YASAK DENEY

By iremtopan

168K 16K 12.9K

Tarih boyunca sadece birkaç kez cesaret edilen ve eşine az rastlanan, insanlık dışı bir yöntemle yapılan dil... More

Bölüm 1|• "Kurtarma Emri."
Bölüm 2|• "Vahşiler Yatakhanesi."
Bölüm 3|• "Garip Bir Ekip."
Bölüm 4|• "Yara İzleri."
Bölüm 5|• "Yasak Deneyler Laboratuvarı."
Bölüm 6|• "Kayıp Ruhlar Mezarlığı."
Bölüm 8|• "Gülümseme Etkisi."
Bölüm 9|• "Her Şey."
Bölüm 10|• "Denek: 113."
Bölüm 11|• "Saat ve Kan Damlası."
Bölüm 12|• "Gece Yarısı Nöbeti."
Bölüm 13|• "Ne Zamandır Sendeyim."
Bölüm 14|• "Yaşam Köksal."
Bölüm 15|• "Ecza Deposu."
Bölüm 16|• "Gizli İttifak."
Bölüm 17|• "Sessiz Prenses ve Kara Şövalye."
Bölüm 18|• "Sözlerin Gözlerinde."
Bölüm 19|• "Sarpa Saran Sert Rüzgarlar."
Bölüm 20 |• "Yaşatma Operasyonu."
Bölüm 21|• "Pişmanlığın Adı."
Bölüm 22 |• "Cehenneme Düşen Kar Taneleri."
Bölüm 23 |• "Eski Dost, Can Düşman."
Bölüm 24|• "Tenha."
Bölüm 25|• "9 Aralık."
Bölüm 26|• "Kelimelerin Sihri."
Bölüm 27|• "Truva Atı."
Bölüm 28|• "Vicdan Mahkemesi."
Bölüm 29|• "Dinmeyen Fırtına."
Bölüm 30|• "Yeryüzünde Cennet."
Bölüm 31|• "Vadesi Dolan Sözler."
Bölüm 32| "25 Aralık Çocukları."
Bölüm 33|• "Sonun Başlangıcı."
Bölüm 34|• "Son Akşam Yemeği."

Bölüm 7|• "Bedeni Büyük, Ruhu Çocuk Kadın."

5.9K 679 277
By iremtopan


Soğuğun, karın ve sert rüzgarın altında geçirdiğimiz uzun saatlerin ardından hava kararmış ve gün sona ermeye yüz tutmuştu. Saat akşamın onunu bulduğunda biz bahçe turumuzu tamamlamıştık ve ben de diğer iki vericiyi sorunsuz bir şekilde olması gereken sınırlara iliştirmiştim. Atakan'ın deyimiyle artık laboratuvarın sınırlarında izi asla sürülemeyecek, kendimize ait olan bir hayalet ağa sahiptik. Telefonumdan ağın başarılı olup olmadığını kontrol etmiştim, gizlice telefonlarımıza yerleştirdiği mikro çipler sayesinde ayarlar kısmından numaramı gizli bir hatta geçirebiliyordum. Atakan'ın dahiyane buluşu başarılıydı ve plan tıkır tıkır işliyordu.

Victoria ile bahçenin kalan kısmını dolaşmak günün tamamını elimizden almıştı. Öncelikle kayak yapmayı bırakmak istememişti, inadından vazgeçmesi ve bir an önce yola devam edebilmemiz için buzun üstünde birkaç saniye durmuş ardından da yürümeye devam etmiştim. O da dayanamayıp hemen peşimden gelmişti tabii. Bana bahçenin diğer tarafındaki kulübelerden bahsetti. Söylediğine göre, Jason'ın adamları bu kulübelerde kalıyorlardı, tabi bu kulübelerin dubleks evler olması dışında hiçbir sıkıntı yoktu. O yüzden ikimiz o tarafa doğru, ne kadar Victoria Jason'ı görmek istemediğini söylese de, yürümüştük. Jason'la birer kahve içtikten sonra turumuza kaldığımız yerden devam etmiştik. Ben sonuncu vericiyi yerleştireli neredeyse iki saat oluyordu. Atakan çoktan sistemin aktive olduğunu fark etmiş ve sistemin ayarlamalarını yapmaya koyulmuş olmalıydı.

Küçük operasyonumuz boyunca Victoria yürümekten ve soğuktan gram şikayet etmese bile geri dönüş yoluna koyulduğumuzdan beri bir saniye mızmızlanmadan duramıyordu. Ellerinin soğuktan çatladığından, acıktığından, başının ağrıdığından, çok üşüdüğünden ve botlarının içinin karla dolduğundan şikayet etmeyi bir saniye bile bırakmıyordu. Bahçede devasa kamyonlar sürekli yerdeki karı kürese bile Zakopane dağlarının arası şehrin aksine günün her vakti karlıydı, o yüzden yarım saat geçmeden kar yeniden birikiyor ve yürümeyi hayli güçleştiriyordu. Bu da Victoria'nın daha da mızmızlanmasına neden oluyordu. "Bir adım daha atacak halim kalmadı benim."

Eğer geri dönseydi belki başım bu kadar ağrımamış olurdu diye düşünmeden edemiyordum. Bütün gün bahçeyi tanıtma bahanesiyle beni oradan oraya peşinden koşturan o değilmiş gibi davranıyordu. Tamam, ben bu görev için onu yanıma almış olabilirdim ama onun bundan haberi yoktu. Bütün gün onun liderliğinde bahçeyi dolaşmıştık ve şimdi neredeyse bir ağlamadığı kalmıştı. İlgi istediğinin farkındaydım ama istediği ilgiyi ona gösterecek kişi değildim. Her şeyden önce bir kadındı ve ben ona saygı duyuyordum ama iğrenç karakteri saygımı yıkıp atıyordu. Denekler hakkında yaptığı yorumlar bana onun gerçek kimliğini tanıtıyordu. "Keşke geri dönseydin."

"O zaman bu kadar güzel bir gün geçirememiş olurdum." Kurduğu cümlenin ardından yeniden ellerinin soğuktan çatlamasına yakınması tam tamına on saniyesini aldı.

Derin bir nefes alıp yanında yürümeye devam ettim. Laboratuvara ulaşmamıza yaklaşık bir buçuk saat ama benim olası bir sinir krizi geçirmeme birkaç dakika vardı. O yüzden bir an önce laboratuvara gitmek zorundaydım. Ve bahçedeki karları küreyen kamyonları görmek beynimin içinde adeta bir ampülün yanmasına sebep oldu. Bize doğru karları küreyerek gelen aracı gördüğümde elimi kaldırarak bizi görmesini sağladım. Araç bizi görmeden önce Victoria şaşkınlıkla bana baktı. "Ne yapıyorsun?"

"Bize araç ayarlıyorum."

"Ben asla o leş gibi kamyona binmem."

"O zaman sen yürüyerek dönebilirsin, çünkü ben kamyonla gideceğim."

Yanımızda duran kamyon şoförüne camı açmasını işaret ettim. Adam içeri kar dolmaması için camı biraz indirdiğinde konuştum. "Dostum, bizi laboratuvara götürebilir misin? Yoksa ikimiz de fena hasta olacağız."

Hava karanlıktı. Bahçe uzun direklerdeki sarı ışıklarla aydınlatılıyor olsa da kamyondaki şoförü göremiyordum. "Tabi efendim, buyrun."

Adamın yaşlı sesini duyduğumuzda Victoria'ya kafamla araca binmesini işaret ettim. Bana ters ters baksa da botlarını kara vura vura kamyonun kapısına doğru ilerledi. Araca binerken çok yüksek olduğuyla ilgili bir sürü yakındı. O söylenmeye devam ederken ben de peşinden araca bindim. Kamyon şoförü bir manevrayla kamyonun yönünü değiştirip laboratuvara doğru sürmeye başladı. "Teşekkürler."

"Ne demek efendim, bu benim görevim."

Victoria ellerini avuşturuyor ve ısınmaya çalışıyordu. İliklerime kadar üşümüştüm lakin buna değmişti, görev başarıyla tamamlanmıştı. Arkama yaslandım ve bir yandan ısınırken bir yandan da yolu izlemeye koyuldum. Zaten şiddetli bir baş ağrısına sahipken yanımdaki kadının durmak bilmeden konuşması ağrımın şiddetini arttırıyordu. Yanıma ağrı kesici de almadığım için başımdaki ağrının boyutu giderek katlanıyordu. Ellerimle başımı ovaladım ve derin bir nefes aldım. Vericileri yerleştirmek dışında tüm gün boyunca yaptığım tek şey buydu.

Laboratuvarın oraya varmamız yarım saatten biraz daha uzun sürdü, Victoria yine yol boyunca konuşmuştu ama artık istesem de onu işitemez olmuştum. Kamyondan indikten sonra ikimiz kendimizi hemen laboratuvara atmıştık. İkimiz hemen odalarımıza koştuk, neyse ki ellerine krem sürmek artık Victoria için benden daha büyük bir öncelik olmuştu. Odama geçip sıcak bir duş aldım. Siyah bir kot pantolon, gri yünlü bir kazak giydikten sonra da ayaklarıma botlarımı geçirdim. Siyah saçlarımı kuruttuktan sonra üstüme parfümümü boca ettim ve kendimi yatağın üstüne attım. Yumuşak yatak baş ağrımı daha şiddetli hatırlamama sebebiyet verdiğinde hemen komodinimdeki ağrı kesicilerden dört tanesini avucuma alıp suya bile gerek duymadan yuttum.

Telefonumu gizli hatta taşıdıktan sonra telefonuma bildirimler yağdı. Aniden anasayfamda beliren garip uygulama çekti dikkatimi. Bu uygulamayı ben telefonuma yüklememiştim, hatta böyle bir uygulamanın var olduğunu bile düşünmüyordum. Bu demek oluyordu ki uygulama Atakan'ın işiydi. Zaten gelen tüm bildirimler de o uygulamadandı. Koyu kırmızı karenin üstünde beş tane siyah silüet vardı uygulamanın sembolünde. İşin garip ya da Atakanca olan tarafı şuydu ki beşimizin içinde olduğu bir fotoğrafı andırıyordu. Ben ortadaydım, yanımda kıvırcık saçlarıyla Serra, Serra'nın yanında Merih ve benim arkamda da sırtını birbirine dayamış Atakan ve Simge. Atakan'ın Nisandaki doğum gününde Arden'in bizi zorla çektiği fotoğraf olduğuna dair bahse girebilirdim. Söyleyecek tek kelime bir şey yoktu, adam tam bir teknoloji dehasıydı.

Sembolü kırmızı ve siyahla harmanlanan YDO uygulamasına girdim. Atakan ne kadar teknoloji konusunda iyiyse, isim bulma konusunda da bir o kadar berbattı. YDO'nun açılımının Yasak Deneyler Operasyonu olduğunu tahmin etmemek imkansızdı. Uygulamaya girdiğim anda kırmızı bir ekran karşıladı beni, ekranın en altında da siyah harflerle Atakan Uluöz'den yazıyordu. Dudağımın kenarı usulca kıvrılırken uygulama artık beyaz ekrana döndü. Ekranın en altındaki kutucukta benim fotoğrafım ve ismim yazılıydı. Bir şey yazarsam profilimle birlikte konuşmada yerini alacaktı. Şimdiye kadar konuştukları her şey sırayla uygulamanın ana ekranında gözüküyordu. İlk mesaj Atakan'dan gelmişti.

Atakan: Lütfen bana uygulamanın çalıştığını söyleyin. Mesajlar geliyor mu? (22.17)

Atakan: Ekip? (22.20)

Atakan: Uygulamanın başarısız olma ihtimali yok, her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesapladım. Geriye tek bir seçenek kalıyor, sizler uygulamayı keşfedemeyecek kadar geri zekalısınız. (22.24)

Atakan: Ağlamak üzereyim, birisi beni teselli etsin. Birlikte büyüdüğün insanların geri zekalı olduğunu kabul etmek hiç kolay değil. (22.29)

Simge: Seni tebrik etmek istiyordum ama artık içimden sövüyorum. Bil istedim.

Atakan: Hoş geldin Simge Kadın. Geri zekalı olsan da en azından diğerlerinden bir tık iyi durumdaymışsın onu görmüş olduk drenadenr.

Simge: Birincisi şu randomları düzgün at, özürlü gibi gözüküyorsun. İkincisi, eğer her şeyi riske atıp gelip seni dövmemi istemiyorsan çeneni kapat. Çünkü odanın yanındaki oda bana ait. Haberin olsunnn :)

Serra: Random atarken bile karısının adındaki harflerden başkasını kullanmayan, karısını alfabeyle bile aldatmayan koca yürekli Atakan!

Atakan: Kıvırcığım gelmiş, hoş gelmiş. Nasılsın? Ben de tam ölüm tehditleri alıyordum.

Serra: Zekama laf eden bir insanın ölümü umrumda bile olmaz. ;)

Simge: Kapak!

Atakan: Bana karşı koalisyon kuracak konumda değilsiniz, ikinizi de uygulamadan banlarım.

Simge: Duyuyor musun Serra?

Serra: Neyi?

Simge: Atakan ölmek istiyorum diye bağırıyor. Eh, ben de gidip duasına amin olayım diyorum. Azrail'i yormayalım buraya kadar.

Atakan: İmdat ya, çıkardı yine pençelerini. :|

Serra: Simge burada biraz fazla gergin, bulaşmayın.

Simge: Sen az önce benim tarafımda değil miydin?

Serra: Ben hepinizin tarafındayım, lütfen kavga etmeyin. Hepinizi seviyorum.

Merih: Onu bunu bırakın şimdi de Görkem hala dönmedi, sorun çıkmış olmasın?

Simge: Sanmam. Yol uzun, ancak gelir.

Serra: Bir de yanında Victoria olduğunu unutmayın...

Simge: Çocuğu yememiştir umarım o atmaca.

Atakan: Bir yerde birileri tehlikedeyse hakkında endişelenmeniz gereken en son kişi Görkem'dir.

Serra: İçim rahatladı şu an, teşekkürler.

Merih: Günlerdir konuşamadık, durumlar nasıl?

Serra: Felix ve Benjamin beni aralarına çabuk aldılar, ikisine kolay uyum sağladım. Çok sessizler ve fazla iletişim kurmaya çalışmıyorlar. Bu da benim işime geldi tabii. Sadece ameliyathaneleri, sağlık odalarını falan tanıttılar o kadar. Ben iyiyim, sıkıntı yok yani.

Atakan: Maalesef bende de durumlar Serra'nın aksine sıkıntılı. Jason soluk almama bile izin vermeyecek yakında. Üstüme bir dinleme cihazı bile yerleştirdi. Kesin sonuç: Bana güvenmiyor.

Merih: Bu hiç iyi olmamış.

Atakan: Sen bir de bana sor. Günlerdir uyku uyumadım, Jason'dan kaçayım derken sistemi tamamlamak ölüm gibiydi. Sende durumlar nasıl?

Merih: Bizde de sıkıntı yok. Ivan ve Victoria da bizden şüphelenmiyor. Laboratuvarı, neler yapacağımızı falan anlattılar. Ivan'ın umrunda bile değiliz, Victoria da Görkem'in içine düştüğü için gözü başka bir şeyi görmüyor. Alvaro beni kuşkulandırıyor ama şimdilik bir tehlike sayılmaz.

Simge: İyiyiz yani, merak etmeyin.

Serra: Sevindim, günlerdir sizinle konuşamamak ölüm gibiydi.

Atakan: Sanırım birilerinin teşekkür etme vakti.

Serra: Teşekkür ederiz Tekno Adam, iyi ki varsın.

Atakan: Sen de olmasan kıymetimi bilen olmayacak be kıvırcık.

Atakan: Tamam, şimdilik bu kadar yeter. Uygulama üstünde biraz daha çalışmam gerek, hattı daha fazla meşgul etmeyin. Görkem döndüğünde yeniden burada buluşuruz.

Merih: Tamamdır kardeşim, kolay gelsin.

Serra: İyi çalışmalar.

Simge: Teşekkür ederiz her şey için.

Atakan: Ne demek Simge Kadın, çalışan beynimi hepinizin yerine kullanmam gerek.

Simge: Seni tehdit etmiştim ya.

Atakan: Evet.

Simge: İşte ben onda çok ciddiydim. Bu gece kapını kilitlemeden uyumamanı öneririm. (23.01)

Mesajlar burada son buluyordu. Anladığım kadarıyla Atakan sistemi neredeyse oturtmuştu, ağ şu anda daha kullanılabilir bir haldeydi, geliştirdiği uygulama da tıkır tıkır işliyordu. Ekibin durumunun iyi olmasına da sevinmiştim, onlardan haber alamadan geçirdiğim günlerin pek de huzurlu olduğunu söyleyemezdim. Atakan hariç kimse bir şüphe uyandırmamıştı ve Alvaro hariç kimse burada bizim için bir tehdit sayılmazdı. Sanırım bu güzel bir başlangıçtı yaklaşan son için. Parmaklarımı klavyenin üzerinde gezdirmeye koyuldum.

Görkem: Konuşmamız gerek. (00.48)

Mesajımdan birkaç dakika sonra hemen çevrimiçi olmuştu Merih, profil fotoğrafının köşesinde yeşil bir nokta belirmişti. Çok geçmeden mesajımı yanıtladı.

Merih: Sonunda kardeşim, az kalsın çıkıp seni aramaya gelecektim.

Atakan: Ben demiştim bir yerde tehlike söz konusuysa hakkında endişelenmeniz gereken son kişi Görkem'dir diye.

Serra: Keşke hepimiz birer tane verici yerleştirseydik, bütün gün tek başına koşturmak zorunda kalmazdın.

Simge: Ve tüm gün o kadına maruz kalmak zorunda da kalmazdın...

Atakan: Böylesi zamandan kazanmamızı sağlayabilirdi ama her birinize görevi tek tek açıklayamazdım. Jason zaten az kalsın enseliyordu beni.

Görkem: Boş verin şimdi bunları. Bunlardan daha mühim konularımız var. İnanın kelimeleri düzgün bir sıraya sokamayacak haldeyim ama sizlere anlatmak zorundayım. Birkaç gün içinde kendi gözlerinizle göreceğiniz çok acı gerçekler var.

Merih: Problem ne?

Görkem: Problem bu çarpıklaşmış yapı, sistem. Problem bu sistemin canlı canlı yediği kurbanlar.

Serra: Görkem korkutma beni, neler oluyor?

Simge: Yaşam?

Derin bir nefes aldım. Simge hemen anlamıştı konuyu, hemen tahmin etmişti. Çünkü konu Sarp'tı, Sarp'ın kardeşiydi. Bu sisteme pek çok kurban verilmişti ve hiçbirimiz bilemezdik o kurbanlardan birinin de Yaşam Köksal olup olmadığını.

Görkem: Bilmiyorum.

Mesaj gelmedi, kimse bir şey sormadı. Biliyordum ki hepsi bir şeyler söyleyip beni oyalamak istemiyordu. Hepsi benim ne diyeceğimi merak ediyor, neyle burun buruna olduğumuzu öğrenmek istiyordu. Benim ise günlerdir beni yiyip bitiren o gerçeği onlara söylemekten başka bir çarem yoktu.

Görkem: Buraya geldiğimiz ilk gün Victoria ile deneklere yemek dağıtmak için 'Vahşiler Yatakhanesi' olarak adlandırdıkları yere gittiğimde sayısı 206 olması gereken deneklerin çok daha az olduğunu fark ettim. Çocukların yarısı yok, yarısı laboratuvarın kuzeydoğu tarafında kalan mezarlıkta.

Serra: Ölmüşler mi?

Serra'nın soğuk kanlılıkla soru soruşuna aldanmıyordum. Şu anda hüngür hüngür ağladığını biliyordum.

Görkem: Ne yazık ki.

Atakan: Kaç deneğin ölümünden söz ediyoruz?

Görkem: En az 90.

Simge: Bana bir sebep verin bu gece hepsi yatağında uyurken kafalarına sıkmamam için.

Merih: Onlardan öğrenmemiz gereken çok şey var. Öldürdükleri insanların intikamını almak zorundayız. Boşu boşuna ölmüş olamazlar.

Serra: Yaşam? Yaşam ne olacak peki? Hayatta kalanların arasında mı?

Atakan: Olmaması ihtimalini düşünmek istemiyorum.

Serra: Onu bulmak zorundayız. Onu korumak zorundayız. Daha fazla zarar görmemeli.

Görkem: Hepsini korumak zorundayız, hiçbiri daha fazla zarar görmemeli.

Serra: O Sarp'ın kardeşi, Şef'in kızı. Bizim de kardeşimiz sayılır. Onu bulmamız gerek.

Görkem: Böyle bir şey olmayacak. Buraya Yaşam'ı değil tüm denekleri kurtarmaya geldik. Bir kişi için yüz tanesini riske atmayacağım. Hem şu durumda bir atak daha yapmak Atakan'ın hayatını tehlikeye sokar. Jason'ın tüm dikkati üzerindeyken biraz suların durulmasını beklemek en iyisi.

Merih: Geç kaldığımız gerçeğiyle ne yapacağız peki?

Görkem: Her şeye rağmen bir görevimiz var, devam etmek zorundayız. Kayıplar verildi ama hala kurtuluş uman yüz küsur insan var burada. O yüzden görevi olması gerektiği gibi devam ettireceğiz. Sona geldiğimizde de eğer hala hayattaysa Yaşam'ı yanımıza alıp eve götüreceğiz. Ama her şeyden önce, ne olursa olsun bu operasyonu başarıyla tamamlayacağız. Tek bir insanın daha burnu dahi kanamayacak.

Attığım son mesajdan sonra kimse başka bir şey demedi. Uygulamadan çıktım ve telefonun ekranını kilitleyip yatağın üstüne rastgele attım. Kollarımı başımın altına yerleştirip tavanı izlemeye başladım. Tıpkı hepsi gibi Yaşam'ın hayatta olmama ihtimali beni ölesiye korkutuyordu. Babam olacak o adam yüzünden doğduğu anda böyle bir cehennemin içine sürüklenmiş günahsız bir melekti o. Onu eve götürmeyi her şeyden çok istiyordum ama yapamazdım. Hem Atakan'ı riske atamaz, hem de Yaşam'ı diğer deneklerden üstün tutamazdım. Çünkü biliyordum ki ben de dahil olmak üzere Yaşam'ın kimliğini öğrendiğimizde operasyonun odağı yüzlerce insandan kayıp tek bir kişiye endekslenecekti. Bir kişi için yüzlercesini tehlikeye atabilir, pek çok şeyi risk altına sokabilirdik. O yüzden hem operasyonun, hem de bir umut o delikten çıkmayı bekleyen insanların selameti için Yaşam'ın kimliğini öğrenmeyecektim. Böylesi herkes için daha doğruydu. Tabi eğer hala hayattaysa...

Yeniden başıma bıçak gibi keskin bir acı saplandığında yataktan hızla doğruldum. Sabah kahvaltıda içtiğim kahveden başka bir şey girmemişti bugün mideme. Bütün gün durmaksızın yürümüştüm ve bu bitkin düşmeme neden olmuştu. Ayağa kalktım ve koridordan sağa dönerek ortak salona doğru yöneldim. Gidip karnımı doyurduktan sonra güzelce uyuyacaktım. Günler süren uykusuzluğun, başımın ve uzuvlarımın ağrısına eklenmesiyle bu gece güzel bir uyku sürmeyi umuyordum. Işıkları kapalı olan ortak salonun kapısını araladığımda içeriden kısık sesle haber sunan bir muhabirin sesi duyuldu, televizyondan yayılan ışık kocaman olan salonu aydınlatmaya yetmiyordu. Ivan, koltukta oturmuş CNBC haberlerini izliyordu. Beni gördüğünde kısa bir anlığına bana baksa da daha sonra yeniden televizyona bakmaya başladı. Ben de ses çıkarmadan mutfak bölümüne doğru ilerledim. Buz dolabını açıp kendime atıştırmalık bir şeyler ararken onun sesini duydum. "Geziniz uzun sürmüş olmalı, bütün gün ortalıklarda yoktunuz."

Dolaptan ekmek alırken konuştum. "Victoria bana tüm bahçeyi tanıtmak konusunda oldukça kararlıydı."

"Burada olduğu beş yıl boyunca kendi isteğiyle bir kez olsun dışarı çıktığını görmedim." Ağır bir tonda güldü. "Onun için özel olmalısın."

"Sanmıyorum."

"Bence sanıyorsun."

Ekmekleri ekmek kızartma makinesine yerleştirdikten sonra tezgaha yaslanıp ona döndüm. "Ne demek istiyorsun?"

"Senin gibi kafasının içindeki parıltılar gözlerinin karasına yansıyan bir adam böyle bariz şeyleri anlamıyor olamaz. Bu komik olurdu."

Kollarımı göğsümde birleştirip ona bakmaya başladım. O ise koltuk salonun ortasında olduğu için sırtı bana dönük bir şekilde oturuyor ve hala haberleri izliyordu. "Ne varmış benim kafamın içinde, neyin parıltıları yansımış gözlerime?"

"Tehlike." Huysuz bir tonda güldü. "Kafanın içinde yeşermeye yüz tutmuş tehlike tohumları var. Her şey için tehlike arz edecek planlar, oyunlar, savaşlar... İçinde yanan alevin korları parıldıyor gözlerinde, yerinde olsam onları da gizlemeyi öğrenirdim." Arkasını dönüp yeşillerini gözlerimin içine dikti, baştan aşağı beni süzdü. "Çünkü doğru bakmayı bilen herkes o gözlerdeki parıltıyı okuyabilir evlat."

Dudağımın kenarı tembelce yukarı doğru kıvrıldı. "Belki okuyabilir ama herkes anlayabilir mi okuduğunu?"

Cevabım onu tatmin etmiş gibi dudakları usulca kıvrıldı. "Aptallara güvenip plan yapmak her zaman tehlikelidir. Nasıl olsa aptallar diyerek tedbir almamak onlar gibi davranmaktan başka bir şey değildir."

"Düşmana güvenmek de, sonuna kucak açmak da aynı şekilde ahmakça bir davranıştır."

Bana birkaç saniye daha bakıp yeniden önüne döndü ve tıpkı az önceki gibi televizyona bakmaya başladı. Bu ise uzun saatler sürecek olan sessizliğinin başlangıcıydı. İmalı sözleri neyi kastettiğini direkt olarak anlamama neden olmuştu. Bizden şüpheleniyor muydu? Buna ne sebep olmuştu? Ona bu sözleri söyletecek ne açık vermiş olabilirdim? Jason gibi mükemmel derecede zeki ve işinde iyi olan biri bile bana karşı böyle sözler kurmamıştı. Onda bile en ufak bir şüphe oluşturmamıştım. Karşımdaki ihtiyarın sözleri duraksamama neden olmuştu. Bir curcunaya ev sahipliği yapan zihnime artık büyük ve şiddetli bir nara daha eklenmişti, uzun süre de susacak gibi görünmüyordu. Nerede hata yapmıştım? Beni tehdit etmemişti, bana kızmamıştı aksine bana tavsiyelerde bulunuyordu. Bu da beni tek bir noktaya götürüyordu. Yirmi iki yılını yasak deneyler laboratuvarında geçiren bu adam kimdi? Ya da soruyu daha mantıklı hale getirip şu şekilde düşünmeliydim. Ivan Petrov neyin peşindeydi, bu sessiz ve tuhaf adam tam olarak ne istiyordu?

Beni düşüncelerimden ayıran şey ekmek kızartma makinesinin işlemi tamamladığını belirten sesiydi. Sesle birlikte makineye koyduğum iki dilim kızarmış ekmeği alıp siyah bir tabağın üstüne koydum. Dolaptan çıkardığım krem peyniri ve çilek reçelini ekmeklerin üstüne sürdükten sonra Ivan'a doğru ilerledim. Kendimi koltuğun köşesine atıp botlarımı ortada duran sehpaya uzattım. Bu süre zarfında benim gözlerim onun üzerindeydi ama o tenezzül edip bakmamıştı bile. Sanki kaçırmaması gereken bir şey varmış, sanki karın yağmaması ihtimali varmış gibi pür dikkat bir şekilde yeni başlayan hava durumunu izliyordu. Varşova, Poznan, Szczecin, Opole, Radom, Lublin ve Legnica'nın ardından Zakopane'nın da karlı olacağını öğrendikten sonra bana döndü. "Gördün mü? Yine kar yağacakmış."

Söylediklerine karşılık cevapsız kalıp yüzüne bakmaya devam ettiğimde ortak salonun kapısı açıldı. Ivan'ın gözleri ardıma kayıp gelene baktığında ben de başımı arkaya doğru çevirip kimin geldiğine baktım. Adamlardan birisi, yüzüne dikkatle baktığımda buraya geldiğim ilk gün yatakhanenin kapısında bekleyen nöbetçilerden biri olduğunu hemen fark etmiştim, kapının aralığından bize bakarak konuşmaya başladı. "Efendim, yatakhanede kavga çıktı. Siz olmadan müdahale etmek istemedik."

Ivan'a baktığımda hiç istifini bozmadan başıyla onaylayıp adama dışarı çıkmasını emretti. Asker gittikten sonra uzanıp elimde tuttuğum tabağı aldı. Ben ne yaptığına çatık kaşlarla bakarken o umrunda değilmiş gibi kızarmış ekmeklerimden bir ısırık aldı. "Neyi bekliyorsun?"

"Gidip kavgaya müdahele etmeni, döndüğünde de bana yiyecek bir şeyler hazırlamanı."

"Hiç sanmıyorum." Ekmeklerimi gözümün önünde afiyetle yerken kaşlarım çatılıyordu ama o bunu umursamıyordu bile. "Genç olan sensin, o vahşilerin gözlerini korkutmada benden çok daha iyi bir silahsın. Gidip kavgayı yatıştır, ben de güzel bir uyku çekeyim."

Söylediği emir verici cümleler ve sergilediği ukala tavır asla beni yerimden kaldıramazdı, hatta görevde olmasaydım belki karşımda böyle konuşan birinin yüzüne birkaç yumruk bile sallardım ama yapmadım. Bir kavgayı bastırmak için kullanabilecekleri yöntemleri düşünmek elimi kolumu bağladı. O an yapabileceğim tek şey kendi gururumu yok sayıp birinin incinmesini engellemekti. Dişlerimi birbirine bastırarak kalktım oturduğum yerden. Öfkemi gizlemeye çalışırken yere attığım adımların bu öfkeyi tamamıyla gözler önüne serdiğinden habersizdim. Eğer Ivan ayağıma bağ olma niyetindeyse o bağı kesip atmakta bir saniye bile tereddüt etmezdim.

Ortak salondan çıkıp yatakhanenin olduğu eksi ikinci kata ulaşmam neredeyse birkaç dakikamı aldı. Eksi ikinci kata ulaştığımda askerlerin ellerinde silahlarla beni beklediklerini gördüm. Sanki içeride bir savaş varmış gibi tam teçhizat içeri girip ne varsa kırıp dökmek için hazır bekliyorlardı. Benden gelecek tek bir komut tek seferde içerideki herkesi öldürmeleri için oldukça yeterliymiş gibi korkusuzca bakıyorlardı. Korkusuzluğun tanımının bu olduğunu sanmıyordum. Sanki gözlerinin içinde öldürme arzusu varmış gibi bakıyorlardı. Bu adamları buraya diken Jason'dı, tüm adamları ordudan kovulan eski askerlerden ya da kefaleti ödenip hapisten çıkarılan seri katillerden oluşuyordu. Hepsi de hayatlarını kurtaran kişi Jason olduğu için bir köpek gibi ona sadıklardı. "Ne yapıyorsunuz? Savaşa gitmiyoruz, bırakın silahları."

Gözlerimin içine bakıp konuşmaya başladı. "Efendim, içerideki kavganın şiddetini bilmiyoruz-"

"Söylediklerimi anlamıyor musun? Tekrar etmemi ister misin?" Adamın üstüne doğru yürüdüğümde elindeki silahı yere attı ve benimle kurduğu göz temasını kopardı. "Afedersiniz."

Birkaç saniye yüzüne bakmaya devam ettikten sonra koluna vurdum. "Aç kapıyı."

Başıyla onayladıktan sonra kapının kontrol paneline doğru ilerledi, yanımızda duran diğer asker de elindeki silahı bıraktıktan sonra hemen sol arkama geçti. Diğer asker kapının yanındaki sarılı siyahlı kolu aşağı indirdiğinde binlerce kiloluk olduğu belli olan gri kapının her iki kanadı da duvarın içine doğru ağır bir şekilde çekilmeye başladı. Kapının çıkardığı gıcırtılı sesler yatakhanenin görünür konuma gelmesiyle içerideki curcunanın sesiyle bastırıldı. İçerideki bağırışlar öyle şiddetliydi ki kapının açıldığını bile kimse fark etmemişti. Tüm denekler yuvarlak olmuşlardı ve kahkaha atıyorlardı. Yumruk yaptıkları ellerini havaya kaldırıyorlar, adeta tezahürat yapıyorlardı. Arkamdaki adamlara dönüp elimle beklemelerini işaret ettim. Kızıl saçlı olan asker cebinde duran elektroşok cihazını uzattığında elinden aldım ve pantolonumun cebine yerleştirip kalabalığa doğru yürümeye başladım.

Sanki hepsi hipodromda bir düello izliyorlarmış gibilerdi. Bahsettiğim şeyin ne olduğundan bile haberleri yoktu ama tam olarak öyle hareket ediyorlardı. Belki de bazı hareketler içgüdüseldi. Kalabalığa doğru gittikçe yaklaşırken artan gürültü ve çığlıklar kulağı sağır edici cinstendi. Oluşturdukları halkada yerimi alıp ne olduğunu görmeye çalıştım ama gördüğüm şey asla görmeyi beklediğim şey değildi. Bir düello, birbiriyle kavga eden eşit yarışmacıları görmeyi bekliyordum. Buraya geldiğim ilk gün yemek yemeyen ve Victoria'nın bozuk olarak adlandırdığı kızı karşısındaki 205 numaralı denekten dayak yerken görmeyi değil.

Kaşlarım çatılırken önümde duran 28 numaralı kısa boylu erkeği kenara ittim, denek kendi dilinde bir şeyler bağırarak bana dönmüştü ta ki yüzümü görene kadar. Bir bana baktı, bir de açılmış ve önünde askerlerin beklediği kapıya. Daha sonra da inanılmaz bir çığlık kopardı. Bu çığlığı diğer herkesin sesini bastırmaya yetti. Diğer deneklerin dikkati de bize kaydığında beni gören herkes çığlık atıp kendi yataklarına doğru koşmaya başladı. Varlığım bile korku içinde koşarak yataklarına dönmelerini sağlarken kalabalık bir anda tuz gibi ortalıktan dağılmıştı. Tüm o keyifli aktiviteleri son bulmuş, yerlerini korkularına bırakmıştı. Tam 205 numara da kaçıp gidiyordu ki sırtında numarası yazan gri sweatinin yakasından yakaladım iri yapısına bakmadan karşısındaki kızı hunharca döven deneği.

Bana döndüğünde kahverengi gözleri dolmuştu, benden beş altı santim ancak kısaydı ve daha kalın yapılıydı. Bana kendi dilinde bir şeyler anlatmaya çalışarak ağlıyordu. Yerdeki kızın öksürmesiyle ikimizin bakışları da ona döndü. Ağzındaki kanı tükürdükten sonra yerden doğrulmaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Kızın bu halini gördükçe 205 numaraya olan öfkem ateşlense de onu cezalandırmayı doğru bulmuyordum. Çünkü o da bilmiyordu hiçbir şeyi.

Çocuğun kıyafetini bıraktıktan sonra eğilip kıza elimi uzattım. Refleks olarak kolunu kıvırıp yüzünü kapattı hemen. Dişlerimi birbirine bastırıp bileğine sardım uzun parmaklarımı, bu insanlar yapılan iyilikten de uzanan yardım elinden de korkar olmuştu. Kızın kolunu yüzünden çektiğimde kanlı yüzü karşıladı beni. Dudağı patlamıştı, yüzünün de birkaç yeri fena derecede moraracağının belirtisi olarak kızarmıştı. Kaşından ince bir çizgiyle çenesine doğru kan süzülüyordu. Ama küçük yüzünde dikkatimi çeken ilk şey siyah gözlerime değdiği anda buğulanan ve dev bir korkuyla yanan yeşilleriydi. Uzun sarı kirpiklerinin çerçevelediği gözlerini kırpıştırdığında sol gözünden bir damla yaş süzüldü çenesine doğru.

Bu görüntünün nefesimi kestiğini fark etmem çok da uzun sürmedi. Öfkeyle birbirine bastırdığım dişlerimi ve yumruk olmaya hazırlanan ellerimi fark ettiğimde durdurdum kendimi. Avucumun içinde bu narin yaratığın bileğini tutarken bunu yapamazdım. O kadar cılız ve güçsüzdü ki bileğini elimden kurtarma çabaları bile beni sarsmıyordu. Karşısındaki çocuktan birkaç dakika daha dayak yeseydi işler onun için pek iyi olacak gibi görünmüyordu. İtirazlarına aldanmadan diğer kolunu da tutup onu yavaşça ayağa kaldırdım. Küçük vücudu ellerimin altında kaskatı kesilmişti. Şaşkınlığı buğulanan gözlerinin bakışlarına da yansımıştı. İki ayağının üstünde durur konuma geldiğinde ellerimden kaçmak için çırpınmaya başladı, isteğini diretmeyip onu bıraktığımda sendeledi. Hızlıca kolunu yakalayıp düşmesine engel oldum ve ardından yeniden kolunu bıraktım. Hemen benden birkaç adım geri kaçtı, dalgalı sarı saçları bile kanına bulanmıştı. Bunlar sadece yüzüne aldığı ve benim görebildiğim darbelerdi, vücudunu ne için bu devasa deneğe siper etmiş olabilirdi ki?

Bir ona bir de 205 numaraya bakmaya başladım. İkisinin nefret dolu bakışları birbirlerinin üzerindeydi şimdi. Ne için bu kadar şiddetli bir kavga ettiklerini bilmiyordum ama kızın suratını her gördüğümde karşımdaki çocuğun ağzının üstüne bir yumruk atmamak konusunda kendime zor engel oluyordum. 205 numara bana baktığında bakışlarım karşısında ezilip küçüldü, daha sonra da elini kaldırıp sağ tarafını işaret etti. İşaret ettiği yerdeki sehpanın üzerinde duran bir tabldot çekti dikkatimi, ardından da ikisine baktım. Bunun için mi kavga etmişlerdi? Yemek için mi?

205 numara gittikçe bana karşı olan korkusunu attı. Önce gözündeki yaşlar dindi, daha sonra da kendi dilinde konuşmaya ve karşısındaki kıza bağırmaya başladı. Tüm bunlara karşılık karşısındaki kız ona kaşlarını çatarak öfkeyle bakmaktan başka bir şey yapmıyor ve tek kelime etmiyordu. Küçük elleri iki yanında yumruk olmuştu ve birazdan çocuğun üzerine saldıracakmış gibi görünüyordu. Bu narin yaratık acaba hiç daha önce aynadan kendi cüssesine bakmış mıydı? Kısa değildi ama o kadar zayıf ve çelimsizdi ki üzerindeki bol kıyafetine rağmen kemiklerini sayabilirdim. Özellikle siyah taytının bile saramadığı cılız bacakları her an kırılacakmış gibi gözüküyordu.

İkisini arkamda bırakıp tepsinin üstündeki tabldotu aldım. Hemen tabldotun köşesinde kazılı olan 113 yazısı dikkatimi çekti. Bu yemek bu kızındı, demek yine yemek istememiş ve onun hakkı sonra isterse yemesi için kenara bırakılmıştı. Tamam da bu onun yemek için kavga etmesine bir sebep miydi? Zaten cüssesine baktığım zaman onun yemek için kavga etmeyeceğini anlamam zor olmuyordu. 205 numaranın onun yemeğini almak istemesi bir sorun teşkil etmiyordu çünkü o zaten yemiyor, onun hakkı çoğunlukla çöpe gidiyordu. Neden kavga ettiklerini anlamaya çalışıyordum ki Victoria'nın sabah kurduğu cümle aklıma geldi. 'Açlıktan bayılma sınırına gelene kadar ağzına tek lokma koymaz.' Arkamı dönüp kıza baktığımda hırsla gözünden akan yaşı koluna sildiğini ve hala bana bir şeyler anlatmaya çalışan 205 numaraya kaşlarını çatarak bakmaya devam ettiğini görebiliyordum. Bir kıza baktım, bir de tabldottaki içinde ne olduğu bile belli olmayan gri lapaya. Bunun için mi canını ortaya koyup bir de üstüne dayak yemeyi göze almıştı? Bu kadar mı açtı?

Bu meseleyi çözmenin en iyi yolu bu tabldotu kıza vermek değildi. Ben gittikten sonra bu deneğin ona yeniden musallat olması kaçınılmaz bir gerçekti. Ama bu kızın açlığının boyutunu tahmin edebiliyordum. Victoria'dan onun hakkında duyduklarım basit şeyler değildi, onu da aç bırakamazdım. Üstelik gönlüm bir yandan bu soğumuş iğrenç şeyi yemesine de razı olmuyordu. Birkaç adımda yanlarına gidip tabldotu 205 numaraya uzattım. Çocuk deli gibi sevinerek ona uzattığım tabldotu alırken kızın ölümcül bakışlarının hedefinde bu kez ben vardım. Benden korkuyordu ama yine de o ters bakışlarını atmaya bir son vermiyordu.

En sonunda dayanamamış olacak ki 205 numaranın onun lapasını yemesine öfkelenen kız yanıma gelip beni göğsümden itti. Bu çabası hiçbir şey yerine gelmezken 205 numaranın elinde tuttuğu tabldota tekme atarak demir tepsinin gürültüyle yere düşmesine ve lapanın dökülmesine sebep oldu. Bunun üzerine 205 numara sinirle onun üstüne atılırken çocuğu tek bir bakışımla durdurdum. Tüm öfkesi gözle görülürken bu hırçın ve narin yaratık yerdeki tabldotu alıp önümde durdu. Kanlı yüzü öfkesiyle sarhoş olmuştu, adeta burun deliklerinden öfke fışkırıyor gibi sinirliydi. Tabldotu kaldırdı ve demir tepsiye kazılı olan 113 numarasını gösterdi, ardından da kendi sweatinin üstünde kalın ve siyah puntoyla yazılı olan numarayı. Konuşmuyordu ama benimle iletişime geçmenin bir yolunu buluyordu. Sessizdi ama gözlerimin içine bakarak 'O benim hakkımdı!' diye bağırdığını işitiyordum adeta. Dudağımın bir köşesinin yukarı doğru kıvrılmasana engel olamadım.

Kızın elindeki tepsiyi alıp yere attım ve kolunu tutup onu benimle birlikte çıkışa doğru ilerletmeye başladım. Gelmemek için direniyordu ama bana engel olamıyor, benimle birlikte çıkışa doğru yürümeye devam ediyordu. Az önce dayak yemesinden keyif alan deneklerin ona acı içinde bakması dikkatimden kaçmamıştı. Neyse ki az önce Ivan değil de ben gelmiştim. Bu küçük ve narin yaratığın gücünün yetmeyeceğini, elinden bir şey gelmeyeceğini bilmesine rağmen hakkını savunması taktirimi kazanmasını sağlamıştı doğrusu.

Birlikte yatakhaneden çıktığımız anda askerler tarafından büyük kapı kapatıldığında yediği dayağa karşı bile ağlamayan kız şimdi hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Elimden kurtulmak için çaresizce debeleniyordu fakat gücü yetmiyordu. Gözlerinden sicim sicim akan yaşları görmek onu yeniden kendimle birlikte ilerletmeme sebep oldu. Bir an önce karnını doyurup onu tekrar yatakhaneye getirmeliydim. Karşımdaki askerlerin yanından geçerken ikisinin de dudaklarında arsız gülümsemeler vardı. Onlara takılmayıp kızı kendimle birlikte üst kata uzanan merdivenlere çıkarmaya başladım.

Kolumu sıkıp beni durdurmaya çalışıyordu, durmadan debelenmesi de dizlerinin merdivenlere çarpmasına neden oluyordu. Merdiven basamaklarını tırmanmayı bırakıp durdum ve ona baktım. Bakışlarımı gördüğünde ağlamayı bırakıp sertçe yutkundu. Gözlerindeki yaşları sildikten sonra yeniden elimden kurtulmaya çalıştı, bu da benim derin bir nefes alıp kolumu beline dolamama ve onu tek kolumun altında taşımama neden oldu. Ayakları yerden kesildiğinde dudaklarından kaçan çığlığa engel olamadı. Kilosu o kadar azdı ki tek kolumla onu hiç zorlanmadan tutuyordum. Ne kadar debelense de ayakları yere değmiyordu. Hızla üst kattaki yemekhaneye doğru yöneldim.

Yemekhanenin kapısına ulaştığımızda hala deli gibi ağlıyordu, çırpınmaya da bir son vermiyordu. En sonunda karnıma yumruk atmaya başlamıştı ki cebimdeki kartı çıkarıp kapının kilidine okuttum. Kapı açılırken içeri girip kızı yere bıraktım ve ışıkları açtım. Aniden açılan beyaz ışık gözlerini aldığında ellerini gözlerine kapattı. Ben de bu sırada kapıyı kilitledim. Dışarı çıkması demek hayatını riske atması demekti. Eğer kaçıp giderse, ki asla bir yere kaçamaz ve bu ultra güvenlikli yapıdan dışarı adımını bile atamazdı, onu sağ bırakmayacaklarına emindim. Arkamı döndüğümde göz göze geldik, bir kapıya baktı bir de bana. Ardından başını deli gibi iki yana sallamaya başladı. Gözlerinden yeniden yaşlar süzülürken geri geri adımlamaya başladı. Korku içinde geri geri giderken ortadaki masalardan birine çarptı ve tökezleyip yere düştü.

Ona doğru bir adım atmıştım ki deli gibi ağlayarak yerden kalkıp koşmaya başladı. Gözlerinde gördüğüm korku, dehşet ifadesi kendimi bir canavar gibi hissetmeme neden olmuştu. Ona zarar vermeyecektim ki, amacım bu değildi benim. Sadece yaralarına gerekli müdahaleyi yapmak, karnını doyurduktan sonra onu geri yatakhaneye götürmek istiyordum. Cebimden bir hap çıkarıp onun üzerinde denemeyecektim, onu acı içinde kıvrandırmayacaktım. Neler yaptılar sana küçük kız, ne yaşattılar sana?

O köşeden o köşeye koşuyor, bir çıkış ve kaçış yolu bulmayı umuyordu ama buradan çıkabileceği tek nokta az önce kilitlediğim kapıydı. Kartımı cebime koyduktan sonra Atakan'ın yaptığı YDO uygulamasına girip ona özelden mesaj attım. "Bir saatliğine eksi birinci kattaki yemekhanenin kamera görüntülerini sil."

Cevap gelmesini beklemedim, biliyordum ki hala uygulama üzerinde çalışıyordu. Bir işe başladığında mükemmel hale getirmeden gözünü bile kırpmamak alışkanlığıydı. Söylediğimi sorgulamadan yapacağını biliyordum. 113, oradan oraya koşarken ve hala ağlarken bense dolaplarda yaralarını temizleyip sarabileceğim ecza malzemeleri aramaya başladım. Dolapları kurcalamaya başladığım sırada açtığım üçüncü dolapta aradığımı bulmuştum. Ecza malzemelerini alıp kıza doğru yürümeye başladım. Ona doğru geldiğimi fark ettiğinde geri geri ilerlemeye başladı. Gözlerindeki korkuyu görmek beni üzüyordu, çünkü farkına varıyordum. Bu insanların sadece bedenlerinin değil, ruhlarının da kurtarılması gerekiyordu.

Sırtı duvarla buluştuğunda ağlamaktan kan çanağına dönen güzel yeşilleri fal taşı gibi kocaman açıldı. Kurumuş kırmızı dudakları hafifçe aralandığında gözleri artık bambaşka bir duyguyu bağırıyordu. Çaresizliği. Sırtı duvarla buluşmuş, artık kaçacak bir yeri kalmamıştı. Belki direnecek gücü de yoktu. Ve gözlerindeki o bakışı görmek belki de hayatım boyunca beni sarsan nadir anlardandı. Çaresizlik o kadar kötü ve kaçınılmaz bir duyguydu ki, insanın üstüne yapışan bir leke gibiydi. Üstüne bir kere yapıştığında kurtulmak hiç de kolay olmuyordu, bunu öyle iyi biliyordum ki omuzlarımın aşağı düştüğünü hissettim. Hep dik tutmak istediğim omuzlarımdan, dik olması için ölümüne mücadele ettiğim duruşumdan hüngür hüngür ağlayan bu kızın karşısında taviz verdim.

Kız ağlayarak yere çöktüğünde ben de karşısında diz çöktüm. Ona zarar vermek niyetinde değildim, bunu anlaması gerekiyordu. Elimi ona doğru uzatmıştım ki kollarını göğsünde çaprazlayıp üstündeki kıyafetine sıkı sıkıya sarıldı. O an beynim her parçayı yerine oturturken ona uzattığım elim istemsizce yumruk oldu ve kucağıma düştü. Kızın neden benden kaçmak için her şeyi göze aldığı, neden bu kadar debelendiği, neden bu kadar ağladığı ve neden böyle çaresiz baktığını anladım ama anlamamayı o kadar çok istedim ki. Bazen görmek istemiyordum gerçekleri, algılamak istemiyordum, ben bu hayatın gerçek olmasını istemiyordum.

Karşısına oturup sakinleşmesini beklemeye karar vermişken kendim daha çok sinirlenmiştim, ben daha çok öfkelenmiştim. Ağrısı bir türlü dinmeyen başımı ellerimin arasına aldığımda o daha sıkı sarılmıştı kendi vücuduna. Böyle miydi dünya düzeni, güçsüzü her şekilde yiyip yutarlar mıydı? Böyle mi olmalıydı? Birileri sefa sürerken biriler her zaman cefa mı çekmeliydi? Zayıf olanın sesi hep mi bastırılırdı? Hür ve bir yaratılmamıza rağmen neden aptal statülere konumlandırılmıştık, neden istediğimizi söyleyemiyor, neden hayatımızı istediğimiz gibi yaşayamıyorduk? Neden kadınlar kendi bedeni üzerinde bile söz hakkına sahip olamıyordu? Bu gerçekten böyle olmak zorunda mıydı, hayat bundan mı ibaretti?

Başımı kaldırıp kıza baktığımda onun da ağlayarak bana baktığını gördüm. Korku dolu gözlerine merak da karışmıştı şimdi. Islak ıslak bakan güzel gözleri acıyla kırmızıya boyanmıştı. Göz altındaki morluklar, yüzündeki kanlar, ya da tüm suratının bembeyaz kesilmesine neden olan korkusu onun masumluğunu gölgeleyemiyordu. O sadece refleksle kendini ve bedenini korumaya çalışan masum bir kız çocuğuydu. Ama onun beyazlara bürünmüş masumiyeti hayatın tüm kirli oyunlarına tanık olmuştu. Pek çok karanlıkla karşı karşıya gelmişti ama aydınlığı hiçbirinde yitip gitmemişti. Aksine ruhunu sarıp sarmalayan o ışığı yeşil gözleri aracılığıyla görebiliyordum. Orada parlak bir ışık vardı, hiç görmediğim, bilmediğim, tanımadığım bir masumiyet, bir saflık vardı.

Ona nasıl bakıyordum hiçbir fikrim yoktu ama artık ağlamıyordu. Gözlerinden usul usul yaşlar süzülüyordu lakin artık bağırmıyor, ya da çırpınmıyordu. Ona küçük bir tebessüm ettiğimde şaşkınlıkla kırpıştırdı gözlerini, gördüğüne inanamıyor gibi bir hali vardı. Öyle şaşkındı ki olan biten her şeyi unutmuş, dünya yıkılmış, tek gülüşüm kalmış gibi bakıyordu. Sanki şu anda önemli olan tek şey gülüşümdü. Tepkisi o kadar doğal ve masumdu ki gülümsememin büyümesine engel olamadım. O ise mümkünmüş gibi daha da büyüttü yeşillerini, daha da masum baktı. Tereddütle elini uzattı bana, ne yapacağını görmek için hiç kıpırdamadım. O da bu hareketsizliğimden cesaret bulup dudaklarıma dokundu, gerçekten gülümsediğimi fark ettiğinde de ateşe değmiş gibi çekti hemen elini. Ona kötü davranmıyor, onu incitmiyor ve hatta ona gülümsüyordum. Bu onun dünyasının sonunu getiren kıyametten, bambaşka bir diyara açılan geçitten başka neydi ki?

Şaşkınlığını fırsat bilerek yere yanıma bıraktığım ıslak mendili aldım ve kızın yüzündeki kan lekelerini silmeye başladım. İlk başta tereddüt edip elimi itmeye çalışsa da daha sonra sorun çıkarmadı. Ben onun yüzünü temizlerken o merakla benim yüzüme bakmaya başladı. Bakışlarını yok sayıp yüzünü güzelce temizledim, ardından bir pamuk yardımıyla aynı işlemleri kaşındaki küçük sıyrığa ve dudağının köşesinde açılan yaraya uyguladım. Yarasını temizlerken canını acıtmamak için büyük bir özen gösteriyordum, o yüzünü her acıyla buruşturduğunda birkaç saniye acısının geçmesini bekliyor ve ardından işleme kaldığım yerden devam ediyordum. Yeşillerindeki korku her geçen saniye siliniyor, yerini büyük bir meraka bırakıyordu. Yeşillerini bürüyen çaresizlikten eser yoktu şimdi. Yeşilleri korkusuzdu ve ben onun ıslak bakan gözlerinin bu halini daha çok sevmiştim.

Yaralarına krem sürdükten sonra yara bandı yapıştırdım. İşim bittikten sonra derin bir nefes alıp yerden kalktım, elimdeki merhemleri eski yerine götürüp dolaplara yerleştirdim. Ardından da tezgaha gidip ellerimi güzelce yıkadım. İşin yarısını halletmiştim, geri bu narin yaratığın karnını doyurmak kalmıştı. Hızlıca bir şeyler yapıp onu en kısa sürede geri götürmeliydim. Arkamı dönüp dolapta yapabileceğim ne var diye bakacaktım ki birkaç adım gerimde durduğunu gördüm. Ellerini birbirine birleştirmiş ve gerginlikle tırnaklarının etlerini yoluyordu, yeşil gözleri tereddütle bana bakıyordu. Aslında cesaretiydi, öyle cesaretiydi ki taktir ediyordum. Hakkını korumak için o iri yapılı deneğe kafa tutacak, başaramayacağını bilse de mücadele edecek, ona haksızlık yaptığımı düşünüp bana bile diklenecek kadar cesur bir kızdı o. Ama hayat onu öyle bir noktaya getirmişti ki cesareti burada hiçbir işe yaramıyor, aksine onun daha çok zarar görmesine neden oluyordu.

Yanında durup buzdolabını açtım, o merakla benimle birlikte buzdolabına bakarken arkamı döndüm ve ellerini birbirinden ayırıp tırnaklarına işkence etmesine engel oldum. Hemen komutuma uyduğunda yeniden buzdolabına bakmaya başladım. Dolabın içinde hiçbir şey yoktu. Dolap resmen tam takır kuru bakırdı. Burada denekler için yemek piştiğinden çok da güzel menüler çıktığı söylenemezdi. O yüzden pek malzeme de yoktu. Birkaç çeşit peynir, tereyağı ve çürümüş domates dışında hiçbir şey yer almıyordu. Dolabı geri kapatıp diğer dolapları karıştırmaya başladığımda kızın yere hafifçe basan ve attığım her adımda peşimden gelen adımlarının sesini duyabiliyordum. Dolapların birinde makarna bulmak yanımdaki kızın şansıydı. Hızlıca su ısıtıp makarnayı pişmesi için büyük ateşte ocağa koydum. Tüm yaptıklarım boyunca adım adım beni takip etmiş, peşimden gelmişti.

Buzdolabından peynir ve tereyağını aldıktan sonra makarna için sos yapmaya koyuldum. Dolaptan peynirleri alıp tezgaha bıraktığımda 113'de benimle birlikte bir o tarafa bir bu tarafa dönüyordu. Benim hızlı hareketlerime yetişemediği için daha çok kendi etrafında dönüyormuş gibi gözüküyordu. Ve bu hali çok... Çok tatlıydı.

Yanından geçip tavayı ocağa koyduğumda hemen yanımdaydı, ona bir bakış attığımda bakışlarını yakalamayı beklemiyordum. Hemen bakışlarını kaçırıp tavaya uzattı elini, sanki sobayla yeni tanışan bir bebek gibi düşüncesizce elini uzattığında parmağını hemen yakaladım. Korkuyla bana bakarken elini temkinli bir şekilde ocağa yaklaştırdım ve sıcak olduğunu algılamasını sağladım. Isıyı hissettiği anda elini hemen çekti. Tuhaftı, aynı dili konuşmuyorduk ama garip bir şekilde anlaşabildiğimizi hissediyordum.

Sosu hazırlamam onun pür dikkat beni izlemesiyle ve her şeyi merak ederek dokunmak istemesiyle devam etmişti. Onları yatakhanede çıkardıkları anlardan itibaren yaptıkları tek şey bedenlerine fiziksel acı yüklemek olduğu için hiçbiri dış dünyayı inceleyememiş olmalıydı. Bu yabancı hareketlerinin tek açıklaması buydu. Sanki yeryüzündeki bir yabancıydı, bizim dünyamıza yabancıydı. Hiçbir şeyi bilmiyordu ve büyük bir merak içinde etrafını inceliyordu. Henüz ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir bebek gibi merakla bir o yana bir bu yana koşturuyor ve öğrenmeye çalışıyordu.

Makarnanın suyunu süzüp onu sosuyla birleştirdikten sonra tabaklara yerleştirdim. İki tabağı ve iki çatalı masaya koyduktan sonra içecek dolabına baktım belki işe yarar bir şeyler bulurum diye ama tek bulabildiğim şey yarısı boş olan meyve suyu paketiydi. Meyve suyunu bir bardağa boşalttıktan sonra içine mor bir pipet koydum. Merakla elimdeki sıvıya bakan kızın omzuna dokundum ve onu masaya doğru ilerlettim. Bardağı masaya koyduktan sonra omuzlarından yönlendirerek ne yapacağını anlamayan kızı sandalyeye oturttum ve daha sonra nihayet yemek yiyebilecek olmanın mutluluğuyla masada kendi yerimi aldım.

Tabağın üstüne eğilmiş makarnayı koklarken buldum onu. Kokusu hoşuna gitmiş olacak ki bir çiçeği koklar gibi koklamıştı. Çatalımı alıp makarnaya daldırdım ve çatala dolayıp yedim. O da şaşkınlıkla bu hareketime bakmıştı. Yeşillerini kırpıştırarak merakla beni izledi. Ardından da çatalı eline aldı ama bunun ne olduğunu, ne işe yaradığını bilip bilmediğinden emin değildim. Çatala öyle tuhaf bakıyordu ki bakışları görülmeye değer cinstendi. Daha sonra benim elime bakmaya başladı. Çatalı nasıl tuttuğumu çözmeye çalıştı, bir benim elime bir de kendi eline bakıyordu. Nerede yanlış yaptığını bir türlü anlamıyor, kafası gittikçe daha çok karışıyordu. Bu da yüz ifadesine yansıyordu. Tek sorunu elindeki çatalı bir hançer gibi tutmasıydı.

Elindeki çatalı aldım ve makarnayı çatala doladım, ardından olması gerektiği gibi çatalı parmaklarının arasına yerleştirdim. Bakışlarımı yüzüne çevirdiğim sırada kızın şok içinde yüzüme baktığını görmek sanırım bekleyeceğim bir şeydi. Çatalı tutarak makarnayı ağzına götürdü. Makarnayı ağzına aldığı andan itibaren gözleri kocaman açıldı, iştahla ağzındaki lokmayı yedi. O kadar acıkmış olmalıydı ki eksik malzemeyle yaptığım makarna bile onun için yediği en lezzetli şey olmaya adaydı.

Ben de yemeye devam ettim, peynir soslu makarnam fena olmamıştı. Gördüğüm o lapadan sonra bu kız böyle tepki vermekte haksız sayılmazdı. Grinin o tonunu elde etmek için hangi malzemeleri kullandıklarını tahmin etmek hayli zordu. Ağzındakileri bitirdikten sonra çatalı makarnaya daldırdı ve benim gibi döndürdü ama beceremedi, bakışları bana kaydığında benim tek yaptığım şey tepkisini izlemekti. Utanarak çatalı bana doğru uzattığında gülmeden edemedim. Uzattığı çatalı aldım ve makarnasına dolayıp yeniden çatalı eline tutuşturdum. Bu kez yüzüme bakmak yerine nasıl yaptığımı izlemeyi seçmişti. Makarnayı hemen ağzına götürüp iştahla yedi. Yerken o kadar sevimli mırıltılar çıkarıyordu ki bir insanın yemek yerken ses çıkarmasından hoşlanacağımı hiç sanmıyordum. Aptal gibi sırıtıp kızı izlemeyi bıraktım ve karnımı doyurmaya koyuldum. Tüm gün ağzıma giren doğru düzgün ilk lokma buydu.

Çatala makarnayı dolamayı başardığı anda öyle sevindi ki gözlerinde gördüğüm şey saf mutluluktu. Çatalı makarnaya doladığı için mutluydu. Yasak deneyler laboratuvarında tutsak olan bir denekti ama o mutluydu, hem de makarnayı çatalına başarılı bir şekilde dolayabildiği için. Aslında mutluluğu çok uzakta aradığımız, büyük şeylere takılı kaldığımız için ulaşılmaz oluyordu. Bu kız doğduğu günden beri bir kafesin içinde hapisti, dil bilmiyordu, kurtulmak istiyordu ama elinden bir şey gelmiyordu, vücudu üzerinde ne olduğu belirsiz ilaçlar ve haplar deneniyordu ama o burada yemek yiyebildiği, çatalı makarnaya başarılı bir şekilde dolayabildiği için mutluydu. Oysa basitti mutluluk, fazlasını beklemeye gerek yoktu. Açgözlülük her şeye zarardı. Fazla mutluluğa göz dikersen küçük mutlulukları gözden kaçırır ve büyük mutlulukları elde ettiğinde de tatmin olamazdın. Oysa belki de büyük mutluluk diye bir şey yoktu, mutlulaşmak diye vardı. Bugün acı içinde ölenlerin aksine yaşıyorum diye, evine su götürmek için kilometrelerce su taşıyan insanların aksine her istediğimde rahatça su içebiliyorum diye mutlu olmalıydı insan, şükretmeliydi. En lüks evlere, en pahalı arabalara, son moda kıyafetlere sahip olmak bir şey değiştirmeyecekti. Çünkü mutluluk bir anda sahip olunacak bir şey değildi. Mutluluk senin bakış açındı. Karşımda beceriksizce makarnasını yiyen kız hiçbir şey bilmiyordu fakat bana hayatımın ibretlik derslerinden birini vermişti.

Masada duran meyve suyunu onun önüne doğru bittim, önce bardağa sonra da bana baktı. Bardağın ne olduğunu anlamadığı o kadar çok belliydi ki. Mor pipeti dudaklarına doğru uzattığımda ne yaptığımı anlamadı ama artık benden o kadar çok çekinmiyordu. Pipeti dudaklarının arasına yerleştirip bana baktı, ona içine çekmesini işaret ettiğimde dediğimi yaptı ve gözlerini kocaman açıp meyve suyunu kana kana içmeye başladı. Geri çekildiğinde nefes nefese kalmıştı. Yüzündeki memnun ifade yemeklerin tadını beğendiğinin kanıtıydı. Beceriksizce ona tarif ettiğim şekilde yemeye ve meyve suyunu yudumlamaya devam etti. Yemek yemeye çalışırken tüm yüzü yağ içinde kalmış olsa da onun kocaman bir tebessümle yemek yemesi ve bana buraya geliş amacımı bir kez daha en derinden hatırlatması çok özeldi.

Oysa ona bozuk diyordu diğer insanlar kendi hasta zihinlerine bakmadan. Bozuk değildi bu kız, ruhu ızdırap duyan ve kurtuluş ümit eden bir masumdu. Onların çarpıklaşmış sistemleriydi bozuk olan, bu sisteme direnen kız değildi. Öyle masumdu ki, bir çocuktan farksızdı. Hayat ona kötü yüzünü tüm acımasızlığıyla göstermişti ama onu kirletmeyi becerememişti. Hayatın tüm kirli oyunlarının kol gezdiği bu pislik çukuru kirini bu temiz bedene bulaştıramamıştı, ona dokunamamıştı. Bir annenin şefkatle okşaması gereken o saçlarda bundan haberi bile olmayan kızın kendi kurumuş kanı vardı ama o yemek tabağına bakıp gülebiliyordu. Evet zulüm etrafta dört nala kol geziyordu ama iyi olanın ruhuna dokunamıyordu, onun masumiyetini elinden çekip alamıyordu. 113'ün bedeni büyümüş, kocaman kadın olmuştu ama ruhu hala küçüktü, hala çocuktu.

✦✧✦

Belki de yazmayı en çok istediğim sahnelerden biri bu yemekhane sahnesiydi. Sonunda yazdım ve derin bir oh çekiyorum. O kadar tatlılar ki ağlamamak mümkün değil güzellikleri karşısında.

Görkem çok merhametli bir adam, ben onun tavırlarına yansıyan o şefkati çok seviyorum. Keşke bu bey gerçek olsaydı. Ona çok ihtiyacım var çünkü. 🥺

Ve son olarak sizlere cast vermek istiyorum. Aslında bunu yapmayacaktım çünkü ben karakterleri kafamda şekillendirmeyi seviyorum. O yüzden siz de kendi hayalinizdeki gibi hayal etmekte özgürsünüz. Tam hayalimdeki kişileri bulmasaydım cast koymayacaktım ama buldum. Ve sanırım bir yandan bunu yapmam da gerek, çünkü işler bir yerde bu şekilde ilerliyor dhslsjskjs. Neyse, siz beni anladınız bence o yüzden devam edelim.👇🏻

Görkem Ertuğ Değirmenci:

113:

Sevgilere...💙✨

Continue Reading

You'll Also Like

134K 6.4K 16
Felaketlerle başlayan bir gece kaç Bedel ödettirdi? 🕯️
205K 11.9K 59
Tamamlandı;) Her şey Eski sevgilisi diye yazdığı adam Yüzbaşı çıkınca başladı 🤭
775 510 7
Ailesinin normal birer ebeveyn olmadığını fark eden Güneş gece yarısı evden kaçarak tehlikeli bir kasabaya ulaşır. Kasaba da karşılaştığı gelenekler...
57.7K 4.8K 27
| FANTASTİK KİTAPTIR / SERİ ADI: YANSIMA SERİSİ | | KİTAP HİÇBİR ŞEKİLDE 1919 YILINDA GEÇEN SIRADAN BİR YUNAN VE TÜRK KIZI ARASINDAKİ AŞKI ELE ALMIYO...