***"Jungkook."
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Kaç ülkede güneş doğmuştu ya da kaçında henüz batıyordu, bilmiyordum. Kaçıncı rüyam bölünmüştü, hangisinde karşımda o vardı, hangisinde yatağımın başında durmuş bana doğru eğilirken ismimi fısıldıyordu bilmiyordum. Kokusunu duyacağım kadar gerçekçi bir rüya olduğunu hatırlıyorum ama. İncecik sesiyle "Hadi uyan." deyişi içimdeki kocaman kasvet yumağını kovalamıştı. Gözlerimin dolduğunu, burnumun sızladığını bile hissettim. Sonra eli terli saçlarımda dolaştı. Şefkatli sesini kıkırtısına sarılmış halde, kulağımda bir defa daha misafir ettim.
"Uykucu."
Karnım ağrımıştı. Karnım ağrımıştı çünkü çoktan araladığımı fark etmediğim gözlerime ilişen silüeti, rüya falan değildi. Buradaydı. Alt dudağındaki yara kurumuştu, elmacığı hala şişti, öndeki yamuk dişlerini görmeme neden olacak kadar geniş gülümsemesi, sokak lambasının odama sızan ışığıyla aydınlanırken bana doğru biraz daha eğildi. Yorgun bakışları üzerimde gezindiğinde yatağımda doğrulmaya çalıştım.
"Ölmemişsin."
Boğazımı temizledikten sonra kurduğum cümleme güldü. Tatlı, tiz tınısı odamda dolaşırken gözlerimi gözlerine çıkardım. "Henüz." diye karşılık verdi, içim de burnum gibi sızlasa bile tısladım. Hala odamda, saatin kaç olduğunu tahmin bile edemediğim bu zamanda, yatağımın başında ne aradığını anlamamıştım. Muhtemelen kırışmış suratıma baktı.
"Felsefe Taşı'na gidecektik."
Evet, diye geçirdim içimden. Ama her zamanki gibi sen yoktun. Yine de "Neredeydin?" diye sordum, cevap vermeyeceğini biliyordum ama bu soru hiç eksik olmazdı dilimden. Güldü o da. Tıpkı düşündüğüm gibi sorumu duymazdan gelirken "Hadi Felsefe Taşı'na gidelim." dedi hala görebiliyordum dişlerini, anlaşılan sabahki gibi yorgun değildi. "Beş dakikaya kapının önünde ol, giyin."
Doğrulup odamın kapısına doğru yöneldiğinde onu bileğinden yakaladım. Ya uykudan yeni uyanmanın getirdiği sersemlikti ya da anlamamakta haklıydım. Sinirlenmekte de öyle.
"Bu saatte hangi salon açıktır sanıyorsun?"
Bileğini elimden çekmedi, gözlerime bakarak gülümserken "Beş dakika," dedi. "Beş dakikaya kapının önünde ol."
İçime derin, kızgın bir nefes aldım. Beni asla duymuyordu. Asla bildiğini okumaktan vazgeçmiyor, söylediklerimi umursamıyor, kendisinin olmayan gerçeklere kulak asmıyordu.
Karnımın ağrısı geçmemişti burnumun sızısı dinmişse de. Varlığının beni bu kadar heyecanlandırmasından nefret ediyordum. O hep böyle yapardı. Hep verdiği sözleri unutur, erteler sonra da telafi etmek için kırk takla atardı. Bense gün boyu, memnun değilmişim gibi davransam da sonunda onu affederken bulurdum kendimi. Ben Park Jimin'den kendi isteğimle, ne kadar ayrı kalabilirdim ki?
Ona ve gerçeklerine kapılmaktan kendimi alamadığımdan olsa gerek, çıkarken ardından kapattığı kapıya boş boş bakmayı bırakıp dedikleri ne kadar saçma olursa olsun yatağımdan kalktım ve olabildiğince yavaş, hazırlanmaya başladım.
Birkaç beş dakika sonra kapının önüne indiğimde onu dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarası, elindeki telefonuyla uğraşırken buldum. Geldiğimi hissettiğinde telefonunun ekranını kapattı ve onu cebine soktuktan sonra külü düşmek üzere olan sigarasını dudaklarının arasından çekip çırptı. Kafasını başka yöne çevirdiğinde içine çektiği nefesi üflemişti. Güldüm. Sende bana zarar veren tek şey sigaranın dumanı değil, Park Jimin.
VOCÊ ESTÁ LENDO
Anılardan Anılara İnce Çizikler °Jikook
Fanficseni kendimden tanıdım çocuk; yüreği sürekli çiğnenen bir yol. gövdesi acılardan acılara köprü. biraz öfke, biraz umut, çokça onur olan kendimden. eğildim, öptüm yıkık alnından. uzaktın, kıyamadım sessizliğine. biraz daha dedim, içimden. biraz daha...