmışlığım, operasyon adı altında da olsa pek çok kişinin kanına girmişliğim, etkiye tepkiyle hareket edip intikam diye çok kişiye acı çektirmişliğim vardı. İyi bir adam olmadığımı biliyordum, ne olup olmadığımla da asla ilgilenmiyordum şu yaşıma gelene kadar, beni seven olduğum gibi sevsin mantığıyla hareket ediyordum çoğu zaman, yirmi yedi yaşına gelmiş ve elli yaşındaki birinin tecrübe edemeyeceği kadar çok şeyi deneyimlemiş olsam da beş yaşındaki bir çocuk gibi hareket ediyordum. Biliyordum bende bir şeylerin iyi olmadığını fakat bunu tersine çevirmek için de hiçbir çaba harcamıyordum. Ama bu kez, belki de ilk kez kötü hissetmek istemiyordum. Karanlığın ruhumdaki izlerini silip temizlemek istiyordum.

Ben bu masalda beyaz atlı prens olabilecek adam değildim, ben güzel prensesin yanına yakışacak onun sevgisine layık olabilecek adam da değilim. Ben ancak beyaz atlı prensin her kötü işini yaptırmak için ona en yakışan vakitte gecenin zifirisinde sahaya sürdüğü eli kanlı kara şövalyesi olabilirdim. Ben ancak o zarif ve sessiz prensesin sessizliğinin gölgesinde saklanarak yaşayabilirdim.

Belki beyaza en çok yakışan renktir siyah. Gecenin kara kanvası, ayın ve yıldızların parlak beyaz ışığı... Ne yazık ki benden ikisi de olmuyordu. Ne ak, ne kara... Olsam olsam alacalı gri oluyor, beyazın yanında durduğumda ruhumdaki karanlığı hep belli ediyordum. Narin yaratığım için fazla kirli bir adamdım ben fakat artık bunu da umursamıyordum, çünkü o karanlıklarda bencilliğimi de gizliyordum. Sırf bu yüzden bile onun parlak ışığına layık olamayan ben gün geçtikçe sınırlarımı daha çok zorluyordum. İpekten saçları olan, pahalı bir oyuncakçının vitrininde duran süslü bir bebekti o, bense camın dışında kirli elleriyle o bebeğe dokunmaya korkan sokak çocuğu...

Yaptığım tek şey onun masumiyetini büyük bir hayranlıkla seyretmekti. Savaşa mı gidecektim yoksa onun yanına mı, bunun ikilemini yaşarken düşlediğim de yine oydu. Belki de artık onu kendim için bir düş saymaktan daha fazlasını da yapmalı, işe kirli ellerimi yıkayıp ruhumdaki karanlıktan kurtulmakla başlamalıydım. Ruhuna kara çalınan ak eskisi gibi parlak olamasa da griliğinin tonunu düşürmek yapabileceği tek şeydi. Etrafımdaki insanların beni nasıl gördüğü önemsizdi, o beni beyaz görse ben aklanır paklanır kendimden sıyrılırdım onun için. Öyle masumdu ki küçük kalbinde bana beslediği sevgisi, ona layık olabilmek için her şeyi yapardım.

Ben Sessiz Prenses'in layık olduğu o beyaz atlı prens olamazdım ama eğer o da isterse ve bana izin verirse, iyilik için savaşan Kara Şövalye'si olmaya adaydım.

"Adrian!" Diye bir ses geldi uzaktan Atakan'ın sesinden, ardından daha yüksek bir ton işitti kulaklarım Brendon'ın sesinden. "Adrian! Öldün mü lan?!"

Gözlerim açık olsaydı eğer gözlerimi devirirdim bu cümleye. Güçlükle araladım adeta birbirine yapışan göz kapaklarımı. Kendi kanıma bulanan elimle tişörtümün yakasını tutup alnımda biriken boncuk boncuk terimi sildim ve ayağa kalktım. Kaşemi koltuğun üzerinden alıp dikkatle tuttum. Koluma bağlamayı beceremediğim ve tamamen kanımla bezenen sargı bezi kolumdan çözülüp yerle buluştuğunda umursamadım. Kırık camlar üzerinden geçip sokağa çıktım ve seslerin geldiği yöne doğru ilerledim. Ben sokağa çıktığım anda olduğum sokağa sapan Atakan ve Brendon'la burun buruna geldim. Çarpışmaktan son anda kurtulsak da Brendon'ın kulaklarımı çınlatan sesinden kendimi kurtaramamıştım. "Adrian!"

"Buradayım." Dedim sessiz bir tonda. "Şansına küs, daha ölmedim."

Brendon koluma bakıp bir küfür savururken Atakan'ın bakışlarından onun iç sesine tercüme olmuş gibi hissettim. "Ne oldu lan?"

Dudaklarımı kıvrılmaya zorladım. "Hiç, öylesine dolaşmaya çıktım."

Brendon arkamdaki kırık dökük eczaneye bir bakış attıktan sonra bana burun kıvırdı. "Ben sana kendini yaralarsın demiştim."

"Çok komik." Dedim düz ifademle. "Güldüm say."

Brendon otuz iki dişini göstererek sırıttı. "Hem mizahşör, hem silahşör."

"Çok kan kaybediyorsun." Dedi Atakan gizlemeye çalıştığı endişesiyle. Elimdeki ceketi dikkatle kendi eline aldı ve elini omzuma koydu. "Bir an önce gidelim."

Başımı salladım usulca, Brendon'da benimle uğraşmayı daha fazla uzatmadı. Arabaya doğru gitmek için adımladığımız sırada, eczaneye doğru koşturdu ve içeri bir bakış attıktan sonra güvenlik kamerasına bakıp güldü, cebinden gümüş bir şey çıkarıp cam kapıya bastırdı. Merakla onu izlerken Atakan'a döndüm. "Ne yapıyor?"

"Mührünü bırakıyor, polislere uzak durun demek için." Kaşlarını çatıp koluma bir bakış attı. "Ne haltlar karıştırdın yine?"

"Önemi yok." Dedim bize doğru koşarak gelen Brendon'a bakıp. Eczanedeki hiçbir şeyden şüphelenmişe benzemiyordu, bu da kolumdaki kurşun yarasının buna değdiğini ve bugün bir savaşın başlamayacağını gösteriyordu. "İşe yaradı."

"Hadi beyler, keskin nişancımız kan kaybından ölmeden yetişelim."

Brendon'a takılmadım, üçümüz insanların korkuyla evlerinin camlarından bize baktığı dar ara sokaklarda arabaya doğru yürümeye başladık. Brendon'ın arada sinirle bizi izleyen insanlara küfür yağdırıp içeri girmelerini söylemelerini saymazsak sessiz bir yolculuğun ardından başladığımız noktaya geri dönmüştük. Jason arabanın kaputuna yaslanmış bizi bekliyordu, bizi gördüğü ilk an çatık kaşlarıyla bana baktı ama kolumdaki yarayı gördüğü an yaslandığı arabadan doğrulup bize doğru birkaç adım attı. "Ne oldu?"

"Bir şey yok." Dedi Brendon benden önce davranıp. "Adamın poligonda fazla vakit geçirmiş ama hedef tahtası olarak."

Brendon'a bıkkın bir bakış atarak arabaya yöneldim. "Bir an önce dönelim."

Jason düşünceli bir biçimde sakallarını sıvazladı. "Doktora ihtiyacın var, laboratuvara dönemeyiz."

"Önemli bir şey değil, kendim hallederim." Diye tekrarladım. "Geri dönmek istiyorum."

Jason koluma yaklaşıp yarama baktı. "Kurşun içeride." Brendon'a döndü. "Doktor bulsak iyi olacak."

Gülümsedi Brendon. "Bize de şu içerideki iti sorgulayacak yer lazımdı zaten." Dedi çenesiyle arabayı işaret ederek. Kulaklığımdan duyduğum ses bu olmalıydı, adamlardan birini sorgulamak için sağ bırakıp rehin almışlardı. "Sanırım Joanna'yı ziyaret etmemiz gerekecek."

İki kardeşin bakışmasını böldü Atakan. "Joanna kim?"

"Bir arkadaş." Dedi Brendon.

"Varşova Üniversitesinde profesör." Diye açıkladı Jason. "Aynı zamanda çok iyi bir doktordur." Elini omzuma koydu. "Hadi, daha fazla vakit kaybetmeyelim." Daha fazla itiraz etme şansım olmadığını anladığımda derin bir nefes aldım ve başımı salladım. "Bu kez sen benimle gel, Adrian."

Jason'ın planına itiraz edecek kimse yoktu. O yüzden sağ elimle cebimdeki anahtarı çıkarıp hevesle anahtara uzanan Brendon'a değil, Atakan'a verdim. "Bence o da kafası güzel birinin sürdüğü arabaya binmek istemez."

O elimden anahtarı alırken Brendon bana kötü kötü baktı. "Vücudunda olması gerekenden fazla delik bulunan birine göre fazla cüretkarsın."

"Kafası güzel birine göre fazla espritüelsin."

Gözlerini kıstığında Jason araya girdi. "Adam fazla kan kaybediyor, kesin şunu." Bana arabayı işaret etti. "Bin arabaya."

İtiraz edecek halde değildim, Jason'ın arabasının ön koltuğuna doğru ilerlerken içeriden gelen inleme sesleriyle bagaja baktım. Bakışlarım hemen Atakan'a dönerken ne demek istediğimi anlamış gibi gözlerini açıp kapattı ve başını usulca sağına yatırıp benim kullandığım arabayı işaret etti. O an derin bir nefes aldığımın ben bile farkında değildim. Merih diğer arabanın bagajındaydı ve güvendeydi. "Adamı güzel paketlediniz galiba."

İşaret ve başparmağını birleştirip elinin diğer parmaklarını açtıktan sonra gözlerini kısarak elini dudaklarına yaklaştırdı Brendon. "Harika paketledim."

Ona gülüp arabaya bindiğimde hemen Jason da yerleşti şoför koltuğuna, torpido gözünden peçete paketi çıkarıp bana uzattı. "Arabamı kirletme."

Paketten peçete çıkarıp kolumdan süzülen kanları silmeye başladığımda yüzünü buruşturarak koluma baktı. Derdi arabası değildi aslında, bir bakışıyla bunu anlattı. Jason'la iyi anlaştığımızın farkındaydım ama beni seviyor olabilir miydi? Düşmanı olduğumu bilmeden beni arkadaşı sayıyor olabilir miydi?

Bagajdan gelen sesle kaşları çatıldı, arkaya doğru dönüp öfkeyle bağırdı. "Tek bir mıyıltını daha duyarsam inip şarjörümü beynine boşaltırım şerefsiz!"

Jason'ın tehditi işe yaramış olacak ki adamın sesi aniden kesildi. Jason bir küfür mırıldanıp önünde döndü ve kolunu uzatıp kemerimi yakalayıp bağlamaya koyuldu. Eline vurup geri çekmesini sağladım ve kendi kemerimi kendim bağladım. "Senin sevgilin değilim, romantik bir filmin içindeymişiz gibi davranma."

Kaşlarını kaldırdı. "Sevgilim olamazsın zaten."

Güldüm. "Tipin mi değilim?"

"Evet."

Gülüşüm bir tebessüme döndü. "Ciddi ciddi cevap veriyorsun bir de."

"Eee, ciddi ciddi soran da sendin ama."

Başımı koltuğa yasladım. "Sürer misin şunu artık? Biraz daha oyalanırsan arabanın nüfusu bir eksilecek."

Arabayı çalıştırıp büyük bir süratle ustaca sürmeye başladı dar yolda. "Drama Kraliçesi tacını Victoria'dan alıp sana devredelim. Merak etme, ölmezsin."

"İçim rahatladı." Dedim bilmem kaçıncı peçete kana bulandığında.

Bir şey söylemedi ama daha hızlı sürmeye başladı, gözlerim benden bağımsız kapandı. "Uyuma, seni kucaklamamı istemezsin." Dedi muzip bir tonda. "Neticede sevgilim değilsin."

"Sakın." Dedim gözlerimi açmadan. "Aklından bile geçirme."

Uykumun beni daha derinden etkisi altına aldığını hissettiğim anda gülüşünü duydum, keyfi oldukça yerindeydi ama arabanın süratini gittikçe arttırıyordu. Jason Artman, soğukkanlı ve tehlikeli bir adamdı ama onu analiz edebildiğim kadarıyla çok büyük bir kusuru vardı. Kolay değer veriyor ve değer verdiği insanlar için pek çok şeyi göze alıyordu. İkimizi uzaktan yakından tanıyan herkesin de söylediği gibi birbirimize çok benziyorduk. Çünkü bazen sevdiğimiz birileri için sınırları tamamen yıkıp her çizgiyi geçiyorduk ve yıktığımız duvarların enkazında can veriyorduk. Çoğu zaman da sonumuzu getirecek o duvarları kendi ellerimizle inşa ediyorduk.

✦✧✦

Şimdi buraya kadar geldiğinize göre nasıldı bölüm diye sorarlar size aşkolar. Nasıldı bölümmm?

Merak ediyorum da beni yerlerde süründüren bu bölümü kaç dakikada okudunuz djslsnsjdjdjdjdj?

Artık hikayenin temelini sağlam bir şekilde attığımı düşünüyorum. Karakterleri ve hikayeyi iyice tanıdınız. Yani artık sorabilirim:

En sevdiğiniz karakter?:

En çok hangi karakterle arkadaş olmak isterdiniz?:

113 ve Görkem?:

Serra neden Merih'e tepkili sizce?:

Jason ve Brendon ikilisine güveniyor musunuz?:

İleriki bölümlere dair teorileriniz var mı?:

Atakan Uluöz:

+gözlüklü:

Parmaklarınızı yıldıza dokundurup oy vermeyi, soruları yanıtlamayı unutmayın.

Sizleri seviyorum. 💙

Instagram ve Twitter'a bekleniyorsunuz. Oraya gelin, bol bol sohbet ederiz.

Instagram: ireemtpn

Twitter: iremtpn

Continue lendo

Você também vai gostar

668K 14.7K 23
(berdel kitabıdır) " ben evlenmem o adamla amca yere batsın töreleri" dedim kendimden emin bi şekilde " Ne demek evlenmem bu olay bugün kapanacak duy...
24.2K 655 51
"Ben sana aşığım Tuana! Bana abi demeni istemiyorum." "Ama abimsin..."
AŞK-I YÜREK De hewjinn

Ficção Científica

134K 6.4K 16
Felaketlerle başlayan bir gece kaç Bedel ödettirdi? 🕯️
57.6K 4.8K 27
| FANTASTİK KİTAPTIR / SERİ ADI: YANSIMA SERİSİ | | KİTAP HİÇBİR ŞEKİLDE 1919 YILINDA GEÇEN SIRADAN BİR YUNAN VE TÜRK KIZI ARASINDAKİ AŞKI ELE ALMIYO...