14 / Kar Meleği

114 14 3
                                    

O L I V I A 

Artık gördüğüm şeyin bir rüya mı yoksa yaşadığım bir anının hatırası mı olduğundan emin değilim. Bir yandan böylesine güzel bir anın ancak rüyalarda yaşanabileceğini düşünüyorum ama diğer yandan, ancak böyle bir anının asla unutulmayacağını, başka her şeyi hayal edebileceğim rüyalarımı dahi işgal edeceğini düşünmeden edemiyorum. 

Rüyamda, ya da hatıramda - hangisine inanmayı seçerseniz - gözümün görebildiği en son noktaya kadar bembeyaz bir ovadayım. Ova diyorum çünkü bu manzarayı tanımlamak için hangi coğrafi terimi kullanmam gerektiği konusunda kararsızım. Basitçe, gördüğüm şey yalnızca beyazlık. Ufuk çizgisinde renk değişiyor, pembemsi bir gün batımı beyazlığı lekeliyor, fakat hiçbir leke bundan daha göz alıcı görünemez. Gittikçe kızaran, etrafına doğru pembeleşen ufuk çizgisini takip edip üzerimizdeki gökyüzüne bakıyorum, bize yavaş yavaş arkasını dönen güneş güzel renkleriyle bulutları boyamış. Sanki birkaç renge bulanmış bir sulu boya fırçasıyla dokunulmuş gökyüzüne. Yalnızca bir kez. Sonra renklerin sınırları olmayan gök kubbede, tıpkı suyun içinde dağılır gibi dağılmış bu renkler. Gün batımı bütün semaya yayılmış. 

Bu, o anda fotoğrafını çekmeyi aklınıza dahi getiremeyeceğiniz güzellikte, eşsiz bir görüntü. Gözlerini bir anlığına kapatmaya bile korkarsınız, çünkü bir an sonra, güneş batmış, renklerini de hüüp diye içine çekip gitmiş olabilir. 

Normalde, günün bu vaktinden nefret ederim. Gün batımını izlerken güneşin beklenmedik bir anda birden batması, içimde bir belirsizlik hissi doğurur, bu beni huzursuz eder. Ağlamak isterim. Ama şimdi, o sonsuz beyazlığa ve üstümüzde dans eden renklere bakarken çok huzurluyum. Belirsizlik düşüncesi aklımın ucundan bile geçmiyor, beni rahatsız edecek hiçbir düşünce, hiçbir his yok içimde. Burada, bu anda çok mutluyum. Biri zamanı durdursa, bu ana sıkışıp kalsam, buraya hapsolsam hiç sesimi çıkarmam, aksine anın geçiciliğinin onun üzerinde yarattığı kırılganlığı yok ettiği, bunun eninde sonunda bana hissettireceği korkuyu çekip aldığı için ona şükran duyarım. 

Sesleri duymaya başladığımda buranın gerçek olduğunu, nerede olduğumu, bunun ne zaman olduğunu anlıyorum artık. Bakışlarımı, onları esir alan gökyüzünden ayırıp yine önümdeki beyazlığa çeviriyorum. Tam önümde bir melek var, bir kar meleği. Willy'nin çizgilerine sahip bir kar meleği. Meleğe bakarken anın geçiciliğini filan da unutuyorum artık. Bu anın bitmesinden duyduğum korku da kayboluyor, daha sonra pişmanlık olarak kendini göstereceğinden gitmeyi kolayca kabul ediyor aslında. 

Arkamı dönünce onları görüyorum: küçücük bacaklarıyla kara bata çıka koşmaya çalışan Willy ve onu yakalayamıyor rolü yapan Harry. Willy'nin üstünde kendi ağırlığının iki katı kadar kıyafet var, başındaki şapkanın püskülünde o koştukça çınlayan küçük bir çan var. Bu hali beni güldürüyor. Sonunda Harry onu arkasından yakalayıp bir hamlede sırtına atınca çığlık çığlığa kalıyor. Harry, Willy'i omuzlarına oturtup bana doğru yürümeye başlıyor. İkisi de durmadan kıkırdıyor, bir şeyler konuşup gülüşüyorlar. 

Bu diyalogun bir parçası olmak için yanıp tutuşarak ben de onlara doğru yürüyorum. Kar öylesine kalın ki ben bile yürürken zorlanıyorum, her adımımda kar daha da derinleşiyor gibi. Oysa Harry hiç zorlanmıyor gibi görünüyor. Birkaç adım sonra ayağım kara saplanıp kalıyor, onu çıkaramıyorum. Gülerek, beni kurtarmasını seslenmek için Harry'e bakıyorum. O da yürümeyi kesmiş. Sanki ona gitmemi bekliyor gibi. Bir elini bana doğru uzatıyor, diğeri sıkıca Willy'nin omzundan sarkan sol bacağını sıkıca tutuyor. 

the other coin | #tlc2Où les histoires vivent. Découvrez maintenant