41. BÖLÜM: "BOĞULMAK"

8.2K 590 69
                                    

"peki ama önce başka bir şey yapmalıyız." dedi erez yatakta doğrulurken. heyecanlanmış gibi görünüyordu ve bu küçük heyecan parıltısı solgun yüzünde özlediğim tebessümlerden birine dönüşmüştü.

"neymiş?" diye sordum aptal aptal sırıtırken.

"bir yere gideceğiz, sana orada anlatırım. hadi!"

iki saat sonra istanbul'dan çıkmış gebze yakınlarında bir deniz kenarına gelmiştik. erez artık gülümsemiyordu. neler olduğunu anlamaya çalışarak kiraladığımız kamyonetten indim ve dolanıp kapısını açtım.

"gel bakalım." dedim elimi uzatırken. şirin davranıp aklını başka bir yere çekmeye çalıştım o an sebepsizce. erez elimi tuttu ama yüzüme bakmadı ya da yüzünde ufacık bir mimik değişikliği dahi olmadı.

siktir... beynimde bir şeyler yerine oturdu o an. acaba burası... babasını ve abisini alan deniz miydi?

erez önden yürüdü. adımları sarsak sarsaktı sanki ve minik ellerini sıkı sıkı yumruk yapmıştı. bagajdan yol üstünde almamı istediği biraları kaptığım gibi peşine düştüm.

kıyıda biraz dolaştı. bir konum arıyordu sanki. bakışları birbirine tıpatıp benzeyen toprak parçalarında ve denizin ufkunda görünen detaylar arasında gezinip duruyordu. sonunda aradığı şeyi bulmuş olacak ki yavaşça çöktü yumuşak kumlara. bende yanına oturup denize baktım öylece. derin nefesler alıp kendimi sakinleştirmek istiyordum ama yapamazdım.

"bir bira alabilir miyim?" diye sordu erez sakince. hızlıca istediğini verip kendim için de bir tane açtım.

dakikalar dakikaları kovaladı ve saatlere dönüştü. erez üst üste sekiz şişe içti. ben ikinciden sonra bıraktım. gerçi bira bünyemi pek etkilemiyordu ama (yani fıçıya filan düşmediğim sürece) yine de o an çakır keyif bile olmamalıydım.

erez sonunda konuşmaya başladığında iki buçuk saattir orada oturuyorduk.

"seni nereye getirdiğimi biliyorsun değil mi?" diye sordu yine sakince. yavaşça başımı sallayarak onayladım.

"küçükken bu koya gelir ailecek kamp kurardık. şuradaki tepeye bak işte orada harika bir kamp alanı var. sabahları hep buraya gelir yere büyük bir örtü serip denizin dibinde kahvaltı yapardık. sonra babam bizi küçük teknesine bindirip balığa çıkarırdı. ilk balık tuttuğumda altı buçuk yaşındaydım biliyor musun efla?"

ağlıyordum. buna nasıl engel olabileceğimi bilmiyordum. erez iyi ki yüzüme değilde denize bakıyordu. bakışları mavilere dalmıştı küçüğün. iyi ki cesaret kırıcı gözyaşlarıma şahitlik etmiyordu.

"eve beş kilodan az balıkla dönersek babaannem bizimle dalga geçerdi çünkü tam bir hafta kalırdık buraya her gelişimizde. bazen şansımız yaver gitmezse babam yoldaki bir balıkçıdan balık alır tuttuklarımızın arasına katardı. küçük bir buzdolabımız ve bu kamyonete benzeyen bir kamyonetimiz bile vardı. hatta babam karavan alma hayalleri kurardı hep. eğer karavanımız olursa trabzona gidip orada balık haftası geleneğimizi sürdürebiliriz diye hayaller kurardık. kendimize yılda bir kez tamamen özgür ve gamsız hissettiğimiz bir hafta hediye etmek güzeldi. babamla yaşadığım her an çok güzeldi."

kumlarla oynamaya başlamıştı erez. tıpkı çocukluğundaki gibi.

"burası benden en değerli iki şeyimi aldı ama nefret edemiyorum bir türlü. hatta bu yüzden kızardım kendime ilk zamanlarda. ne zaman üzülsem burada bulurdum kendimi ve bir türlü nefret edemezdim maviden. şimdi de bunun için geldik. ben... sana bir mektup yazmıştım önceden. şey... bileklerimdeki sargılar çıkarıldıktan hemen sonra."

stresli bir tavırla ensesini kaşırken cümle kurmaya çalışıyordu. kazağımın koluyla yüzümü silip derin bir nefes aldım ve biraz daha dik oturmaya çalıştım.

bileklerindeki sargılar çıkarıldıktan sonra... olayın üzerinden sadece bir ay geçtikten sonra yani. o benimle bile iletişim kuramadığı karanlık günlerden birinde.

"mektubu sesli bir şekilde okuyabilir misin efla?"

"güzelim... o kadar takat bulamayabilirim kendimde."

"o zaman okuyabildiğin kadarını okusan? sonrasında kendin okumaya devam edebilirsin."

"tamam."

ceketinin iç cebinden bir kağıt çıkartıp bana uzattı. bende cesaretimi yitirmemek adına vakit kaybetmeden okumaya başladım.

"sevgili efla;

öncelikle sana bu mektubu yazdığım için özür dilerim çünkü seni bu kadar üzmeye hakkım yok ama kime anlatacağımı bilemedim.

nefes alırken boğulmak tuhaf bir hismiş. şimdi babamı ve abimi daha iyi anlıyorum. onları maviler boğdu beni ise bir çift el. bedenin boğulması ve ruhun boğulması arasındaki farkları öğrenmek için bedensel bir boğulma da yaşamam gerektiğini düşünüp dün gece kendimi boğmayı denedim. çok özür dilerim ama zaten işe yaramadı. küvet bunun için yeterli değil babamları örnek alıp bir deniz bulmalıyım..."

dudaklarımın arasından firar eden hıçkırıkla bölündü mektup. parmaklarımı gözpınarlarıma bastırıp derin nefesler almayı denedim ama başaramıyordum... bu ağırlığın altında ezilip kalmak üzereydim. yoksa kalmış mıydım?

"şunu bilmelisin ki işe yaramıyor. seninle sımsıkı sarılıp uyumak bile nefes aldırmıyor. ne tuhaf önceden hep senin kollarında nefes aldığımı hissederdim ben. geçen gece yine aynı kabusu gördüm ve uyandığımda bileğimi tutuyordun. peki ya ruhumu tutabilir misin efla? senden kaçıp gitmek üzere olan ruhumu?"

genzimden sökülen hıçkırıklarla iki büklüm oldum. yüzümü dizlerime yatırıp ağlamak için izin verdim kendime. erez eğilip omzumu sıvazladı ve saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı.

"tamam melek sessiz oku. seni zorladığım için özür dilerim sadece son kez duymak istemiştim. boşver önemli değil."

bir süre sonra toparlanıp okumaya devam ettim. artık sessizce okuyordum ki zaten istesem de sesim çıkmazdı.

"kendimi çok suçlu hissediyorum bazen. omzuma dokunsan bile irkiliyorum. beni öpmeyi özlediğini biliyorum. bana doya doya dokunmayı özlediğini biliyorum. ama efla tenim alev alev yanarken nasıl bunu aşabilirim? hala her gece dimitri tarafından tecavüze uğrarken? hala kasıklarımda tiksinç ellerini hissederken? bana dokundu efla senin dokunduğun yerlerden hemde. küçüğün artık küçük değil koskoca bir kuyuya dönüştü. çaresiz, karanlık, dipsiz... bozuldum ben tamirim de imkansız. küçükken kazara balkondan düşürdüğüm kurşun askerim gibi düştüm. o tahtadan olmasına rağmen kırılmıştı. ben nasıl sağlam kalabilirdim?

beni iyileştir efla ya da öldür gitsin. çünkü nefes alırken boğulmak çok zor. sana dokunamamak çok zor. uyurken arkamdan sarıldığında bile başka bir tutuşu hatırlamak çok zor. keşke her şeyi unutsam. babamla abimi bile. denizi unutsam. boğulmak ne demek unutsam. küçükken tuttuğum balıklardan biri olsam. hafızasında yalnızca eflasına yer olan 'küçük' balık. belki o zaman yeniden küçüğün olmayı başarabilirdim.

kolye gibi taşıyorum boynumda çaresizliği. bir de seni efla... tam göğsümün üzerine denk gelen asker künyemde."

mektup bitti. bir noktadan sonra tamamen intihar mektubuna dönüşmesinden korktuğum bu lanet kağıt parçası sonunda bitti. burnumdan derin nefesler alırken dişlerimi sıkıyordum. içimde bir türlü dinmek bilmeyen hırs gözlerimde alevlenmişti yine. dimitri ölmekten çok daha fazlasını hak ediyordu.

"onu maviye bırak efla. bırak gitsin. karanlığı maviye boyasın babam ve abim." diye fısıldadı küçük. ardından elini uzatıp elimi tuttu sıkıca ve kıyıdan gelen dalgalardan birine bıraktık mektubu. bunu birlikte başardık.

"bana nefes almayı öğrettin yeniden." diye fısıldadı küçük ve küçük başını omzuma yatırdı.

EFLA | BXBHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin