ARMANDO BEHEMOTH

By meryemc

44.8K 5.9K 4.8K

•Baş Şeytan serisinin ikinci hikayesidir. •Yetişkin okurlar içindir. Armando Behemoth'un ölümü talihsizlik do... More

Giz: bir
Giz: iki
Giz: üç
Giz: dört
Giz: beş
Giz: altı
Giz: yedi
Giz: dokuz
Giz: on
Giz: on bir
Giz: on iki
Giz: on üç
Giz: on dört
Giz: on beş
Abis: on altı
Abis: on yedi
Abis: on sekiz
Abis: on dokuz
Abis: yirmi
Abis: yirmi bir
Abis: yirmi iki
Abis: yirmi üç
Abis: yirmi dört
Abis: yirmi beş
Abis: yirmi altı
Abis: yirmi yedi
Abis: yirmi sekiz
Abis: yirmi dokuz
Abis: otuz
Abis: otuz bir
Abis: otuz iki
Abis: otuz üç
Abis: otuz dört
Abis: son

Giz: sekiz

1.3K 210 114
By meryemc

Stalitte Empire, Eternal Vespers

12 Mart, 2022

꧁꧂

Bazen düşünüyordum da bir bukalemun gibi davranmak yerine kahrolası bir bukalemun olsam her şey daha kolay olacaktı. Portal açmak beni yormuyordu ama bir şeytanın yanından meleğin yanına fark ettirmeden geçmek demek, en ince ayrıntısına kadar temizlenmek ve mümkünse kamufle olmak demekti. Kokular ve adlar, türler arasında kullanılabilecek kozlardı.

Israrla çalan kapıyı açmadan önce son olarak vücudumla saçımı gelişigüzel ıslattım ve havluya sarınarak kapıyı araladım. Karşımdaki kişi, Gaviel'in buraya kadar gelmediğinde beni kendi ayağına çağırmak için gönderdiği meleklerden biriydi. Hiçbir şey sormadan, düz bir ifadeyle gözlerine baktım.

"Gaviel seni bekliyor."

"İşim bitince gelirim." dedim, sakin bir sesle. İçimden bağırıp çağırmak, her istendiğimde gitmek zorunda kalmamak istiyordum. Gaviel, Behemoth'tan daha az tehlikeli geliyordu ama sonuçta, bir şekilde, onu öldürebilmişti. Eğer Gaviel'e karşı gelirsem arkasında kocaman bir ordusu vardı. Kaçmak işe yaramazdı ki; sadece kaçıp nereye kadar gidecektim? Ben yaşamak istiyordum. Belki de Behemoth'a azar azar yardım etmeye başlama sebebim buydu. Meleklerin kaybetmesini istemekten çok, Gaviel'in kaybetmesini istemem...

Hazırlandıktan sonra işim varmış da telaşla yarım kalmış gibi bir havayla Gaviel'in salonuna gittim. Zacharael ile konuşuyordu.

Zacharael, canlı olan beş soylu melekten biriydi. Uzun, ince bir yapısı vardı. Gaviel'in yanında dolaşmak yerine halkın arasında ya da meleklerin yaşadığı aşağı dünyada dolaşır; şifa dağıtırdı.

Gaviel benimle muhattap olmaya yeltenmezken Zacharael yanıma geldi, girmem için kolunu kaldırdı. "Bana eşlik edebilir misin?"

Böylesine kibar bir ses tonu karşısında şaşırmış değildim. Bana Harudha dışında kimse fazlalıktan başka bir şey değilmişim gibi davranmazdı. Bu yüzden, biraz da merakımdan, başımla onaylayarak onu takip etmeye başladım.

"Gaviel ile yavaşça dünyaya açılman konusunda ortak bir noktada karar kıldık. Aşağı dünyadaki melek topraklarına götürmek isterim seni. Ardından da, belki daha sonra... Kötülüğün kol gezdiği sınırlara kadar gideriz."

"Burasının saf iyilikten oluştuğunu mu söylüyorsun, Zachrael? Bu koridorların?"

Bir süre sessiz kaldı, ardından da "Öyle olmamalıydı. Bazıları şaşırdı ama... Ama düzelecek." diye mırıldandı sadece.

"Ne kadar..." devamını getiremedim.

"Saf? Böyle mi diyecektin?" Gülümsedi. "Hayır, umutluyum. Özünden şaşanların özünü tekrar bulacağını düşünüyorum." Konuyu değiştirmek için midir nedir, hızla ekledi: "Kendini nasıl hissediyorsun? Kanını vermek konusunda... Seni olumsuz etkiledi mi hiç?"

"Hayır, gayet iyiyim."

"Güzel." Sarayın kapısından çıktığımızda yerle aramızda yüzlerce metre vardı. Sadece taş bir zeminin üstünde duruyor ve bulutların sakladığı aşağıya bakıyorduk. "Yakında tamamlanacak, sen de rahatlarsın."

"Tamamlacak mı? Harudha'nın daha iyiye gittiğini düşünmüyorum. Bence daha uzun sürer." dediğimde gözlerinden bir anlığına şaşkınlık geçti. Ardından gözlerini kırpıştırdı.

"Aah... Evet, Harudha." Çatık kaşlarla ona bakarken elimi tutmak için izin istedi ama cevabı beklemeden aceleyle kavradı. Tutuşu güçlüydü.

Birden hafif bir hışırtıyla birlikte kanatları iki yana açıldı. Koyu yeşil, kadife gibi kanatları vardı. Büyük değillerdi ama tüyleri o kadar sıktı ki yüzlercesi dökülse fark edilmeyecekmiş gibiydi. Ardından havaya yükseldi. Tek elimi tuttuğu için ben de yamuk bir şekilde onunla birlikte havalandım. Orta yaşlı duran Zachrael güçlü görünmüyordu ama bu öyle bir büyük yanılgıydı ki elinde sanki çatal tutuyormuş gibi hafifçe yönetiyordu bizi. Kilolu olmasam da kemik yapım iriydi, hiç de hafif değildim; hatta en olarak onun iki katı gibiydim.

Bizi hafifçe aşağı indirdiğinde hava birden daha da ısındı. Bulutlar azaldığı zaman camdan gördüğüm çöle indim. Yer kumdandı ama yerleşim yeri o kadar büyük ve yaşanılasıydı ki ayakkabılarımı çıkarmak istedim.

Burasının sanki işlek ticaret şehriymiş gibi bir havası vardı. Ruhlar, ruh olarak değil de eski zamanlarda yaşayan ticaret sakinleriymiş gibi davranıyordu. Melekler de onlara eşlik ediyor, hayat devam ediyordu. Behemoth'un yaramazlık peşindeki çocukları gibi değildi hiçbiri. Gerçi burada ne çocuk, ne de yaşlı vardı.

Bir itiraf: Gaviel'den bunu beklemezdim. Bu kadar... Normal bir yer oluşturabileceğini yani.

Etrafta yürürken Zachrael'in verdiği, çöl kumu beni rahatsız etmesin diye -onlara göre gökyüzünden ilk inişimdi çünkü- ince ama dayanıklı bir tüle sarındım. Bana burayı tanıtırken kendisinin fikri olduğunu söyledi. Gaviel'e göre ruhlar çok daha yukarı yükselmeliydi ama Zachrael demişti ki ölen genç insanların gerçek yüzünün ortaya çıkması için biraz daha zaman gerekirmiş. Bu yüzden mutlu olabilecekleri bir yer oluşturmuş ve iyi kalabilme potansiyellerine göre onları yukarıya gönderecekmiş. Sınavını geçemeyenler ise sonsuza denk en aşağı katta, burada, kalıyormuş.

"Burası yukarıdaki entrikalardan çok farklı. Yukarıya... Gaviel'in sarayına yani, başka türden ve dava uğruna suçsuzları bile öldürebilecek kişiler girebiliyor. Ve ben... Ben de oradayım."

"Kim? Kimler vardı ki sarayda?"

Selenophile diyemezdim çünkü bana haber verilmemişti; gizlice bakındığım ortaya çıkabilirdi. "Bazı Drayadlar."

"Ah, doğru." dedi, onaylamayan bir tonda. En güçlü iki meleğin adını özlemle andı. "Devir değişiyor ama bizim değişmememiz gerekirdi. Vehuel ve Yelaiah gibi. Düzeni ve doğruyu korumalıydık. Şeytanlarla savaştık, oysa her şey eşitti bir zamanlar. Olması gerektiği gibiydi. Bölündükçe zarar arttı. Özellikle Ramaela... Pardon, boş ver."

"Önemli değil. Onu tanımıyorum bile. Ne diyecektin?"

Kanatlarına kıyasla oldukça açık renkte olan gözleriyle dikkatle bana baktı. "Bilirsin... Ramaela ilk hamile kaldığında, diyecektim."

Soğuk bir tonda konuştum. "İlk sorun benim yani?"

"Hayır. İlk seferden bahsediyorum. Sen ikincisin, arafta kalan çocuk. Üçüncü doğumda dünyaya inebildin." Bir farkındalık yaşar gibi duraksadı. "Gaviel söylemedi tabii. Şeyi de söylemediği gibi..."

Birden bire öylesine öfkelendim ki sesim sert çıktı. "Neyi? Şifreli konuşma lütfen. Ne demek Ramaela benden başkasına hamile kaldı? Kardeşim mi var? Ya da Gaviel... Ahh, bu ne böyle?"

Ellerimle gözlerimi örtmeye çalıştım. Kumlar öyle hızlı bir şekilde tenime savaş açmıştı ki yer yer kanamaya başlamıştım.

Zachrael beni hızlıca kavradı ve yerleşim yerinden uzağa, yere ilk indiğimiz alana getirdi. Ardından da elimi tutarak tek sıçrayışta kanatlarından kuvvet alıp yukarı çıkardı.

Kapıdayken, içeri girmeden önce "Sana anlattıklarımı Gaviel'e söyleme. Ben de bundan bahsetmeyeceğim." dedi, ifadesiz bir sesle.

"Bu neydi ki?"

"Öfke. Kumalar belirli bir seviyenin üstündeki öfkeyi sezinleyerek tepki verir." Boğazını temizledi ama bana bakmıyordu. "Seninki... Oraya fazlaydı. Biraz anormal bir durum. Doğruyu söylemek gerekirse tam anlayamadım."

Biraz onu inceledim, diğerlerinden farklı gibi geldi bana. Harudha aklını kaçırmasaydı onunla iyi arkadaş olacağımızı düşünürdüm, şimdi Zachrael için de aynısını düşünüyordum. "Al benden de o kadar." dedim, onu zorlamayı sonraya saklayarak. "Seninle daha fazla konuşmak isterim." Hafifçe gülümsemeye çalıştım. "Tamamen ağzından kaçırdıkların için yani. Bu huyun güzel."

Gülümser gibi oldu. "Başım derde girebilir, ufaklık."

"Ufaklık mı?"

"İki yaşında değil misin?" diye dalga geçti, biraz rahatlayarak.

"Teknik olarak binlerce yaştayım. Hatta Araf yaşı nasıl ölçülür bilmem ama daha bile yaşlı olabilirim, ufaklık." Görünüş olarak amcam olabilecek birine böyle davranmak ilginç geldi ama o rahatsız olmamış gibiydi.

Bana kimseye görünmeden odama çekilmemi tavsiye etti. Ben de öyle yaptım. Yıkanmak için önce şifa kremi sürmem gerekirdi ama diğer tarafın ne kadar karıştığını görmem lazımdı. Bu yüzden acıyı umursamayarak kendimi iyice keseledim. Yüzüm tül tarafından korunduğu için sorun yoktu. Uzun bir kıyafet giyersem -ki oradaki havalar buna uygundu- bir şey fark edilmezdi.

Behemoth'un salonuna gittiğimde bir karmaşa beklerken masada yemek yiyen bir Selenophile ve ona kıyasla dünyaları yemekte olan Behemoth'u gördüm.

"Hı?" diye bir ses çıktı ağzımdan.

Behemoth, oturmamı işaret etti. "Sen de katıl, Sahja."

İsmimi yine yamuk telaffuz etmişti ama bilerek yapıyormuş gibi bir havası vardı ve suçlayıcıydı. Genç Selenophile'ın karşısına geçtim. Sakince (hatta memnun bir şekilde) yemek yiyen oğlan son lokmasını ağzına attı.

"Yemeğin bittiğine göre Sabazios'un yanına git, Jacob." dedi, baş şeytan. Oğlan da başıyla onayladı, ayağa kalktı ve hafifçe eğildikten sonra çıktı.

Arkasından bakakaldım. "Ona... Böyle mi davranıyorsunuz? Normal? İyi?..."

Kaşları havalandı. "Neden kötü davranayım? O, ölü bir günahkar değil."

"Ama siz kötüsünüz?" Duraksadım. "Bu bayağı bir cevap oldu gerçi."

"Öyle oldu." dedi sadece.

"Sabazios onu inceledi mi?"

"Gerek kalmadı. Sorduğum her şeyi cevaplıyor."

"Ne sordunuz peki?"

Duvarlardaki akışkan lavları bile donduracak tonda cevapladı. "Adını, yaşını, acıkıp acıkmadığını."

Başka bir şey demeyip arkaya yaslandım. Sessizlik baş gösterecekken, Bartolov'a getirdiğim stilist içeri girdi. Arkasından da bir pelerin taşıyan şeytanlar doluştu.

Orlo "Bitirdim." dedi. Baş şeytan ayağa kalktı ve siyah pelerini üzerine örttü. Boynundaki ipini bağladı. Pelerin omuzlarından aşağı sarkmasına ve kıyafetlerini gösterecek kadar aralığı bulunmasına rağmen giysilerini göstermiyordu. Siyah bir buğulanma vardı.

Dışarıyı göstermeyen siyah camdan yansımasına baktı. Pelerinin başlığını başına geçirdiğinde yüzü gölgelendi.

Orlo'ya gözlerimi ardına kadar açarak, beğeniyle baktım. Ona bunu nasıl yaptığını sorduğumda Behemoth başlığı bir indirip takıyordu.

"Efendi'nin özel isteğiydi. Madem siz de buradasınız, sizinkini de getireyim."

Orlo'nun uyum sağlaması, Behemoth'a yaptığı pelerin ve bana da... Nasıl tepki versem bilemedim.

Şeytanlar ve Orlo geri gittiğinde Behemoth'a baktım. Ben bir şey sormadan "Oldukça işe yarar bir şey olduğunu düşünüyorum." dedi. Hala aynı hareketi yapıyordu.

"Orlo bunu nasıl yapabildi ki?"

"Yardımla."

"Böyle bir büyüye sahip cadı mı var burada?" Bunu yapan cadı, aynı zamanda şeytanların kolayca yer değiştirebilmesine de yardımcı olabilirdi. Behemoth bir yere gittiğinde özel şöförü olarak orada bulunmam gerekmezdi.

"Cadıları sevmem. Bir büyücü ama buradan- daha doğrusu burada değil. Eğer ışınlanma olayını düşünüyorsan sen hala lazımsın. Bu, büyücünün küçük bir yardımıydı."

Orlo geri geldiğinde buz kestim.

Pelerin beyazdı. Çok aykırıydı. Bir ceza gibiydi.

Behemoth'a baktım, o da tepkimi izliyor gibi dikkatle bana bakıyordu.

Şeytanlar pelerini bıraktı ve çıktılar. Ben de pelerini sessizce giydim. Behemoth'un kendine baktığı yere döndüm. Cam oldukça siyahtı, kendimi zar zor görebildim. Behemoth'un karanlık görüşü benimkinden daha iyiydi anlaşılan. Leserian eğitimi sırasında Palarmo, karanlıktan korkmadığımı fark ettiğinde korktuğum şeylere yöneldiğinden bu eğitim eksik kalmış olmalıydı.

Çık çık çık. İn in in. Bitmeyecek. Devam et.

Zihnimdeki ses patladığında kaşlarımı çattım ve devamını bekledim ama yoktu, geldiği gibi gitti. Gürültülü giriş yapıp sessizce uzaklaştı.

"Deneyelim bakalım." dedi Behemoth. Ardından sesini yükselterek devam etti: "Albert." Adını duyan şeytan kapıyı açtı. "Coatlicue bugün gitmeyebilir. Ben devralıyorum."

"Anlaşıldı, Efendi Bartolov."

Kendi başlığını kapattı, ardından da benimkini işaret etti. "Orman girişine geçit açmalısın. Doğu tarafı, mümkünse."

"Venues Ormanı mı?"

"Hayır. İnsanlarınki."

Dudaklarımı içten ısırarak dediğini yaptım. Önce kolaçan ettim, ardından da portalı büyüttüm.

"Sor sor." dedi girerken.

Arkasından giderken hafif gülümseme belirip kayboldu dudaklarımda. "Ne var burada?"

"Samhain'in hediyelerini toplayacağım." Pelerinimi kontrol etti, ardından da sessiz ve karanlık ormana baktı.  "Cadılar veya insanlar belirli günlerde şeytanlara hediye verirler. Coatlicue ayin toplayıcılarından biri. Tiamat da öyleydi ama zindanlarda olduğu için yük birikti. Üstelik hediye bir boynuzsa işime yarar, suyunu içmeyeli uzun zaman oldu."

"Sevmediğiniz türlerden hediye almak rahatsız edici olmalı." dedim, uzun adımlarına yetişmeye çalışırken.

"Burada eskisi gibi cadılar yok. Benim zamanımdakiler daha güçlü ve... Ve yalancıydı. Bu yüzyılda yalnızca Euryale var, o da bölgesinden çıkmıyor."

"Onu bir kez görmüştüm..." diye anlatmaya başladığımda yere bakıyordum. Kocaman bir -muhtemelen çember oluşturuyordu- çizgiye bastığımda durdum. Ayağımı kaldırdım ve çizginin taze kandan olduğunu fark ettim. Yüzümü buruşturarak Behemoth'a baktım, o ise çizgiye basmadan durmuştu.

"Umarım düşündüğüm şey değildir." diye homurdandı.

Ayağımı temiz çimene sildim. "İnsan kanına benziyor."

"Bakire Bona Dae kanı."

"Nasıl anlaşılıyor ki?"

"Kokusundan."

"Hadi be." diye mırıldandım, biraz hayran kalmıştım. Bana normal kokmuştu, hatta soğukla birleştiği için yakınlaşmadıkça neredeyse anlaşılmazdı.

Yavaşça içeri adım attı. Ben de onu takip ettim. Birden hava değişti ve büyünün içinde bulduk kendimizi. Ağaçlardan bile yüksek olan ama zarar vermeyen ateşi gördük. Etrafında dönen kadınları, ateşlerin ortasına asılmış çırılçıplak genç kızı gördük. Kızın bilinci yerinde değildi, ateşler ona zarar vermemişti ama üstü kanla çizilmiş sembollerle kaplıydı. Cadılar dans ederken şarkı söylüyor, biri de şeytana seslenerek kadını sunuyordu.

Gülmemek için kendimi tuttum ama omuzlarım sarsılıyordu. Behemoth'un bana baktığını gördüğümdeyse yüzüm ciddileşti. "Toplayın bari ganimeti."

"Bu güzel bir hediye değil."

"Ne yani? Kızı mı kurtaracaksınız? Ne kahramanca." dedim, umursamaz bir sesle. Adamın cehenneminde çocuklar vardı yahu! Bundan mı rahatsız oluyordu?

"Kız kurtarılamaz ama cehenneme de uygun değil." diyerek ilerledi. Ben ise olduğum yerde kaldım.

Cadıların yanına ulaştığında varlığı fark edildi ve ayin durdu. Konuşan kadın haykırdı ve çağrıya cevap verildiğini söyledi. Behemoth başlığını indirdi, ayrı ayrı duran cadılar birbirine yanaştı. Hafifçe eğildiler.

"Kızı istemiyorum. Bana bir cadı verin."

"Biz eksilirsek ayinlerimize ne olur, Efendi Behemoth?" dedi konuşmacı kadın, ince bir sesle.

"Doğurursunuz."

"Efendi Coatlicue'ye rahmimizi verdik." Diğer cadıları işaret ederken eli titriyordu. "Her birimiz."

"Yalan kokusu alıyorum." Behemoth başını hafifçe yana eğdi, bir adım daha attığında cadılar iyice büzüştü. "Buradan olmayan bir cadı daha var. Muhtemelen yeni büyümüş. Kızın mı? Öyle olmalı. Onu ver."

Cadı ağzını açtığında Behemoth bana döndü. "Kızı yarım saat içinde getirsinler. Onlardan kızı al. Ben dönüyorum."

Gözlerinde değişik bir ifade vardı. Şaşkınlık ve öfke karışımı olabilirdi. Muhtemelen Coatlicue rahimlerini toplayarak yanlış bir şey yapmıştı ve hesabını vermesi gerekliydi.

Başımla onaylayarak ona portalı açtım. Gittiğinde cadılara döndüm. "Hanginiz getirecek? Hızlı olursa sevinirim."

"Sen o Leserian'sın, değil mi?" dedi konuşmacı.

"Aliza, yapma. Kızı ver." dedi cadılardan biri öne çıkarak.

"Asla." Kadın tekrar bana döndü. "Alissa'yı hatırlıyor musun, Leserian kadın?"

"Hım?" diye sordum. Kaşlarım çatıldı ama onlar yüzümü göremiyordu.

"Bizden biriydi. Onu sen çaldın." Bir cadı avladığım doğruydu, teslim etme karşılığında iyi bir ödeme almıştım. "Kızımı da alamayacaksın."

"Ben almasam Efendi Bartolov alır ve emin olun temiz bir şekilde olmaz."

"Alissa kardeşimdi."

"Yüzünü hiç hatırlamıyorum desem?" Yalandı, tabiki hatırlıyordum.

"Öl derim." Diğer cadılar onu engelleyemeden -biri kaçtı hatta- ellerini kaldırdı, ilk önce birleştirdi; ardından da sözcüklerle süsleyerek bana doğru itti.

Açıkçası bunu beklemiyordum çünkü sonuçta Behemoth onlara bir emir vermişti, bu kadın ise karşı çıkıyordu. Kızı olsa da bizim gibiler için o kadar önemli değildi. Phaldor veya Ramaela benim için niye çabalamıştı sonuçta? İstedikleri, kehanetin gerçekleşmesiydi. Ya da Gaviel bana neden dayanıyordu? İstekleri vardı, beklentileri çoktu hepsinin.

Vücuduma bir buğu çarpmış gibi hissettim. Ardından vücuduma yayıldı ve sanki kemiklerim kırılıyormuş gibi hissettirdi. Aynı Palarmo'nun gerçeğini yapışı gibi hissettiriyordu. Çok gerçekçiydi ama yabancı bir his değildi.

Leserian'lık eğitiminde kendi kemiklerimin kırılması istenmişti. Ardından da her birini yerine oturtmalıydım. Akşamına da Gaviel ile yemek yedim. Belki bu sefer de dönünce Behemoth'la bir şeyler yerdik.

Güçsüz kalmış da yere düşüyormuş gibi kendimi arkaya bıraktım. Sol işaret parmağımda portalı çizdim ve içine düştüm. Portalı, kadının hemen arkasında oluşturduğum için zemine değmeden dikleştim ve kadının arkasında belirdim. Alnımla kafasının arkasına sert bir darbe indirdiğimde kadın öne doğru düştü. Sürünerek bana döndü ve ayağa kalktı; odağını kaybettiği için üzerimdeki büyü de gitmişti.

Tekrar denemek için ayağa kalktı. Bir sağa, bir sola sendeledi. Ben de rahatsız edici bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma ve onu taklit ettim.

Acılı bir çığlık attı, tüm gücünü toparlayıp yansıtmaya çalışmadan göğsüne tekme attım. Bir metre uzaktaki ağaca çarptı, kemikleri biçimsiz şekilde kırıldı. Yamuk halde yere düştü, ağzından ve burnundan kanlar boşaldı. Ağaca çarpmasıyla kafasının arkasında oluşan göçük saçlarına rağmen açıkça görülebiliyordu.

Diğer cadılar hala oldukları yerde duruyorlar mı diye baktım. Başları öne eğik bir şekilde bekliyorlardı. "Kızı getirirseniz, bu cadıyı türünüze layık uğurlamanıza izin veririm."

Başta kaçan kadın, kucağında bir kızla ateşe yaklaştı. Kız, on üç yaşlarında duruyordu. Baygındı.

"Nane koklattığınızda uyanır." diyerek kızı ayaklarımın dibine koydu. "Aliza'nın yanlışını mazur görün. Bunu telafi edeceğiz. Efendi Behemoth'a iletin lütfen."

Başımla onayladığımda, cadılar ölen üyelerinin yanına gittiler. Ben de yerdeki kıza doğru eğildim. Ardından ateşlerin ardında baygın duran kıza baktım. Cadıların gitmesini bekledim. Sonrasında da portal açarak kızın yanına ulaştım; iplerini çözerek portaldan geri döndüm.

Üzerimdeki pelerini giydirerek sembolleri kapadım. Geçidi açarak ikisini de Behemoth'un salonuna taşıdım.

Behemoth'la birlikte bekleyen Sabazios'u gördüm. "Kız bu. Nane koklayınca uyanırmış." diyerek sağ omzuma attığım kızı yere bıraktım. Sol kolumla kendime yasladığım kızı da yavaşça yere koydum.

"Küçük cadıyı zindanlara götür, Sabazios. Coatlicue'nin yanına." Hımm, diye düşündüm. Demek Coatlicue'yi zindana göndermiş.

Sabazios giderken pelerinime sarılmış kıza baktı. Ardından da bana kaş göz yaptı. Ben de omuzlarımı kaldırıp indirdim.

"Alay ettiğin kahraman olmaya mı karar verdin?"

"Pek değil. Onu Carlo'ya veririm diye düşündüm. Kulübünde iş yapar."

"Giydirme inceliğini göstermişsin."

"Pelerinin lekelenmediğini fark ettim." Şirin bir şekilde gülümsedim. "Çıplak bir kadın görmek istiyorsanız başka tabii."

"Çıkar o zaman." Şaşırdığımı belli etmeden pelerini sıyırdım ama sözleri beni duraksattı: "Ondan bahsetmemiştim."

Anladığımda iç çektim. "Ha ha. Güzel şakaydı."

Kaşlarını çattı. Şaka mı, diye sorarsa şuracıkta tokadı yapıştırabilirdim. Neyseki yapmadı, onun yerine "Bir sorun çıktı mı?" diye sordu.

"Yaani... kızını vermek istemedi, zırvaladı, saldırdı. Öldü." Hızlıca ekledim: "Ama diğerleri karşı çıkmadı, hatta kızı getirdiler. Özür dilediler, telafi edeceklermiş bilmem ne."

"Bilmem ne?"

"Hızlı konuşunca ağzımdan öyle çıktı."

"Cadı bir şey yaptı mı peki?" Yanıma göz kapayıp açma hızında geldi. Kolumu tuttu, kazağımı sıyırarak tenime baktı. "Bu da ne büyüsü böyle?"

"Aa şey..." Elimi, beni tutan koluna koyarak ittirdim. "Önce kolumu geri alayım." Kazağın kolunu aşağı çektim. "Zihin büyüsü yaptı ama zarar vermedi. Olmayan şeyleri hissettirenlerden..."

"Kolundakiler ne? Hatta..." Kazağımın boynunu çekiştirdi bıraktı. "Teninde ne var senin?"

"Leserian'lıkla ilgili bir şey, birkaç güne kaybolur." dedim soğukça. Onu ilgilendirmiyordu ve ben de diyecek bir şey bulamamıştım.

Birinin yalanını yakaladığında yaptığı o hareketi gerçekleştirdi. Başını hafifçe eğdi ve gözleri öyle bir parladı ki sanki fısıldıyorlardı. "Yalan söylüyorsun."

İtiraz etmenin anlamı yoktu. "Evet."

"Ve doğruyu söylemeyeceksin." Başımı salladım. "Peki ya borcunu doğruyu söyleyerek ödemeni istesem?"

Kolumu kaşıdım. Biraz tatlı davranmaya çalışarak sesimi yumuşattım. "İstemeyin?"

Bir an duraksadı. Öylece baktı. Ardından da "Peki." dedi.

Öyle bir afalladım ki geriye doğru sendeledim. Böyle bir tepki beklemiyordum.

"Diğer kızı götür buradan." Elini boş ver dercesine salladı. "Bence arkadaşının işine yaramaz bir Bona Dae. O, Ramaela'ya tapanlardan. Kendilerini sadece doğurmaya adamışlardan."

Annemin adını duyunca kaskatı kesildim. "Ona tapanlar mı var? Bunu ilk defa duydum."

"Bona Dae üretken bir türdür ve Ramaela hamile kalıp duran bir şeydi... Melekti." Son kelimeyi yüzünü buruşturarak söyledi.

Kendimi gerçeğe bu kadar yakın hissetmemiştim.

Ve bu kadar çok korkmamıştım.

"Na-nasıl yani?"

Bir süre durdu ve yine beni son zamanlarda incelediği gibi inceledi. "Bir ara anlatırım belki. 'İstemeyin' derkenki gibi bir tonda sorarsan."

Ardından masasını karıştırmaya başladı ama kızı alıp portaldan giderken derin bir nefes alıp arkasına yaslandığını ve çatık kaşlarla beni izlediğini görmüştüm.

Armando Behemoth tehlikeliydi. Özellikle de benim için. Kim olduğumu bilse bana özel zindan yapar ve V.I.P. koltukta işkence çekişimi izlerdi.

Huzursuzlanarak kıza odaklandım. Onu Bona Dae'lerin yaşadığı yerlerdeki evlerden birinin önüne bıraktım. Etrafın boş olmasına dikkat ettim tabiki. Pelerinimi almam gerekti ama üstüne paspası örttüm. Yani, çok da güzel olmadı. Neyseki zili çalıp oradan uzaklaşırken kızı içeri aldıklarını gördüm.

Koşuşturmama kendimce kısa bir ara vererek Carlo'ya göründüm. Bana hala yaşadığım için mutlu olduğunu söyledi. Ben de ona Behemoth'u buraya gelmeye ikna edersem gününü göreceğini belirttim. Bunu söylerken şaka yapıyordum ama bir yandan da Carlo'nun o halini görmek istediğimi fark ettim.

Bir saat sonra Behemoth'un salonundaydım. İçeride kimse yoktu. Kapıdan çıkarken Sabazios içeri girdi. Elinde şeffaf bir kap vardı; içindeyse gri ve kremsi yapıda bir şey.

"Gelmişsin." Elindekini uzattı. "Bu senin."

"Ne ki bu?"

"Hiç sorma hanımefendi. Baş şeytanın yardımcısı için krem bulmaya ben gidiyorum. Niye? Çünkü yardımcının ayakları yok, di'mi?"

"Hı?"

"Al şunu da sür. Behemoth söylemedi ama cadılarla bir şey yaşanmış galiba. Ne kadar kötü?"

"Dur dur. Krem benim için ve bunu Efendi Bartolov söyledi. Doğru mu anladım?"

"Kelimelerimi farklı şekilde birleştirince farklı bir şey söylemiyorsun." Elime tutuşturdu. "Al şunu."

Kreme bakarken "Efendi Bartolov nerede?" diye sordum.

"Düşünüyor."

"Sabazios, sen birazdan fazla sorunlusun galiba." dedim, ciddi bir tonda. "Düşünüyor diye bir yer mi var? Her şeyi sormam mı gerek? Nerede düşünüyor mu diyeceğim? Sen de 'düşünme odasında' diye saçma bir şey dersin kesin, sonra onun yerini sorarım-"

"Peki, dur. Behemoth'un düşündüğünde nereye gittiğini bildiğini düşünmüştüm." Eliyle ileriyi işaret etti. "Merdivenlerde."

Ters yöne giderken "Teşekkür ederim." dediğimde durdu. Elimdeki kremi salladım. "Bunun için."

Benden vebalıymış gibi değil, direkt vebaymışım gibi kaçtı. Peeeekala.

Behemoth'a teşekkür etmek için merdivenlere yöneldim. Bu arada merdivenlerde düşünmek de neyin nesiydi? Ne garip bir adamdı bu ya.

Merdivenlere ulaştığımda çok uzaktan gelen fısıltıyı takip ettim. Yukarı doğru çıkıyordu ve ilerledikçe Behemoth'un sesine benziyordu. Yaklaşık yüz merdiven sonra onu gördüm. On basamak yukarı, on basamak aşağı şeklinde bir döngüdeydi. Kolları göğsündeydi ama sağ eli çenesindeydi. Hafifçe mırıldanıyordu, ne dediği belli olmuyordu.

Beni fark etmemişti ki Behemoth için imkansızdı. Demek öyle bir odaklanmıştı ki kendini soyutlamıştı. Ona sesleneceğim sırada başıma bir ağrı girdi.

Kemik kırılmasını bir ile on arasında acı seviyelerine yayacak olursam dört derdim. Bu hissettiğim ise sekizdi. Ve beni dizlerimin üzerine düşürmüştü. Gözlerimi açıp etrafa bakamadım, hatta gözlerim arkaya dönmüş bile olabilirdi.

Zihnimde beni uzun zamandır rahatsız eden fısıltı, acı bir tonda belirdi:

Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. Çık. İn. İn. İn. İn. İn. İn. İn. İn. İn. İn. Doğru kararı mı verdin?

Continue Reading

You'll Also Like

140K 6.1K 14
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
31.4K 1.2K 11
"Seni çok seviyorum Çavê Şîn. Seninle gözlerimi açıp kapatacak kadar. Seninle doğup ölecek kadar. En çokta o mavi gözlerine aşık oldum."
214K 3.5K 27
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...